..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > İnternet > Nur Ersen




15 Eylül 2003
Sanal Mı Gerçek Mi  

Nur Ersen


Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım bu ailenin sanal ortamdan destek vermeleri beni çok sevindiriyordu. O günden sonra içimde tarifsiz bir yazma isteği uyanmıştı. Durmadan yazıyor, içimden ne gelirse kağıda dökmeye çalışıyordum. Yüksek sesle okuy


:CAFD:

SANAL MI GERÇEK Mİ

Günlerden Cumartesi...
Güzel bir sonbahar günü...Güneş yazdan kalma parlaklığı ve sevimliliği ile gülümsüyor. Yapraklar hafif esen rüzgarların peşisıra koşuyor. Herkes bu güzel günün tadını çıkarma çabasında. Biliyorlar ki kısa bir süre sonra evlerine kapanıp soğuk kış günleri ile başbaşa kalacaklar. Biliyorlar ki bu günleri arayacaklar.
Sinemaya, arkadaş ziyaretlerine gidenler... Piknik sepetlerini büyük bir telaş ve sevinç içinde arabalarına yerleştirenler... Penceremden izliyorum onları. Kıskanıyorum. Hem de çok... Nasıl kıskanmam. Balkona bile çıkamıyorum. Bir sandalye çekip otursam...Yüzümü güneşe versem, kamaşsa gözlerim. Oğuştursam, yaş gelse gözlerimden... Sonbahar güneşinin sıcaklığını hissetsem tüm bedenimde...
Tam onbeşgün oldu. Onbeş koca yıl gibi... Hastayım. Evin içinde bile zorlukla yürüyorum. Uzanıyorum yorulunca... Sıkılınca tekrar kalkıyorum. Alışamadım bu duruma...
El sanatlarına aşırı düşkünüm. Hiçbirşey yapamıyorum. Sosyal aktivitelerim de ertelendi. Bir hasta derneğine üyeyim. Geçen yıl toplantıları kaçırmadığım halde bu yıl hiç gidemedim. TEMA’ya yeni üye oldum. İlk toplantısına katılabildim yalnızca. Rahatsızlığım nedeniyle onu da bırakmak zorunda kaldım. Oysa şimdi diğer üyelerle birlikte araziye çıkıp meşe palamudu topluyor olacaktım. Yorulunca piknik yapacaktık evimizden getirdiğimiz o güzel yiyeceklerle. Doğayla içiçe olacaktım. Ellerim toprakla buluşacaktı. Çamurlar dolacaktı tırnaklarımın içine belki... Mis gibi kokacaktı ellerim. Toprak gibi... Doğa gibi... Kahretsin!... Yaşayamıyordum bu güzellikleri...
Ev halkı dışarıdaydı. Her zaman olduğu gibi işlerinin peşinde koşuyorlardı. Bütün gün benimle oturacak değillerdi ya!
Yerimden yavaşça kalktım. Evin içinde biraz dolaştım. Mutfak, antre... Derken el işlerimin bulunduğu torbaya yöneldim. İçim gidiyor. İşlemek istiyorum. Oturmalıyım. Ayakta ya da uzanarak yapamam ki. Vazgeçiyorum.
Gazetelere göz atıyorum. Sonra bilgisayarımı açıyorum. Klavyeyi kullanmayı yeni öğrendiğimden unutmamak için günlük açtı kızım masa üstüne. Tuşlara dokunuyorum. Biraz şikayet, biraz da sitem ediyorum... Kapatıyorum günlüğümü.
Tekrar yerime uzanıyorum...
Telefon yanıbaşımda. Birkaç arkadaşımı arıyorum ve biraz uyukluyorum.
Tekrar kalkıyorum. Kitap okumak istiyorum. Simyacı’yı alıyorum. Uzanıyorum ve ara vermeden okumaya devam ediyorum. Elişlerine fazla zaman ayırdığım için çok sık kitap okuyamıyordum. Şimdi tam zamanı diye düşünüyorum.
Yazma işine gelince... Çocuklarımın dersleriyle ilgilendiğim anların dışında elime bir kalem kağıt almadım. Yazmak ve ben. Olacak şey değil. Gerçek anlamda bir paragraf bile yazma yeteneğim yoktur. Zaten bugüne değin aklımın ucundan bile geçmedi birşeyler yazmak. Okul yıllarımda edebiyat derslerim çok iyiydi. Kompozisyona gelince, zar zor yazar, zayıf almaktan kılpayı kurtulurdum. Eğer bir şeyler yazabilseydim, evde geçirmek zorunda olduğum bu günleri daha yaşanılır duruma getirebilirdim.
Biraz sonra ağır ağır yürüyerek bilgisayarın başına gittim yine. Bu kez internete bağlandım. Siteleri biraz dolaştım. Kapatacağım anda sohbet kanalına takıldı gözüm, girdim. Tatil günü olduğu için kanallar çok kalabalık. Pencerem doluyor. Yolluyorum hepsini. Sonra kendi yaşlarımda birine rastlıyorum. Selam vermek istiyorum. Tedirginim. “Acaba nasıl biri. Kim olduğumu, medeni halimi, çoluk-çocuk,iş... zorlayacak mı, sorgulayacak mı? Saygısızca davranırsa hemen kapatırım” diye geçiriyorum içimden.
-Merhaba diyorum.
-Merhaba diyor. Hiçbirşey sormadan yazmaya başlıyor. Hep kendisinden sözediyor. Şaşırıyorum. Seviniyorum aynı zamanda da. Yazışmaya devam edebilmemiz için saygılı ve seviyeli olmamız gerektiğini belirtiyoruz ikimiz de. Çok sevdiği eşinden ve biricik oğlundan söz ediyor. Hakkımda hiçbirşey sormamaya kararlı görünüyor. Bu davranışından cesaret alıyorum. Çocuklarımdan söz ediyorum. O devam ediyor anlatmaya... Kurduğu cümlelere çok dikkat ediyor. Seviyeli bir şekilde yazıyor. Dürüst ve saygılı. Ayaklarımın ağrısını unutuyorum. Kaptırıyorum kendimi. Yazışmayı sürdürüyoruz.
Yaşadığımız kentleri yazıyoruz. Doğa sevgisine geliyor sıra, sonra çiçek sevgisine. Fanatik bir çiçeksever olduğumu söylüyorum. O da çiçekleri çok sevdiğini, gençlik yılarında dağ başlarındaki şantiyelerde görev yaptığını, sabahın erken saatlerinde uyanarak kırlara uzanıp çiçeklerle, doğayla iç içe olduğunu anlatıyor ve soruyor:
-En çok hangi çiçeği seversiniz?
Çocukluğumun en güzel dönemlerini kırlarda bahçelerde geçirmiştim.Çimenlerin arasından kopardığım bir tek çiçek beni mutlu etmeye yeterdi. Bir çay bardağına koyar saatlerce izlerdim o görkemli güzelliği. En sevdiğim çiçeklerdi kır çiçekleri. Ama mütevazi görünmemek için:
-Mevsim çiçeklerinin hepsini severim diye yanıtlıyorum.
Aynı soruyu ben soruyorum bu kez.
-Kır çiçekleri diyor.
Neden ben de kır çiçekleri demedim diye çok kızıyorum kendime.
-Aaa, ben de kır çiçeklerini çok severim diyorum.
-En çok hangisini seversiniz ? diye soruyor.
Yıllar öncesine gidiyor aklım. Yemyeşil kırlara bir gelin edasıyla yayılan papatyalar geliyor gözümün önüne. Bembeyaz, minicik masum papatyalar.
Ama ben yine de papatya diyemiyorum. Lafı alıyorum ağzından, sorusunu soruyla yanıtlıyorum.
-Siz?
-Papatyaları diyor.
Yine, keşke ben de papatya deseydim, diye, geçiriyorum içimden.
O hala sormaya devam ediyor:
-Papatyaları yağmur dışında sulayan nedir sizce?
Hiç düşünmeden yanıt veriyorum.
-Gözyaşlarıdır.
Şaşırıyor birden.
-Bu soruyu çevremdekilere sık sık sorarım ama yanıtlayan olmadı şimdiye dek. Siz nasıl bildiniz?
-Ben bilirim diyorum gururla.
İnternet arkadaşım anlaşılan çok duygusal bir insandı. Doğaya, özellikle de kır çiçeklerine duyduğu yakınlık onun ne kadar ince ruhlu olduğunu da yansıtıyordu. Kendisini konuya fazla kaptırmış olacak ki:
-Siz hiç ağlayan papatya gördünüz mü? diye soruyor.
Bu yaşıma geldim, papatyaların ağladığını ne duymuş ne de görmüştüm.
-Hayır, diyorum.
-Ben gördüm diyor.
Bu kez çok şaşırıyorum ve:
-Papatyalar ağlar mı, onların gözyaşları var mıdır? Diye soruyorum hayretle.
-Var elbet diyor. Sabahın erken saatlerinde papatyaların üzerine düşen çiğ taneleri onlara gözyaşı olur.
Papatyalara olan aşırı sevgim ve onun anlatış tarzı gözlerimin dolmasına neden oluyor. İçimden ağlamak geliyor. Minicik bir papatya bu kadar duygusal olabilir mi?
Son sorusu şu oluyor:
-Papatyaların ağlaması neye benzer bilir misiniz?
-Neye benzer? Diyorum.
-Çiğ tanelerinin papatyanın beyaz yaprakları arasından süzülmesi, çok özel bir hanımın uzun kirpikleri arasından dökülen gözyaşlarına...
Bu son sözler dolu dolu olan gözlerimden yaşların birdenbire dökülmesine neden oluyor.
Ağlıyorum... Evet... Ağlıyorum...
Rahatsızlığım nedeniyle zaten hassas bir durumdaydım. Bunu üzerine tanımadığım bir insan ve minicik bir papatya beni ağlatmayı başarmışlardı.
Artık ayakta duracak gücü bulamıyordum kendimde. Yazışmayı bitirmek, yerime uzanmak istiyordum. Bu kez de zamansız dünyaya gelen oğlunun verdiği yaşam mücadelesini anlatıyordu. Aslında bu mücadeleyi veren kendisi ve eşi Sevgi Hanımdı. Doğduğu gün sarılamamışlardı yavrularına. Dokunamamışlardı minicik ellerine. Koklayamamışlardı o süt kokan tenini...
-Bugün beş yaşında oğlum diyordu gururla. Ailesine olan bağlılığı ve oğluna aşırı düşkün olduğu yazdığı her satırdan belli oluyordu.
Papatyalardan sonra Barış’ın öyküsü de ben etkiliyor. Ayakta duramıyorum artık ayrılmam gerek diyorum. İnternet arkadaşımdan. E-mail adresini istiyorum. Eşi Sevgi Hanım’a ve biricik oğlu Barış’a sevgilerimi yolluyorum. Kendisine iyi günler dileyip ayrılıyorum.

Yatağıma uzanıyorum. Tüm hassalığım üzerimde. Gözlerim halen yaşlı. Tanrım! Aklımda yalnız papatyalar var. Dünyanın tüm papatyaları beynimin içinde dans ediyor. Gözümün önünden geçiyorlar sırayla. Kırlara yayılan minik kraliçe papatyalar, öbek öbek nanemsi kokulu papatyalar, çiçekçilerde satılan iri iri güler yüzlü hoş bakışlı papatyalar ve daha niceleri...
O an kırlarda olmak, doyasıya koşmak, rüzgarla yarışıp papatyaların üzerine kapanmak geliyor içimden... Onlarla tekvücut olmak istiyorum.
O da ne? Yine yerimden kalkıyorum... Bu kez gözümde yaşlarla masaya doğru yürüyorum. Bir kağıt kalem alıyorum. Tekrar yerime uzanıyorum. Bu ben miyim? Şaşırıyorum.
“ Papatyalar Ağlar Mı ” diye bir başlık atıyorum. Cümleler sıralanıyor ard arda... “ İlham geldi dedikleri bu olsa gerek ” diyorum... Garibime gidiyor...
Yazıyorum... Yazıyorum...Yazıyorum....
Bir sayfa doluyor. Ardından bir sayfa daha... İnternet arkadaşımın anlattıkları ve benim duygularım birleşiyor, güzel bir yazı olarak çıkıyor ortaya. Buna hem şaşırıyor, hem seviniyorum. Gururlanıyorum da aynı zamanda...
Tekrar tekrar okuyorum ve temize çekiyorum.
Akşam okuldan dönen kızıma okuyorum sevinçle. Çok hoşuna gidiyor. Hem yazım, hem de yazmaya başlamam. Tebrik ediyor beni. Devamının gelmesini diliyor. Bol bol yazmamı ve okumamı öneriyor.
İnternet arkadaşıma e-mail yolu ile yazımı yolluyorum.
Ertesi gün yanıt alıyorum. Eşi Sevgi Hanım’la birlikte okuduklarını ve çok beğendiklerini yazıyor. Devam etmemi öneriyor.
Yüzünü görmediğim, sesini duymadığım bu ailenin sanal ortamdan destek vermeleri beni çok sevindiriyordu.
O günden sonra içimde tarifsiz bir yazma isteği uyanmıştı. Durmadan yazıyor, içimden ne gelirse kağıda dökmeye çalışıyordum. Yüksek sesle okuyordum önce. Böylece hatalarımı daha kolay fark edebiliyordum. Düzeltip yeniden, yeniden yazıyordum.
Okuldan yorgun argın ve stres içinde gelen kızım hiç bıkıp usanmadan okuyor ve eleştiriyordu yazılarımı. Onun bu davranışı güç veriyordu kalemime. Yeni yeni konular buluyordum kendime.
Bu durumu bir mucize olarak nitelendiriyordum. 45 yaşımdaydım ve yazmaya başlamıştım. Yine de olacak şey değil diyordum...
Bilmediğim çok şeyi öğreniyordum bu arada. Öğrendiğim en önemli şey; yazmanın hiç de kolay olmayışıydı. Kalemi ele alıp birşeyler karalamanın ya da sayfalar dolusu yazı yazmanın “yazmak” olmadığını daha iyi anlamıştım. Kelime hazinesinin geniş olması, yazıların okuyucunun gözüne ve kulağına hitabetmesi, açık, yalın ve duru olması... Sözcüklerin yerli yerinde kullanılması... En önemlisi de okuyuculara mesaj veriyor olmasıydı. Daha birçok kural vardı üzerinde çalışmam gereken.
Kitabevlerine giderek evire çevire baktığımız sonra da çok pahalı diyerek yerine koyduğumuz kitapların nasıl da binbir zorlukla hazırlandığını şimdi daha iyi anlıyordum.
Anladığım ikinci önemli konu ise; yaşamımıza giren kişiler ya da karşılaştığımız olayların tesadüflerden ibaret olmadığıydı. Okul ve mahalle arkadaşlarımız, iş arkadaşlarımız, komşularımız, evleneceğimiz kişilerle karşılaşmamız... Şimdi de internet arkadaşımla tanışmamız, papatyalar ve yazmaya başlamam... Bir yazgı olarak görmeye başlamıştım bu karşılaşmayı. Onlara yazmama neden olduklarını hatırlatmaya çalışmıştım birkaç kez ve şu yanıtı almıştım kendilerinden:
-Yazma yeteneğiniz yalnızca size aittir. Biz hiçbir şey yapmadık. Yalnızca içinizdeki yazma dürtüsünün ortaya çıkmasına neden olmuşuzdur.
Ben yine de onlara her zaman şükran duyacağım. Bunu böyle bilmelerini isterim.

İkinci denememi Barış’ın yaşam mücadelesini anlatan “ Ümit Hiç Susmayan Bir Kuştur ” başlığıyla yazmıştım. Ailesine yolladım hemen. Oğulları için yazdığım bu öyküyü okuyunca, o kadar mutlu olmuşlardı ki Sevgi Hanım teşekkür amacı ile uzun bir mesaj yazmıştı bana. Onları çok mutlu eden yazım şöyleydi:

ÜMİT HİÇ SUSMAYAN BİR KUŞTUR
Bilirsiniz...Küçük yaşlarımızdan beri yaşama sarılmak için birtakım çabalar gösteririz. Geleceğe yönelik planlarımızı gerçekleştirmek için uğraşır dururuz.. Şansımız yanımızdaysa seviniriz. yanımızda olan sadece şansımız mıdır? Bizden hiç ayrılmayan birşey daha vardır hayatımızda. bir kuştur bu. Yeri gelince kısık sesle öter,dertlerimize ortak olur. Bazen de yırtınırcasına bağırır. Susturamayız bir türlü. O öttüğü sürece yaşadığımızı hissederiz.
ÜMİT'tir bu kuşun ismi. Ümidimizdir.. Hiç bırakmaz peşimizi.
O olmasaydı nasıl yaşardık? Nasıl sarılırdık yaşama, sevdiklerimize? Yaşama sevincimizi nasıl kazanırdık? Gelin biz, biz olalım, bu kuşu hiç susturmayalım.
Bu dünyada ümitsiz yaşayabilen var mıdır? Sanırım yok gibidir. Düşünün sabah uyanıyorsunuz. Yanınızda değilse ümit kuşunuz, berbat görünürsünüz. Akşam olmaz bir türlü. Üstesinden gelemezsiniz olumsuzlukların. İçinize kapanır, yalnızlığınızla başbaşa kalırsınız.
Onu hissettiğiniz zaman ise içiniz kıpır kıpırdır. Olumsuzlukları yeneceğinizi bilirsiniz. En güzel duygudur ümitle yaşamak. Bu yüzden hiç susturmayalım ümit kuşumuzu.
İçindeki kuşu susturmayanlardan biri de BARIŞ BEBEK'ti.
Zamansız doğmuştu BARIŞ. Akranlarından çok ama çok küçüktü. Ağlamasını bile beceremiyordu. Yaşamakla yaşamamak arasında gidip geliyordu. O, tabi ki bunun farkındaydı.
BARIŞ'ı hayata bağlayan minicik, miniminnacık bir kuş vardı içinde. Durmadan ötüyor, hiç susmuyordu. Neden biliyor musunuz? Çünkü BARIŞ BEBEK bu kuşun susmasına izin vermiyordu. Doktorlar, hemşireler onu yaşatmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Ya annesiyle babası? Ruhlarının ta derinliklerinden gelen en büyük dilekleriyle yavrularının yaşaması için Allah'a dua ediyorlardı.
Camın arkasından görmek kahrediyordu onları. Eline dokunamamak, doya doya koklayamamak o süt kokan tenini, sıcaklığını hissedememek... Gözlerindeki elektriği alamamak acı veriyordu ikisine de. Kaybetseler de Zaman zaman ümitlerini, içlerindeki kuş onları da yalnız bırakmıyordu.
Ümidini hiç kaybetmemişti BARIŞ BEBEK. Yaşayacaktı...Yaşamalıydı... Kendisi için çarpan bu iki dev kalbin varlığını hissediyordu çünkü. Minicik kalbi birinden çıkıp diğerine giriyor, onlarla aynı anda çarpıyordu hızlı hızlı.
Kendisine bağlanan bezden küçük de olsa BARIŞ BEBEK, yüreği çok büyüktü. Mücadelesinde kararlıydı. Pes etmiyordu bir türlü. Etmeyecekti de. İncecik parmakları, minicik elleri yumruk yumruk olmuştu. Meydan okuyordu yok oluşa. İçindeki minik kuş her gün biraz daha büyüyordu. Çünkü bir damla anne sütünü bir servet taşırcasına BARIŞ'a götüren biri vardı. Ona dokunamasa da, her ayrılışında kalbini bırakıyordu. Bunu hisseder de mücadeleye devam etmez mi BARIŞ BEBEK. Baba sıcaklığını hissetmez mi eline dokunamasa da babası? Minicik bedeni bu dev kalbe sığmaz mı sanki?
Büyük gün gelmişti. Kendisine uçurulan ümit kuşuna cevap veriyordu artık BARIŞ BEBEK. Birleşmişti ümit kuşları. Kenetlenmişti sımsıkı. Kartal olmuştu adeta. Pençeleriyle BARIŞ BEBEK'i alıp babasının kucağına bırakmıştı. Bu sıcak yer güven vermişti ona. Üzmeyecekti. Terk etmeyecekti bir daha. Ümitlerin tükendiği noktada dev kalplere neşe olacak, sevgi olacak, BARIŞ olacaktı. Çünkü o mücadeleden hiç yılmamıştı.
Aramıza hoş geldin BARIŞ BEBEK.

Anladığım kadarıyla Barış’la ilgilenmem çok hoşlarına gidiyordu. Henüz yüz yüze görüşemediğimiz bu aileyle sevgi ve saygı çerçevesinde kurduğumuz dostluğun değeri hiçbir şeyle ölçülemezdi benim için.Hasta olup dışarı çıkamadığım için sevinmeye bile başlayacaktım neredeyse.
Bir gün e-mail sayfamı açtığımda Barış Bebek ellerinizden öper başlığı ile gönderilmiş yeni bir mesajla karşılaştım. Açtım heyecanla. Gözlerime inanamıyordum. Babası Barış’ın üç yaşında çektirmiş olduğu fotoğrafları yollamıştı. Çok güzel, pırl pırıl parlayan bir çift göz, tatlı tatlı gülen bir yüz vardı karşımda. Hem de sünnetlik kıyafetleriyle. Ömrüm boyunca karşılaştığım en hoş sürprizlerden biriydi bu benim için. Duygularım o kadar yoğundu ki içimden Barış’ı gördüğüm anla ilgili minicik bir şiir yazmak geliyordu. Barış Bebek harflerini mısraların başına getirerek uyduğu kadarıyla bir şiir yazdım hemen.

BARIŞ
Biliyor musun Barış
Açınca interneti
Resminle karşılaştım
Işık saçtı gözlerin
Şaşırdım kalakaldım

Bu kadar tatlıydın sen
El kadar bebekken de
Baban annen hayrandı
Evin neşesisin sen
Kırk yıl geçse üstünden

Yine mutluluk, yine teşekkür mesajı almıştım...
Gün geçtikçe bu aileyle dostluk bağlarımız daha da kuvvetleniyordu. Onları bir gün ziyaret etmek istiyordum. Bu isteğimi açtığımda bizleri misafir etmekten ve ailece tanışmaktan büyük mutluluk duyacaklarını yazıyorlardı. Seviniyordum. Ama seyahat etmeye gücüm yoktu. Bir gün iyileşmeyi umudediyordum.
Dostlarımız olarak kabul ettiğim bu güzel insanlarla, yaşamımızdaki gelişmelerden, çocuklarımızdan, yaptığımız işlerden birbirimizi haberdar ederek yazışmalarımıza devam ettik.
Aradan bir ay kadar geçmişti. Kendimi daha iyi hissediyordum. Kısa süreli de olsa oturabiliyordum. Dışarıya çıkıp yürüyüş yapabiliyordum. Mutluydum. Dünyaya yeniden gelmiş gibiydim.
Bir akşam aralarında gazeteci yazar arkadaşımızın da bulunduğu dostlarımız ziyaretimize gelmişlerdi. Onun gelmesi beni ayrıca sevindirmişti. Bir dergi çıkarıyordu. “Papatyalar Ağlar Mı yazımı dergisinde yayınlar mı acaba” diye geçirdim içimden. Düşüncemi söyleyince “Neden olmasın” dedi ve yazımı yüksek sesle okumaya başladı.

PAPATYALAR AĞLAR MI
Çok küçüktüm onu tanıdığımda. Kimi zaman büker boynunu hüzünlenir. Kimi zaman içine kapanır, gizemlidir. Sevinçlidir kimi zaman da. Açılır saçılır neşe verir etrafa. Çok mutludur.
Kimden mi bahsediyorum? Papatyadan tabi ki...Hani gençliğimizin baharında bize öteki yüzünü gösteren sırdaşımız, arkadaşımız, ümitlerimiz olan papatyadan...
Seviyor... Sevmiyor... Derken bize yaranabildi mi sanki? Yolup yolup bir kenara atmadık mı? Kimi zaman kızmadık mı, küsmedik mi? Sevdiğimizin bizi çok sevdiğini söylediğini söylerken başımıza taç etmedik mi?
Önde olan hep bizim duygularımızdı. Ama o bize hiç küsmedi, kırılmadı. Vefasını hiç esirgemedi. Üstelik hep gülümsedi boyun bükerek önümüzde.
Onun da ağlayabileceğini hiç düşündünüz mü? Yağmur dışında papatyaları sulayan nedir sizce? Tabi ki gözyaşlarıdır. Papatyaların kendi gözyaşları. Bu gözyaşlarını fark edenler de, çiçek ruhundan anlayan duyarlı ve hassas kimselerdir.
Güneşin doğuşunu, doğanın uyanışını hepimiz izlemişizdir... Kurtlar, kuşlar ve çiçekler de uyanır güneşle birlikte. Tabi bir de bizim Papatya... Ama Bayan Papatya herkesten gizlediği dertlerini kederlerini hüzünlerini üzerinden atıp, çevreye neşeli görünme çabasındadır. Ağlamak rahatlamak ister. Üzerindeki çiğ taneleri gözyaşı olmuştur ona...
Ağla papatya... N’olur sıkma kendini... Koyver gitsin gözyaşlarını... Ağla.....
Siz hiç ağlayan papatya gördünüz mü? Çiğ tanelerinin papatyanın beyaz yaprakları arasından süzülmesi neye benzer bilir misiniz? Tabi ki çok özel bir hanımın uzun kirpikleri arasından dökülmeye çalışan gözyaşlarına...
Eğer bu anı görseydiniz eminim ki etkisinden hiç kurtulamazdınız...

Herkes susmuş onu dinliyordu. İçim kıpır kıpırdı. Benim yazım okunuyordu. Tanrım ne büyük bir zevkti ...
Bittikten sonra alkışladılar hep birlikte. Tebrik ettiler
ve yazarımız, “Ne olursa olsun yazmaya devam etmelisin” diye öğütler vermeye başladı. Can kulağıyla dinliyordum onu. O yılların yazarı ben ise henüz amatörler sınıfına bile giremeyen biriydim. O günden sonra kendime güvenim daha da artmıştı.
Tam olarak iyileşememiştim daha. Oturarak yazmam olanaksızdı. Sırtüstü yazmak hiç de kolay değildi. Başımın altına iki yastık koyuyor, dizlerimi karnıma çekiyordum. Bir müddet sonra kollarımda kuvvet kalmıyor, birer ağırlık olarak aşağıya doğru çekiliyorlardı. Kan dolaşımı yeteri kadar ellerime ulaşamıyordu. Yazacak gücüm tükeniyordu. Bu bedensel sıkıntılarım nedeni ile konulara yeteri kadar konsantre olamıyor, stres içine giriyordum. Bu kez de ifade zorluğu çekiyordum. Kalemim tutuluyordu. Masa başına oturabilsem doyasıya, dilediğim gibi yazabilsem ne güzel olurdu... Herşeye rağmen yazmaya devam ettim.

Kış geldi... Havalar soğudu. Yeni yıla girdiğimiz ilk günler... Dergide çıkan yazımı büyük bir gururla okuduğumda o güne değin hiç aklımdan bile geçirmediğim bir fikir oluştu kafamda. Yazılarımı toparlayıp bir kitap çıkarabileceğimi düşündüm. Konuyu yazar arkadaşa açtım. Yine “Neden olmasın” dedi. Kolları sıvadım ve hazırlanmaya başladım.
İnce bir kitap oluşturabileceğim kadar yazı ve şiir vardı artık elimde. Son kez gözden geçirip ayrıntıları çıkardım. Konuları aynı olan şiirleri ve denemeleri bölümlere ayırdım. Kitabımın ismi “Papatyalar Ağlar Mı” olacaktı. Önsözünde klasik teşekkürler bölümü vardı. Bu bölümde Barış Bebek ve ailesine teşekkürlerimi yazmayı ihmal etmemiştim. İlk sayfaya ümit dolu duygular içeren bir şiir ve ardından “Ümit Hiç Susmayan Bir Kuştur” isimli yazımı koyacaktım. Ve ardından diğer deneme ve şiirler gelecekti. Herşey iyi gitmişti o ana kadar fakat, basıma vereceğim zaman içimi garip bir huzursuzluk kaplamıştı. “Ne yapıyorsun?” diye sordum kendime... “ Bu kadar hevesle yazdığın yazılar neye benziyor hiç düşündün mü. Çok mu güzel olduğunu zannediyorsun! Okuyanlar kim bilir sana ne kadar gülecekler, alay edecekler belki de. Vazgeç bu kitap sevdasından. Sen kim, kitap çıkarmak kim! Bırak bu işi profesyoneller yapsın! ” diyerek hepsini parçalamak istedim. Yazar arkadaşı arayarak düşüncelerimi anlattım ve bu işten vazgeçeceğimi söyledim. O, bu kadar karamsar olamam gerektiğini, ilk kez kitap çıkaranların büyük bir kısmında bu endişelerin görülmesinin çok normal olduğunu hatta kendisinin de bir zamanlar bu duygulara kapıldığını söyledi.
Sakin kafayla düşündüğüm bir an, yazılarımda gerçek duygularımın, bileğimin ve beynimin gücü olduğunu kendime haksızlık ettiğimi farkettim. Hastalanıp aylar boyu evden çıkamadığım zamanlarda ve en sıkıntılı anlarımda bana arkadaş olan bu yazıları yırtmakla ne kadar kötü bir şey yapmış olacağımı da düşündüm. Hem herkesin mutlaka beğenmesi gerekecek diye bir kural yoktu ki. İnsanlar binlerce kitap arasından kendilerine uygun olanı seçip okuyorlar. Mutlaka benim kitabımı da okuyanlar olacaktır.” diyerek geri dönüş olmadığına karar verdim ve baskıya yolladım.
Heyecanların en can alıcısı yeni başlamıştı. Yakın çevrem ortak oluyordu bu bekleyişime. Tüm tedirginliklerimle çıkacağı günü iple çekiyordum. Çok dikkat etmeme rağmen birtakım yanlışlıklarım olacaktı. Bu nedenle alacağım eleştirilere de hazırlıyordum kendimi. Bu doğrultuda daha iyiyi yapmayı hedefleyecektim.
Mayısın ilk günleri... Kitaplarıma kavuştum. Ciltlenme şekli beni fazlasıyla üzse de yine de çok heyecanlıydım. Kağıt kalitesi karakter zenginliği, yazı rengi tonları, başlıklar, puntolar o kadar güzeldi ki... Bir çocuğum daha oldu diye seviniyordum. İkincisinde daha farklı şeyler yazmayı düşünüyordum. Zaten ikinci kitabımın hazırlıklarına başlamıştım bile.
Ertesi gün birkaç kitap hazırlayarak Internet arkadaşıma yollamak istedim. Ama hangi adrese yollayacağımı ve telefon numaralarını bilmiyorum. Mail yazarak durumu anlattım. Ertesi gün memnuniyetlerini ve tebriklerini bildiren güzel bir yazıyla birlikte adreslerini yolladılar.
Kitabımı postaladım. Ellerine geçince bana telefon açtılar. Bu ne güzel bir olay. Sekiz aydan beri yazıştığım bu insanların sesini de duyabiliyordum artık. Başarılarımın devamını diliyorlardı.
Yazmaya halen devam ediyorum. Yazmaya çekindiğim bazı konularda kendimi aştığımı sanıyorum. Öğreneceğim daha birçok şeyin olduğunun da farkındayım. Çok okumalıyım. Çok yazmalıyım. Çevremdekilerle iyi diyaloglar kurup, çeşitli araştırmalar yapmalıyım.
Artık konuştuğum kişiler bana öykü kahramanı olarak görünüyor. Olayları hep kitabıma yazabileceğim öyküler olarak görüyorum. Etkileniyorum herşeyden. İlham veriyor anlatılanlar. Her kitap okuyuşumda, her karşılaştığım olayda beynimde bir çorap söküğü gibi çözülüyor anılarım. Hayata daha sıkı bağlanmam için çok iyi bir neden olan yazmaya o denli alıştım ki o beni bıraksa da ben onu hiçbir zaman bırakamayacağım galiba.
Bahar mevsimi gerilerde kaldı... Sıcak Yaz günlerini yaşadığımız günlerde tatil yapma ihtiyacını hissediyorum. Sağlığıma kavuştuğum şu günleri kutlamalıyım. Çektiğim sıkıntıların acısını çıkarmalıyım.
Sevgi Hanım telefon ediyor. İstanbul’a buyrun , misafirimiz olun diyor. Çok duygulanıyorum. Ama gidemiyorum. Kampa gitmemiz gerekiyor. İnşallah başka zaman diyorum ve bu nazik daveti erteliyorum.
Mail sayfamı açıyorum. Bu kez Barış’ın en son video resmi ile karşılaşıyorum. Altı yaşında. Görüyorum ki, Bizim Barış Bebek kocaman, yakışıklı bir delikanlı olmuş. Yine çok duygulanıyorum. Kitabımı okuyanların sorduğu ilk soru, kim bu Barış bebek oluyordu. İşte şimdi her geleni Barış‘la tanıştırıyorum. Herkes onu çok sevimli buluyor.
Yaz bitti. Yine Sonbahardayız. Bir yılda çok şey değişti yaşamımda.
Bugün Barış’ın doğum günü. Telefon ederek kutladım ve sesini ikinci kez duyuydum. Onu çok sevdiğimi söyledim.
Aradan onbeş gün geçti. Doğum günü için yolladığım hediyeyi alınca annesi ile birlikte aradı ve o tatlı sesi ile bana şunları söyledi.
-Nur teyze. Yolladığın hediyeleri aldım. Çok beğendim. Çok teşekkür ederim...
Bu güzel sözler karşısında duygulanmamak mümkün mü. Ciğerime sokasım geldi bu tatlı dilli çocuğu.
-Seni seviyorum Barış . Güle güle kullan canım,
diyebildim ancak...
Evet... Seni seviyorum Barış...
Seni de seviyorum teknoloji harikası bilgisayarım...

NUR ERSEN
Ekim 2000



Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın deneme ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Altın Şehir Üsküdar
Kesekağıdı mı Poşet mi
Türküler Susmaz
Kara Tren
Üçüzler
Ümit Hiç Susmayan Bir Kuştur
papatyalar ağlar mı
Sosyal Çabaların Neresindeyiz
Türküler Susmaz
Sevgi

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
İstanbul Yolcuları [Şiir]
Ben Kadınım [Şiir]
Gidiyorsun [Şiir]
Bırakma Beni [Şiir]
Sen [Şiir]
Çağa Ayak Uydururken [Öykü]
Yazık Değil mi [Öykü]
Dest-i İzdivacınıza Talibim [Eleştiri]


Nur Ersen kimdir?

Yazmaya birkaç yıl önce başladım. Yolun çok başındayım. Devam etmeye kararlıyım.

Etkilendiği Yazarlar:
...


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Nur Ersen, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.