..E-posta: Þifre:
ÝzEdebiyat'a Üye Ol
Sýkça Sorulanlar
Þifrenizi mi unuttunuz?..
"Yumuþak olma ezilirsin, sert olma kýrýlýrsýn." -Victor Hugo
þiir
öykü
roman
deneme
eleþtiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katýlýmý
Yazar Kütüphaneleri



Þu Anda Ne Yazýyorsunuz?
Ýnternet ve Yazarlýk
Yazarlýk Kaynaklarý
Yazma Süreci
Ýlk Roman
Kitap Yayýnlatmak
Yeni Bir Dünya Düþlemek
Niçin Yazýyorum?
Yazarlar Hakkýnda Her Þey
Ben Bir Yazarým!
Þu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm baþlýklar  


 


 

 




Arama Motoru

ÝzEdebiyat > Deneme > Anýlar > Müge Sandýkçýoðlu




24 Mart 2004
Gençlik Baþýmda Duman Ýken...  
Müge Sandýkçýoðlu
17 yaþýndaydým, lise sondaydým. Laf olsun diye girdiðim bir sýnavý kazanmam, beni Amerika'ya götürdü; hem de hiç planlamadýðým halde. Ailemden 1 yýl uzakta kalýp, kendimi tanýma sürecime inanýlmaz katkýlarý olan, dünyanýn neresinden gelirse gelsin her tür


:FGFF:







22 yýl öncesine, eskiden seyredilmiþ ama hiçbir ayrýntýsý unutulmamýþ bir film gibi bakabilmek, bu arada yaþananlar ister mutlu, ister mutsuz olsun, insanýn gözlerini uzaða konuþlandýrýp, hafif bir býyýkaltý gülümsemesine neden oluyor. Kimin, yetiþkin olma yolundaki çýrpýnýþlar, havailikler, kendini “tamam oldum ben artýk” sanmalarla bezeli 17 yaþ hikayesi yoktur ki.. 40 yaþýna gelen ve bu zaman zarfýnda 2 çocuk sahibi olan ben, kendi çocuklarýmý “yaþadýðým deneyimleri onlar da yaþasýn” deme cesaretini gösterebilir miyim bilemiyorum (Anne olmak yok mu, çok zor iþ!) Ama kesin olan þu ki, yaþanan herþey, anlatmakla ya da dinlemekle deðil insan kendi yaþadýkça anlam ve deðer kazanýyor. Sanýrým þu andan itibaren kendime söz vermeliyim ki, çocuklarýma yol gösteririm ama yoluma çekmem; yapmýþýmdýr ama yap demem, yapmamýþýmdýr ama yapma demem. Sadece uzaktan seyredip kumandayla kanal deðiþtirir gibi ipleri elimde tutma sýðlýðýný göstermem, göstermemeliyim. Onlara kendine güveni ve baþkasýna da gereken yerde güvenmeyi öðretip, doðaya salývermeliyim. Galiba benim annem-babam da bana bunu yapmýþlardý. Bunu bu kadar geç anlamanýn nedeni insanoðlunun yaþamadan anlamama formatýnda yaratýlmasýndan olsa gerek.. Onlarý daha yeni yeni anlayabiliyorum; ne de zormuþ evlattan geçici de olsa kopmak. Geleceðine katkýsý olacaðý garantisini elinize tutuþtursalar dahi, o yýllarda özellikle 17 yaþýndaki bir kýzý taa Amerika’lara yollamak yürek ister. Yüreklerini öptüðüm insanlar!

Sen misin sýnava sokan?

1. sýnavý kazanýp da, 2. sýnava giderken, anneme söz üstüne söz veriyordum: “Anne, merak etme, kazansam da kesinlikle hiçbir yere gitmeeeem!! Zaten üniversite sýnavýný da kazanýrsam, yurtdýþýna gidip de sene kaybetmeyi göze alamam.”
1981’in þubat ayý idi. Okulda duyurulan AFS sýnavý tarihi gelip çatýnca annemle de çatýþýr olmuþtum. O, kendini annelik kýskacýna kaptýrmýþ durumda, benim her zamanki gibi cesaretime sarýlýp karþýlarýna çýkmamdan ve tükenmek bilmeyen enerjimin akýþýndan kurtulamayacaðýmdan endiþe ediyordu.
Derslerimde sürekli olarak baþarýlý oluþum, özellikle sýnýf arkadaþlarým tarafýndan bu sýnavýn da üstesinden geleceðim kanýsýný uyandýrmýþtý. Hani derler ya: “arkadaþlarýmýn teþvikiyle katýldým bu yarýþmaya” diye... O hesap.. Yine de sadece onlarýn itmesiyle olacak iþ deðildi; ha iþe yaramadý mý, yaradý ama ben de özgüven patlamasý içindeydim. 1 yýl boyunca hiç tanýmadýðým bir ülkede, kültürde ve yaþam tarzýnda, hiç tanýmadýðým bir evde, yabancý bir aileyle kalacak olma olasýlýðý beni hiç ürkütmüyordu. Üstelik yabancý dile olan merakým nedeniyle, kolejde okumasam da ingilizcemin iyi olmasýna çalýþmýþ olmama karþýn, ömrümde ilk kez sadece ingilizce konuþma zorunluluðuna girmek düþüncesi de výz gelip týrýs geçiyordu.
AFS (American Field Service) sýnavý iki aþamalýdýr; yalnýz ilk aþama sýnavýnýn niteliði þimdikinden farklýydý. Yine yazýlý olan birinci sýnav, genel kültür ve kiþilik testinden oluþuyordu, ki bence bu yöntem daha verimli. Çünkü artýk bu sýnavýn niteliði nerdeyse “mini üniversite sýnavý”na dönüþmüþ durumda. Yani “inekleyen” kazanýyor. Oysa kendini fizik, kimya veya matematiðin yapraklarýndan kurtarýp, sosyal anlamda da geliþtirmiþ olan bir gencin, bu kültür deðiþiminden daha fazla fayda saðlayacaðý da kesin görünüyorken.. Bunun yanýsýra, sýnavý kazansanýz da, maddi durumunuzun belli bir düzeyin altýnda olmasý gidiþinize engel teþkil edebiliyor. 1980’lerde durum böyle deðildi. Ailelerimiz çok da büyük paralar ödemeden, hatta neredeyse “gönlünüzden ne koparsa” benzeri bir tutum hakimdi. Ayrýca yurtdýþýna yollanan öðrenciye AFS yönetimi aylýk harçlýk verirdi: 20 dolar! Daha idealist çalýþma koþullarýna sahip bir AFS yönetimi sayesinde bu güzel deneyimi yaþamýþ olmak, bunca yýl sonra bile gurur veriyor. Ama tabii ki, ekonomik krizler birçok iþ alanýnýn ideallerini alaþaðý etti.
Birinci sýnava hazýrlanýrken sürekli olarak son aylarýn aktüelite ve sanat dergilerini okudum. Genelde bu konulara uzak deðildim ama Türkiye’de öðrenci olmak demek, sadece ders kitaplarýna gömülmeyi gerektiriyor. Ders dýþýnda bir aktivite yapmak, hobilere vakit ayýrmak özellikle lise döneminde zordur, hepimiz biliriz bunu. Hafta sonlarýnda arkadaþlarla gezmek, ders çalýþmaya ayrýlacak o “deðerli” vakitten çalmak demektir. Zaten gezmeye kalksanýz da vicdan azabýyla dönersiniz eve: “halbuki ben bu 3 saat içinde þu kadar test çözerdim” gibisinden sözlerle hariçten gazel okuyan bir vicdan bize daha ilkokulda enjekte edilir. Ucunda geleceðinizle oynamak vardýr. Üniversite sýnavý denen bela, her an hacze gelecek memur gibi sizi ürkütür durur. 7 yaþýndan itibaren, ta 17 yaþýnýzdaki birkaç saatlik sýnava hazýrlanýrsýnýz, hem de yýllarca ne için çalýþtýðýnýzý bile bilmeden. Ailemin maddi-manevi emeklerini boþa çýkarmamak olarak gördüðüm bu çalýþma yýllarýnda, yine de sosyal ve kültürel dünyadan hiç olmazsa okuyarak uzak kalmamaya çalýþmýþlýðým, beni ilk sýnavý geçerek ödüllendirmiþti. Sýnava gitmek için bindiðim otobüste bile son Oscar’larýn sahiplerini ezberlemeye çalýþtýðýmý hatýrlýyorum. Aslýnda dersler dýþýnda vakit ayýrmayý çok da isteyebileceðim uðraþlarým olabileceðini bile çok sonradan farketmek üzücü. Sýnavlarýn bu tür bir öðrenciliðe peþkeþ çeken bir AFS sýnavýna dönüþmüþ olmasý ondan da üzücü..
Ýlk sýnav, alýþtýðýmýz fizik, kimya, matematik vs sorularýndan çok farklý bir içeriðe sahip olduðu için eðlenceli bile geçti diyebilirim; kaldý ki üniversite sýnavýna çalýþan bir lise son kölesi olarak böyle hissetmem beklenir bir durumdu. Bu sýnavýn sonucu açýklandýktan sonra ikinci için zaten yapacak bir þey kalmamýþtý. Çünkü bu aþamada, 6-7 tane eski AFS’linin önünde tüm gözler üzerinizde olarak, hafif yollu bir sorguya tabi tutulacaktýk. Jüridekilerin o günkü ruhsal durumlarýndan tutun da, “mülakat” denen muðlak eleme yönteminin dinamiklerinin iþleyiþine kadar bir sürü karmaþýk bileþenle baþetmek durumundaydýk. Beni bu sýnavda, “nasýlsa gitmeyeceðim” alt düþüncesi, jüri önünde kasýlmaktan kurtardý.
Ben anneme “valla gitmem” sözleri veredurayým, feci soðuk bir þubat günü saatlerce beklediðimiz, 2. aþama olan sözlü sýnava girdim. Sýnava kendi lisemde girmiþliðim de rahatlatýcý bir faktördü sanýrým. Bekleme sürecinde ortalýkta sürekli koþuþturup duran bir AFS görevlisini hatýrlýyorum; sonradan öðrendim ki adý Tahir’miþ. Bu kiþiye ileride tekrar deðineceðim, deðinmem lazým, deðinmezsem olmaz, ayýp olur, zaten deðinmezsem öncelikle ben çatlarým. Çünkü Amerika’dan döndükten yýllar sonra bu kiþi benim hayatýmý deðiþtirdi.
“Mülakat” sýrasýnda sorulan sorular genelde beni tanýmaya yönelikti. Bir yýl boyunca yaþanacaklarla baþetme düzeyimi ölçmeye yönelik, arada da genel kültür soslu sorulardý. Yalnýz unutamadýðým bir soru, son günlerde okuduðum kitabýn adý ve beni nasýl etkilediði idi. Ýþte bu noktada Prosper Merimeê’ye teþekkür borçluyum. Onun eseri olan “Carmen” idi son okuduðum kitap. Jüridekilerin hepsi sýnavý, o ana kadar gayet ýlýman yaklaþýmlarýyla sohbet havasýnda sürdürürlerken, içlerinden biri beni, ille de falso vermem için zorlar gibiydi. Carmen’i okumuþ olmama þaþýrmýþlýðýný bastýrmaya çalýþýrken bile, nasýl olsa etkilendiðim noktayý anlatýrken çuvallarým hevesinde gibiydi. Oysa ben Carmen’in özgürlük sevdasýný ve baþkaldýran halini öyle bir anlattým ki, diðer üyeler bile onu artýk beni daha fazla sýkýþtýrmamasý gerektiði konusunda uyarmak zorunda kaldýlar. Ben çýkarken içim rahattý ama sadece o kiþiye inat sýnavý kazanmak istemiþtim. Hala da hýncýmý alabilmiþ deðilim galiba o kiþiden.. “Sevgili Ahmet K, sadece bana deðil, herkese karþý takýndýðýn “tekere çomak sokmak” tavýrlarýný sonradan öðrenmek içimi rahatlattý ama beni sýkýþtýrmandan hiç hoþlanmamýþtým”.. ohh be rahatladým!!!
Beni merak edip okula gelen ablamla eve döndük. Öyle üþümüþtüm ki, vücudumun kýrýklýðýndan ve yorgunluktan bitap kendimi yataðýma attým; saatlerce uyudum. Akþamüzeri AFS gönüllülerinden, ki bu kiþiler daha önce ayný yollardan geçerek AFS öðrencisi olarak A.B.D.’de 1 yýl kalýp dönmüþ kiþilerdir, bir telefon geldi. Verdiðim sözler hafif hafif buharlaþmaya baþlýyordu, çünkü sýnavý kazanmýþtým ve sýnavlar bittikten sonra ilk bizi ziyarete geliyorlardý. Bana ve aileme, AFS öðrencisi olarak A.B.D.’ye gitmenin ne demek olduðunu, ayrýca yönetime ne görevler düþtüðünü anlatmak üzere geleceklerdi; yani tam bir “haklar-görevler” semineriydi. O ana kadar sesini çýkarmayan babam, bu isteði gururla kabul etti. Aslýnda bu haber hepimizi sevince boðdu. Ben hemen o gün sýnavda giydiðim, yegane elbisemi yeniden giydim. Sanki görücüye çýkacaktým, gerçi görücüye çýksam, ki çýkmazdým, böyle sevinçli olmazdým.
O gece, eski AFS’liler olan bir bay ve bayanýn bizi aydýnlatmasý aðýrlýklý güzel bir gece geçirdik. Anlattýklarý herþey gözlerimi parlatýyordu. Yavaþtan “boþver verdiðim sözleri, sözünü tutmayan ne ilk ne de son insan ben olacaðým” diyerek geçirdim saatleri. Onlarýn ardýndan kapýyý kapatýp da, annem, babam, ablam ve ben baþbaþa kaldýðýmýz dakika “ben gidiyorum, bu fýrsatý kaçýramam!” dedim. Ve babam ilk kez bir yorum yaptý: “Evet bence de gitmeli.”
O an tüm gözler, sanki birer kamera gibi evin annesine odaklandý, annem sararmýþ, bozarmýþtý. Hayalkýrýklýðý, aldatýlmýþlýk, yalnýz býrakýlma, evlat sevgisi ve onun elinden kayýp gitme korkusu, ve kendini toparlayýp karþý durmaya ataklanmanýn getirdiði çalkalanmalarý yüzünden ve masmavi gözlerinden okumak mümkündü. Gerçekten de annemi kandýrmýþ gibi oldum, hiç de hesapta yokken...
Bundan sonraki aylar kafamý Amerika’ya gitme olasýlýðýna fazla takamadan ve üniversite sýnavýna hazýrlanmakla geçti. Arada bir annemin aðlama seanslarýna katlanma ve bunun sonucunda her defasýnda gitmekten cayma ritüelleri ardarda geldi. Bir gün iyice bezmiþ olmalýyým ki, anneme: “ Anne sen ne kadar bencilce bakýyorsun bu olaya! Burada benim geleceðim söz konusu. Her þey yolunda giderse, kazanacaklarým beni bir ömür boyu taçlandýracak, yeter aðlama artýk, gideceðim iþte!” dedim. Genelde anneme asla sesini yükseltmeyen bir evlat olduðum halde bunu söylemek sanki artýk þart olmuþtu. Bu son oldu; annem benim ayrýldýðým güne deðin bir daha aðlamadý, ama ben dönene kadar da susmamýþ! Ben bunu ancak dönünce öðrendim.
1981’in mayýs ayýnda Amerika’dan bir mektup geldi. Elle yazýlmýþ, 2 tane de fotoðraf yollanmýþtý. Bana uygun görülen aile Hint ve Arap kökenli, 2 kýzý olan bir aileydi. Baba üniversitede tarih profesörüydü, anne öðretmendi, küçük kýz benim yaþýtýmdý, büyük kýz da o sene Washington’da Georgetown Üniversitesi’ne baþlayacaktý. Bana onun odasý verilecekti. Anlaþýlan onlarýn da müslüman olmasý, benim onlarla daha mutlu olacaðýmý düþündürmüþtü bu eþleþmeyi yapanlara. Oysa falso daha bu noktada baþlýyordu: AFS öðrencisi olmanýn hedefi, farklý bir ülkede, anadili o ülkenin dili olan, o kültürde doðup büyümüþ bir aileye 1 yýl konuk olmaktýr. Amerika’ya gidip, evinde gerek duyuldukça ingilizce konuþan ve sadece kendi öz kültürünün insanlarýyla vakit geçiren, kendisi bile o ülkeye yabancý bir aileye gitmek deðildir. Sonradan da anlaþýldýðý üzere, bu aile AFS ailesi olmayý, çevresinde kabul görme ve “seçilmiþ aile” olma vesilesi olarak görmüþ ve ben de kurban edilmiþtim. Toplum içinde AFS ailesi olmak önemli bir kriterdi; çünkü seçilebilmek zordu. Seçimi yapan gönüllü kiþiler, yabancý öðrenci alabilmeleri için bazý zorunlu özelliklere sahip olan aileler arasýndan seçim yapýyordu. Bunlardan en önemlisi toplum içinde kabul görmüþ, sevilen, her 2 ebeveynin de hayatta ve hala evli olduðu, en azýndan 1 tane yaþýt tercihan hemcins evlat sahibi olmalarý, ailevi sorunlarý olmayan ve maddi imkanlarýnýn yeterli bir aile olmasý idi. Baþvuru sonrasýnda aday aileler sýrayla, evlerinde ziyaret edilip, rapor hazýrlanýyordu.
Ben evdekilere pek hissettirmemekle birlikte, bana “uygun” görülen aileden pek de hoþnut olmadým. Resimlerindeki bakýþlarda hiçbir sýcaklýk yakalayamamam beni ürkütmüþtü. Fakat evin babasýnýn elinden çýkan mektup sýcak bir dille yazýlmýþ idi. Kendilerini tanýtýyordu ve benim oraya varacaðým günlerde Ýngiltere’de tatilde olacaklarýný, o nedenle de beni o bölgenin AFS yönetiminde görevli bir bayanýn karþýlayýp, 2 gün onun evinde kalacaðýmý belirtiyordu. Ýlerleyen günlerde bu bayandan da bir mektup geldi. O da kendi ailesini tanýtýp, resimlerini yollamýþtý. Her 2 mektupta da beni dört gözle bekledikleri bildirilmiþti. 2 mektuba da teþekkür edip, bir takým bilgiler almak istediðimi yazdým. Allah biliyor, asýl ailemin, bu geçici ailenin olmasýný nasýl da diledim... Bu, amerikalýlara sempati duymamla ilgili deðildi. Gelen fotoðraflarda asýl ailemin bireylerinin gözlerinin anlattýklarýyla ya da anlatamadýklarýyla, amerikalý geçici ailenin gözlerindeki ýþýltý arasýnda belirgin bir fark vardý. Milliyeti ne olursa olsun, insan ruhunun özellikle gözler aracýlýðýyla ilettiði mesaj çok anlamlý.. Ben de bu bakýþlardaki karanlýk mesaja takýlmýþtým, hala da gözümün önündedir, o bakýþlar; bir gülücük ýþýltýsýndan yoksun, çekilmesi istenmiþ bir fotoðrafýn çekeninin önünde dikilmiþ aile bireylerinde hiçbir mutluluk iþareti yoktu. 17 yaþýnda bir genç kýz için bunlarýn önemli olmasý, ona çok görülecek bir þey de olmasa gerek.

                                   Temmuz, 1981

Yaz geldiðinde artýk herþey neredeyse kesinlik kazanmýþtý. Aðustos’ta yola çýkýyordum. O sene ilk kez uygulamaya giren 2 aþamalý üniversite sýnavlarý sonucunda Diþ Hekimliði Fakültesini kazanmýþtým. Kaydýmý dondurmaya babamla gittik. Hayatým boyunca en sevindiðim anlardan biri, bu sýnavý kazandýðým andýr. Daha sonraki büyük sevinçlerimin de çoðunun sýnav kazandýðým anlar olacaðýný ileride görecektim. Hepsinde de dünyaya baðýra baðýra duyurmak isteðiyle kývrandým. Yolda yanýmdan geçenleri durdurup: “biliyor musunuz ben þu þu sýnavý kazandým!!!” deyip sarýlasým gelmiþtir. Sanki hayatým garantiye alýnmýþtý o sene: AFS ve üniversite!
Babamla, o yýllarda hala Ýzmir’in her türlü alýþveriþinin yapýldýðý tek semti olarak en makbul yeri kabul edilen Kemeraltý’na gidip gidip, tipik türk hediyeleri aldýk yaz boyunca: bakýr tabaklar, nazar boncuklarý, türk kahvesi, kuru incirler, kuru üzümler... Bir defasýnda da hayatýmda gördüðüm en büyük valizi almaya gittik. Gideceðim yer Wisconsin eyaletindeki Milwaukee þehriydi. Michigan gölü kýyýsýnda bir þehirdi ve kuzeyde olmasý nedeniyle, kýþlarý soðuk geçiyordu; o nedenle mektuplarda kalýn giysiler getirmem öneriliyordu. Götüreceðim sayýsýz kalýn kazaklarým ancak sýðardý.
Yerim belli olmadan önce hep bir deniz kýyýsý olmasa bile, bir parça suyun kýyýsý olmasýný dilemiþtim; deniz çocuðu olarak büyümüþlüðüm beni, sokaklarýnýn sonunda bir birikinti de olsa su görmek istemeye alýþtýrmýþtý beni. Deðil bütün bir yýl için gideceðim yerde bunu istemek, birkaç günlüðüne Ankara’ya bile gitsem, ben bu arayýþa giriyorum. Öylesine önlenemez bir istek ki bu, Ankara içinde havuzlar dýþýnda bir yerde topluca su görmeme imkan olmadýðýný kesinlikle bilmeme karþýn, her sokaðýn sonunda ya da her köþeyi döndüðümde deniz görecekmiþim beklentisi ile dolaþýrým. Sanki denizi olmayan bir yer olamazmýþ gibi gelir bana hep. Ýzmir’de günler geçip de denizi görmesem bile, onun orada olduðunu, her istediðimde ya da istemesem bile karþýma çýkacaðýný bilme garantisi, böylesi bir beklenti yumaðýna dönüþtürmez beni. Sanýrým o yüzdendir ki, yaþamýný Ankara’da sürdürmek zorunda kalan Ýzmirlilerde orayý bir türlü tam sevememek gibi bir duygu geliþiyor. Denizle hiç bir þey yapmasanýz bile, arada bir gidip onu görmek ve ona “seni sýk sýk görmeye gelemiyorum, ama biliyorum ki hep buradasýn. Sen sadýk ve sabýrlý bir dostsun. Görüþmek, aranmak istekleriyle beni sýkýþtýrmayan, sitem etmeyen ama her geliþimde de kaldýðýmýz noktadan sohbete devam etmemizi saðlayan bir dert ortaðýsýn” demek bile yeter. O nedenle koskoca Michigan gölü kýyýsýnda olacaðýmý öðrenmek beni ferahlatmýþtý. Sonradan anlayacaktým ki, göl o kadar büyüktü ki, karþý kýyýsýnýn bile görülemiyor olmasý, beni deniz kýyýsýnda yaþadýðýmý sanacak kadar etkileyecekti.     
Ýzmir’den ayrýlma vakti gelene kadar, gittiðimiz yerlerde tanýtým amacýyla iþimize yarar gerekçesiyle, yine Ýzmir’den sýnavý kazananlar bir araya gelip folklor dersi aldýk. Bir ekip oluþturup Fethiye yöresinden oyunlar öðrendik. Yýl içinde bir arada olamasak da iþimize yarayacak bir tanýtým olacaktý; yalnýz dahi oynamalýydýk gerekirse. Ama öncelikle bunu New York’taki kamp sýrasýnda oynamak ve ülkemizi tanýtmak amacýyla yaptýk. Hafta sonlarýnda bir okulun bahçesinde toplanýp çalýþtýrýldýk.


                         13.Aðustos, 1981

Oryantasyon kampý için Ýstanbul’a gittik. O yýllarda “Caddebostan Kýz Kampý” olarak anýlan geniþ alanda eski bir binada kýzlar, dýþarýdaki barakalarda erkekler kalýyordu. Baþýmýzda “chaperon” adý verilen gönüllü eski AFS’li aðabey ve ablalarýmýz vardý. Bizim, memleketi terketmemizle karþýlaþabileceðimiz sorunlardan, kültür þoku kavramýna, tüm yýl boyunca yaþanabilecek deneyimlerden, oranýn adetlerine kadar akla hayale gelmeyecek binbir konuda eðitilmemizi saðladýlar. Burada öðrendiðimiz en önemli þeylerden biri, gideceðimiz ülkenin toplumsal ve kültürel yapýsýnýn bizimkinden çok farklý oluþu idi. O yýllarda, Türkiye ile A.B.D. kýyas götürecek durumda bile deðildi. Herkesin free-shop’lardan karton karton sigara, çikolata, parfüm vs ýsmarladýðý dönemlerdi. Amerika’yý ve Amerikalýlarý sadece Dallas, Arsen Lupen, Kaçak, Bonanza gibi dizilerden biliyorduk. Kullandýklarý otomobillerin hepsi büyük ve geniþti; evin içinde ayakkabý ile dolaþýrlardý, büyüklerinin yanýnda bile istiflerini bozmadan ayaklarý sehpaya uzanmýþ olarak otururlardý, patronlar ayaklarýný masaya dayayýp puro içerlerdi, þehirler gökdelenlerle doluydu, þehir dýþýnda ise uçsuz bucaksýz araziler içinde çiftlikler vardý, en ufak bir kaza ya da hastalýk anýnda ambulans 2 dakika içinde gelirdi, polis her türlü yasadýþý olayý þýp diye çözerdi. E tabii biz bu yalan yanlýþ bilgilerle donanmýþ iken, bizi eðitim kamplarýnda günlerce tutsalar yetmezdi.

Kültür þoku konusuna özellikle deðinilmesi gereði hissedilmiþti. Türkiye’nin dört bir yanýndan gelen biz gençlerin, Amerika gibi bir yere uyum saðlamasý zor olacaktý. Televizyon kanalý olarak sadece TRT’yi (o zamanlar TRT, “1” numarasýný bile almamýþtý) bildiðimiz, renkli televizyonu hayal bile edemediðimiz, kredi kartý ve ATM’lerin adýný bile bilmediðimiz, 18 yaþýn ne önemli olduðundan bihaber olduðumuz yýllardý. Her ebeveynin bir otomobili olabileceðini, bir evde birden fazla radyo, televizyon, telefon olabileceðini, kat kaloriferi ile ýsýnýlabileceðini, lise öðrencisi bile olsak haftasonunda dýþarý çýkmanýn doðal karþýlanabileceðini, “parti” kavramýnýn ne olduðunu, ebeveynlerin ne kadar uzaða gidersek gidelim gezmeye gittiðimiz yerden gelip bizi alabileceðini, okula forma giymeden ve hatta bisikletle gidilebileceðini, yemeklerde farkýna varmadan da olsa domuz eti yenilebileceðini, kýz-erkek iliþkilerinin burayla kýyaslanamayacak kadar farklý olduðunu öðrenmeden gitmemiz istenmiyordu. Amerikalý ebeveynlerin çocuklarýna gösterdiði hoþgörünün muhtemelen bize de gösterileceði ve bunun istismar edilmeden deðerlendirilmesi gerektiði üzerinde duruldu. Hah iþte tam bu noktada biraz durmak istiyorum... Son güne kadar annemle babam, gideceðim evin anne ve babasýnýn sözünden çýkmamamýn ve mümkün olduðunca herþeyi onlara danýþmamýn uygun olacaðý, rýzalarý olmadýkça bir þey yapmamam gerektiði konusunda didiklediler beni. “Kabaca” düþününce çok haklýydýlar. Ýþin doðrusu ben de “genel olarak” bu tavrý onaylýyordum. Çünkü hiç bilmediðim bir ortama girecek olmak temkin istiyordu. Sonuçta oralarý en iyi bilen kiþiler içinde bana en yakýn olanlar, kalacaðým aile olacaðýna göre, sözlerini kâle almaktan baþka çarem yoktu. Örneðin akþam dýþarý çýkmak konusunda, tüm Amerika çýkabilse dahi, ailem izin vermezse evde kalmalýydým; çünkü onlar doðruyu o koþullar altýnda benden daha iyi bileceklerdi. Ben her ne kadar kendine güvenen ve ayaklarý yere basan biri olduðuma inansam da, danýþmak mutlaka gerekiyordu. Annemle babam, bu baðlamda Müslüman bir aileye gidecek olmamdan hoþnuttular. Yani bu kesinlikle dini inançla ilgili bir hoþnutluk deðildi; sadece benzer altyapýlarýmýz olabileceði ve aile kavramýnýn Amerikalýlarýn aile anlayýþýndan daha türkvari olabileceði varsayýmýndan kaynaklanýyordu. Ahh Amerikan dizileri ahh! Gerçekten de Amerikalýlarýn þikayet ettikleri kadar varmýþ.

Tüm bu ve buna benzer uyarý ve simulasyon çalýþmalarýnýn sonunda hep söylenen þu oldu: “Çok farklý bir topluma dalýþ yapmak üzeresiniz, bir süre için çalkalanma ve uyumsuzluk yaþamanýz çok doðal. Bunu sorun etmeyin ve alýþmaya çalýþýn. Bu demek deðildir ki, kendi deðerlerinizi unutun ama öyle bir dengeye gelin ki, ayný tencerede hem sizin hem onlarýn hamuru karýþýrken, istediðiniz anda da ayýrmasýný becerebilin. Ama herþeye raðmen gittiðiniz aileyle kiþisel sorun yaþarsanýz ve bu dayanýlmaz olursa, aile deðiþtirme hakkýnýz da var, o nedenle kendinize fazla da yüklenmeyin. Sadece karar vermeden önce hem kendinize, hem de çevrenize zaman tanýyýn.” Bu uyarý ve önerileri zihnime çaktýðýmý hatýrlýyorum. Gittikten bir süre sonra olanlarý deðerlendirirken, bunlarý biraz fazlaca ciddiye aldýðýmý anladým. Çünkü olumsuzluklara gereðinden fazla sabýr göstermek, aldýðýmýz eðitimin köþetaþlarýndan deðildi. “Alýþacaðým, þýmarýklýk etme ve sabret!” diyerek geçirdiðim aylarda yaþananlar, beni olgunlaþtýrdý ama bir o kadar da üzdü.

Hem çok bilgilendiðimiz, hem de müthiþ eðlendiðimiz bir 3 gün geçirdik orada. Bu süre içinde ailelerimizle görüþmemiz yasaktý. Kamp bitiminde 1 gece ailelerimizle kalýp, ertesi gün yola çýkacaktýk. Kamp sonrasý, tüm öðrenciler ve aileleriyle bir “veli toplantýsý” yapýldý. Ailelerimiz de tekrar bilgilendirildi. Üzerinde durulan konulardan biri de yanýmýza fazla aðýr ve büyük valiz alýnmamasý idi: ben bu konuda sýnýfta kaldýðýmý hissettim, çünkü en büyük ve en aðýr valiz benimkiydi; malum nedenden dolayý.

Bu noktada yine anne-baba olmanýn zorluðu takýlýyor aklýma. O koca valize ne koyacaklarýný bilemediler. Her eþyayý “ya bu da lazým olursa” diyerek ve oralarda param yetmez de alamazsam endiþesiyle doldurdular da doldurdular. Giysilerimin arasýna sýkýþtýrdýðým þeylerden biri de, saatçi olan dayýmýn bana hediye ettiði çalar saatti: bu saat, kapalýyken mücevher kutusu gibi görünen, açýldýðýnda üçgen þeklini alan saatlerdendi. Arkasýndaki ayar düðmelerinin arasýna, küçük bir not yazdýrmýþtý, bir kuyumcu arkadaþýnýn yardýmýyla: “Sevgili Müge, saðlýkla kullanman dileðiyle”. O saat beni her sabah uyandýran sesiyle, tüm yýl baþucumdaydý.

                                             17.Aðustos.1981

Valiz baþýma dert olmadan gümrükten geçti; ama geçene kadar da içim içimi yedi.
Ailemden ayrýlmadan önce Ýstanbul’daki akrabalarýmýzda kalarak geçirdiðimiz son geceye dair belirgin bir aným yok. Gidecek oluþumu öylesine hazmetmiþ, öylesine hazýrdým ki...
Havalimanýna sülalece gittik. Ortalýk tam bir kargaþa halindeydi. Vedalaþayým derken, bir anda geri dönülemeyecek noktayý geçmiþim. Hem ömrümde ilk kez havalimaný görüþüm ve neyin nerde nasýl iþlediðini bilmeyiþim, hem de grup baþkanlarýnýn peþinde, elimize pasaport bile almadan sürü halinde yönlendiriliþimiz, annemlerle hakkýyla vedalaþmama engel oldu. Belki de bir anlamda böylesi daha iyi oldu. O kargaþa içinde olmasaydýk, annem-babam ve ablamla ciddi ciddi vedalaþmaya dayanmak zor olacaktý; kopabilmek güç gerektirecekti. Hele... Hele benden “gitmem” sözlerini alarak beni sýnava uðurlayan annem ile ne hallere düþerdik bilemiyorum
Geri dönemeyeceðimi anlayýnca sürüyü takip ettim ve sonunda ana binadan çýkýp, bizi uçaðýn yanýna götürecek olan otobüsün kapýsýnýn önünde durdum. Arkamý dönüp yukarý baktýðýmda, yolcu salonunun penceresinden bizimkileri bana el sallarken gördüm. Ýþte o an!! O an sanki tüm dünya, zaman, mekan, insanlar, kýsacasý herþey durmuþtu. Hani filmlerde olur ya, baþrol oyuncusunun gözünde sadece baktýðý þey ya da kiþi nettir, gerisi bulanýktýr, hatta donmuþtur; aynen o histi o andaki. Öyle bir an ki, geri dönsem, bir daha elde edemeyeceðim bir sürü güzelliði ve avantajý tepmiþ olacaktým; devam etsem, koca bir yýl boyunca ailemi hiç göremeyeceðim ve kim bilir neler kaçýracaðým, yani hastalýk var, ölüm var; aklýmda “ya birine bir þey olursa, ya ben yetiþemezsem, ya çok piþman olursam” sorularý uçuþuyor. Ýzmir’den ayrýlmadan önce 86 yaþýndaki dedeme “ayaklarýný sýký bas, bekle beni” diye tembihlemiþtim. Ýyi de ben bunlarý çoktan düþünmemiþ miydim, hepsini göze almamýþ mýydým? Evet, düþündüm ama galiba hep iyiyi düþündüm: “olmaz bir þey” tevekkelliðiyle geldim bugüne ve bu noktaya. Ýþ ne zaman ki eþiði atlayýp, 1 yýl dönmemecesine yürüyüp gitme anýna geldi, ben çakýlýp kaldým. Annem masmavi bakýyordu, babam ermiþ gibi olgun ve sevecen bakýyordu, ablam gülümsüyordu; yýllardýr sözlü-niþanlý idi ve artýk fakülteyi bitirmiþ, evlenebilecekleri zaman gelmiþti, ama düðünlerinde ben olmadan olmazdý, benim dönmemi bekleyeceklerdi. Hiç engel olmadý gitmeme, hep destek oldu; bunca yýl beklemiþlerdi, 1 yýl daha beklerlerdi. Sanki sadece kendimi ve üçünü gördüm “o an”da. Aðýr çekime alýnmýþ bir filmin karesindeydik. Aylar boyu sel gibi akan her gün her hafta tuzla buz olmuþ, o kýsacýk an uzamýþtý da uzamýþtý. Sonunda dönebildim, ilerledim, otobüsün basamaðýndan atlayýp, pencerenin önünde bir yere geldim, yapýþtým. Onlar da ben de son bakýþýn tadýný çýkarmaya çalýþtýk sanki. Sonradan hatýrladým da, bir karar el sallayýp, öpücük yollayýp durduk boþluklara. Otobüs yürüdü, ilerledikçe, önce netlikleri gitti, sonra gözden kayboldular el sallayan diðer hasretçilerin arasýnda. O anýn bir defter olduðunu ve geçici olarak kapandýðýný düþündüm. 1 yýl sonra araya koyduðum ayraçtan açýp, kaldýðýmýz yerden devam etmek üzere. Ömrümde ilk kez bineceðim uçaðýn heyecaný sardý bu defa da içimi; hala çocukmuþum...

Elveda memleketim

Uçak, Pakistan Havayollarý’na aitti. Müthiþ bir heyecan, eðlence ve kargaþa içinde yerleþtik. Ancak sonradan öðrendim ki, uçak havalanýp da yerden kesilince, ablam öyle bir aðlamýþ ki baðýra baðýra: “kardeþimmmm...” diye...
Uçak tam bir eðlence yeriydi. Açýkçasý ben hiç kimsenin aðlayýp sýzlandýðýný hatýrlamýyorum. Birkaç saatlik yolculuktan sonra Frankfurt’a indik. Türkiye’den direkt uçak seferleri o yýllarda henüz baþlamamýþ olduðundan aktarma yapacaktýk. Bu nedenle de bir gece Frankfurt’ta “Youth Hostel” denen gençlik misafirhanelerinden birine yerleþtirildik. Tüm bunlarý baþýmýzda hiçbir büyük olmadan yapýyorduk. Sadece, grup içinden ingilizcesi çok iyi olan ve tüm grubu yönlendirebileceðine güvenilen 2 arkadaþýmýz bize baþ olmuþlardý. Onlarý Ýstanbul kampý sýrasýnda þaperonlarýmýz seçmiþti. Sonuç olarak 16-17 yaþlarýndaki 75 kiþilik bir grup, yine ayný yaþlarda 2 çocuðun peþinde gidiyorlardý dünyanýn öbür ucuna. Ama haklarýný da yememeliyiz, iþlerinin hakkýný verdiler.
Frankfurt havalimanýnda bizi alman AFS’sinden görevliler karþýladýlar ve geceyi geçireceðimiz yere götürdüler. Yatakhanelerde de muhabbet, eðlence doludizgindi. Fakat çok yorgunduk ve ertesi gün daha da yorucu olacaktý; o yüzden yataklarýmýza yapýþtýk.     
                                             18.Aðustos.1981

Yeni dünya bizzzz geliyoruuuuz!

Frankfurt’tan bindiðimiz Lufthansa uçaðý, Paris’te birkaç saatlik mola verdi. Çok da fazla daðýlmadan havalimanýnda dolandýk, etrafa inanamaz gözlerle bakarak. Kendimizi, uçaðýn ve binanýn pencerelerinden görebildiðimiz kadarýyla Paris’e de gitmiþ kabul ettik. Daha sonra git git bitmeyen bir uçak yolculuðu sonunda New York’taydýk; inanýlýr gibi deðildi. Özgürlük anýtýný görelim diye hepimiz uçaðýn bir tarafýna yýðýlmýþ, birbirimizi itip kakýyorduk. O güne kadar Amerika’yý sadece “Dallas” dizisinde görmüþ biz Türk çocuklarý olarak heyecandan ölecektik. Ýlerleyen aylarda, bana ülkelerini nasýl bulduðumu soranlara, “biz hep Dallas gibi yaþamlar var burada sanýyorduk” dedikçe amerikalýlar çok bozuldu. Bizim “Geceyarýsý Ekspresi”nden edinilen izlenimlere kýzdýðýmýz gibi.. Dünyamýz ne kadar iletiþimsiz bir dünyaymýþ o zamanlar. Tek bilgi kaynaðýmýz tek bakýþ açýsýndan çekilmiþ film ve dizilermiþ de haberimiz yokmuþ.
New York’a iniþimizle artýk yetiþkinlerin ellerine emanet olduk. Ýndiðimizde hava öyle güzeldi ki, sanki güneþ bile baþka parlýyordu oralarda. Bizi alandan alýp da bindirdikleri otobüste, bir baþka ülkeden gelmiþ ilk AFS’li öðrenciyle karþýlaþtýk; o da Avusturya’dan geliyordu; ayný kadere doðru yola çýkmýþtýk. Hepimiz yüzlerimizi otobüsün camlarýna yapýþtýrýrcasýna þerit þerit otobanlara, hepsi de salon-salomanje otomobillere, týkýr týkýr iþleyen trafiðe, sokaklarýn temizliðine ve alabildiðine uzanan yeþil alanlara bakakaldýk. Görüntülere doyamadan, bizi bir üniversitenin yurtlarýnýn bulunduðu kampüse ulaþtýrdýlar: C.W. Post’a. 2 gün bu yurtlarda yeni bir kamp sürecine girecektik.
Herkes birlikte kalmayý arzu ettiði arkadaþýyla odalarýna yerleþti. Ben Ýzmir’den de arkadaþým olan Nil’le, olanlara inanamaz bir haldeydik odamýzýn kapýsýný kapatýp da yalnýz kaldýðýmýz anda. Yurtlar 2 katlý binalardan oluþuyordu ve her binanýn bir “anne ve babasý” vardý: o binadakilerden sorumlu ve bir sorun olursa ilk andan bulmamýz gereken kiþilerdi (Mr. And Mrs. Kennan) Çok sevimli bir çifti.. Bize gerçekten de çok sýcak davrandýlar.
Kampta binlerce öðrenci vardý, dünyanýn dört bir yanýndan gelen; her ýrktan, neredeyse her dilden ve dinden, her renkten. Sanki her yerden koþa koþa birbirimizi görmeye gelmiþtik; herkes öylesine sýcak ve sevecendi ki.. Yarým yamalak Ýngilizcelerimizle dahi anlaþmanýn bir yolunu buluyorduk. O zaman anladým ki, dost olmaya niyet etmekle baþlýyordu dünyanýn sýnýrlarýnýn yok olmasý ve diller farklý bile olsa, gözler anlatýyordu tüm sýcaklýðý.
Tabii ki en sýcak insanlar da latinlerdi. Bu kampýn asýl amacý olan eðitimler bittiði dakika, kampüs daimi bir parti alanýna dönüþüyordu ve sanki bu partinin ev sahipleri de latinlerdi. Özellikle Brezilyalýlar, ellerindeki içilmiþ kolalarýn teneke kutularýna minik taþlar koyup aðýzlarýný da kapatarak, enstrümanlarý hazýr hale dönüþmüþlerdi. Ayrýca hoparlörlerden sürekli müzik yayýný yapýlmaktaydý. AFS yönetimince yapýlan programlara göre, her ülke bir þov sunmakla görevliydi. Ben eðitim, yemek yemek, uyumak, kendi arkadaþlarýmla vakit geçirmek dýþýnda latin faaliyetlerinde bolca vakit geçirdiðimi hatýrlýyorum. Onlarca metre uzunluðunda kuyruklar oluþturup, elimizde teneke kutular, onlarýn þarkýlarý eþliðinde kampüste turlar attýðýmýzý da... Þu an hala boynumda olan gümüþ zincir de o günlerde tanýþtýðým ve yýllarca mektuplaþtýðým bir Brezilyalýnýn armaðanýdýr. Henrique ve Debbie adýnda 2 arkadaþ tanýdým.
Þov konusunda hazýrlýklý idik; Ýzmir’de hazýrladýðýmýz halk oyununu orada oynadýk, ayrýca bir kýz arkadaþýmýz da muhteþem bir oryantal dans gösterisi sundu: tam 3000 kiþiye! Hala, “o kadar kalabalýða dansetmek bir daha nasip olmadý” der... Afrika kabile danslarýndan, kiþisel gösterilere kadar çok geniþ yelpazeli birkaç gece geçirdikten sonra, herkesin kalacaðý þehre doðru yola çýkma saatleri belli oldu. Uzak olanlar uçakla, yakýn olanlar otobüsle gidecekti. Örneðin; Kaliforniya yolcularý uçakla, Pennysylvania yolcularý otobüsle... Ben de Wisconsin’e gideceðimden, payýma otobüsle gece yolculuðu düþmüþtü. Benim gideceðim yerden daha uzak ama yine de otobüs yolculuðu yapacak olan arkadaþlarým benden daha önce yola çýktýkça, onlarý uðurladýkça kendimi kötü hissettim. Sanýrým ilk kez orada aðladým, yalnýz kalmaya baþlýyordum. Eðlence bitiyordu. Nil benden önce gitmiþti...





                                   



          20.Aðustos.1981

Milwaukee’ye Yolculuk zamaný

Sonunda sýra bana da gelmiþ, otobüsüme yerleþmiþtim. Gece yolculuðu yapacaktým. 15:45’te önceden tanýmadýðým bir otobüs dolusu afs’li ile yola çýktýk. Grubun baþý El Salvador’dan eski bir afs’li olan Edquardo Carranzo idi. Bir tek onu tanýyordum, çünkü rastlantý sonucu kamp süresince yapýlan çalýþmalarda bizi eðiten kiþiydi. Yol boyunca bize AFS þarkýlarý öðreterek, eðlenceli vakit geçirmemizi saðladý. Gece uykuya dalana kadar geçen süre içinde yanýma bir ara Ürdünlü bir çocuk, bir ara Kolombiyalý bir kýz ve bir kez de grup baþýmýz oturdu.
Kolombiyalý kýz ve Ürdünlü oðlanla yarým yamalak ingilizcelerle konuþmaya çalýþýp, sonunda evrensel dil olan müzikte karar kýldýk. Bu, bilinçli bir karar deðildi. Ýletiþim kurmada zorluk çektikçe, baktýk ki sohbet ilerleyemiyor, birbirimize kendi dillerimizde þarký öðretmeye baþladýk kendiliðimizden. Ýþte burdan sonrasý çok eðlenceli geçti. Ne anlama geldiðini bile bilmediðimiz sözlerde þarký söylemek üçümüzü de çok eðlendirdi. Kolombiyalý kýzýn, nakaratýný öðrettiði þarkýnýn sözleri hala aklýmda: kalli kalli kalli kalliye niko kalliyes, oooo niko kalliyes...Bu kýzda tipik latin sýcaklýðý vardý ama gözlerinde bir hüzün de seziliyordu; sanki her an aðlayacakmýþ gibi bakan, uzun kirpiklerinin arasýna saklanmýþ simsiyah gözlerdi onunkiler. Onu bir daha hiç göremedim ama þarkýsý kaldý bende.
Ürdünlü Ali ise, ufak tefek yapýlý ve hiç de Ürdünlüyü andýrmayan sarý saçlarý ve yeþil gözleriyle neþe dolu bir çocuktu. Hep kýpýr kýpýr, hep capcanlýydý. Ona öðretmeye çalýþtýðým birkaç þarkýdan sadece “bir mumdur, iki mumdur....” nakaratýný ezberleyebildi. Halbuki benim bile çok da sevmediðim bir þarký olmasýna raðmen onun söyleyebiliyor olmasý beni eðlendirdi. Yýl içindeki deðiþik AFS aktivitelerinde hep karþýlaþtýk onunla. En son da eve dönüþ yolundaki 15 günlük otobüs yolculuðumuz sýrasýnda.. Kader ortaklýðý ülke, dil, ýrk vs farký dinlemiyor. Hepimiz tek ailenin evlatlarý gibiydik.
Sabaha kadar yýkýla döküle uyumaya çalýþtýk. 20 saatlik bir yolculuktan sonra saat 12:00’de Milwaukee’ye vardýk. Her birimizi bekleyen aileler de, yeni doðmuþ bebeðini camýn arkasýndan seyredip, “hangisi bizim bebeðimiz?” benzeri bir heyecanla göz taramasý halindeydiler. Önce otobüsten indik ve tam da otobüsün önünde grup oluþturduk. 1 yýllýðýna yeni kaderlerimize doðru daðýlmadan önce topluca son bir resim çekildik. Þimdi o resme baktýkça, bizi nelerin beklediðini bilmez bir neþeyle poz verdiðimizi görüyorum. (RESÝM)
Ardýndan valizlerimizi seçtik ayýrdýk ve bizi merakla bekleyen topluluða doðru ilerlemeye baþladýk. Ne bekleyenlerin bizi, ne de bizim bekleyenleri þýp diye tanýyabilmemiz mümkün olduðundan, aileler ellerine isimlerimizin yazýlý olduðu kartonlar almýþlardý. Adýmý gördüðüm kartonu tutan elin sahibi, ayný resmindeki gülümsemeyle beni bekliyordu; yanaþtým.. “Merhaba, ben Müge” dedim. Beni öyle sýcak karþýladý ve sarýldý ki, yüreðime deðil sular, çaðlayanlar serpildi: “Hoþ geldin Muyuge!” dedi.. “Hoþbuldum, hoþbuldum!!”

Beni karþýlayan bayan, o bölge AFS’sinin görevlilerinden biriydi: Mrs. Manger. Benim asýl ailem, o günlerde tatil için Ýngiltere’de olduðundan dolayý birkaç günlüðüne bu bayanýn evinde onun ailesi ile kalacaktým. Bu aile, anne, baba, iki kýz ve bir oðuldan oluþuyordu. Anne anaokulu öðretmeni idi. Baba bir kurumda çalýþýyordu. En büyük çocuklarý üniverisede okuyan oðullarýydý: Chris. Onun küçüðü olan kýzlarý DeDe, Endonezya’dan yeni dönmüþ bir afs öðrencisiydi ve çok sempatik bir kýzdý. Halimden anladýðý için bana çok yakýn davrandý, ilk günlerimde çok yardýmcý oldu. En küçükleri olan Anne ise ortaokul yaþýnda kendi halinde bir kýzdý. Anneleri, Mrs. Manger da çok anaç ve sevecendi. Gün boyu herkes kendi hayatýný sürdürürken o, benimle bol bol vakit geçirip, beni ingilizceye ýsýndýrmaya baþladý. En komik hallerimizden biri, onunla mutfaklarýnda sürekli sohbet etmeye çalýþýrken, bana cevabý “evet” ya da “hayýr” olmayan sorular sorduðunda bile, sorusunu yanlýþ anladýðým için bu þekilde cevap vermem ve sorduðunu anlayabilmem için debeleniþimiz oldu. Örneðin kadýncaðýz bana, babamýn ne iþ yaptýðýný soruyormuþ ve ben “evet” diyormuþum. Halimize gülüp durduk hem o günlerde, hem de sonrasýnda. Ýlerleyen aylarda ingilizcem öyle iyi oldu ki, tabii mecburen, zaten hýzlý konuþan bir insan olduðumdan ingilizceyi de hýzlý konuþmaya baþlamýþtým ve Mrs. Manger gösterdiðim ilerlemeye inanamýyordu.
     Ýlk gittiðim gün, yorucu günlerin ve gece yolculuðunun etkisiyle saatlerce uyudum. Uyandýktan sonra ailemi arayýp, sað salim vardýðýmý bildirmemi teklif etti: dünyalar benim oldu. Ýlk telefon görüþmemiz öyle oldu. Ýnanýlýr gibi gelmiyordu yaþadýklarým. Annemleri arayýp herþeyin yolunda olduðunu, çok iyi bir ortama geldiðimi söyledim; onlar da huzura erdiler.
     Manger’larýn evi, tüm evler gibi 2 katlýydý. Evler, ayný amerikan filmlerindeki gibiydi; 2 katlý, etrafý düzgün sýnýrlarla çevrelenmiþ çim alanlar ama aralarda çit, duvar vs gibi sýnýrlar yoktu. Etraf yüksek aðaçlarla doluydu ve aðaçlarda sincaplar koþturuyordu. Nerdeyse çoðu evin ön bahçesinde amerikan bayraðý dalgalanýyordu, ki bu bana garip gelmiþti. Biz bayraðýmýzý sadece milli bayramlarda asmaya alýþmýþ bir ulus olduðumuzdan, buna anlam verememiþtim. Sokaklarda nadiren otomobil görülüyordu ve çok güvenliydi. Trafik sorununun olmadýðý burada da hemen farkediliyordu. Kaldýðým evde, aþaðýda þömineli bir salon, yemek odasý, mutfak ve tuvalet vardý, üst katta yatak odalarý ve banyo.. Her yer halý kaplýydý. Ben DeDe ile ayný odada kalýyordum. Çok sýcak bir aile olduklarý evin düzenine, dekorasyonuna yansýmýþtý: mutlu bir aileydi onlarýnki. Herþeyleri ile bana evlerini açmýþlardý, tabii yüreklerini de. Baþlangýç için muhteþem bir deneyimdi. Geldiðime sevindiren, endiþelerimi tümüyle silen bir atmosfer vardý. Ne yemek istediðimden, ne yapmak isteyebileceðime kadar beni el üstünde tutuyorlardý. Orada sadece bir haftasonu kaldýðýmý çok sonradan farkettim. Çünkü öylesine dolu ve mutlu geçti ki, orada 1 haftadan az kaldýðýmý düþünmemiþtim. Havalar da henüz soðumadýðýnda hep güneþli idi, sanýrým kendimi iyi hissetmeme bu da yardýmcý oldu. Kýsacasý herþey mutluluk çaðrýþtýrdý bana onlarlayken. Ýngilizcemin yeterli olmayýþý bile sorun yaratmadý. Saðlýklý bir iletiþimin sadece dille olmak zorunda olmadýðýný ilk kez orada öðrendim; gözlerimizdeki içtenlik ýsýnmamýza yetmiþti.
     Gittiðimin ikinci gününde zamansýz bir þekilde aybaþý oldum ve hazýrlýksýzdým. Ne yapacaðýmý þaþýrdým ve o anda DeDe evdeydi. Ben bir türlü derdimi anlatamadým, utanýyordum da ayný zamanda. Hem zamansýzlýða hem de nasýl anlatacaðýma sýkýlýp durdum. Sanýrým buna hava deðiþimi, yorgunluklar, stresler neden olmuþtu. Sonunda elime sözlüðümü alýp gösterdim kelimeyi. Sevgili DeDe, hemen anladý ve bana nasýl söylemem gerektiðini öðretip hemen kendi malzemelerinden verdi. Bu þekilde insan olmanýn doðallýðýný ve bunu saklamakta ya da bundan utanmakta hiç bir anlam olmadýðýný öðrendim; biz kýzlar belli yaþlarda, hatta çoðu kadýn ilerleyen yaþlarýnda bile bu konuda konuþmaktan çekinirdik. Oysa en doðal halimizdi ve biz bunu kabullenemiyorduk; ayýp geliyordu. En azýndan o yýllarda..
     Mrs. Manger beni alýp çevreyi tanýttý: iþime en çok yarayacak yerlerden biri postaneydi tabii ki. Henüz e-posta ya da santrala baðlatmadan telefon görüþmesi gibi lüksler ile tanýþmadýðýmýz zamanlarda olduðumuzdan, kalemi kaðýdý alýp mektup yazarak haberleþebilecektik. Zaten yýl boyunca yazdýðým mektuplara harcadýðým pul parasýný biriktirsem epey param kalýrdý. Çünkü her hafta 9-10 sayfalýk mektuplarla hem içimi döktüm, hem de her saniyemi anlatarak annemlerin içini rahatlatmak istedim. Evlerde bile bilgisayar yoktu henüz. Gerçi daha sonralarý okul açýldýðýnda ilk kez gördüðüm bilgisayarlarýn çokluðundan bayaðý etkilenmiþtim. Öyle ki, hesap makineleri bile havalarda uçuþuyordu. Hesap makinesi kullanmayý gerektirecek derslerde, sýnýfýn malý olan makineler öðrencilerin kullanýmýna açýktý. Ülkenin zenginliði her an karþýnýza çýkýyordu. Etkilenmemek mümkün deðildi ama bizi kamplarda öyle bir yetiþtirmiþlerdi ki, ne zenginlikleri ne de konforlarý beni ülkemi sevmekten ve zevkle geri dönmeyi istemekten alýkoymadý; oradaki son anýma kadar…
     Mrs. Manger’ýn özellikle öðrenmek istediði bir konu da benim domuz eti yiyip yemediðimdi. Yapacaðý yemeklerde dikkatli olmak adýna bana bu saygýyý gösterdi ve bu duyarlýlýðý tüm sene boyunca yemeðe davet edildiðim her evde gördüm. Kamplarda bu konuyla ilgili bilgilendirilmiþtik; farkýna varmadan yemek dýþýnda, yemek zorunda olmadýðýmýzý ve bunu belirtmemizin hiç bir sakýnca yaratmayacaðý söylenmiþti; çekinecek birþey yoktu. Ben de ona dayanarak yemediðimi söyledim. Çünkü afs öðrencisi olmak, gideceðin yerin her türlü adetine uymak demek deðildi. Yaþýmýz gereði bunu ifade etmekte zorlanabileceðimiz ya da söylersek dýþlanma korkusu yaþayabileceðimiz, “uyumsuz” olarak görülebileceðimizi sanmamýz göz önüne alýnarak uyarýlmýþtýk.



.Eleþtiriler & Yorumlar

:: merhaba
Gönderen: irem abay / , Türkiye
7 Þubat 2010
merhaba müge haným, ben siteye sadece sizle irtibata gecebilmak ýcýn uye oldum lutfen yardým edýn :) 9. sýnýf ogrencýsýyým afs sýnavýna gýrmek ýstýo-yorum. acaba sýnavda ne tur sorular cýkar? yazýnýzý okudum ama gercekten oscar odullerý yada onun gýbý seylerý býlmek gerekýyor mu, gözum korktu:) aýleden uzak yasamanýn ne gýbý zorluklarý oldu, ailelerin pek ýyý olmadýgýný duymustum. mülakatý gecebýlecegýmý dusunuyorum ama genel kulturde ne yaparým býlmýyorum. cevap verýrsenýz sevýnýrým. sýmdýden tesekkurler.




Söyleyeceklerim var!

Bu yazýda yazanlara katýlýyor musunuz? Eklemek istediðiniz bir þey var mý? Katýlmadýðýnýz, beðenmediðiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düþündüðünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazýlarý yorumlayabilmek için üye olmalýsýnýz. Neden mi? Ýnanýyoruz ki, yüreklerini ve düþüncelerini çekinmeden okurlarýna açan yazarlarýmýz, yazýlarý hakkýnda fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloða geçebilmeliler.

Daha önceden kayýt olduysanýz, burayý týklayýn.


 


ÝzEdebiyat yazarý olarak seçeceðiniz yazýlarý kendi kiþisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluþturmak için burayý týklayýn.

Yazarýn anýlar kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
Ben Nasýl Ben Oldum?
Ben Nasýl Ben Oldum?


Müge Sandýkçýoðlu kimdir?

40 yaþýndayým, evliyim, 2 çocukluyum, diþ hekimiyim, amatör oyuncuyum, çocukluðumdan beri yazýyorum, hep de yazacaðým galiba, emekli diþ hekimi olacaðým bir gün ama emekli yazar asla. . Çok konuþurum ama boþ konuþmam; yazdýkça bacam temizlenmiþ gibi olurum, içim huzur bulur. Ýçimi severim, o yüzden onun huzuru çok önemli. O huzurluysa ýþýk saçarým. Iþýðýmý paylaþmak için buradayým. Ve tabii ki baþka dalga boylarýndaki ýþýklarla da aydýnlanmak üzere. . .

Etkilendiði Yazarlar:
Ahmet Altan, Pýnar Kür, Aziz Nesin, Murathan Mungan,Can Dündar, Perihan Maðden, Orhan Pamuk, Zuhal Olcay, Sezen Aksu beni çok etkileyen sanatçýlar..


yazardan son gelenler

 




| Þiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleþtiri | Ýnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babýali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratýcý Yazarlýk

| Katýlým | Ýletiþim | Yasallýk | Saklýlýk & Gizlilik | Yayýn Ýlkeleri | ÝzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Giriþi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

ÝzEdebiyat bir Ýzlenim Yapým sitesidir. © Ýzlenim Yapým, 2024 | © Müge Sandýkçýoðlu, 2024
ÝzEdebiyat'da yayýnlanan bütün yazýlar, telif haklarý yasalarýnca korunmaktadýr. Tümü yazarlarýnýn ya da telif hakký sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadýr. Yazarlarýn ya da telif hakký sahiplerinin izni olmaksýzýn sitede yer alan metinlerin -kýsa alýntý ve tanýtýmlar dýþýnda- herhangi bir biçimde basýlmasý/yayýnlanmasý kesinlikle yasaktýr.
Ayrýntýlý bilgi icin Yasallýk bölümüne bkz.