..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür -Atatürk
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Toplumcu > Ertuğrul ERDOĞAN




9 Mart 2024
Kadın Adamlar  
Ertuğrul ERDOĞAN
Ablam dedim ama siz bakmayın, o artık erkek oldu ve babam adını Halid koydu. “Nasıl yani?” demeyin. Burada erkek evladı olmayan aileler, köylülerce yadırganırlardı. Babam, sırf mahcup olmamak için ablam Figan’ı köyün on iki ihtiyarı karşısında Bacha Poşh âdeti ile yemin ettirerek henüz küçük yaşlarda erkekleştirmişti. Ablam artık erkek gibi olmuştu. Törenin ardından babam, ablamın kulağına, “Sen artık kız değil, erkeksin. Her yerde böyle davranacaksın.” diye, fısıldamıştı.


:DHI:
‘Evimiz şehirdeki gibi modern değildi. Bahçesinde begonvillerle bezeli rengârenk çiçekler de yoktu. Önünde havuz, deniz veya göl manzarası olmasını çok isterdim ama üç kız kardeşim ve annemle birlikte yaşadığımız ev; hani şu dünyanın yoksul ülkeleri arasında sonlarda olan, Afganistan’ın Badahşan vilayetinin Wakhan ilçesine bağlı Khandud köyündeydi. Yaşadığımız topraklar; Rusya, Amerika ve sonrasında İslami rejimler arasında pinpon topu gibi oradan oraya savrulmuş, kadınların ise evlerine hapsedildiği bir ülkedir. Dağların zirvesindeki köylerimize öyle kolay kolay turistler de gelemezdi. Çünkü doğa şartları ve ölüm yollarının can aldığı bu bölgede yaşamak cesaret isterdi. Köyümüze yılda hepi topu yüz kişiye yakın ya dağcı ya da maceraperestler uğrardı. Onların da tek yaptıkları fotoğraf makinaları ve çektikleri videolarla yokluk içindeki yaşantımızı, keyfi yerinde olanlara izletebilmekti. Evimiz, mağara görünümünde olsa da içerisi o soğuk havalarda genelde serin olurdu. Bizler, odalarımızda kapı nedir bilmezdik. Zaten gizli saklı hiçbir şeyimiz de yoktur.
Babamı sizinle tanıştırmadım. Onu görebilene aşk olsun! Celalabad şehrinde bir nakliyat şirketinde kamyon şoförü. Evine ayda birkaç kez uğrardı. Köyümüz, Tacikistan, Çin ve Pakistan’a sınır komşusu olduğundan Pamir ve Hindikuş Dağları’ndaki dünyanın en tehlikeli yollarında çalışması hep yüreğimizi ağzımıza getirirdi. Eve her gelişinde babamı yeniden doğmuş gibi hissederdik. Ah o yolları bir görseniz! Bu arada benim adım, Tamara. Evin ortanca kızıyım. Küçük kız kardeşim Elvan, henüz yedi yaşında. Ablalarımdan Fevziye on altısında, en büyük ablam ise… Ablam dedim ama siz bakmayın, o artık erkek oldu ve babam adını Halid koydu. “Nasıl yani?” demeyin. Burada erkek evladı olmayan aileler, köylülerce yadırganırlardı. Babam, sırf mahcup olmamak için ablam Figan’ı köyün on iki ihtiyarı karşısında Bacha Poşh âdeti ile yemin ettirerek henüz küçük yaşlarda erkekleştirmişti. Ablam artık erkek gibi olmuştu. Törenin ardından babam, ablamın kulağına, “Sen artık kız değil, erkeksin. Her yerde böyle davranacaksın.” diye, fısıldamıştı. Ablam, babamla birlikte atlarına binip evimizin uzaklarına sırtlarına taktıkları tüfekleriyle giderlerdi. Döndüklerinde artık ne avladılarsa annem pişirir, hep birlikte yerdik. Odun kesmek, hayvanlara bakmak, evin tamiri gibi ağır işler, ablama yüklenmişti. Ona artık ağabey diye hitap ediyorduk. Bu Bacha Poşh denilen âdette erkek olmaya karar verilenin önce saçları kesilirdi. Ablamın da gözleri yaşlarla dolduğu bir anda ipeksi saçları kesilmişti. Bulunduğumuz yerde kahvehane gibi yerler yoktu. Ancak ilçe merkezlerine yakın olan köylerde yemin edenler, oralara rahatlıkla girebilirlerdi. Girdikleri yerlerde veya karşılaştıkları köylüler tarafından da saygı görürlerdi. Aslında bu durum söylenildiği kadar kolay olmuyordu. On sekiz yaşına gelmiş ve bir bezle sıkı sıkı bağlanmış memeleri küçük, regl dönemlerini düzensiz atlatan genç kadınların bilinçaltları, onları erkekliğe taşımıştı. Erkekliğe geçenlerin, kesinlikle seks hayatları bitiyordu. Çünkü yemini bozanların sonu ölüm oluyordu. İçindeki kadını öldürmek bu olsa gerekti. Öldürmek dedim de bizim ülkede yaşayan kadınlar zaten ölüden farksızdırlar. Kafesine kapatılmış kuşlar gibi evlerine hapsedilen kadınların işi; temizlik, yemek yapmak ve çocuk bakmaktan başka ne olabilir ki? Evimizde ne telefon ne de televizyon vardı. Çocuklar, oyun nedir bilmezlerdi. Sekiz yaşındaki bir kız çocuğunun görevi; dört yaşındaki kardeşine annelik, erkek çocukları ise hayvanların başında çobanlık yapmaktı.
Babam, muhafazakârdı. Hem de en koyusundan! Bize nefes aldırmazdı. Bulunduğumuz yerde, hatta yakın köylerde ne doktor, ne sağlık ocağı ne de okul vardı. Dünyadan bir haber yaşardık. Kız halimle bir gün, hayvanları otlatmak için çıkardığımda köyden birisi şikâyet etmiş olacak ki, babam bir akşamüzeri işten yorgun geldiğinde beni falakaya yatırdı. Her tarafımı kızartana kadar dövdü. Dövmekle kalmadı, bedenimi bir top gibi duvarlara fırlattı. Neymiş, o görevi ağabeyim yapacakmış! O ne dövmeydi! Ne annem ne de kız kardeşlerim ayırabildi. Zaten ayırmak âdetlerimizde yoktu. Ceza neyse çekilecekti. Bizim dünyamız, bedenlerimizi kucaklayan evimizin kireç kokan duvarları oluyordu. Bir de pencereden baktığımızda uçsuz bucaksız dağların bozkır görüntüsüydü. Hep merak ederdim, acaba dağların ardındaki yaşantılar nasıldı ve kadınlar neler yaparlardı? Hızla kayan bulutların üstüne oturup tıpkı masaldaki cadının süpürgeyle uçup gitmesi gibi, hayal ettiğim yerlere gitmek isterdim. Sahi medeniyetin ne olduğunu nereden mi öğrendim? Köyümüze gelen bir yabancıdan...
Okumak isterdim. Kitaplar nasıl bir şeydi, bilmiyordum, ta ki dağcılar köyümüze gelinceye kadar. Gelen bir yabancı, dilimizde okuma ve yazmayı öğreten bir kitap vermişti. Hiç kimseye göstermeden onu sakladım. Babam görmüş olsaydı, kemiklerimi kırardı. Biliyor musunuz, hayalimdeki meslek doktorluktu. Çünkü köyümüzdekiler, ne doktor ne de öğretmen gördüler. Kadınlarımız, doğum yaptıklarında ölümle burun buruna gelirlerdi. Hatta doğayla mücadele edemeyenler ateşler içinde acı çekerlerdi. Akraba evlilikleri olduğundan çocuklar sakat doğar veya ölürlerdi. Bizim buralarda savaşın kokusu sonradan sonraya iyice duyulmaya başlamıştı. Bir gün nasıl olduysa alçaktan uçan bir jetin vadiye attığı bombaların gürültüsü ile kendimi eski bir dolabın içine atmıştım. Yığın giysiler arasında bir de ne göreyim, ailemizde gençlik dönemlerinde Kabil’de bir değirmende çalışırken okula gitmeyi de ihmal etmeyen dedeme ait “Çocuğun Alfabesi” adlı bir kitap! Onu hemen elbisemin arasına sakladım. Jetler uzaklaştığında kimseye göstermeden Peştuca kelimeleri resimlerle eşleştirmeye çalışarak okumayı öğreniyordum. Ablam odun getirmeye gittiğinde, annem yemek başında, babam ise kamyonu ile işinde olduğu zamanlarda okumayı öğrenmek için planlar yapıyordum.
Babam, gerçekten zor şartlarda çalışıyordu. Tıpkı her an ölüme hazır bir savaşçı gibiydi. Altındaki kamyon oldukça eskiydi. O geçit vermez dağların yolları çukurlu, heyelanı bol ve dar yollarında çalışmak her şoförün harcı değildi. Zaten bu yola ölüm yolu deniliyordu ve dünyanın en tehlikeli yolları arasındaydı. Bir gün Halid Ağabeyim, babamla olan yolculuğunu anlatmıştı. Aman Allah’ım! Anlatırken heyecandan her tarafım titremişti! Anlatılanları duyduktan sonra içime babamı her an kaybetme korkusu yerleşmişti. O gün Tuz Dağı’ndan aldıkları çuvallarla dolu tuzları Pakistan sınırındaki bir ilçeye götürüyorlarmış. Beş bin rakımlı dağın yola yakın iri çakılları araçların üstüne düşmeleri an meselesiymiş. Hele yağmur yağdığında gevşeyen kaya parçaları yola düştüğünde araçlar için büyük tehlike yaratırmış. İki araç dar yolda karşılaştıklarında birisi geri geri giderek kuytu bir yere yanaşmak zorundaymış. Karşılıklı geçerlerken mutlaka birbirlerine sürterlermiş. Ağabeyim yan taraftan aşağılara bakmış, uçuruma yuvarlanan araçlar çoğunluktaymış. Kamyondan inip babama yol gösterdiğinde tekerlekler ölüme oldukça yakınmış. Yoldaki küçük bir kaya parçasının kopmasıyla kamyonun aşağılara uçması içten bile değilmiş. Babam artık bu yolu ezberlemiş ama yine de saatlerce süren o yolculuk, sırat köprüsünden geçmek gibi bir şeymiş.
Afganistan’da dağlarda yaşayıp da ata binmeyi bilmeyen yoktur. En ünlü oyunumuz Buzkaşi’yı ağabeyim Halid anlatmıştı. Bu oyuna oğlak oyunu da deniliyormuş. Genelde kış aylarında cuma günü oynanırmış. Oyuna katılan atlar dokuz ay, gün ışığına çıkartılmadan özel yemlerle besleniliyormuş. Günde on yumurta yedikleri de oluyormuş. Oyunun topu, kafası kesilmiş oğlakmış. Bunun belirli mesafede at üstünde taşınması gerekiyormuş. Oyun boyunca atlılar, oğlağı kapmak için birbiriyle yarışırlarmış. Oğlak, oyundan yirmi dört saat önce soğuk suda bekletilip tuzlanıyormuş. Böylelikle ağırlaşan oğlağın taşınması ve yerden alınması zorlaşsın isteniyormuş. Bir gün babam beni de götürür müydü? Hiç sanmıyorum. Keşke ablamın yerine ben erkek olsaydım! Olmadı! Bizim ülkede erkek demek, özgürlük demekti. Hesap soran veya “Neden hayvanları otlatmak için dışarı çıktın!” diye, dayak atan da yoktu. İstediğin gibi her yere git. Özgürlük gibisi var mıydı? Özgürlük demiştim. Bir kadın, özgürlüğü denemeye kalktığında karşılığı; ya dayak ya da yaptığı cezaya göre ölümdü. Peki, cezası için modern şehirdeki gibi hapishaneye girer miydi? Hayır. Ülkemde kadınlara hapishane de yasaktı! Bizleri hapishane niyetine aşiret reislerinin evlerinde hizmetçi olarak çalıştırmaya gönderirlerdi. Oralarda cinsel istismar görenler için bir önlem de yoktu. Bu tür haklarını dile getirenlerin karşılığı idam sehpası olma ihtimali yüksekti. Kadın olmak ülkemde gerçekten zordu! Kimse kadınlığın kolay olduğunu iddia edemezdi. Kadınlığın kırılan onurunu yine tamir edecek olan da adamlığı seçen kızlar olacaktı. Hayat tıpkı masallardaki prensin ayakkabı ile âşık olduğu kızı her yerde araması gibi kadınların adı da ülkemde aranıyordu!
Savaş, ülkemizin kaderiydi. Ne Amerika’sı ne Rus’u ne de bir başkası bizleri rahat bırakmadı. Bomba sesleriyle uyandık. Köyümüzü ele geçirenlerin esiri olduk. Savaşın yoksul kurbanları gibi oradan oraya savrulduk. Bir erkeğin kadınlarla göz temasının karşılığı, kırbaç veya ölümdü. Bir ara ucundan yakaladığımız özgürlük, bir kelebek gibi avuçlarımızın arasından uçup gitmişti yine… Burkaları tekrar giymek zorunda kaldık. Taliban yönetimince kadınların görünmemesi için evlerin camları karartılıyor veya siyah boyanması isteniyordu. Bu yaşamdan kaçmak isteyen kadınlar ise kendilerini yakıyorlardı veya intihar ediyorlardı. Okur-yazar olmasını istemiyorlardı. Yüzde doksanı cahildi ülkemdeki kadınların. Yemeği yapacak olan kadınların pazara gitmeleri de istenmezdi. Güneşli bir tarlada bir kadının çay içmesi ya da kız kardeşinin düğününe arabayla gitmesi bile potansiyel bir ölümcül kumardı. Bizlerin dört duvar arasında pencereden görebildiklerimiz yalnızca; köyün birkaç tepeye yayılmış mezarlığı, akşam güneşinin parlayan kırmızısı ve pembe renkli taş yığınlarıydı. Okuma yazmayı ise dedemin kitabından sökmüştüm. Ağabeyim babamla birlikte Tacikistan’a gittiğinde ondan defter ve kalem istemiştim. Gizlice alıp getirdiği deftere şiirler yazdım. Bakmayın ülkemin öyle olduğuna, eskiden ülkemde nice şairler yetişmiş. Yıllar öncesinde hemen hemen her evde okunmasa bile bir veya daha fazla Fars şiir koleksiyonları bulunurmuş. Hatta Müşa’era şiir yarışmaları bile yapılırmış.
“Anne! Anne!” diye ağıtlar yakarak ağlayan ağabeyim Halid’in sesini uzaktan duymuştuk. Yaklaştıkça hıçkırıkları artıyordu. Annem, örtüyle gerilmiş mutfakta bizlere patatesli bolani yapıyordu. Ağabeyim kapıdaki örtüyü açıp mutfağa girdiğinde anneme sarılıp uzun süre bırakmadı. Hıçkırarak bir şeyler söylüyordu ama ne olduğunu anlamamıştık. Annem, “Oğlum babana bir şey mi oldu?” dediğinde, ağabeyim başını salladı. Annem bayılmıştı. Dünyanın en zorlu yolu bir kurban daha almıştı. Şirket yetkilileri babamın parçalanmış cesedini getirdiklerinde tanıyamadık. Köyümüzün mezarlığına gömdükten sonra evimizin reisi ağabeyim olmuştu. Hayvanlar ile ektiklerimiz bizi beslemiyordu. Neyimiz varsa komşulara satıp bir ilçeye gitmek istiyorduk ama savaşın ortasında dağları aşıp tehlikeli yollardan geçebilmek öyle kolay değildi. Başımıza mutlaka bir şeyler gelecekti. Korkumuz erkek görünümlü ablamın eline silah tutuşturup örgütün saflarına almalarıydı. Ya diğer kız kardeşlerim? Onlar da köyün güzelleriydi. Örgüt üyeleri, saçlarından yakaladığı kızları sürükleyip savaş ganimeti diye güzel olanları nikâhlarına alıyorlardı. Zavallı annem ne yapardı? Ağabeyim, babamın çalıştığı şirkette birisi ile tanışmış ve hepimizi İran üzerinden Türkiye’ye kaçıracak bir yolun olduğundan bahsetmişti. Babam için verilen bir miktar paraya ilaveten her şeyimizi sattığımız için elimize bir miktar para geçmişti. Ya hep birlikte yaşadığımız toprakları terk edecektik ya da kalıp bir evin içinde hapis yatacak ve özgürlüğümüzden olacaktık. Özgürlüğü seçtik. Ucunda ölüm de olsa yola çıkacaktık. Ertesi akşam, içinde bir başka ailenin olduğu bir araç geldi. Bu araç dağları aşabilecek türdendi. Aracın kapalı kasasına bindik. Yanımıza birkaç giyecek ve bolca yiyecek aldık. Çukuru bol bu yollarda hamile olan kesin doğururdu. Uzun yolculuğun ardından İran sınırına yüz kilometre yaklaştığımızda yolda birçok tehlike atlatmıştık ama şoför bu işi iyi biliyor olacak ki, bizleri sınıra yakın geniş bir araziye sağ salim getirebilmişti. Nereye gideceğimizi tarif ettiler. Epeyce yol yürüdük. Yürümekten ayaklarımızda derman kalmamış, dudaklarımız ise soğuktan çatlamıştı. Kimi zaman yakınımızdan akan dereden su içtik. Uğradığımız bağ ve bahçelerden meyve yemek zorunda kaldık. Zira erzak da tükenmişti. Bir ara karşımıza çıkan silahlı soyguncular neyimiz var neyimiz yok, aldılar. Yalnız annem külotuna diktiği bir bez torba içindeki altın ve paralara umutlanmıştık. Bir köyde misafir edildikten sonra İran sınırına yaklaşmıştık. Burada bir başka göçmen tacirleri ile tanıştırıldık. Allah’tan bu işi yapan Kırgızlar yakın köylümüz olduğundan bize maddi yönden zorluk çıkarmadılar. Annem, para ve altınları verince işler kolaylaşmıştı. İran’dan Türkiye’ye olan yolculuğumuz başlamıştı. Sağ olsunlar yemek konusunda sıkıntımız da olmadı. İran’ın şehirlerden uzak bölgeleri, ülkemize benziyordu. Issız olsa da insanları yardımseverdi. Aracın penceresinden dışarıları seyrederken hayallere daldım. Bir dağ köyüne uğradığımızda, yamaçlara yapılan evlerin, ülkemdeki gibi kerpiç ve taştan yapıldıklarını fark ettim. İnsanlar damlara çıkıp silindir ile düzelterek yağmur sularının evlerine girmelerini önlüyorlardı. Girdiğimiz bir ev, tıpkı bir mağaraya benziyordu. Oval ve dikdörtgen şeklinde oyuklarda bibloların görüntüsü çok hoştu. Bir odaya geçmek için kapı yerine burada da örtüler çekilmişti. Yerde bir kilim ve yaslanmak için otantik görünümlü yastıklar vardı. Odalara geçmek için eğilmek zorundaydık. Yokuştaki evlere gitmek için her iki tarafta taştan merdivenler sağlı sollu, orta kısmında ise yağmur sularının gideri için bir bölüm yapılmıştı. Evlerin uzaktan görüntüsü bir sanat şaheseriydi. Bir ev daha dikkatimi çekmişti. Bu ev, oldukça farklıydı. Önünde geniş bir alan vardı. Çeşme önündeki koltuklar modern görünümlüydü. Ortadaki sehpada bir vazo ve içindeki gülün rengi pembeydi. Bu evde oturanların zengin oldukları belliydi. Avludaki merdivenlerin tırabzanı ferforje, pencere ve kapıları oval biçimindeydi. Bu köydeki bir evde kaldık. O gece yol yorgunluğumuzu atıp güzel bir kahvaltının ardından tekrar yola koyulmuştuk. Yolculuğumuz bu kez otobüsleydi. Kafamı cama yaslayıp yola devam ederken düşüncelere daldım; ülkemin adetleri gözümün önüne geldi. Ah babam! Neden ismimizi söylemekten çekinirdin ki? Hiçbir devlet kurumunda kadının adı söylenmezmiş! Evraka “Bilmem kimin kocasının eşi veya kızı” olarak yazılırmış. Söylense ne olurdu ki? Kadınlar utanılacak ne yaptılar ki? Namussuzluk ya da utanç verici olarak görülüyormuş kadının gerçek adının söylenmesi! Hay Allah’ım! Bir keresinde ağabeyim anlatmıştı. Babamla Wakhan’a giderken yolda aldıkları bir adam anlatmış. Karısı yüksek ateşle doktora gitmiş, doktor, zatürre teşhisinden sonra ilaçları yazıp reçeteyi kadına vermiş. Kadın da kocasına teslim etmiş reçeteyi. Ancak reçete üstünde karısının ismini gören adam deliye dönmüş ve ilaçları almak yerine adını yabancı bir adama ismini söylediği için karısına şiddet uygulamış. Yalnız bu mu? Evlilikler de kızlar için başlı başına bir sorundu. Yaşı on altıya gelen kız, damadı bile tanımadan büyük miktarda başlık parası ile evlendiriliyordu. Afganistan’da evlenmiş olsa ne olacak ki? En iyisi bile, evde hapis hayatı yaşayacaktı. Evin odaları onun dünyası olacak, makinesi varsa, kocasının söküklerini dikecek, tandırda ekmek yapacak ve inekleri sağmayı öğrenecekti. Komşularının ufak bir şikâyetinde kadının evine polisler girip yatak odası başta olmak üzere her tarafı didik didik arayacaklardı. Evlenen kızların en zoruna giden ise zor koşullarda uzaktan gelen akrabalara düğün yemeği hazırlamalarıydı. Ziyarete gelenler buna çok önem verirlerdi. Bunu bilen gelinler, kocalarını borçlandırmak uğruna da olsa en güzel sofrayı hazırlama yarışına girerlerdi. Ülkemin fakir çocukları! Oyun nedir bilmeyen çocukları! Gecenin geç saatlerinde düzenlenen davetlerde yapma göğüs ve ayaklarına zilli halkalar takılarak yaşlı zengin adamların sofralarında birkaç dolara zenne yapılan ve sonra da tecavüz edilen çocuklarımız! Baçabaze denilen ve İslam açısından da caiz olmayan bu durum gerçekten çok iğrenç ve mide bulandırıcıydı!
Sonunda düşünceler arasında iki bin otuz dokuz kilometrelik yorucu yolculuk Türkiye sınırında son bulmuştu. Van’a sınır bir ilçede Afganistan’dan gelen bir komşumuz ile tanıştık. Bir süre onlarda kaldık. Ailece çalışma hayatına atıldık. Ne iş varsa yaptık. Ben bir lokantada hem garson olarak çalıştım hem de okula gittim. Şimdi çeşit çeşit kitapları okuyabiliyorum. Diğer kardeşlerim de farklı işlerde çalışarak hep birlikte kiraladığımız bir evde yaşama sımsıkı sarıldık. Bu yazıyı sizlere karlı bir günde kütüphaneden yazıyorum. Şimdilerde özgürlüğün mis gibi kokusunu hissediyorum.
Yaşasın özgürlük!
Khandud’daki evimizin penceresinden uçsuz bucaksız dağların sonsuzluğuna bakarken hayal kurmuş ve defterime şöyle yazmıştım: “Bir gün, evimizin önünde asfaltlı yol olacak ve ayakkabılarım çamurlara saplanmayacak. Mis gibi kokan bir havada kuşlar, o bombaların keskin kokusundan korkup kaçmadan huzurla uçabilecekler. Savaşın ölüm korkusu olmadan çocuklarımız, kızlı- erkekli okullarda okuyacaklar. Şarkılar söyleyip dans edecekler. Ah benim bahtı kara ablam! Bacha Posh'a kurban edilmeyen kızlarımız, kendi çocuklarını cinsiyetleriyle büyütüp ipeksi saçlarını örecekler ve bir sürü oyuncak bebekleri olacak burkasız rengârenk giysiler içinde... Eşim, pırıl pırıl sakalsız bir cilt ve mis kokan teniyle öpecek beni ve huzurla işine gidip gelecek. Çocuklarımız özgürce oynayacaklar. Belki de birlikte gerçekleşecek bütün hayallerimiz...

Ertuğrul ERDOĞAN



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın toplumcu kümesinde bulunan diğer yazıları...
Sol El
Pavyon Güzeli
Ayakların Nerede Anne?

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Gizemli Zarf
Maydanoz Hilmi
Mutfak Penceresindeki İri Gözlüm


Ertuğrul ERDOĞAN kimdir?

Ertuğrul Erdoğan, 1958 yılında Ankara’da doğdu. 1968-1980 yılları arasında babasının kurduğu Doğan Yayınevi ve matbaalarında çalıştı. 12 Eylül darbesi sonrası yayınevlerinin kapanmasıyla Ordu şehrinde 1982-83 yıllarında mahalli ve ulusal basında gazetecilik yaptı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda öyküleri ya¬yımlandı. Hindistan Kritya ve Kolombiya’da düzenlenen Medellin Uluslararası Şiir Festivali’ne on-line olarak katılmıştır. Dünya sorunlarını romanlarına yansıtan Erdoğan, Türkiye Yazarlar Sendikası (TYS) üyesidir. Kitapları: - Vallahi Öptürmem, Mola Yayınları, Temmuz 2012. - Mor Gözdeki Hüzün, Deha Yayınları, Mart 2014. - Mor Gözdeki Hüzün, Hel Yayınları, Nisan 2015. - Sonrasız Kadınlar, Lakin Yayınları, Şubat 2015. - Corona Yalnızlığı, Ceren Yayınları, Haziran 2021


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Ertuğrul ERDOĞAN, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.