Yaşamın her anı hakkını ister. -Goethe |
|
||||||||||
|
Düş de Gör Sigarasının kıvrılan dumanı yanaklarını, saçlarını yalayarak havaya yükseliyor ve dağılıp yok oluyordu. Aniden yağmur başlayınca sığınacak bir yer aradı. Buldu. Otobüs durağı... Onun gibi sığınan üç kişi daha vardı durakta. Sigara ağzındaydı ama duman gelmiyordu, ıslanmıştı. Eline alıp ileriye doğru fırlattı. Öfkeli, hatta kin doluydu yağmur. Etrafa rastgele çarparak bunu belli ediyordu. Yolun ortasında oluşan su birikintisinden hızla geçen araçlar, duraktakilere su sıçratıyordu. Bir otobüsün fren sesinden duracağı anlaşılıyordu. Durdu. Ön ve arka kapılarını açtı. Binen olmadı, arka kapıdan yaşlı bir adam inmeye çalışıyordu. Yere bastı, basmasıyla birlikte yüzükoyun kapaklandı. Otobüs hareket etti, duraktakiler düşen adama sadece baktı, evet sadece baktı. Telefon Genç kadın, dört yıldır beraber yaşadığı bu adamı artık çekemeyeceğini düşünüyordu. Oysa ilk yıllarda birbirleri için deli oluyorlardı. Birkaç gün ayrı kalacak olsalar bırakın saatleri saniyeler bile çok uzun bir süreymiş gibi geliyordu. Şimdi ise adamın konuşmaları genç kadını yaralıyordu; çünkü bu konuşmalar çoğunlukla hakaretle bitiyordu. Onun konuşmalarına önem atfetmemek galiba en iyisiydi. Bu adam genç kadını tüketiyordu. Donuk bir hayat mıydı yaşadığı? Kendi sonunu mu hazırlıyordu? İçindeki sıkıntıya rağmen gülümsemeli miydi? İnsan kendine yabancı olur muydu? Galiba akıp giden zaman ikisini de aşındırmıştı. Bu durumdan kurtulmak için bir çare, bir yol olmalıydı. Çalan telefonuna baktı. Arayan o adamdı. Açmak istemedi. Telefon çaldı çaldı, sustu. Birkaç dakika sonra gene çalmaya başladı. Aramaktan vazgeçmeyecekti, açmaktan başka çaresi yoktu. Açtı. Birkaç dakika süren konuşmadan aklında kalan cümle: “Ben senden ayrılmak istiyorum. “ Telefonu kapattı, derin bir nefes aldı, rahatlamıştı, hafiflemişti. Kaza mı İntihar mı? Tik takları sinirini bozan saati eline aldı, dışarı daha doğrusu balkona çıktı ve bütün gücüyle ileriye doğru fırlattı. Saat bir ağacın dalına çarpıp yere düştü. Kurtulmuştu saatin tik taklarından. Etrafı seyretti. Ağaçların sararmış yorgun, yaşlı yapraklarını parıl parıl bir güneş yakıyordu. Oysa dağlar kar yüklüydü Belki de karların taçlandırdığı dağları kıskanıyordu ağaçlar. Nasıl kıskanmasınlar, onların üzerinde bir dirhem bile kar yoktu. Ona göre kötülüğün bir simgesiydi; sert, duygusuz, acımasız bir adamdı. Bir keresinde bir adamın çocuğunu dövmesini şeytani bir zevk duyarak izlemişti. Galiba en doğrusu insanlardan yalıtık bir hayat sürmekti. Kötü fikirler mezarlığına düşmüştü; korku ve nefret dolu bir insan nasıl sevebilirdi? O gece de uykusuz geçti, tanyeri nazlana nazlana ağardı; henüz görünürde güneş yoktu. Başını kaşıdı, gözleri açık olmasına açıktı da neredeyse kapanmak üzereydi. Ve nihayet gözler kapandı, horlama az sonra başlayacaktı. Uyandı. Gördüğü rüyayı hatırlamaya çalıştı. Kâbustu. “En zor iş, yaşamayı öğrenmekmiş. Geçmiş de gelecek de kocaman bir yalan, ya da daha kibarcası bir yanılsama. Tek bir gerçek var, o da: Şimdi! Ölümüne dövüşürsem hayata tutunabilirim, yoksa şimdiden mezarımı kazmaya başlamalıyım. Hayatın doğasını öğrenmeliyim. Zihnimdeki zindandan çıkmalıyım. Her insan bir rol oynuyor. Ne tuhaf, herkes kendinkini değil de başka birinin rolünü oynuyor. Belirsize doğru gitmeliyim; belki de her şeyin gerçeği oradadır. Zaten gittiğimde dönüşüm de olmayacağından geriye kalan tek şeyi gerçeklik olarak ister istemez kabul edeceğim. ” diye düşündü. Beynine bir sancı saplandı: Sık sık oluyor muydu bu? Hayır, arada sırada. Yasak ve tutkulu bir aşk yaşamıştı geçmişte. Bittiğinde daha doğrusu bu ilişkiyi bitirdiğinde olumlu ya da olumsuz hiçbir şey hissetmemişti. Bu dünyadan alacağı bir şey kalmayan bir insanın umursamazlığı içerisindeydi. Aynısını hayatı için de uygulamalıydı. Çünkü ölümüne dövüşüp de hayata tutunmayı istemediğini anladı. Yatağına uzandı. Çukura kaçmış gözlerini kapadı, görüntüler gitmedi. Bekledi. Gene olmadı. Gözlerini açmak zorunda kaldı. Yataktan kalktı. Balkona çıktı. Gazete haberi: Balkondan düşerek ölen adamın son sözleri: Başım döndü...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Ömer Faruk Hüsmüllü, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |