Hala çevrende bulabileceğin güzellikleri bir düşün ve mutlu ol. -Anne Frank |
|
||||||||||
|
Aradan onca yıl geçmesine rağmen, “Kemalist” lik iddiasında olan zevât, Atatürk ile İnönü arasında, bu olayla patlama noktasına gelen çatışmayı, neredeyse hiç hatırlamak istemezler. Yeni siyâsî rejimin (1) ve (2) numaralı şahsiyeti arasında yaşananları, üstelik de İsmet Paşa’ nın serzenişini haklı görürcesine “rakı sofrasından devlet yönetme”ısrarına mal ederler. Oysa kazın ayağı hiç de öyle değildir. Tarihçi Mustafa Müftüoğlu' nun “Cumhuriyet Döneminde Önemli Olaylar-II” kitabında aktardığı anekdota göre: Atatürk; Tarih Kurultayı toplantısı sonrası Dolmabahçe Sarayı' nda; Fuad Köprülü, Hasan Reşid, Cevad Dilemre, Ali Canib, Necmi Dilmen gibi devrin önemli isimlerine verdiği ziyafette, gayet ilginç şu açıklamalarda bulunur : “…Ben bu İsmet’ i 20 senedir yola getiremedim. O kadar kararsız ve müteredditdir ki; Ordu kumandanlığı edemez. Askerlik mâlumatı şüphe yok ki vardır. Fakat işte o kadar. Belki, Erkân-ı Harp reisi olabilir, ama ordu kumandanı asla. Vehim hastası zannediyor ki; memleketi kendi idare ediyor.Bana dedi ki,’Başvekil miyim, kıçvekil miyim, anlayamıyorum, nefes aldırmıyorsunuz. Kendi düşüncelerimi, kendi nokta-i nazarlarımı tatbik edemiyorum. Yani demek istiyor ki; ben ona muhtacım, asla..” Atatürk’ün sağlık durumu, kendisine ilk konsültasyon yapılmasından ancak 25 gün sonra kamuoyuna duyurulur. Sağlık durumunun ağırlaşmasından, ölümüne kadar siyaset kulislerinde, yerine kimin Cumhurbaşkanı olacağı tartışılır. Nihayet 10 Kasım 1938’ de Atatürk vefat ettiğinde, bazı siyasî muarızlarının itirazları olsa da, Mustafa Kemal ile geçmişte olan yakın beraberliği ve Ordu komuta kademesinin de desteği sonucu 11 Kasım 1938’ de İnönü Türkiye’ nin ikinci Cumhurbaşkanlığı’ na getirilir. “…Mareşal Fevzi Çakmak ve Silahlı Kuvvetler, ağırlıklarını açıkça İnönü’ den yana koymasalardı, acaba İsmet Paşa aynı kolaylıkla ‘Millî Şef’olabilir miydi? Halk arasında uzun uzun, seçim yapılırken, Meclis’ in Muhafız Alayı tarafından kuşatıldığı bile anlatılmıştır…” 1 İnönü Cumhurbaşkanlığı makamına seçildiğinde, Avrupa ‘da Naziler, İtalya’ da Faşistler, Rusya’ da Komünistler, iktidarlarının en kudretli dönemlerini yaşamakta, birbirleriyle çıkar çatışması ve hakimiyet rekabeti sonucu olarak da, Dünya, ikinci dünya savaşının arefesinde kazan gibi kaynamaktadır. “ Türkiye de 1933' ten başlayarak resmi ideolojiyi, tek partiyi ve 'ebedi şef milli şef' anlayışını çelik bir çember haline getirdi. 'Spor bayramı, gençlik' bu bağlamda akıllara geldi…” ve bu durum, 1940’ larda artık neredeyse kusursuz bir şekilde kurumsallaşacaktır 2 Atatürk’ ün ölümünün üzerinden henüz bir hafta geçmiştir. 2000’ li yıllarda Dolmabahçe Sarayı arşivinde bulunan bir belgeye göre, 18 Kasım 1938 günü Atatürk’ ün Saray’ da bulunan bir heykeli, 25 lira 80 kuruşluk bir harcama karşılığında söktürülerek bilinmeyen bir yere götürülmüştür. Buna karşılık İnönü, yerli yersiz bir çok yere kendisinin heykellerini diktirir. Hatta Atatürk’ün henüz cesedi soğumadan İnönü’ nün Kâzım Özalp vasıtasıyla Başbakan Celal Bayar’ a , “Artık Atatürk’ ten bahsetmek yok!” mealinde bir ültimatom gönderdiğini, Bayar’ ın kızı Nilüfer Gürsoy bir vesile ile anlatacaktır. 14 Ocak 1942 günü Türkiye’ deki insanlara ekmek karne ile verilmeye başlanıyordu. Kişi başına günde ; eğer çalışıyorsa 750 gram, diğerlerine ise 375 gram ekmek veriliyordu. Tabii bu karneli dönem sadece “ahali” için geçerlidir. Yoksa aristokrasi ve bürokrasinin böyle bir sorunu yoktur. Bir yolu bulunup onların yokluk çekmemesi için, gerekirse Devlet’ in tepesinde oturan Paşa bile müdahil olmaktadır ki: “….Mükerrem Berk, 18 yaşında olmasına rağmen orkestraya (CSO) yeni katılmıştı. Solgun ve zarif yapısıyla bir konserde İnönü’ nün dikkatini çekmişti. Aralarında şöyle bir konuşma geçti: -Sen niye bu kadar zayıfsın bakayım? -Bilmiyorum Paşam ! Senin yüzün de sarı. Yoksa ekmek mi az yiyorsun? -Verildiği kadar yiyorum Paşam. Bu konuşmadan sonra İnönü, M.E.B. Hasan Âli Yücel’ e dönerek: -‘Bunların kanlı canlı, enerji dolu olması lâzım. Bunlara gerekli gıdayı verelim.’ talimatını verdi. O yıllarda evin reisi için yarım ekmek, ev halkı için de adam başı çeyrek ekmek tahsis ediliyordu. Ama o günden sonra orkestra üyelerine aile reisi olsun olmasın, yarım ekmek tahsis edilmeye başlanmıştı…” 3 Her ne kadar “imtiyazsız-sınıfsız” kaynaşmış bir kitle idiysek de; kanla irfanla bu Cumhuriyet’ i kuranların (!) bu kadar ayrıcalıkları da olmalıydı. Zonguldak’ ta kömür madeni ocaklarında,yerin yüzlerce metre altında çalışan işçiler, tarlasında 40 santigrat derecedeki güneş altındaki köylülerin kısıtlı ekmeği sorun değildi. Böylesine milyonlarca insan vardı. Ama ; Mükerrem Berk, Suna Kan, İdil Biret gibi “Harika Çocuklar” o kadar kolay yetişmiyorlardı. Tabii ki onların orkestra arkadaşları da çok önemliydi.Biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopardı. İşte İsmet Paşamız böylesine”sanatsever” di amma velâkin Batı sanatlarını daha da çok severdi. Zaten, orkestra mensuplarına bu ayrıcalığı niçin tanıdığını da dolaylı olarak bir ”On Kasım” yıldönümünde şöyle anlatıyordu: “…(Batı müziğinde) Şimdiye kadar alınan neticeler çok ümit vericidir. Ancak bilmeli ki, garp tekniğindeki müziği tanıtmak, onun zevkini tattırmak ve bu teknik üzerinde Türk Milleti’ nin millî çizgilerini bulup yerleştimek, yeni müzik sanatkârlarımızın ödevleridir. Onların başarısına yardımcı olmak hepimiz için borçtur...” İnönü döneminde, özellikle izlenen kültür politikaları ile, tek tip, itaatkâr, tepkisiz bir “vatandaş” oluşturulması gayreti dikkatleri çeker. Karşısına çıkacak engelleri de, oluşturduğu “Kemalist”ideoloji görüntülü muhalefetsavar silahla yok etmeye yönelmiştir. 1926 senesinde Millî Eğitim Bakanlığı emriyle öğretim programından çıkarılan Türk Musikisi öğretimi, 1940 senesinde yapılan yönetmelik değişikliğiyle ve enstrüman öğretiminin uygulama olmaksızın ; sadece kuramsal şekilde öğretilmek üzere , yeniden müfredat programına alınır. Konservatuvar bünyesinde kurulan İcra Heyeti, Mayıs 1941’ de ilk konserini verir. Koro ‘ yu Ali Rıza Şengel (1879-1953) yönetmektedir. Bu safhada bir de Folklor Tatbikat Topluluğu adı altında, Halk Musıkîsi korosu kurulur. Koro’ nun şefi Sadi Yaver Ataman’ dır. Topluluğun öncelikli görevi; ”Anadolu’ dan derlenen türküleri tanıtmak ve genç kuşaklara sevdirmektir” . Kuruluşunun ilk yıllarında, Osmanlı mûsıkîsini seslendiren İcra Heyeti ile birlikte konser veren Topluluk, daha sonraki yıllarda bağımsız konserler verecektir. 1942 yılına gelindiğinde ,”Millî Musiki” yi oluşturma projesinin bütünüyle bir çıkmazın içinde olduğu anlaşılacaktır. O senenin başlarında, bestekâr Sadettin Kaynak da artık, Devletin müzik politikalarını eleştiren yazılar yazmaya başlamıştır. İşte bu yazılardan birinde; öncelikle, mûsıkîde yapılacak değişiklik için, mevcut durumun ne olduğunun tesbitiyle yola çıkılmasını, halkın isteklerini dinlemek gerektiğini, toplumca kabullenilmeyen bir mûsıkînin belli bir kesime hizmet edecek bir “zümre müziği”olmaktan öteye gidemeyeceğini, Türk mûsıkîsinin sistemi gereği, armonize edilmesini uygun görmediğini, anlattıktan sonra yazısını şöyle sürdürür ve bitirir: “…Dinleyicisiz musiki, milletsiz kral, müşterisiz metâ, hep aynı derecede birbirine müsavî talihsizlerdir. Bence, evvelâ gayemizi sağlayacak seslerin halka kutsal gelmesini ve bu seslerin halkça kullanılmasını temin etmeliyiz... Ne yapmalıyız? Maziden ayrılacağız. Maziden ayrılmak, onu inkâr etmek değildir. Klâsik ve halk musıkîlerimiz, inkılâp musıkîmizin yaratılması için yeter bir materyal kaynağıdır. Musiki yapıcıları, inkılâp yolları üzerindeler. Bu işin başarısı hakkında sakladıkları fikirlerin muhassalası olarak yaptıkları ve yapacakları eserlerin randıman vermesi, yani beğenilip benimsenmeleri kaygusuyla yapmaktadırlar. Hükmü verecek büyük jüri,Büyük Türk milletidir.” 4 Ancak, Kaynak’ ın bu görüşleri “Çağdaş Müzikçilerimiz”ce her zaman olduğu ve olacağı gibi hiç itibar görmeyecektir. İşin uygulamasında öncü, yine Kaynak’ın kendisi olacaktır. O, yine, Kadim mûsıkî sisteminden hiç ödün vermeden, icabeden sentezleri yapıp, ortaya çıkardığı o güzel eserler artık Türk Mûsıkîsi repertuvarının, toplumca en çok sevilen ve dinlenilen bestelerin içine girecektir. Kaynak’ ın özellikle Hüseynî ve Muhayyer eserlerindeki motifler geleneksel ve halk mûsıkîsinin en güzel sentez örnekleri olacaktır. Kaynak’ ın bu görüşlerine karşı, Vedat Nedim Tör, konuya daha değişik bir açıdan bakmakta, akıl almaz bir tesbit ile, Türk beşlerinin yaptığı denemeleri, halk indinde kabul görmüş, zirve besteler gibi tanıtmakta ve şöyle demektedir: “…bestekârlığımız da duruluğa, berraklığa, sadeliğe, çıplaklığa, kısaca neo-klâsik bir sanat anlayışına doğru içten bir yöneliş var. Bu büyük değişimin en tipik örneği bence NECİL KÂZIM (AKSES)’ dir. Onun’çiftetelli’ sini tanıyanlar,’Ankara Kalesi’ nde yeni bir oluşun parıltılarını sezmişlerdir… …Pek yakın gelecekte Türk bestekârlarının eserlerini Berlin’ den, Londra’ dan, New York’ dan dinleyebileceğimize inanıyorum…” 5 Senelerce önce gerçeklerle asla bağdaşmayan bir şekilde yazılan bu yazıdaki dileklerin hiç birisi gerçekleşmemiştir. Akses’ in o yıllarda övgü ile bahsedilen senfonik dans ve senfonik şiir türündeki bu iki yapıtı ve diğerleri bırakın Berlin’ i, Londra’ yı, New York’ u, Türkiye hudutlarında bile, bir avuç Batıcı müziksever tarafından bile artık pek dinlenmemektedir. 1943’ de; Hüseyin Sadeddin Arel’ in, İstanbul Belediye Konservatuvarı ilmi Kurulu Başkanlığına getirilmesi, kadim mûsıkîmizde, Devlet’ in izlediği politikalar sonucu başlayan yozlaşmaların bir ölçüde önüne geçilmesi için atılan önemli bir adım olacaktı. Ancak Arel’ in bir takım görüş ve projeleri Batı Müziği taraftarlarınca benimsenmemesi ve tehlikeli addedilmesi üzerine 1948’ de Konservatuvar ile yaptığı sözleşme feshedilir ve görevine son verilir. Bunun üzerine Arel kendi imkânları ile aynı yıl “İleri Türk Musıkîsi Konservatuvarı” adı altında bir dernek kurar ve bu derneğin yayın organı olan”Musiki Mecmuası” nı çıkarmaya başlar. Bir kere baştan şunu bilelim ki İsmet İnönü bir müziksever idi. Ancak kültürün ve sanatın her dalında olduğu gibi yalnız ve yalnız Batı müziği, özellikle de Klâsik Batı Müziği vazgeçilmez “hobi”lerinden belki de birincisiydi. “…1910-13 yılları arasında üç yıla yakın bir süre Yemen’de kalan İsmet İnönü, anılarında ‘Ben Batı Musıkîsi zevkine orada alıştım’ diye anlatır… …Yemen’ de müzik ihtiyacına karşı derin bir hasret içindeydik…Gramofon başına koşardık…Senfoni,arkasından opera parçası,serenat… …İçimizdeki en istidatlısı Saffet Arıkan’ dı….” 6 Yemen’ de, ayaklanmayı bastırmakla bulunduğu sıralarda, İsmet Paşa, bir Fransız Şirket personelinin kaçarken bıraktığı klâsik batı müziği taş plâklarını merak saikiyle dinler ve ondan sonra, batı müziği, onun vazgeçilmez hobisi olur. Saffet Arıkan (1888-1947) asker kökenli bir siyaset adamıdır. Garp cephesi Kurmay Başkanlığı ve Moskova Askerî Ataşeliği görevlerinde bulunmuştur. 1925-1931 yılları arasında, CHP Genel Sekreterliği, 1935-1938 yılları arasında Millî Eğitim Bakanlığı, 1940-1941 yılları arasında ise Millî Savunma bakanlığı yaptı. Demek ki, Yemen’ de de İsmet Paşa ile birlikte görev yaparken, Batı müziği zevkini birlikte paylaştıkları anlaşılıyor. “…Yemen’ den İstanbul’ a döndükten sonra Kâzım Karabekir ile birlikte Avrupa gezisine çıkmışlardı…. …Berlin’ de en önemli iş ‘operaya gitmek’olmuştu…” 7 İsmet Paşa’ nın gençliğinde ve savaş yıllarından gelen batı müziği sevgisi, Başbakanlığı’ nın son yılında bir enstrüman çalma hevesine kadar gider. Bu yıllarda bir süre viyolonsel dersleri aldığını, gerek yakın aile çevresinin, gerekse müzikle haşır neşir olan kişilerin anı ve anekdotlarından öğreniyoruz. “…İlk (viyolonsel) dersleri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’ nın viyolonsel sanatçılarından Edip Tezel’ den, daha sonra konservatuvardaki yabancı hocalardan Zirkin’ le devam etmiştir… …Dersleri bir yıl kadar devam etmişti… Erdal İnönü’ ye göre ‘çalar duruma’ gelmemiştir…” 8 Her halde politikanın gerektirdiği yoğunluktan olacak ki bundan sonra gerek Cumhurbaşkanı, gerekse muhalefet lideri olarak yaşadığı yıllarda artık Klâsik Batı Musıkîsi’ nin sadece dikkatli ve devamlı bir dinleyicisi olacaktır. O kadar ki :”..1940’ lı yıllarda halk arasında uydurulmuş şu anonim mâni bile devletin zirvesindekilerin hareketlerinin toplum tarafından nasıl dikkatli izlenip algılandığının bir nişânesi : Memur darda Köylü barda SARAÇOĞLU hovarda İNÖNÜ Konservatuvarda…” 9 Buna rağmen Türkiye’ nin Batı müzikçileri, Atatürk’ün ölümünden sonra,onun “devrim ve ilkeleri”ne ihanet edildiğini, dolayısıyla müzikte de geriye dönüşün sorumlusu olarak ima yoluyla da olsa İsmet İnönü’ yü gösterirler. Buna bir örnek verirsek : “…1940’ lı yıllarda devreye Devlet Radyoları girmiş, sistemli bir şekilde alaturka dediğimiz, meyhâne-gazino türü müziği her gün biraz daha artan bir oranla halkımıza aşılamağa başlamıştır. En gözde sanatçılar, İstanbul’ un Kristal, Maksim vb. içkili gazinoların hânendeleri, sâzendeleri ve repertuvarları da oraların gereği meyhâne repertuvarıdır .O günlerde ünlü halk ozanımız Âşık Veysel tehlikeyi görerek: Şarkı, gazeldir hatâmız Türküz, türkü çığırırız Dizeleriyle geçeği dile getirmiş…” 10 Nevit Kodallı, Kongre’ ye sunduğu bildirisinde; yukarıdaki ifadeleri ile tamamen gerçek dışı, hayalî bir müzik dünyasını yansıtır. Bahsettiği yıllarda devletin 15 sene öncesinde yaptığı “millî mûsiki” aşısının toplumun bünyesince kabul görmediğini, radyolarda tekrar geleneksel Türk mûsıkîsi programlarının yapılmasının ,dinleyici kitlesinin aşırı talebinden kaynaklandığını bilmiyorcasına konuşuyor. Kendisi dahil, diğer arkadaşlarının da, bu mûsıkîden , melodik ve ritmik alıntılar yapmalarına rağmen de itibar görmedikleri de ayrı bir gerçektir. Devlet’ in, neredeyse artık, bir tek, silah zoruyla, illâ “ Bu garabet müziği dinleyeceksiniz !” dinleyeceksiniz demediği kalmıştır. Tabii ki böyle bir imkânı olsaydı, devlet onda da aslâ tereddüt etmeyecekti. Nereden bakarsanız bakın, sonunda, Türk halk musıkîsinin bir ozanı olan Âşık Veysel’ in, duygularına hitab etmeyen ve aklının ermediği, kadim Osmanlı mûsıkîsine sempati ile bakmaması gayet doğaldır. Ancak o kadar rejim yanlısı tavırlarına rağmen, o dönemde kolluk güçlerinin Veysel’in sazını, ona Ankara Ulus Meydanı’ nda rastladıklarında, acımasızca kırdıkları ve hemen köyüne dönmesi talimatı verdikleri söylenmektedir. “… Türkiye Cumhuriyeti, 1930’ lu yılların yarısından itibaren bir ‘Tabular Cumhuriyeti’ dir; ülkede her şey bürokrat oligarşinin ‘kabul ettiği’ gibi olmak zorundaydı; onun kabul etmediklerini ele almak,varlığını ileri sürmek, hele haklı olabileceğini savunmak, açıkça belâ aramaktı. Örnek mi? Ondan bol ne var? Türkiye’ de bin yıllık musıkîsine halkıyla istediği kadar sahip çıksın,’resmen’ Klâsik Batı Müziği’ ni kabul etmişti; öz müziğin yetenekleri bir kenarda bırakıldı, devletin-dolayısıyla kamuoyunun-alâkası üç beş Batı müziği marifetlisinin üzerine çekilirdi…” 11 Her ne kadar İnönü’nün Cumhurbaşkalığında geçen 12 yılda devlet müzikteki bütün destek ve imkânlarını “Çok sesli ulusal müzik” lehine kullansa da, o dönemin sivil toplum kurumları, her şeye rağmen geleneksel mûsıkînin unutturularak yok edilme projesine karşı, imkânları oranında direnirler. Mesela ; bunlardan birisi 1941 yılında Fulya Akaydın ve Ercüment Berker’ in öncülüğünde kurulan İstanbul Üniversitesi Mediko Sosyal Merkezi Klâsik Türk Mûsıkîsi Korosu’ dur. Koro, önce Dr. Nevzat Atlığ, daha sonra 1964’ e kadar Dr. Abidin Gerçeker tarafından yönetilir. 1964’ de yönetimi Süheyla Altmışdört alır. İstanbul Üniversitesinde okuyan öğrencilerden oluşturulan koro, döneminde mevcut olmayan Türk Musıkisi konservatuarının işlevini üstlenmiş ve bir çok ünlü icracıları ortaya çıkarmıştır. 1947 senesinde Burhanettin Ökte ile Fikret Kutluğ “ Türk Musıkisi Dergisi “ni çıkarırlar. Bu dergi, bir ara ek olarak da iki ciltlik bir Güfte Kitabı da yayınlamıştır. Diğeri de; Hüseyin Sadettin Arel tarafından 1948 yılında kurulan ve günümüzde de halen bir Cemiyet olarak faaliyetini sürdüren İleri Türk Musıkisi Konservatuvarı ‘dır. Bu kurumla beraber, yayın hayatına başlayan, Musıkî Dergisi de , kuruluşundan sonra, yarım asırdır mûsıkimize büyük hizmetlerde bulunacaktadır. İsmet İnönü’ nün sanatta, özellikle müzikte tercihi tartışılmaz bir şekilde klâsik batı mûsıkîsidir. Devlet adamlığının gerektirdiği şekilde alternatif müziklere de sempati ile bakması uygun olacakken,en azından o müziklere antipatik bakmaması gerekirken , İnönü bu konuda pek dikkatli değildir. Bu konuda rahmetli Cînuçen Tanrıkorur’ un iki anekdotu, İsmet Paşa’ nın Türk mûsıkîsi’ ne yaklaşımını net bir şekilde ortaya koymaktadır: “…1967 sonbaharıydı yanılmıyorsam…(uçakta)CHP Genel Sekreteri KASIM GÜLEK. Tesadüfen gelip yanıma oturdu…’Efendim dedim, size özel bir soru sormama müsaade buyurur musunuz?, ’Tabii, buyurun , dedi, ’Paşa (İnönü) bizim müziğimizden pek hoşlanmıyor galiba efendim’ dedim. Belli belirsiz gülümsedi ve ‘Evet, onun öyle bir saplantısı vardır. Ankara Devlet Konservatuarı’ na bir Türk musıkisi bölümü ilâvesini ne zaman teklif etseler, ’Bahsetmeyin bana böyle bir şeyden’ diye terlediğine çok şahid olmuşumdur…” ifadelerinden, İsmet Paşa’ nın tavizsiz bir geleneksel mûsıkîsi karşıtı olduğunu anlıyoruz. 12 Bu kerre; yıl 1968’ dir. Ankara Millî Kütüphane’ de Tanburî Cemil Bey’ in 52. Ölüm Yıldönümü için bir anma konseri yapılmaktadır. Bundan sonrasını yine Tanrıkorur’dan dinleyelim: “…İsmet İnönü, sağında eşi, solunda Ali İhsan Göğüş olmak üzere salondan içeri giriyordu. Tabii hemen gidip elini öptüm ve ön sıraya oturttum… Özellikle Atatürk sonrası dönemin müzik eğitimi politikasını çok ağır bir üslûpla eleştirdiğim konuşmam sırasında, zaman zaman A. İhsan Bey’le fısıldaşıyor, defterini açıp bazı notlar alıyordu. Türk musıkîsi’ nden hayatı boyunca şiddetle nefret etmiş olan İsmet Paşa, bazen Atatürk’ ün davet ettiği fasılların dahi ortasında kalkıp gittiği halde bu konsere niye gelmişti? Tanburî Cemil Bey’ e karşı duyduğu (hiç ihtimal vermediğim) hayranlığından mı, yoksa politikacıların hangi yaşta olsunlar bir türlü doyamadıkları alkışlanma tutkusundan mı?... …(konserin sonunda) ne beni, ne onlardan (saz heyeti) birini çağırıp, nezaketen bile olsa tebrik etmeye lüzum görmeden (ki halka mal olmuş bir büyüğe yakışan buydu) aynen geldiği gibi alkışlar içinde çekti gitti. Efendilik bizde kalsın diye uğurlamak için arkasından kapıya kadar yürüdüğümde, eşine Müjgân Hanım’ ı göstererek, zor çıkan boğuk sesiyle, ’Bu kadın var ya bu kadın! Bana alaturka konser dinletti!’ diye, (âdeta AİDS mikrobu bulaştırılmış gibi) yakınıyor, bu sitemiyle Müjgân Hanım’ a herhalde büyük bir iltifatta bulunduğuna inanıyordu…” 13 Salih Zeki Çavdaroğlu 20 Mayıs 2020
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Salih Zeki Çavdaroğlu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |