Pek çok doktorun yardımı ile ölüyorum. -Büyük İskender |
|
||||||||||
|
Kadın, bir bir ölü gibi hareketsizdi. Ne kıpırdıyor, ne konuşuyor, ne de çektiği acıyı ifade eden en ufak bir ses ya da belirti vermiyordu. Pencerenin önündeki sedirde oturuyordu kadınlar. Bazılarının gözleri yaşlıydı. Başlarındaki yemenilerle yaşlı gözlerini gizlemeye çalışıyorlardı. Arada bir fısıltıyla konuşuyorlar, bir yandan da küçük kızı ve kardeşlerini izliyorlardı. “ Bu kadına bir şey olursa, çocuklar ne yapacaklar?” sorusunu soruyor gibilerdi. Küçük kız ve iki kardeşi zaman zaman odaya girip çıkıyor, kadınların konuşmalarından, annelerine ne olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Komşu kadınların aralarında konuşurken ya da odaya yeni gelen birisine annenin rahatsızlığını açıklarken fısıldarca ” kadın hastalığı” dediklerini duydu. Acaba kadın hastalığı ne demek oluyordu? Bu hastalık sadece kadınlarda görülen bir hastalık olmalıydı. Yoksa neden “ Kadın hastalığı ” desinlerdi! Bir de erkeklerin, neden bu hastalığa yakalanmadıklarını merak ediyordu. Herkes ağız birliği etmişçesine suskun olduğu için o da kimseye bir şey soramıyordu. Odada bulunanların annenin hastalığından söz ederken, çocukların duyamayacağı şekilde konuşmalarından hem rahatsız oluyor, hem anlam veremiyordu. Neydi bu suskunluk, bu gizlilik ? Hasta olmak ayıp mıydı? Kadın hastalığı da bir hastalık olmalıydı . Kızamık gibi, kabakulak gibi. Çocukların hastalığından söz etmek ayıp olmuyordu da, neden kadınların hastalığından söz etmek ayıp oluyordu? Bunu çok merak ediyordu. Acaba kadın hastalığı neydi, nasıl bir hastalıktı ki annesini böyle yatağa düşürmüştü. Neden hasta olmuştu annesi? İyileşecek miydi? Yoksa ?........... Annesi aslında hiç hastaya benzemiyordu.Sanki derin bir uykuda gibiydi. Oflamıyor, poflamıyor, öylece yatıyordu. Hiç sesi çıkmıyor. Hasta gibi değil de sanki ölüyor gibiydi Allah korusun. Odaya dolan o kadar kadın, anne için hiçbir şey yapmıyordu. Sadece anneyi arada bir de kardeşleri süzüyorlardı, o kadar. Bir de aralarında ağlayanlar oluyordu gizli gizli. Gözler nemli, gözler ıslaktı. Küçük kız onları gördükçe, annesinin hastalığının tehlikeli olduğunu daha iyi anlıyordu. Kadınların neden böyle amaçsız sedirde oturduklarını, neyi beklediklerini, annesi için neden bir şeyler yapmadıklarını merak ediyordu. Kadınların arasında Tevhide Teyze diye hitabettikleri biri vardı. Galiba akrabaydı. Annesinin bu teyzeyi çok sevdiğini biliyordu. Sık sık evlerine gelip gittiğini, birçok konuda annesine akıl verdiğini hatırlıyordu. Annesinden yaşça oldukça büyüktü Tevhide Teyze. İşte kadınların içinde en üzgün olanı oydu. Devamlı gözyaşlarını siliyor, üç kardeşe acıyan gözlerle bakıyordu. Daha sonra babasının beklendiğini anladı küçük kız. Baba işi nedeniyle aileden hep uzaktaydı. Ayda bir falan geliyordu köye. Kasabada, bazen de kasabaya uzak ve neresi olduğu bilmediği yerlerde çalışıyordu. Babaya annenin hasta olduğu haberini nasıl vermişlerdi, bilmiyordu. Keşke babama hemen haber verebilseydik, o da çarçabuk gelebilseydi, annemi alıp, kasabaya doktora götürebilseydi diye aklından geçiriyordu.Telefon denen şeyin varlığından haberi vardı da, köyde telefon yoktu. Neyse ki, yakın bir çiftlikte oturan halası gelmişti. Onu gördükçe, üzüntüsü biraz hafifler gibi oluyordu. Halasından kuvvet alıyordu. Uzun bir süre öyle sessiz bekleyiş devam etti. Derken babası bir jiple geldi. Köpekler koşuyordu jipin arkasından ve de çocuklar. Köye çok ender olarak taşıt geldiği için, taşıt sesini duyanlar pencerelerden bakıyorlardı. Kasabaya genellikle yayan veya at arabasıyla, atla, eşekle gidilip gelindiği için; köye gelen jip herkesin dikkatini çekiyordu. Baba eve geldiğinde koşarak onu karşılayan, kucağına atlayan, neler getirdiğini soran üç kardeş; bu defa suskunlardı. Bir kenarda, olanları izliyorlardı yalnızca. Babalarına sarılmak, kendilerine neler getirdiğini sormak akıllarına bile gelmedi. Babası köye geldiğinde eli- kolu dolu gelirdi hep. O nedenle üç kardeş babalarını, köyün girişindeki Pazar Kaşı denilen tepede karşılarlardı. Bugün ilk kez böyle olmadı. Kısa bir süre sonra annesini bir battaniyeye sarıp jipe bindirdiler. Zavallı annesi yürüyemiyordu bile. Ve jip hareket etti. Jipin, köyün tozlu yollarında ilerlemesini izledi üç kardeş, gözden kayboluncaya kadar. Araba küçüldü küçüldü, köyün tozlu ve virajlı yollarında gözden kayboldu. Annesinin gitmesiyle, içinde bir şeylerin eridiğini, içinde taşıdığı bir bütünün eksildiğini hissetti küçük kız. Boşalan yere de tarif edemeyeceği acılar ve korkular doldu. Ağlamak istiyor ama ağlayamıyordu. Bir topak geldi, boğazının ortasına çakıldı kaldı. Nefes alıp verdikçe, o topak bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Tükürüğün bile yutamıyordu. Hiç kimse çocuklara bir açıklama yapmıyordu. Kadınların, annenin hastalığı hakkında açık açık konuşmamaları; sanki çocukların konuşmasının, annelerinin hastalığının ne olduğunu sormalarının bile uygun olmadığı sonucunu doğuruyordu. O nedenle kimseye bir şey sormuyordu küçük kız , soramıyordu. Biraz da inadına susuyordu. O sormadan birilerinin bir şeyler söylemesini bekliyordu çünkü. Ama nafile ! Hatta teselli etmek gereğini bile duymuyorlardı. “ Acaba bizim, annemizin hastalığını umursamadığımızı mı sanıyorlar? Yoksa bizim üzülmemiz, annemin hastalığının ne olduğunu merak etmemiz, onları ilgilendirmiyor mu? “ diye düşünüyordu. Annenin kasabaya götürülmesiyle birlikte, kadınlar yavaş yavaş dağıldılar. Ellerini göğüslerinin üzerinde kavuşturan kadınlar, başları öne eğik, fısıl fısıl konuşarak çekip gittiler. Halası onlarla kaldı. Yalnız bu arada bir abla çocuklara şeker verdi. Küçük kız ağzına aldığı şekeri, gerilen sinirlerini boşaltmak istercesine ya da hırsını şekerden almak istercesine, dişlerinin arasında parçaladı. Katur-kutur sesler çıkararak yedi akide şekerini. Yaşça kendisinden birkaç yaş büyük olan o abla, eliyle küçük kızı göstererek. ”Aaaaaaaaa! Şuna bakın. Arpa yiyen atlar gibi ses çıkarıyor.” dedi. Ve arkasından bastı kahkahayı..... İşte o zaman yediği şekeri kusmak istedi küçük kız. Teselli edilmesi, okşanması gereken bir zamanda böyle alaya alınmak ağırına gitmişti. Yediği şekerden midesi bulanıyordu. Yediğine pişman oldu. “ Annem ölmek üzere, ben şeker yiyorum. Ne kadar aptal ne kadar duygusuz bir çocuğum ben! Zaten bunun için o abla benimle dalga geçti. ” Diye düşündü. Ancak bu hissettiklerinden ve düşündüklerinden kimsenin haberi bile olmadı. Alaya alındıktan sonra annesinin hastalığı daha da ciddi geldi küçük kıza. Kadın hastalığı ha!.......”Annemin hastalığı” diye fısıldadı. Bu kadın hastalığı yüzünden ya annesine bir şey olursa ? ....... Annesi evden gideli henüz birkaç dakika olmuşken, başkası tarafından alaya alınmak, yüreğini yaralamıştı... “ Peki, ya annem ölürse?...........Demek ki o zaman kimbilir bana neler yaparlar.” diye düşündü. Masallardaki üvey anneleri hatırladı. ” Annem ölürse, babam bize bir üvey anne getirir mi ?” sorusunu sordu kendine. Gözlerinin önünde hayali bir üvey anne belirmekte gecikmedi. Aynı masallardaki gibi kara kuru, kazma dişli, patlıcan burunlu bir kadın.... Babasına gülen ama çocuklara hep kaşlarını çatan üvey ana. Çocuklarını ormanda bırakıp kaçması için babayı zorlayan, masal kahramanı o cadı .... Bir de şunu hatırladı: Köylerinde bir kadın öldüğünde ve iki çocuğu arkasında kaldığında annesi bir komşularına şöyle demişti: ” Bir çocuğun annesi öleceğine kendisi ölsün. ”..... Çocuk aklıyla, bunun ne anlama geldiğini iyi biliyordu.Yani; annesi ölen bir çocuk o kadar kötü anlar geçirir ki, annesiz yaşamaktansa ölmesi daha iyidir....Annesinin bu sözü aklına geldikçe, annesinden başka kendisi için, ablası ve kardeşi için de üzülmeye başladı. Acısı katlandı, büyüdü, içine sığmaz oldu....” Bir çocuğun annesi öleceğine kendisi ölsün. Annesi hasta olacağına kendisi hasta olsun. Anneler nasıl olsa çok iyi bakarlar çocuklarına, iyileştirirler.” Diye fısıldadı. Aradan günler geçti. Annesinin ne durumda olduğunu merak ediyordu. Kasabaya giden yok gelen yok, annesinden bir haber getiren yok. Öyle sık sık kasabaya giden yok ki haber getirsin. Herkes kendi işinde gücündeydi.Harman yerlerinde hummalı bir çalışma vardı. Biçilen buğdaylar harman yerinde dövenlerle sürülüyor, çocuklar keyifle dövene biniyorlar, tınazlar savruluyordu. Öküz arabasının üzerine konulmuş çitlerle, samanlar samanlıklara taşınıyordu. Kimi, buğday başaklarının tam dolgun olmadığından yakınıyor; kimi, bostanına saldığı suyun, birileri tarafından kesildiğinden........Annesinin hastalığı kimsenin umurunda bile değildi. Herkes kendi acısına yanıyordu. Bir gün annesinden haber almak için, kasabanın pazarının olduğu bir Cumartesi günü akşama yakın Pazar Kaşı’na gitti. Pazardan dönenlerin annesinden bir haber getireceğini umut ederek.Yanında başka çocukları da vardı. Çocuklar pazarcıların dönüşünü hep burada beklerlerdi. Eşek üzerine ardılan heybedeki yiyecekler heybelerin gözünden burada çıkarılır ve burada yemeye başlanırdı. Yeni alınmış düdükler öttürülür, topaçlar çevrilir, içi dolu toplar zıplatılırdı. Köyde bir Selme Nine vardı.Ormandan kestiği odunları eşeğe yükler kasabaya götürür, satardı. Dul bir kadındı. Bir süre sonra işte o Selme Nine’nin, eşeğine binmiş, köye doğru gelmekte olduğunu gördü. Yanında da Nuri Abi diye hitabettikleri biri vardı. Derken gelenler yavaş yavaş yaklaştılar Pazar Kaşı’na. Daha fazla bekleyemedi küçük kız; olan sesiyle haykırdı: ” Nuri abiiiiiiiii! Annemi gördünüz mü, mü?Annem nasılmıııııış? ” .....Dağlarda yankılandı sesi..... “ İyiymiş iyiymiiiiiş, bir-iki güne kadar gelecekmiiiiiiiiiiş.” Diye yanıt geldi uzaktan. Küçük kızın içinin aydınlanmasına, yüreğindeki suskun kuşların kanat çırpmaya başlamasına zaman kalmadan, yaklaşan Selme Nine’nin lâkırdısı duyuldu ” Yok canım! Ne gelmesi.....Annen daha çoook yatacakmış hastanede.”............. Küçük kız çocuk aklıyla ; Nuri Abi’nin, kendisi üzülmesin diye yalan söylediğini, aslında Selme Nine’nin söylediklerinin doğru olduğunu hemen anladı. Aynı zamanda Selme Nine’nin densizliğini, patavatsızlığını da. Kolları iki yana düşer gibi oldu...Pazardan dönen anne- babaların çocuklarıyla kucaklaşmalarını ; heybelerden çıkan şekerlemeleri, kuru yemişleri diğer çocukların çoktan yemeye başladıklarını görmedi bile. “ Keşke Selme Nine de Nuri Abi gibi yalan söyleseydi. İnanmak istediğim bir yalan olacaktı bu. “ diye düşündü. O anda Selme Nine öyle sevimsiz, öyle çirkin geldi küçük kıza....... Kara, kuru, patlıca burunlu , çirkin bir kadın. “ Şimdiye kadar onun bu kadar çirkin, bu kadar sevimsiz olduğunu nasıl farketmemişim ! “ diye şaşırdı. İstemeyerek hayal ettiği üvey annelere benziyordu Selme Nine... “ Zaten bir gün beni azarlamıştı. Hem de birlikte silkeleyip yediğimiz dut yüzünden. Sevimsiz kadın! ” diye söyleniyordu. Karamsar, mutsuz, üzgün bir şeklide evinin yolunu tuttu. Kendisini evin kapısında karşılayan halasına baktı. Halasının yerine annesi olsaydı şimdi... İçeri girdi, sedire oturdu. Derken halasının sesini duydu: ” Çocuklar! Hadi, sofra hazır. Bu akşam yemeğimizi erkenden yiyelim.”...Sofraya oturdu küçük kız. Ama yemek yemek ne mümkün! Boğazını sıkan bir el, lokmaların boğazından geçmesine izin vermiyordu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Kâmuran Esen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |