"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
İçinde kötülük beslemeyen, herkese, her şeye sevgiyle bakan; orta boylu, zayıf, esmer, paytak bacaklı biriydi Duran. Sakin, kendi halinde bir insandı. Duran’a göre insanı hayata bağlayan tek şey, onun içindeki bir tutam sevgi idi. İnsanı, insan yapan işte bu sevgiydi. Neleri sevmezdi ki insan? Dünyayı severdi. Doğayı severdi. Hayvanları severdi. Yaşamayı severdi. Hayatı severdi. İnsanları severdi. Sevmeyi severdi. İyiliği, güzelliği, severdi. Bu sevgi, her şeye karşı olabilirdi. Her şeyi severdi insan… Yeter ki sevmesini bilsindi. Hayat, daha başka güzel olurdu o zaman. Sevgi ile her şey yeşerirdi. Dikilen kupkuru bir ağaç bile sevgi ile yaprak açar, en güzel çiçeklerini verirdi bizlere mis gibi. Cennet kokularına bürünürdü insan. Etrafı, çiçeklerden süzülen bu kokular sarardı çepeçevre. Kendi de seviyordu hayatı, doğayı, dünyayı. Yaşamayı seviyordu. İnsanları seviyordu. Çiçekleri, kırları, dağları seviyordu. Hayvanları, canlıları seviyordu. Kedi, köpek besliyordu evinde. Tavşan vazgeçemediği hayvanlar arasındaydı. Hele tavuk, horoz sevgisi, bir hastalık halini almıştı Duran’da. Horoz sevgisi bir bambaşka sevgi idi içinde Duran’ın. Hayatta değer verdiği her şeyden üstün tutardı horozlarını. Tedavisi olmayan bir hastalıktı bu horoz sevgisi, onun gönlünde. Bu hastalık, komşusu Ali Orhan’dan geçmişti ona. Her gün komşusuyla bir araya geliyorlar ve saatlerce horozlardan, horoz döğüşlerinden söz ediyorlardı. Ali Orhan aşılamıştı bu hastalığı kendisine: “Bir adama kırk sefer deli denildiği zaman deli olurmuş.” misali. Duran da horoz döğüşlerini dinleye dinleye bu işin hastası olmuştu. Horoz sevgisi, bambaşka bir sevgi idi içinde Duran’ın. Hayatta değer verdiği her şeyden üstün tutardı horozlarını. Tedavisi olmayan bir hastalıktı bu iş, onun gönlünde. Duran, komşusu Ali Orhan ile nerdeyse her gün bir araya geliyor, horoz ve horoz döğüşleri hakkında sohbet ediyordu. Ondan bu konu hakkında bilgiler alıyor, daha önce komşunun başından geçen ilginç olayları dinliyordu. Her gün saatlerce bıkmadan, usanmadan konuşuyorlardı. Ali Orhan, horozlardan çok iyi anlıyordu. Horoz eğitiminde adeta bir uzmandı. Yetiştirdiği her horozun da maşallahı vardı. Hemen kendini gösteriyordu. Çilli çilli, iri yarı ve besili oluyordu. Gagaları çok güçlüydü bu horozların. “Meslek sırrı” deyip, horozları nasıl eğittiğini kimseye söylemiyordu Ali Orhan. Sadece içinde sevgi olanlar, sevmesini bilenler bu işi başarabiliyordu. Bu yüzden de Duran’a öğretmişti yalnızca mesleğinin sırlarını. Çünkü o seviyordu. İçinde sevgi taşıyordu. Duran da güvenmediği kimseye vermeyecekti bu sırrı. Söz vermişti bunun için Ali Orhan’a. İkisinin de en büyük ideali bir şampiyon yaratmaktı. Öyle bir horoz yetiştirecektiler ki eşi benzeri olmayacaktı dünyada. Fakir biriydi Duran. Geçimini ufak tefek işlerle sağlardı. On parmağında on marifet vardı. Ekmeğini taştan çıkaracak insanlardandı. Ama çalışmayı çok sevmezdi. Tembellik vardı biraz ruhunda. Oysa yapamayacağı hiçbir iş yoktu. “Bu işten anlar mısın?” diye sorulduğunda “İşimdir bilader” deyiverirdi hemen. Ama gelin görün ki tembellik, genlerinde vardı. Eli, çok yavaştı. Bir günde bitirecek işi haftalar sonra, aylar sonra bitirirdi. İş yaparken çok konuşurdu. Konuşurken yaptığı işi bırakır, anlattığı olayı en ince detaylarına kadar anlatır, adeta orada yeniden yaşardı. Hele de konu horoz döğüşü ise artık her şeyi unutur, zamanın nasıl geçtiğini anlamaz, işi hemen bırakıverirdi. Anlattıkça anlatırdı… En büyük ideali, şampiyon yapacağı horozu sayesinde zengin olmaktı. Bu yüzden de iyi bir horoz bulmalı ve onu en iyi şekilde yetiştirmeliydi. Önce Güzelyurt Bölgesini taradı. Çünkü Güzelyurt, horoz döğüşleri ile bilinen bir yerdi. Horozla ilgilenen herkes ile görüştü. Herkesi dinledi. Hepsinin görüşlerini aldı. İyi bir horoz bulmalıydı. Onu en iyi şekilde yetiştirip şampiyon yapmalıydı. Bu nedenle o bölgedeki tüm horozları görüp inceledi. Aradığını bulamayınca Girne Bölgesi’ne geçti. Orada da aradığı özellikte bir horoz bulamadı. Lefkoşa, İskele Karpas derken Gazimağusa’yı didik didik aradı. Yoktu öyle bir horoz. Şampiyon olacak, kendini mutlu edecek, gururlandıracak ve hatta zengin yapacak bir horoz. Şöyle ibikleri kıpkırmızı, aşağıya sarkan, gagaları uzun ve güçlü, kahverengi, yer yer de boz, yer yer kırmızı, yer yer siyah ve yer yer de çilli olacaktı. Ayakları ince, ama çok güçlü olmalıydı. Yere sağlam basmalıydı. Kavgadan kaçmamalıydı. Böyle bir horozu bulsa tüm servetini bağışlayacaktı. Evini, arabasını bile satıp onu alacaktı. Ama yoktu işte öyle bir horoz. Ne yaptıysa, ne ettiyse bulamamıştı. Bir gün, çıkan işi nedeniyle Türkiye’ye gitti. Adana’ya ağabeyinin yanına gitmişti. Ağabeyinin evinde aradığı özelliklere benzer bir horoz gördü. Nasıl da heyecanlandı. Nefesi duracaktı neredeyse. Kalp atışları değişti. Dili tutuldu. Konuşamıyordu. Gözleri horozda kaldı. Dakikalarca baktı durdu. Bu horozu almalıydı. Kendisinin olmalıydı. Çünkü arayıp da bulamadığı horoz buydu. Ağabeyine rica etti. “Bu horozu bana verir misin?” Ağabey: “Ne demek! Tabii veririm. Senin canın sağ olsun. Kırk yılda gardaşım benden bir istekte bulunmuş. Lafı mı olur heç.” dedi. Ağabeyi hiç itiraz etmedi. Horozu verdi. Duran horozu aldı. Kucağında onu biraz sevdi. İbiklerini süzdü. Tüylerini okşadı. Boynunu sıvazladı. Onunla resmen bir iletişim kurmuş ve konuşmaya başlamıştı. Duran, horozun her türlü bakımını şimdiden yapmaya başlamıştı. Önce bir veterinere götürerek iyice bir gözden geçirtti. Hasta olmadığına dair bir rapor aldı. İğnelerini, aşılarını yaptırdı. Gerekli ilaçlarını aldı. Ne gerekiyorsa hepsini yaptı. Gümrükten geçebilmesi için neler gerekiyorsa onu da öğrendi ilgili birimlere giderek. Tüm belgeleri önceden hazırladı. Gün gelince horozu koltuğunun altına alarak Kıbrıs’ın yollarına düştü. Mersin’den Yeşilada Gemisi’ne binerek 10 saat süren bir yolculuktan sonra Gazimağusa Limanı’na inmişti. Orada horozu gören görevli, ilgili belgeleri istedi. Hepsinin tamam olduğunu görünce “Geçebilirsiniz” dedi. Rahatladı. Yine de dışarı çıkana kadar içinde bir korku taşıyordu. “Ya horozu gümrükten geçirmeseler?” diye düşünüyordu. O zaman ne yapacaktı, nasıl davranacaktı kendisi de bilmiyordu. Neyse ki korktuğu gibi olmadı. Doğruca otobüs terminaline gitti. Köyüne gidebilmek için otobüslerin kalkış saatini beklemeye başladı. Kendisini gören köylüleri: “Hoş geldin birader” diyorlardı. Koltuğunun altında horozu gören şaşırıyor ve ne yapacağını soruyordu. O da aldırış etmiyor “İşinize bakın” diyordu. Köyde kendisine genelde birader derlerdi. Çünkü bu kelimeyi çok kullanırdı. Ama o “Birader” değil, “Bilader” şeklinde telaffuz ederdi. Horozu ısrarla soranlar oluyordu. Artık kaçacak bir yan bulamazsa “Bu, Adanalı. Geleceğin şampiyonu. Araya araya Adana’da buldum.” diyordu. Herkes alay edercesine bakıp gülüyorlardı Duran’ın arkasından. “Akıllı. İşin gücün yok horoz dövüşü mü kaldı? Git işini yap be adam!” diyorlardı. Aldırmadı Duran hiç kimseye. Bildiği gibi hareket ediyordu. Adanalı adını vermişti horozuna. Artık varsa yoksa o olacaktı dünyasında. Onun için yaşayacak, onun için var olacaktı. Her şeyini eksiksiz yapacaktı. Adanalıyı alıp soluğu komşusu Ali Orhan’ın yanında aldı: “Bak komşu. Şuna bak. Şu asalete, şu güzelliğe bak. Ömründe bu kadar güzel bir horoz gördün mü hiç? Aradığımızı nihayet bulduk. Bak. Bir daha bak. İbiklere, tüylere, kanatlara bak. Ayaklarındaki canlılığa bak. Gücüne bak. Adanalı bu! Adanalı. Geleceğin şampiyonu! Ağzının suyu akmıştı Ali Orhan’ın horozu görünce. Çok beğenmişti. Gerçekten ömründe bu kadar güzel bir horoz görmemişti. Horozu eline alıp şöyle bir inceledi. Biraz çelimsizdi. Ama olacaktı. İyi bir bakımla mükemmel bir dövüşçü olacaktı. Çok uğraş istiyordu. Bıkmadan, usanmadan çalışmaları gerekiyordu. Sabırla bakacaklardı ona. Çok ince bir titizlik istiyordu. Beraberce bakacaklardı Adanalıya. O günden sonra hayatları bambaşka olmuştu ikisinin de. Artık varsa yoksa konu o idi: Adanalı. Adanalı şöyle. Adanalı böyle. Adanalı gel. Adanalı koş. Adanalı su iç. Adanalı yemini ye!... Köyde herkesin ağzındaydı Adanalı. “Duydunuz mu? Duran, Adana’dan bir horoz getirmiş.”, “Duran’ın Adanalısını mı gördünüz mü?”, “Yahu bu adam kafayı horozlarla yemiş.”, “Hiç Adana’dan horoz getirilir mi?”, “Arkadaş, bir işin yoksa hadi biladerin yanına gidelim. Şu Adanalıyı bir görelim.” Duran’ın evi, adeta ziyaret yeri gibi olmuştu. Eve, gelen gidenin hesabı yoktu. Her gelen oturuyor. Adanalıyı görüyor, Adanalıyı görüyor, çayını kahvesini içiyor, bazı fikirler verip gidiyordu. Köyde gündem sadece Duran’ın Adanalısı idi. Duran, gece gündüz Adanalıyı düşünür olmuştu artık. Geceleri gözlerine uyku girmiyor, kalkarak horozunun yanına gidiyor, ibiklerini okşuyor, boynunu sıvazlıyor, “Adanalım, Adanalım, Şampiyonum” diye seviyordu. Geç saatlerde kalkmaya alışan Duran, artık erken kalkıyor, horozuna su, yem veriyordu. Bu yemleri özel olarak alıyor ve hazırlıyordu. Pahalı olmasına rağmen paraya acımıyordu. Dünyası Adanalı ile doluvermişti birdenbire. Mutluydu. Umutluydu… Günler geçiyor, Adanalı her geçen gün daha güzelleşiyor, daha büyüyor, daha serpiliyor ve daha da güçleniyordu. Diğer horozlar arasında hemen fark ediliyor ve göze çarpıyordu. Güzelliği hemen dikkatleri üzerine çekiyordu. Komşu Ali Orhan, Adanalıyı yavaş yavaş dövüşlere hazırlıyordu. Diğer horozları tutarak Adanalıya gagalattırıyordu. Bazen üzerlerine atıyor, kavga yapmaları için onları tetikliyordu. Biraz hırpalandıktan sonra Adanalıyı geri çekiyordu. Böyle böyle Adanalı kıvamına geliyordu. Her kavgadan sonra, onu, soğuk su ile mutlaka yıkıyordu. Gagasını, ibiklerini, boynunu, kanatlarını, ayaklarını soğuk su ile temizliyordu. Duran oturarak Adanalıyı izliyor, ondaki gelişmeleri büyük bir zevkle inceliyordu. Adanalının ünü o kadar yayılmıştı ki her yerden onu görmeye gelenler oluyordu. Hatta onu satın almak için büyük paralar teklif edenler oluyordu. Bir defasında Güzelyurt’tan bir horoz dövüşçüsü gelmiş Adanalıyı görünce ona hayran olmuştu. Duran’a istediği parayı vermeye hazır olduğunu söylemişti. Açık çek kesti. İmzaladı. “Al, istediğin miktarı yaz” dedi. Satmadı Duran. Satar mıydı hiç Adanalıyı? Damarlarında gezen kandı o. Aldığı nefesti. Kalbiydi. Canıydı. Kendisini hayata bağlayan tek nedendi sanki. Hiç satar mıydı onu? Dünya bir tarafa o bir tarafaydı. Dünyanın bütün hazinelerini getirseler yine satmazdı onu. Satmadı Adanalıyı. Kendine o kadar yalvaranlar oldu. Dostları: “Bu fırsat bir daha eline geçmez. Sat gitsin” dediler. Ama o, yine de satmadı Adanalıyı. Bir gün başka bir köyden bir dövüşçü geldi. Horozu da yanındaydı. Çok güveniyordu horozuna. “Dövüştürelim” dedi. “Tamam” dedi Duran. “Ortaya ne koyuyorsan koy. Kaybeden sen olacaksın.” dedi. Çok güveniyordu Adanalıya. Mahcup etmezdi kendini. Üfleyip atardı karşıki horozu. Yanına bile yaklaştırmazdı onu. Tüm köylü, anında duymuştu bu haberi. Koşuverdiler Duran’ın evine. “Adanalının maçı var!”, “Adanalı dövüşüyormuş.”, “Başka köyden gelmişler maç için”, “Haydi millet Adanalının maçı var!” Duran, Adanalıyı koltuğunun altına aldığı gibi kahvehanenin yolunu tuttu. Bir ring yapıverdiler kahvenin arka bahçesine, taşlarla. Bir daire yaptılar. Seyirciler de bu dairenin etrafına geçip seyre daldılar. Duymayan kalmamıştı Adanalının maçını. Nerdeyse tüm köylü Adanalıyı izlemeye gelmişti. Adam “ İddiasız olmaz.” dedi. Duran: “Sen koy. Ne istersen koy” dedi. Adam: “ Eğer horozuna güveniyorsan, döversen sen benim horozu, ben döversem, ben senin horozu” dedi. Duran güldü. Adanalı pabuç bırakmazdı. Buna emindi. Ama yine de içine bir ateş düştü. Adanalıyı resmen bir kumara sokmuştu. Oysa Adanalı kumar malzemesi değildi. Olmamalıydı. Canı gitse daha iyi idi. Adanalının elinden gitmesi, canının gitmesi demekti. Güveniyordu ona. Zerre kadar şüphesi yoktu. Kazanacaktı. Asla utandırmazdı kendisini. Kabul etti teklifi. Maçı başlattılar. Kahveci de bahis başlatmıştı seyirciler arasında. Adanalıya oynamıştı tüm köylüler. Çünkü Duran ve Ali Orhan çok emek harcamışlardı Adanalıya. Güveniyorlardı. Dışardan gelenler de diğer horoza oynamışlardı. Çünkü dış görünüşte diğer horoz daha iri, daha güçlü görünüyordu. Duran horozunu iki elinin arasına aldı rakip horozun üzerine atıverdi. İki horoz kafa kafaya vuruştu. Birbirlerini gagaladılar. Bu dövüş, Adanalının ilk ciddi sınavı idi. İlk defa bir maça çıkıyordu. Duran için için düşündü. Yapmasa mıydı keşke? Adanalıyı kumara basmasa mıydı? Ya kaybederse? Ya elinden uçup giderse? Tüm izleyenleri bir sessizlik, bir heyecan almıştı. Merakla horozların birbirlerine saldırışlarını izliyorlardı. Adanalı saldırdıkça köylülerde naralar kopuyordu. Adanalı da sanki onların bağırmalarını anlıyor ve ona göre ataklar geliştiriyordu. Hiç uzatmadı Adanalı işi. Sanki Duran’ı heyecandan öldürmek istemiyor gibiydi. İki hamlede bitiriverdi döğüşü. Adanalı iki üç gaga atınca rakip horozun ibiği kanamış ve sahadan kaçmıştı. Bu da maçı kaybetme anlamına geliyordu. Adanalı ilk sınavından zaferle çıkmıştı. Kazanmıştı maçını. Duran’ın şimdi iki horozu olmuştu. Köylüler, büyük tezahüratlarla alkışlıyorlardı Adanalıyı. Bu horoz da güzel bir horozdu. Ama Adanalının yerini tutmazdı işte. Duran uyumadı o gün. Hep onu düşündü. Başarmıştı Adanalı. Başarıları daha da ileride olacaktı. Hep hayal kurdu o gece. Dünyanın kralı oluyordu. Adanalıyı tüm dünya gazeteleri baş manşet yapıyordu haberlerinde. Hatta Hollywood’da film bile yapıyordu onun için. Tüm sinema yapımcıları Adanalının peşine düşüyordu. Gözünden bile ayıramıyordu Duran Adanalıyı. Bir yere gitse sıkılıyor daralıyor, horozunu özlüyordu. Hemen kalkıyor, gittiği yerden geri dönüp Adanalının yanına geliyordu. Uzak yere gitse de hanımına sıkı sıkı tembihlerde bulunuyordu. Adanalıya gözü gibi bakmasını istiyordu. Hasta olmasını istemiyordu horozunun. Kümesteki tüm tavukları, diğer bütün horozları telef olsa bile umurunda değildi. Yeter ki Adanalıya bir şey olmasındı. Bir gün, Adanalının dövüştüğü horoz, hasta olmuştu. Hiç de iyileşecek gibi değildi. Duran, birkaç kez komşusu Ali Orhan’a gösterdi. “Durumu iyi değil” demişti. Umut yoktu. Hanımı “Keselim gitsin” dedi. “Yoksa mundar olup gider” Duran düşündükten sonra: “Tamam” dedi. “Kardeşini çağır, kessin. Yalnız, Adanalıya dikkat etsin. Yanlışlıkla ona dokunmasın. Adanalıya bir şey olursa dünyayı dar ederim size.” Hanımı: “Sen de beni dibelik cahil ettin. Ben, Adanalıyı bilmiyor muyum?” dedi. Ertesi gün Duran, şehre gitti. Hanımı erkenden kalkıp kümesin kapısını açtı. Kümeste sadece Adanalı ve hasta olan horoz kalmıştı. Hanımı gelip kümese bir göz attı. Hasta horoz oradaydı. Kardeşini çağırmaya gitti. Ali Orhan bu arada, Adanalıya bakmak için geldi. Evde kimse yoktu. Kümese göz attı. Kümeste iki horoz vardı. Ali Orhan, diğer horozu kışkışlayarak dışarı çıkardı. Sadece Adanalı kaldı kümeste. Ali Orhan, kapıyı kapattı. Adanalının yemini verdi. Suyunu tazeledi. Bir müddet onun yem yemesini izledi. Adanalı yemini yedi. Kümeste gezinmeye başladı. Ali Orhan, kümesin kapısını kapatıp evine gitti. Hanımı kardeşine “Kümeste kesilecek bir horoz var. Onu bir zahmet kesiver, ben, geliyorum.” dedi. Kardeşi kalkıp kümesin yolunu tuttu. Biraz sonra kümesin kapısını açtı. İçerde sadece bir horoz vardı. Horoz kendisini görünce hiç kaçmadı. Kardeşi şöyle bir baktı: “Bunun neresi hastaymış? Neyse, bana kes dediler, keseyim” dedi. Horozu tuttu. Başını kıbleye çevirdi. Dilini çıkardı. Gagasının arasına sıkıştırdı. Dua okuyup “Ya Allah bismillah!” deyip bıçağı horozun boğazına çaldı. Bir müddet hayvanı öylece tuttu. Debelenmesine izin vermedi. Canının iyice çıkmasına kadar bekledi. Biraz sonra horoz hiç kıpırdamaz oldu. Mukavemeti bırakmış canını teslim etmişti. Horozun artık öldüğünü anlayan kardeş, işini bitirip horozu ablasının dediği yere bırakıp evine dönmüştü. Duran’ın hanımı, işi bitince horozu temizlemek için kümese gitti. Fakat bir de ne görsün? Kanlar içinde yatan horoz, Adanalının ta kendisi değil miydi? Eyvah! Kardeşi yanlışlıkla Adanalıyı kesmişti anlaşılan. Şimdi ne yapacaktı? Duran’a ne söyleyecekti. Vallahi Duran, bu defa kesin öldürürdü kendisini. İyice bir korku, bir telaş aldı. Bir oraya, bir buraya çaresiz koşup durdu. Yapacak başka bir şey yoktu. Kesilen horozu temizleyecekti. Artık olanları da Duran’a bir şekilde anlatacaktı. Peki, Duran buna nasıl bir cevap verecekti? Canından da çok sevdiği Adanalının kesildiğini öğrenince dünyayı başına yıkacaktı şüphesiz. Temizledi horozu. Tencereye koyup haşladı. Suyu ile de bir tencere makarna yaptı. Horozu parçalayıp makarnanın üstüne koydu. Öğle olmuştu. Yemek vakti idi. Otobüs de şehirden nerdeyse gelmek üzereydi. Biraz sonra Duran, otobüsten iner, eve gelir ve yemek isterdi. Kıyameti bekler gibi bekliyordu kocasını. Bildiği bütün duaları okuyordu. Eve geldi Duran öğle üzeri. Yorgundu. Hayli de acıkmıştı. Ne bulursa yiyecekti. “Ne varsa getir” dedi. Karısı makarna ile haşlanmış horoz getirdi. Yemek uzaktan mis gibi kokuyordu. Görüntüsü de çok güzeldi. Fakat nedense Duran, yemeği görünce içine bir korku, bir ateş düştü. İçi gıcıklandı. Şöyle bir baktı önündekilere. Eli, bir türlü yemeğe gitmiyordu nedense. Korktu. Bir şey vardı bu yemekte. Bir türlü ete dönüp bakamıyordu. Bir sızı vardı yüreğinde. Anlam veremediği, sebebini bilemediği bir sızı işte. Aklına gelen başına gelmesindi. “Yok canım, olmaz öyle şey” dedi, kendi kendine. “O kadar tembih ettik. Söyledik. Anlattık. Olur mu öyle şey?” Elini uzattı yemeğe. Etten bir parça aldı. Ağzına götürdü. Yok, gitmiyordu eli ağzına. Eti bir türlü ağzına alamıyordu. Ağzı kilitlenip kalıyordu. Tekrar, içi, cız diye yandı Duran’ın. Acayip bir hisse kapıldı. Bir şeyler olmuştu işte. Anlamadığı, bilmediği ama sezdiği bir şey vardı. Hışımla kalktı sofrasından. Doğruca kümesin yolunu tuttu. Tam kapıya geldiğinde bir horoz kafası gördü. Aman Tanrım! Bu kafa Adanalının kafasıydı. “Adanalıııııı!” diye bağırdı Duran. “Allaaaaaaaah!” diye bağırdı. Dünyası yıkıldı. Yüreği yandı. Gözünden akan yaşlar ırmak oldu, sel oldu. Yandı, kül oldu Duran. Yıkıldı kaldı oraya. Kıpırdayamadı. Ellerini başının arasına aldı. Çocuk gibi ağlıyordu. Alev alev tutuştu yüreği. İçinden bir şeyler gitti. Bir şeyleri söküp almışlardı kalbinden. Harap oldu. Viraneye döndü… “Yaktııın beni hanım!” diye bağırdı Duran. Sopayı alıp hücum etti eve doğru. “Nasıl kıydınız laaaan!” “Nasıl kıydınız Adanalıma?”, “Beni kesseydiniz, beni öldürseydiniz laaan!”, “Hiç mi acımadınız? Hiç mi vicdanınız sızlamadı?”, “Allahsızlar!”, “Nasıl yaptınız? Nasıl kıydınız?” Çıldırmıştı adeta. Bağırıyor, bağırıyor, bağırıyordu. Bağırtıyı duyanlar koştu Duran’ın evine. “Acı haber tez duyulur” derler. Duymayan kalmamıştı köyde acı haberi. Biraz sonra cenaze evinden beter oldu Duran’ın evi. Şimdi eve giren çıkan belirsizdi. Yıkılmıştı Duran. Bir köşede sessizce inliyordu. Köylüleri teselli etmeye çalışıyordu. Ama o kimseyi duymuyordu: “Başın sağ olsun bilader” “Üzülme bilader, gider Adana’dan yeni bir horoz alır getirirsin.” “Vah Adanalı vah! Nasıl da kıymışlar?” “Adanalı kesilecek horoz muydu be?” “Yandı biladerim yandı!” “Yanar ya! Canıydı Adanalı onun, canı.” “Vah Adanalı vah!” “Vah biladerim vah!” “Vah ki vah!” Hakan Yozcu Güzel Bir Dünya Öyküler 1997
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |