Avukatlar da bir zamanlar çocuktular herhalde. -Charles Lamb |
|
||||||||||
|
Üniversiteyi bitirmiş, diplomamı alarak Kıbrıs’a dönmüştüm. Gelecek yıllarım için tüm planlarımı yapmıştım. Önce askerliğimi yapacak, sonra da asık mesleğim olan öğretmenliğe başlayacaktım. Askerlik için Lefkoşa’daki Asal Şube’ye gitmiş, gerekli tüm işlemlerimi tamamlamıştım. Aralık ayında 11. Dönem Yedek Subay Celbi olarak alınacaktım askere. Kazanabilirsem yedek subay, kazanamazsam da çavuş olarak yapacaktım askerliğimi. Aylar geçmiş, askerlik günüm gelmişti. Elbiselerimi giymiş, kepimi başıma almıştım. Askerdim işte. Yeni elbiseleri büyük bir heyecanla giymiş daha ilk günden şafak saymaya başlamıştım bile. Eğitimlerimiz yorucu olmasına rağmen zevkli ve heyecanlı geçiyordu günler. Eğitimde ter dökmeyen, savaşta kan dökerdi. Bunun bilincinde olarak sürdürüyorduk eğitimlerimizi. Botlara alışık olmayan ayaklarım iyice şişmişti. Revire çıkarak iki gün terlik istirahati almıştım. İkinci günün sonunda, sağ ayağımın başparmak kısmının hemen üstünde sivilceye benzeyen bir küçücük nokta gördüm. Önce önemsemediğim bu küçük nokta, gittikçe büyüyerek acı vermeye başlamıştı. İzin alarak Gazimağusa Devlet Hastanesi’ne gittim. O gün doktor olarak bir bayan görevliydi. Ayağımdaki küçük noktayı gösterdim. Şöyle bir baktı: - Iskadro, dedi. Yani siğil. Sıvı bir ilaç verdi. - Bu ilacı haricen süreceksin. Bir ay kullan. Sabah ve akşam olmak üzere günde iki defa sür. Herhangi bir değişiklik olmazsa yine gel, dedi. Bir ay sonra Yedek Subay Celbindeki kursumuz bitmişti. Ben, asteğmenliği kazanamayarak çavuş olmuştum. Bundan sonra askerliğimdeki hizmeti çavuş olarak verecektim. Çektiğimiz kura sonucu Köprü’deki Birliğe düşmüştüm. Üçüncü Piyade Bölüğü’ne verildim. Bölüğe varır varmaz hemen görevlerimiz verildi. Bölük Komutanımız, beni Pile’ye Takım çavuşu olarak vermişti. Hemen o gün Tarpan marka turuncu bir jip araç ile yeni görev yerime gittim. Burası bir tepe üzerine görev yapan bir takımdı. Askerlik görevimizi en iyi şekilde yapmaya çalışıyorduk bu tepede. Ayağımdaki küçük dediğim nokta, her geçen gün büyüyor, büyüdükçe çoğalıyordu. Ayağımın üzeri küçük küçük noktalarla dolmuştu. Zamanla bu noktalar birleşiyor ve kocaman bir yumru oluşturuyordu. Ne yapacağımı bilemiyordum. Yumru büyüdükçe, bot da ayağıma dar gelmeye başlıyordu. Iskadro denilen bu siğillerin yakmakla geçtiğini biliyordum. “Erkekse geçer; yok dişi ise çoğalır, artar.” denilmişti. Benimkisi çoğalıp artan türdendi. Bir gün her şeyi göze alıp sigara içen bir askerin elinden sigarasını aldım. Gözlerimi kapattım. Dişlerimi sıkıp, sigarayı bu küçük noktalara bastırdım. Acılar içinde kıvrandım. Canım çok yandı. Geçecek diye düşünüyordum. Fakat bir türlü geçmedi. Yine çoğalıp durdu. Şaşkınlığım artık korkuya dönüştü. Doktorun “Bir şey olmazsa yine gel” dediğini hatırladım. Hastaneye gitmeliydim tekrar. Yakınlarımıza Pileli Türk çobanlar geliyordu. Bizden izin alarak koyunlarını otlatıyorlardı. Takıma fazla yaklaşmamak şartıyla izin veriyordum. Hasan Kurşun da bu çobanlardan biriydi. Yaşça benden çok büyük biriydi. Ara sıra yanına giderdim. Biraz sohbet ederdik. Güncel konulardan, köyden, köydeki olaylardan söz ederdik. Konuşmalarından bilgili ve kültürlü bir insan olduğu hemen anlaşılıyordu. Dünyada yaşanan olaylardan, siyasetten anlatırdı. Adada yaşanan olaylardan haberler verirdi. Her gelmesinde mutlaka gazete getirirdi. Kıbrıs gazeteleri, Türkiye gazeteleri ve hatta İngiltere gazetelerinden getiriyordu. Arada dergiler de getiriyordu. Bunlar, genelde eski oluyordu; ama iyi vakit geçirmemize yarıyordu. Üstelik gündemi de takip edebiliyorduk. Bol bol bulmaca çözüyordum. Yabancı gazetelere de göz atıyor, anlayabildiğimiz kadarıyla inceliyorduk. Bir gün yine koyunları getirmiş otlatıyordu. Biraz vakit geçirip hoşsohbet etmek için yanına vardım. Derken konuşmamız arasında ayağımdaki yaradan söz açtım. Botu çıkarıp gösterdim. Şaşkınlıkla: - Ooo! Iskadro, dedi. Bunun tıbben hiç çaresi yok. İyi bir hoca bulacak ve okutacaksın. Ancak öyle geçer. Gerçi dini bütün biriyim. İnancım, çok şükür yerinde. Ama öyle kocakarı laflarına da inanmıyorum doğrusu. Günler gelip geçmeye devam ediyordu. Ayağımdaki siğil, iyiden iyiye azmış, koca bir top olmuştu. Bölük komutanıma durumu arz ederek revire çıktım. Revirdeki doktor, askerliğini bitirmekte olan bir asteğmendi: - Iskadro, dedi. Erkekse yakma ile geçer. Ama dişi ise zor. İşimiz Allah’a kalır. Bunun tıbbi bir çaresi yok gibi. Zamanla ya kendiliğinden kaybolur; ya da öyle kalır, dedi. - Olur mu? Tıbben nasıl çaresi olmaz? dedim. - Çaresi yok değil. Dişi ise zor olur. Haftaya gel. Girne’ye gidelim. Orada bir çaresine bakarız, dedi. Bir hafta sonra sağlık aracına atlayarak Girne Askeri Hastanesi’nin yolunu tuttuk. İşlemler bittikten sonra doktora göründüm. Doktor, ayağımı iyice inceledi kafasını sağa sola sallayarak: - Yakacağız. Dayanabilir misin? dedi. Çaresiz dayanacaktım. Uyuşturucu da kullanmamıştı doktor. Eline aldığı elektrikli bir aleti yaranın üzerinde gezdirmeye başladı. Aletin ucundaki ince tel, ateş alıyor, yarayı iyice yakıyordu. Resmen ayağım ateşte yanıyor, kebap oluyordu. Çok acıyordu. Hem de ne acı idi o öyle? Cehennem azabını dünyada çekiyor gibiydim. Ellerimi yumruk yapmış, sırtımı duvara yaslanmıştım. Ayağım yandıkça yanıyordu. Dişlerimi ne kadar sıktığımı ben de bilmiyordum. Artık zaman diye bir kavram kalmamıştı beynimde. Düşünemiyordum bile. Ta ki doktorun: - Bitti, geçmiş olsun, dediği ana kadar böyle sürmüştü bu acı. “Bitti artık” diyordum. Her gün çekmektense bir defa çekmek daha iyi düşüncesindeydim. Sadece bekleyecektim artık. Acaba gerçek miydi? Aradan iki ay geçmişti. Geçeceğine tam tersi olmuş, daha da çoğalmıştı. Bu defa küçük küçük tam ayağıma yayılmıştı siğiller. Gittikçe de artıyordu. Yine Girne yollarına düştük. Üçüncü kez gittiğimde doktor: - Fayda etmiyor. Dişisi olduğu için yaktıkça daha da çoğalıyor. Canına yazık. Geldiğin müddetçe yakarım. Geçmiyor. Onun için bir daha boş yere gelme. İnanıp inanmamak sana kalmış. Bir hoca bul, okut. Bir defa dene. Ne kaybedersin? dedi. Askerliğimin bitmesine az bir süre kalmıştı. Teskere alınca “Sivil hayatta çaresine bakarım” dedim. Askerlik süresince geçmedi. Siğiller azalmadı. Çoğaldıkça çoğaldı. Askerliğim bitti. Yepyeni bir hayat bana kucak açmıştı. Heyecanlıydım. Öğretmen olacaktım. Bunun için gerekli işlemleri yapıp müracaatımı yaptım. Beklemeye başladım. O gün de geldi. Sınava çağırdılar. Sınavdan 15 gün sonra öğretmen olduğumu bildiren kâğıdımı aldım. İlk görev yerim olan Mehmetçik Ortaokulu’na Türkçe öğretmeni olarak atanmıştım. Ve nihayet burada öğretmenliğe başladım. İyice alıştım yeni görevime. Öğretmenliği çok sevdim. Tam bana göre bir meslekti. Çocuklarla iç içe olmak, onlara bir şeyler öğretmek, onları geleceğe, hayata hazırlamak bambaşka bir duyguydu. Ayağımdaki ıskadrolar, hala sorun olmaya devam ediyordu. Küçük noktalar, artık büyümüş, birleşerek kocaman bir yumurta haline gelmişti. Bu nedenle ayakkabı da ayağıma olmaz olmuştu. Sıkıyordu. Bir gün öğretmenler odasında ıskadro konusu açıldı. “Tedavisi olmadığı için, bir bitki tohumu ile geçeceği” konuşuluyordu. Ben de bu arada başımdan geçenleri anlattım. “Fakat ne yaptıysam bir türlü geçmediğini” söyledim. Bana, “Bu tohumu denememi” söylediler. Ertesi gün okul hademesi de birazcık getirdi bu tohumdan. Denedim. Ama nafile. Bir türlü geçmedi. Artık iyiden iyiye ümidimi kesmiştim. Bu yara, bir türlü geçmeyecekti. Tanıdığım tüm arkadaşlara anlatıyordum meseleyi. Çaresini bilen, duyan bana bildirsin istiyordum. Bir gün köyde, babam, koyunları ovaya otlatmaya götürmüştü. Çoban arkadaşı ile konuşurken bu durumdan söz etmiş. Ayağımdaki siğilin ne yaptıysam bir türlü geçmediğini söylemiş. Arkadaşı: - Canım, onda ne var? Bizim hanım o işin uzmanı. Duasını biliyor. Kaç kişiyi iyileştirdi. Senin oğlanı da iyileştirir. Gelsin. Bizim hanım okuyuversin. Hiçbir şeyciği kalmaz, demiş. Babam, bana gelerek: - Ya oğlum, Hürü ablana bir gidiver, Ayağını bir göster. Okuyup üflesin. Belki bir faydası olur, dedi. Ben, isteksiz: - Ya baba, bunca doktorların iyi edemediğini, senin mektep yüzü görmemiş Hürü abla mı iyileştirecek? Bırakın bu kocakarı masallarını Allah’ınızı seversiniz. Bu, geri kafalılıktan başka bir şey değil. Anam söze karışarak: - Her işte bir hayır vardır oğlum. Belki de bu sefer iyileşir. Yeter ki itikadın olsun, dedi. - Bunun itikatla ne ilgisi var ana? diyerek konuyu orada kapatmıştım. Benim derdime benden fazla yanan zavallı anacığım, bir gün dayanamamış, gidip Hürü abla ile konuşmuş. Durumu anlatmış. O da: - Gelsin canım, ben okuyuveririm. Öyle kaç kişiyi iyi ettim ben, demiş. Ama çok erken gelinmesini söylemiş. Güneş doğmadan gelmeye bakın demiş. Bir sabah anam, beni, daha gün doğmadan zorla kaldırdı uykudan. Eline de bir torba şeker almış, beni önüne kattı. Eh ana bu! Atadır. Yok denemez. Kızılamaz. Çaresiz düştüm önüne. Doğruca Hürü ablanın evine gittik. Hürü abla içten bir sevgiyle karşıladı bizi: - Hoş geldiniz, dedi. Ben, sıkıntılıydım. Utanıyordum. Bana göre geri kafalılıktı bu hareket. Tıbbin çare bulamadığı bir sağlık olayı, okumayla, üflemeyle nasıl iyileşirdi? Üfürükçülük değil miydi bunun adı. Bunu yapanlara da şarlatan demiyorlar mıydı? Hürü abla sanki de tüm aklımdan geçenleri okumuş gibi: - Gel gardaş gel. Utanma, sıkılma. Ayıp bir şey değil bu. Alternatif tıp olarak düşün. Maneviyatın gücü olarak düşün. Sen hiç kafanı yorma. Bu dünyada her derdin mutlak bir devası vardır. Kimi otla-suyla, kimi hapla-ilaçla, kimi de dua ile geçer, şifa bulur, dedi. Ben, şimdi okur, üflerim. Birkaç gün sonra hiçbir şikâyetin kalmaz, dedi. Beni alarak, yüksekçe bir yere götürdü. Daha gün ağarmadığı için her yer karanlıktı. Kimseler yoktu. Issızdı. Buna sevinmiştim doğrusu. En azından düştüğüm hali kimse görmeyecekti. Hürü abla, eline bir gazete parçası almıştı. Kâğıdın içine kalın tuz koydu. Kâğıdı dürdü. Muska gibi üçgen bir hale getirdi. Dudağına götürdü. Başladı sessizce okumaya. Okuyup okuyup içinde tuz bulunan gazeteyi ayağımdaki siğillere sürüyordu. Bunu birkaç defa tekrarladı. Tuza okuyor, onu ayağımda gezdiriyordu. Sonra durdu. Dudakları kıpır kıpır ediyordu. Okudu. Ayağıma üfledi. Bu hareketi birkaç defa tekrarladı. Sonra bitirdi. Bana döndü: - Hadi gardaş, geçmiş olsun. Ben, bu tuzu, buraya toprağa gömeceğim. Tuz, toprak içinde eridikçe, ayağındaki yaralar yavaş yavaş kaybolacak, dedi. Tuzun erimesi birkaç günü veya haftayı bulur. Yirmi gün sonrası her an bir değişme olabilir. Zamana ihtiyaç var. Umudunu asla kaybetme. İnancını hiçbir şekilde yitirme, dedi. Bu sözleri inanarak söylemişti. Mutlaka benim de inanmamı, inanırsam mutlaka geçeceğini belirtmişti. Ben de “İnşallah kimse görmez” diye dua ediyordum. “Ne günlere kaldık ya Rabbim!” diyordum. Zavallı anacığım, aldığı şekeri hediye etmiş: - Allah, senden razı olsun kızım” deyip duruyordu. Eve geldik. Yirmi günü bekleyecektim artık. Kesinlikle hiçbir şey olmayacağını çok iyi biliyordum. Okumayla, üflemeyle geçecek olsaydı dünyada bir tane hasta kalmaz, kimse ölmezdi diyordum. Tam yirmi gün geçmişti aradan. Sabah erken kalkar kalkmaz ayağıma gitti gözlerim. İster istemez merak ediyordum. İyice göz gezdirdim ayaklarımda. Ama boş yere gezdirmiştim gözlerimi. Çünkü hiçbir şey olmamıştı yine. Siğiller, inat edercesine öyle duruyordu ayaklarımda. Gülmüştüm: - Eh kocakarı masallarına inanırsan böyle olur, dedim. Umudunu hiçbir zaman yitirmeyen anam: - İtikadını kaybetme oğlum. Ne demişti kadın “Tuzlar, eriyince geçer” Demek ki daha tuzlar erimedi. Hele biraz daha bekle, dedi. Bir yağmur yağsın o zaman görelim. - Yok, ana, tuzla, muzla bu iş olmaz. Artık neyse çekeceğiz, dedim. Yağmur yağsa ne olacak, yağmasa ne olacak? Sonucundan o kadar emin olan anam: - Göreceksin bak, tuzlar erisin nasıl geçecek. İnancını kaybetme oğlum. Derdi veren Allah, devasını da verir. - İnşallah, dedim. Ama geçeceğine de doğrusu pek inanmıyordum. Aradan aylar geçti. Yaz mevsimi bitti. Kendimizi yavaş yavaş kış mevsimine hazırlıyorduk. Bu arada nakil alıp Gazimağusa’ya gelmiştim. Ayağımdaki siğillerle de uğraşmıyordum artık. Kabullenmiştim. Nereye kadar giderse gitsin diye düşünüyordum. Siğilleri okuttuğumuzu dahi unutmuştum. Bir gün ansızın bir yağmur yağdı. Etraf, mis gibi toprak kokmaya başladı. Bütün pisliği alıp götürmüştü bu yağmur. Bir canlılık gelmişti yeryüzüne. Bir Pazar günü yıkanmak için banyoya girmiştim. Soyunup küvete girecektim. Üzerimdeki elbiseleri çıkardım. Tam külotla kalmıştım ki gözlerim ayağıma takıldı: - Anaaaa! Anaaaa! diye bağırarak çıktım banyodan. Anam korkmuş olacak ki: - Ne var oğlum? Ne oldu? Niye bağırıyorsun? Ayağımı gösterdim: - Ayağım ana! Ayağım. Bak, hiçbir şey kalmamış. Siğiller, tamamen kaybolmuş. Tamamen geçmiş, dedim. Anam da ayağıma baktı. Gerçekten iki yıl geçmeyen siğiller, geçmişti işte. Anam: - Demek ki geçen gün yağan yağmur, tuzu eritti. Tuz eriyince de siğiller geçti. Bak, tüm yaralar dökülmüş, Allaha şükürler olsun, dedi. Ben de çok sevinmiştim. Şükür ettim. Artık gerçekten Hürü ablanın kuvvetli nefesiyle mi; yoksa doktorun dediği gibi kendiliğinden mi geçti bilemiyorum. Gerçek olan bir şey var ki hiçbir şeyin etki etmediği ıskadrolar, okunan duadan sonra kendiliğinden düşmüştü, kaybolmuştu. Anamın son sözleri ise hala kulaklarımdaydı: - İtikat oğlum, itikat. İnsanı insan yapan inancıdır. İnandığı sürece insan hayatta vardı.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Hakan Yozcu, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |