..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
"Bana ev hikayesinden söz açmayın. Artık benim oraya gideceğim yok!" Fuzuli, Leyla ile Mecnun
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Öykü > Fantastik > Nur Gayretli




16 Haziran 2004
Sadece Bir Dolmakalem...  
Nur Gayretli
“Her gün bana mutlu şeyler yazmayı unutma, tamam mı?” dedi, dostça gülümseyip göz kırptı ve kayboldu. Belli ki öyküye yetişmesine az bir zaman kalmıştı. Pelin ise ağzı açık, hala boşluğa bakıyordu ama bir yandan da düşünmeye çalışıyordu…


:CIII:
Sadece Bir Dolmakalem…


Dar sokaklardan geçerek, en sonunda evlerine varmıştı Pelin. Her gün bu sokaklardan önce okula gitmek, sonra eve dönmek için geçerdi.

Bu sokaklar ona, hep güzel görünürdü,evlerin eski dış kaplamalarına,bakımsızlıklarına karşın. Burada yaşamaktan da bu yüzden mutluydu. Okul dönüşlerinde hep bu evlere içine dolan bir hayranlıkla bakarak devam ederdi yoluna. Sonunda kendi evlerine varırdı.

Evleri iki katlı,dışı eskimiş olmasından dolayı pembe görünen aslında kırmızı boyayla yıllar önce boyanmış bir evdi. En azından Pelin böyle düşünüyordu. Çünkü evlerinin dış boyası çok soluktu. Yine de evini severdi. İçinde bu düşünceler ve yorgun bedeniyle evin küçük bahçesine girdi, anahtarıyla kapıyı açarak. Burası küçük bir bahçeydi. Ev de ufak bahçenin sonunda yer alıyordu. Bu küçük bahçede Pelin’in ve kardeşi Selin’in küçük birer bölümleri vardı kendilerine ayrılan. Pelin burayla uğraşamayacağını söyleyip annesine onun için bir şeyler yapmasını söylemiş ve annesi de onun için birkaç menekşe dikmişti. Kardeşi ise bir sürü değişik çiçekle süslemişti burayı. Ama sonuçta bahçeye kendileri değil anneleri bakıyordu.

Pelin kızıl, kıvırcık saçlarını arkasına atarak bahçeyi hızla geçti. Eve gidip hemen kitap okumak ya da başka şeyler yapmak istiyordu. Yani ders çalışmak dışında ne olursa yapmaya razıydı. Temizlik bile!

Her zamanki gibi annesi bahçe kapısının sesini duyarak onu karşıladığı gibi bugün de öyle yaptı. Pelin, annesine gününün nasıl geçtiğini anlatırken bir yandan da yemek yiyordu. En sonunda söz derslere yani Pelin’in en son konuşmak isteyeceği, belki de hiç konuşmak istemeyeceği konuya geldi. Annesi üniversiteyi okuyamamış bir kadın olduğundan kızının bütün okulları okumasını ve iyi bir meslek edinip kimseye bağlı olmadan yaşabilmesini istemişti. Bu yüzden Pelin’in dersleri ile yakından ilgilenir ona sık sık derslerine düzenli çalışıp başarılı olmasını öğütlerdi. Hele okumanın sınavlara bağlı olduğu bir ülkede derslerine çalışması şarttı. Pelin, bu nutukların başlayacağını sezer sezmez hemen annesinin yanından tüymeye bakardı( artık bu konuda bayağı başarılı olmuştu!). Bu seferde :

- “ Ay, anne ben çok doydum, hemen kalkayım hem daha bir sürü işim var!”

demişti(aslında bu en kötü bahanelerindendi, çünkü yapacak hiçbir işi yoktu!).

Dağınık odasının kapısını zorla açtı. Çünkü odasını daha topladığı en son tarihi bile hatırlamadığından yer öyle bir kıyafet,kağıt vs… yığınıyla kaplanmıştı ki kapıyı zorla açtı. Aslında annesinden hep bu oda toplama konusunda kendisine yardım etmesi için yalvarmış, her seferinde olumsuz yanıt almıştı. Bir keresinde annesinden ayda bir aldığı paradan bile vazgeçebileceğini söylemişti ama bu sefer aldığı olumsuz cevap diğerlerinden daha sert olmuştu.

Yatağının üstündeki çoğu kıyafetten oluşan yığını bu sefer yere itekleyerek kendine kitap okumak için bir yer açtı. Macera kitaplarından hoşlandığı için okuduğu kitap da Clive Cussler’ın “Batık”ıydı. Kitaptaki Dirk Pitt’e ve onun her saati heyecanlı geçen yaşamına hayranlık duyardı.



Kitap okumayı çok severdi. Yazmayı da. Bir çok öykü yazmıştı ama bunların hiç birini zamanla beğenmemeye başlamıştı. İyi yazamadığını düşünmüyordu ama çok iyi de değildi. Ayrıca yazı yazarken hep iyi bir kaleminin olmasını isterdi. İyi kalemin insana yazı yazarken ilham verdiğine inanırdı.

Akşamlara kadar kitap okurdu ve çok az ders çalışırdı. Akşam sekizde babası eve geldiğinde hepsi birlikte yemek yerler ve Pelin ve kardeşi yatarlardı, istemeye istemeye. Okulları erken başladığından kendilerini bildi bileli hep erken yatar ve erken kalkarlardı.

İşte Pelin ve Pelin’in yaşamı bunlardan ibaretti.




Günleri böyle akıp giderken bir gün akşam yemeğinde Pelin, babasının işlerinden dolayı şehir merkezinde bir yere taşınmaları gerektiğini öğrendi. Annesi, çocukların okul değiştireceklerini ve buna üzüleceklerini bildiği için biraz çekingen ama mutlu görünmeye çalışarak :

“ Evet çocuklar, galiba bu evden ve okulunuzdan ayrılmak sizi üzecek ama hem şehir merkezine daha yakın olmanın bir sürü yararı da olacak sizlere…”

gibi lafları geveleyerek ve bu yüzden de düzgün bir cümle kuramayarak bunu çocuklarına açıklamaya çalışmıştı. Sonuç olarak taşınacaklar ve Pelin de zorunlu olarak okulunu değiştirecekti. Ama her şeyi kafasına takan bir tip olmadığı için odasını toplamak için hazırlıklara girişmişti bile.

Ertesi sabah olduğunda Pelin son kez sevdiği evlere, dar sokaklara bakabilecekti. Belki bir daha dönmezdi buralara. Bu düşüncelerle yürürken, okulun pirinç kapıları ve yine pirinç kapı tokmakları göründü. “Kahretsin, yine geç kalmışım!” dedi. Çünkü okul bahçesinde yeller esiyordu. Neyse ki, öğrencilerin, öğretmenlerin sınıflara henüz girmediğini belli eden heyecanlı sesleri birbirine karışıp, Pelin’in kulağına bir uğultu halinde geliyordu. Her zamanki gibi kızıl, kıvırcık saçlarından yaptığı at kuyruğunu savurarak sınıfına yöneldi.

Okulun dışı canlı renklerle, öğrencilerin yaptığı resimlerle doluydu. Pelin’in de bir resmi vardı bu duvarda. Pencereleri ise aşağı açılacak biçimde ve bu yüzden de birinin başına düşeceği tehlikesi düşünülmeden yapılan, yine pirinçtendi(okulu yaptıranın pirinç sarısına karşı büyük bir sevgisi olmalı ki okul pirinç kapı ve pencerelerle dolu diye düşünürdü Pelin hep.). Bunun dışında hiç bir özelliği olmayan bir binaydı bahçesiyle beraber bu okul.

Sınıfa vardığında, gece yatarken kurduğu planı uygulamaya koyuldu Pelin. Plan ise şuydu:
Öğretmen derse girince taşınacaklarını söyleyip veda faslını başlatacak, arkadaşlarını bu sevimsiz dersten kurtaracaktı. Herkesle uzun uzun vedalaştı(arkadaşlarının yoğun istekleri üzerine, onlar da dersi kaynatmak istiyorlardı!). En sonunda sınıftan çalan teneffüs ziliyle çıktı ve diğer öğretmenleri ile vedalaşarak ve derslerini bu bahaneye sarılıp tamamen unutarak eve gitmeye koyuldu.


Eve dönüş yolunu zevkini çıkara çıkara(son kez olduğu için), yavaş yavaş katetti. Sevdiği evlere baktı doya doya. Böyle yürürken eve varmıştı. Bahçe kapısını açıp, ufak bahçenin yanından geçerken yerde kapalı kutular gördü. Annesi de toplanıyor olmalıydı ki, Pelin’i her zaman yaptığı gibi karşılamadı. Pelin, bunu fırsat bilerek, yemek yemeyip hemen odasına çekilmek istiyordu. Tam evlerinin kapısını açacaktı ki, annesi sevecen bir gülümsemeyle ona kapıyı açıp “Hoş geldiiin!” demişti bile! Pelin içinden “Aman Tanrım!” diye söylenirken kendisini ellerini yıkamış ve yemek masasına oturur bulmuştu.

Yemekten sonra Pelin, hemen odasına çekildi ve küçük eşyalarını toplamaya başladı, annesinin dediği gibi.Akşama kadar eşya topladı.Kafasını kaldırdığında odası bir sürü küçük kutuyla dolmuş, saat sekiz olmuştu bile! Babası da gelmişti ve hemen yemek sofrasına geçti Pelin.

Yemek, eğlenceli geçiyordu. Babası taşınmalarından dolayı kendini suçlu hissettiği için küçük şakalar yapıyor(yapmasa daha iyi olur diye düşündürdü Pelin’i bu espriler!), fıkralar anlatıyordu. Fıkraları mimiklerini katarak anlatmasından dolayı Pelin çok gülüyordu babasına. Yemek sonunda ise Pelin, yarın taşınacaklarını öğrendi babasından.

Ertesi sabah, herkes arabada yerini almış, Pelin’i ve kamyonun son toparlanışını yapıp, harekete geçmesini bekliyordu. Pelin ise çok sevgili odasına son kez bakmak için içerideydi.
Odasında öyle bakınırken eski anıları geçiyordu kafasından. Bu dalgınlıkla yerlerin yeni silinmiş olduğunu fark etmeyen Pelin(annesi yeni taşınanlara evi temiz bırakmak istiyordu!), ayağı kaydı ve iki yandaki evden duyulacak bir ses çıkarak yere düştü. Ayağını, odasında eşyalar varken dolabının sakladığı yerle duvar arasına vurdu. Aynı anda ayağını vurduğu yerdeki fayans yere düştü ve küçük bir kutu çıktı ortaya. Pelin, ayağının acısını unutup, bu sigara kutusuna benzeyen, küçük gizemli kutuya dikti gözlerini. Dışardan babasının sabırsızlığını anlatan korna seslerinin gelmesine aldırmayarak, doğruldu dizlerinin üstünde, düşen fayansın yanına yürüdü.

Korna sesleri o kadar fazlalaşmıştı ki, Pelin kutuyu kaptığı gibi sırt çantasına atarak ve bir yandan da “Geliyorum!” diye bağırarak, bu güzel evlerinden ayrıldı…



*********************************


Yeni evlerine geçeli beri, Pelin bu kutuyu adeta unutmuştu. Hiç vakti olmamıştı bu kutu hakkında fikir yürütecek ya da onu açacak.

Yeni evleri bir apartmandaydı. Pelin’in hiç alışık olmadığı bir katta, bir yükseklikte bulunuyorlardı. Odası eskisinden büyüktü ve Pelin bu durumdan çok hoşnuttu. Hem annelerine yeni bir oda takımı da aldırmış ve oda takımının renginde duvar kağıdıyla kaplattırmıştı odasını.

Tam biraz dinleneyim, kutuya bakayım demişti ki dersler girmişti araya. Tabi yeni bir okul da cabası. Pelin’in bu okula alışması çok sürmedi. Hem bu okulun her yanı pirinçle kaplı değildi! Tek alışamadığı şey ise Türkçe öğretmeni olmuştu. ”Benim öykü yazmada biraz zayıf olduğumu keşfetti , hep öykü yazma ödevi veriyor!” diye düşünüyordu Pelin, bu yaşlı, her bulduğu takıyı bir yerlerine takan ve küçük yuvarlak gözlükleri olan kısa boylu, yaşlı öğretmen hakkında.


Salı günü yorgun ve bir o kadar da sinirli geldi eve. Şu sevmediği(nefrette denebilir)Türkçe öğretmeni ödev olarak bir öykü yazmalarını istemişti. Öykü konusu ise bir kahraman seçip onu tanıtmalarını gerektiriyordu. Pelin’in ise en sevmediği şeydi bu : Eğer kompozisyon, öykü yazarken insan kendi hayal gücünden yaralanacaksa niye bir konuyla sınırlanıp, bu hayal gücü denilen şeyin nimetlerinden tam olarak yararlanamasındı?!

Masasının başına oturduğundan itibaren tamı tamına bir saat geçtiğini sinirle defterini fırlatıp, gözü saatine takıldığında fark etti. Bir saat boyunca hiçbir şey yazmadığını görünce bu sefer, yastığını, yine sinirle yere fırlattı. Böyle sinirli olduğu zamanlarda hep yaptığı gibi yatışmak için başka şeylere yönelmeye çalıştı ve o küçük, güzel kutu geldi aklına. Hemen çantasının kalem çöpleri bile birikmiş dibinde bulunan kutuyu çıkardı. Ama yapması, yapmayı düşünmesinden bin kat zordu! Bir an tereddüt ettikten sonra “Bu eski kutu benim evimden çıktığına göre açma hakkım da vardır herhalde, değil mi?!” dedi kendi kendine. Ama sonra artık o evde oturmadığını ve belki de bu yaptığının hırsızlık bile olabileceğini düşündü. ”Eee, merak ettim, açmazsam çatlarım!” dedi ve kutuyu büyük bir özenle, sanki elinde eşsiz bir mücevher taşıyormuşcasına kibarlıkla açmaya koyuldu.

Kutunun içindekini görünce biraz hayal kırıklığına uğramış olsa da gördüğü manzara hiç de o kadar hafife alınacak bir manzara değildi! Kutunun içinden bir dolmakalem çıkmıştı. Ama ne dolmakalem! Siyah, üzerinde esaslı bir marka yazan, gösterişsiz, sade, ama harika görünen bir kalemdi bu. Sonra bu olaydan kimseye bahsetmediğini anımsadı ve annesinin yaklaşan ayak seslerini duyunca kalemi aynı kibarlıkla kutusuna koyarak yatağının altına tıktı.




Ertesi gün öykü ödevini yapmamasının ezikliğini taşıyarak okula gitmişti ama sıra ona gelmediğinden Pelin de diğer ders (yani yarın) okuyacaktı yazacağı kompozisyonunu.

Bu sefer eve gelince sinirlenip, sonra başka şeylere dalıp, ödevi unutmamaya karar vererek başladı yazmamaya! Ama sonra kendisinin söylediği “İyi kalem ilham verir.” sözünü hatırlayarak, yatağının bir köşesinde onu bekleyen kalemi çekip aldı. Yazmak için kalemi yerinden çıkardı(her zamanki gibi zarif bir şekilde yaptı bu işi!). Önce kendisine birini bulmalıydı. Hiç zor olmadı! Sonra sıra yazmaya geldi. Sular seller gibi yazdı, döktürdü de döktürdü! Pelin için bu yazı bir mucizeydi.

Yazdığı öyküye gelirse: Kahramanı (adı Aslı idi.) tembel, derslerine çalışmayan bir kızdı. İşi gücü, evlerinin bahçesine yaptığı çadırında vakit geçirmekti. Fakat bir okul dönüşü çadırının içine kazılmış ve bakıldığında bayağı uzun görünen bir tünel görmüştü. Bu tünel onu çok meraklandırmış ve kimseye bir şey söylemeden bu tünele girmiş, bir daha çıkamamıştı. Ailesi ise kızın çadırına baktığında her şeyi anlamış fakat ellerinden gelen tek şey kızlarının geri dönmesini beklemek olmuştu. Kız birkaç hafta sonra geri döndüğünde, hiçbir şey hatırlamıyor ve kimseye bir şey anlatamıyor haldeymiş falan…

Pelin, yazdığı öyküyü tekrar okudu ve yazdığı ve haklı olarak hoşuna gitmeyen masallardan (bir prenses ve bir ejderha olayını aşamazdı Pelin!) daha iyi olduğunu gördü.




************************************



Perşembe günü ( öyküyü yazmasından iki hafta geçmiş ve öyküden iyi bir not almıştı.) baba eve gelmişti ve geleneksel akşam yemeklerini yiyorlardı. Bir sessizliğin ardından annesi bir olayı anlatmaya koyuldu. Konu eski mahalleden bir kızla ilgiliydi. Annesi :

“ Bugün eski komşularla konuştum. Mahallede ne var ne yok, dedikodu (ki dedikodu konusunda “Hiç yapmam!” derdi!) falan derken…”

“Eee?..” dedi babası ağzındaki lokmayı bitirmesine ramak kalmışken.

“Ya , garip bir aile taşınmış bizim eve. Bir de tembel kızları varmış ki sorma! Neyse işte, bizim kızların da yeri olan ufak bahçeye, çatlak kızları bir çadır kurmuş.Bütün gününü orada geçirirmiş…”

“Ne var bunda?Niye anlatıyorsun ki milletin hayatını?!” dedi babası yine lokmayı bitirmesine ramak kalmışken ama bu sefer sabırsızlanarak.

Annesi bu sözü duymamış gibi yaparak sözüne devam etti :

“Kızın adı Aslı mıymış, neymiş?” (Aslı adını duyunca Pelin yazdığı öyküyü hatırlamış ve gururlanmış bulunuyordu!)

“…Sonra bir gün kız çadırın içinde kaybolmuş…Anne, baba aramış durmuş, polisi aramışlar, kız yok! En sonunda kız bir hafta geçtikten sonra eve dönmüş ama hiçbir şey hatırlamıyormuş!”

Konuyu dinlemeyen Pelin bu son cümleleri duyunca, dalgasına, kendi öyküsüne benzediği için, yine kendi öyküsünün sonunu getirdi annesinin anlattıklarına :

“Ama kızın hayatı değişip, ders çalışmaya falan mı başlamış, muhaha!”

Annesi önce önemsemedi:

“Sen nereden duydun?!” dedi.

“Nereden duyucam ki, eski mahalleye ne gittim, ne de oradakilerle konuştum!Bir şey bildiğim yok kısacası…”

Annesi ciddileşmişti :

“Hadi, doğruyu söyle. Atıp, tutturacak halin yok ya?Yoksa var mı ?!” dedi annesi.
Pelin de yazdığı öyküyü, okulda öğretmenin “Aferin!” deyip ona iyi not vermesine kadar anlattı. Annesi şaşırmıştı. Ama olay büyümeden, bu haliyle, bu yemek masasından öteye çıkamadı ve zamanla unutuldu…




******************************



“Anne, yemek falan yiyemem, hem arkadaşlarla takılıp bir şeyler atıştırdık. Şu Türkçe ödevini bitiremezsem, yanarım! Lütfeeen!”

diyerek daldı içeri Pelin. Annesi de çok üstelemedi. Kızının bu konuda (yani Türkçe öğretmeni ile) başının dertte olduğunu biliyordu.

Pelin, odasının kapısını yine, biriken kıyafet,çanta,şapka (Salı pazarını andırıyordu bu yerler!) … nedeniyle zorla açtı. Kapısını arkasından kilitledi ve kalemi çıkardı. Bu sefer ki konu ise; gezdikleri bir yerde başlarına gelen bir olayı anlatmalarını gerektiriyordu. Başka birinin başına gelen bir olay da olabilirdi.Pelin, dalga konusu olmak istemediğinden, başka birinin başından geçen bir olayı anlatacaktı. O başka biri de, anneannelerinin orada oturan ve iyi bir arkadaşı olan Ceren’den başkası değildi.

Ceren, kısa boylu, hafif kıvırcık siyah saçları olan, tombik, iki kömür parçası gibi, güzel gözleri olan, herkesçe sevilen bir kızdı. Bale yapmayı bıraktığından beri kilo alıp, bu tombik sıfatını hak eder olmuştu. Pelin’in bu zararsız kız hakkında uydurduğu olay ise şöyle gelişiyordu: Ceren küçükken,kayak yapmaya gitmiş ve orada düşmüş.Kendisine bir şey olmamış ama çok utandığından bir hafta dışarı çıkmamış falan…
İşte Pelin, bunu yazdı, o ilham verdiğine inandığı kalemle. Galiba, bir yararı oluyordu. Pelin’in öyküleri daha akıcı, cümleleri daha düzenli olup çıkmıştı.



İki akşam sonra, cuma akşamıydı, Pelin’in ders çalışamadığı, izinli olduğu akşam, ailece salonda oturmuş televizyon izliyorlardı. Selin :

“Abla, sen Ceren diye birini tanıyor musun?” dedi. Pelin diziye dalmıştı, birkaç dakika sonra:

“Bizim anneannemlerin orada bir kız vardı, Ceren. Bilmem, neden sordun?” diye cevap verdi.

“Ya, bir kızı anlattılar bugün okulda, akıllı (!) kız kayak yapmayı öğrenirken düşmüş, utanmış, ne varsa utanacak? Neyse işte, sonra bir hafta mı ne, odasından çıkmamış. Bir düşüş uğruna, tatilini mahvetmiş! Ne akıl, di’mi?!”

Pelin, ağzı açık kalmış, “Bu kadar da olmaz!” bakışı ile;

“Ne dedin sen?!” diyebildi.

“Ya, sen beni dinlemiyor musun?!” diye soruya soruyla karşılık verdi Selin.

“Tamam tamam, neyse!” dedi Pelin. Sonra iyi geceler deyip, yatağına, düşünmek üzere kendini attı…




Ertesi sabah kapının sürekli çalması, onu uyandıran etken oldu. Annesinin falan açacağını düşünüyordu ama annesinin odasına baktığında, ne o ne de babası vardı. Selin’de ranzanın üst katında homurdanarak yatmıyordu. Nerdeydi bunlar böyle? Belki de onlar çalıyorlardır kapıyı?Bu düşüncelerle ve üstünde pijamalarıyla kapıyı açtı. Gelen kendi yaşlarında, üstü başı düzenli bir kızdı. Pelin, merakla kıza kimi aradığını sordu. Kız içeri daldı, Pelin’in onu engellemelerine karşın. Sanki, evlerini biliyormuş gibi hemen Pelin’in odasına daldı. Oturdu ve arkasından koşarak gelen Pelin’in de odaya girip kendini bir yere atmasını bekledi. O gelince nefeslenip, bir şey söylemesine fırsat vermeden:

“Hey, dinle! Şu yazdığın öykü var ya, hani kız çadırında kayboluyor, Aslı. O benim, Aslı’yım! Eğer öyküye her gün bir şeyler eklemezsen, her hafta kaybolup, sonra şuurum yerinde olmadan geri dönücem. Eğer acele etmezsem de biraz sonra öyküme girmek için zamanım kalmayacak ve anında kaybolacağım. Ama beni anlar, her gün bir şey yazarsan ve bu konuşmada böyle uzamazsa, öyküme yetişirim. Ayrıca her gün aynı şeyleri yaşamam. Anlaştık mı , ha?”

“Ne, niye?!” diyebildi Pelin, bu şoku atlatmaya çalışırken. Aslı da:

“Ah, pardon sana anlatmayı unuttum, aceleden. Bulduğun o kalem, ne bileyim, bir çeşit…
Bir şey var o kalemde, işte! O yüzden senin yazdığın her öykü gerçeğe dönüşüyor ve …
Yani biz o öyküleri yaşayıp duruyoruz, anladın mı?”

“Kim?” dedi Pelin. Olayların sır perdesi hafif hafif aralanıyor gibiydi. Aslı:

“Anlasana, dostum, biz! Senin yarattığın kahramanlar, ya da yazdığın arkadaşların. Hepimizin birbirimizden haberi var. Yakında Ceren seni bulur ve benim söylediklerimi söylerse, sakın şaşma! Artık gitmem gerek!”dedi ve Pelin’in şaşkınlığından açık unuttuğu kapıdan çıkmak üzereyken, dönerek:

“Her gün bana mutlu şeyler yazmayı unutma, tamam mı?” dedi, dostça gülümseyip göz kırptı ve kayboldu. Belli ki öyküye yetişmesine az bir zaman kalmıştı.Pelin ise ağzı açık, hala boşluğa bakıyordu ama bir yandan da düşünmeye çalışıyordu.



Ertesi gün, korktuğu başına geldi ve Ceren kapılarını çaldı. Bunlar annelerinin olmadığı zamanı yakalayıp nasıl Pelin’i buluyorlardı böyle?!Ceren neyse, ama Aslı, onu tanımıyordu bile!

Ceren de aynı şeyleri söyledi Pelin’e. O, yani Ceren, Aslı gibi soyut değildi. Yani onu Pelin yaratmamıştı ama nasıl olmuştu da Ceren de aynı şeyleri yaşar olmuştu? Cevap çok açıktı: O Allah’ın belası kalem yüzünden tabi ki! Ama Pelin bu düşüncesinin üstüne yapacağını da buldu: Bu kalemden kurtulacaktı!

Hemen ilk denemesini ve ilk hayal kırıklığını elde etti. Dolma kalem : 1, Pelin : 0.
Çünkü Pelin kalemi kırmayı denemişti ama ertesi sabah kalemi sapa sağlam masasının üzerinde bulmuştu!

Bu sefer, kalemi penceresinden arka bahçeye atmıştı, “Belki kırılır!” düşüncesiyle. Ama yine kalem kazanmıştı. Çünkü kalem iyi bir marka olduğundan kırılmamıştı ve kendi apartmanlarının arka bahçesinde olduğu için kapıcıları Hüseyin Ağabey, bu kalemi bulup kapı kapı dolaştırmış ve kimse almayınca kendi çocuğu olmadığı ve kendi işine de yaramayacağı için, apartmandaki en sevdiği çocuk Pelin’e annesi aracılığıyla hediye etmişti. Pelin, kalemi karşısında görünce saçlarını yolacak duruma gelmişti!

Uzun denemelerden sonra kaleme bir şey yapamayacağını anlamış, o kalemle öykü yazmamaya karar vermişti. Aslı ve Ceren’i de unutup, onlara da yazmayacaktı. İşte etkili çözüm diyordu Pelin ama Aslı ve Ceren onu rahatsız etmeye devam ediyordu.



Bu olaylarla yaz tatiline girmişler ve Pelin her haberi aldığında olduğu gibi tatile deniz kenarına gideceklerini yine akşam yemeğinde öğrenmişti. Pelin için bu, kalemden kurtulmak için harika bir fırsattı!


Pelin, yaz tatilinin başladığı bu ilk gün, hemen denize gitti ve kalemi:
“Evet, zararsız görünen fakat başıma bela olan alet! Senden kurtuluyorum!” sözleri ile kalemi (ne olursa olsun kalemi yine büyük bir kibarlıkla kutusuna yerleştirdi) iskelenin ucundan denize attı…


Bu kurtuluştan iki yıl sonra aynı yerde:

“Hey dostum, denize dalmış, dibi incelerken ne buldum bak, bir dolmakalem! Hem de harika yazıyor. Aman Tanrım, bununla yazmak için sabırsızlanıyorum!” (!)



******************



Pelin kalemden kurtulduğundan dolayı o kadar mutluydu ki! İki senedir kendisini rahatsız eden olmamıştı. Ne kalem, ne Aslı, ne de Ceren… Ama sanmayın ki bu mutluluğu uzun sürecek!

Pelin okuldan adeta uçarak geldi eve. Çünkü bugün onlara İstanbul’dan amcaları ve çok sevdiği kuzenleri geliyordu. Hiç sevmeyerek odasını toplama sorumluluğu hissetti kendinde. Misafirlerin odasını bu şekilde bulmaları hiç iyi olmazdı!

Hemen hemen iki saat süren bu toplama olayından sonra üzerine düzgün bir şeyler giydi ve amcalarının gelmesini beklemek için annelerinin oturduğu salona gitti. Ailenin diğer bireyleri hala geçirdikleri süper tatilden bahsediyorlardı.Zaten ondan sonra bir adaha tatil fırsatları olmamıştı. Evet, hemen Pelin de katıldı bu tatil muhabbetine çünkü o da kalemin ağırlığını üzerinden attıktan sonra o kadar hafif, o kadar güzel bir tatil geçirmişti ki! İçinden kalemi bulan kişi varsa ona yazık, diye düşünerek o da katıldı bu tatlı sohbete.

Tam saat dokuzu vurmuştu ki kapı çaldı. Gelen -tabi ki- amcalarıydı. Pelin özellikle kapıya yakın oturmuş olduğundan hemen koşup kapıyı açtı. Kuzenleri onu görünce çantalarını atıp Pelin’e sarıldılar. Mutlu bir aile tablosu çizilerek salona geçildi. Yapılan işlerden, yaşananlardan bahsedildi. Bu monoton konular henüz atlatılmıştı ki, misafirler yorgun olduğu için yataklar hazırlandı ve misafirler yattı.

Kuzenleri Ozan ve Nehir, Pelin’in odasında beraber olmak için beraber yatmaya katlandılar ve hepsi Pelin’in odasında yattı. Pelin ve diğerleri, doğal olarak uyumayıp konuşmaya başladılar. Arkadaşlar, dersler derken Pelin’in aklına kalem geldi ve başladı anlatmaya. Ağızları açık kalarak dinleyen Ozan ve Nehir, kalemden denize atarak kurtulmasından dolayı Pelin’i kutladılar çünkü bundan daha iyi bir yol olamazdı, diye düşünmüşlerdi.

Şaşırmalarının tek nedeni bu değildi. Pelin bu diğer nedeni sonra öğrenecek ve o diğerlerinden daha çok şaşıracaktı.

Konular konuları açarken uykuları geldi ve akıllarında kalemle uykularına daldılar…

Günleri çok güzel geçiyordu bugüne kadar. Bugünse Ozan ve Nehir çok kötü bir kavgaya tutuşmuşlardı ve birbirileriyle konuşmaları bir yana dursun birbirilerinin suratlarına dahi bakmıyorlardı.

Bu kavgadan sonra çok sinirlenen Nehir, Pelin’in odasına çekilmiş, her sinirlendiğinde kendisini yatıştırmak için yaptığı gibi kalemiyle bir şeyler çiziyordu defterine. Nehir, Pelin gibi öykü denemelerinden çok resim yapardı. Bunun için mavi kaplı, ufak bir defter de edinmişti kendine.

Pelin hafifçe “Girebilir miyim?” dedi ve Nehir başını sallayınca yine hafifçe içeri girdi. Bir süre konuştuktan sonra Pelin’in gözü Nehir’in resim çizdiği kaleme takıldı. Pek önemsemedi önce “Aynısından bir sürü vardır!” dedi. Fakat sonra kalemin satılmayan kutusuna takıldı gözleri ve;

-“Bu ka-le-mi ne-re-den bul-dun?!” dedi. Nehir sinirden gözlerinden akan yaşları elinin tersiyle silerek:
-“Şey, aslında onunla yazmamalıyım çünkü Ozan’ın kalemi!”
-“Nereden bulduğunu söyle!”
-“Onu nereden bulduğumu bırak şimdi sana önemli bir şey anlatacağım. O da kalemle ilgili.”
-“Ama bu…” ‘Ama bu kalem ne yazarsan gerçekleştirir!’diyecekti ki, Nehir onun sözünü keserek başladı anlatmaya.
-“Geçen yaz Ozan bunu bulduğunda çok beğenmiştim ayrıca çok da güzel yazıyordu. Ben de bir heves onunla resimler çizmeye başladım, renksiz olsa da. İlk olarak eşsiz güzellikte bir yerde ailece piknikte olduğumuzu çizmiştim. Ertesi gün ilk önce pikniğe gideceğimizi öğrendim, daha sonra gittiğimizde oranın benim çizdiğim yer olduğunu şaşkınlıkla gördüm! Ne yapacağımı bilemeden kendime güzel şeyler çizdim. Hepsi oluyordu! Artık bu hoşuma gitmemeye başlayınca o kalemle yazmamaya çalıştım. Ama…” Tam sözüne devam edecekti ki Pelin engelledi onu ve:

-“İşte ben de onu anlatmaya çalışacaktım sana. Dün tüm anlattıklarım bu karın ağrısı kalem yüzünden geldi başıma ve ben de geçen sene tatile gittiğimizde onu iskeleden denize attım. Ne şans(!) ki onu Ozan bulmuş!”
-“Ee,n’apıcaz?!” dedi Nehir. Pelin de:
-“O kutuyu koyanı yani bizim eve koyanı bulacağız! Başka da bir şey yapamayız.” dedi.

Bu konuşmadan sonra ilk araştırmalarına giriştiler. Kutunun üzerinde bir tarih aradılar.Bir şey bulamayınca bu sefer kalemin üzerine baktılar. Kalemin üzerinde Pelin’in daha önce fark edemediği “Değerli dostuma sonsuza dek saklamasını umduğum küçük bir armağan,Mert,1990” yazıyordu. Pelin düşündü ve şunlara vardı: Pelinler o tarihte o evde değillerdi, 1992 yılında o eve taşınmışlardı. Yani Pelin iki yaşındayken. Bunları da annesinden biliyordu.

Bundan sonra annesine gittiler ve onlardan önce o evde oturanı tanıyıp tanımadığını sordular. Annesi de evi alırken kendisinin değil, babasının orada olduğunu söyledi. Bu sefer akşam babası gelene kadar onu beklemek zorunda kaldılar. Ama bu, onların geçen bu sürede bir şeyler yapmalarını engellemiyordu.

İnternete girip, emlak ile ilgili sitelerden bir şeyler yakalamaya çalıştılar. Kendi evlerinin hala kiralık olduğu yazıyordu ama evi kullananlar yazmıyordu. Bu sefer Pelin, ev sahibesinin sevdiği ve arkadaşı olduğu kızına elektronik postayla ulaşmaya çalıştı. Yazdığı postada annesine daha önce evde kimlerin oturduğunu sorup soramayacağı yazıyordu. Hemen cevap gelemeyeceği için bilgisayar ve internetle başka arama yapamayacaklarını anlayıp, ikisini de kapattılar.

Saatlerine baktıklarında Pelin’in babasının eve gelmesine çok az kaldığını fark edince sevindiler. Ayrıca saat geleneksel yemeklerine oturma saatinin geldiğinin de habercisiydi. Böylece beraber sofranın kurulmasına yardım ettikten sonra, babasının ve amcasının da gelmesiyle yemeğe oturdular.

Pelin dayanamadı ve babasının yemek yemesine aldırmayarak eski evlerinde onlardan önce kimlerin oturduğunu bilip bilmediğini sordu. Babası tam hatırlamıyordu. Ancak o zamanlarda on dört yaşlarında bir kızları olduğunu ve ailece yurt dışına gittiklerini söyledi. Tabi ki hangi ülkeye gittiklerini ve adreslerini bilmiyordu. Babası Pelin’in bunu niye sorduğunu sormadı. Çünkü yemekle meşguldü!

Pelin kalemin kıza arkadaşı Mert tarafından gönderildiğini ve “…sonsuza dek saklamasını umduğum…” dediği için de onu saklamak için oraya, yani Pelin’in düştüğünde Pelin ile beraber düşen fayansın içine sakladığını düşündü. Nehir de ona katıldı.

Pelin ve Nehir yemeklerini yemeden ve Ozan’a onun da gelmesini işaret ederek masadan kalktılar. Hemen Pelin’in odasına daldılar. Ozan da arkalarından geldi. Pelin hemen bilgisayarı açtı. Kızdan aynı gün içinde cevap geleceğini pek ummuyorlardı ama yine de baktılar. Bu sırada olup biteni Ozan’a anlattılar.Nehir:

-“Hadi onu nasıl bulduğunu anlat bize.” dedi. Ozan da:
-“Yaptığınız hatayı naldınız ve benimle konuşuyorsunuz demek!” diye cevap verdi Nehir’e.
-“Sadece ben hatalı değildim küçük bey!Şimdi ukalalık etme, konuşuyorum seninle işte!” dedi ve kendini tutamayarak gülmeye başladı, niye güldüğünü kendisi de tam kestiremeyerek.Ozan:
-“Tamam.Ben zaten sana küs duramazdım ki…” dedi ve o da ablasına katılarak gülmeye başladı. Pelin bu sırada:
-“Kardeşlerin arasına girmek istemem ama hey, bakın cevap gelmiş!” dedi heyecanla. Ozan ve Nehir de birbirilerine nasıl sarıldıklarına şaşarak hemen ayrıldılar, bilgisayar monitörüne bakmaya başladılar. Belli ki, onlar da hızlıca bir kez, bir kez daha okuyorlardı.



Pelin hemen cevabı, onlara bir kez daha okuma fırsatı tanımadan kendisi yüksek sesle okumaya başladı: ”Sevgili Pelin, ben de sizleri çok özledim. Bahsettiğin konuyu annemle konuştum. Annem o sıralarda
burada Alman göçmen bir ailenin oturduğunu ve o zamanlar on dört yaşında bir kızları olduğunu söyledi. Bu aile 1992 yılına kadar bizim yani sizin eski evde oturduktan sonra ülkelerine dönecek parayı bulup tekrar ülkelerine yani Almanya’ya dönmüşler…”

Aslında yazı devam ediyordu ama işlerine yarayacak kısmı bittiği için Pelin okumayı kesti. Hemen sonra Ozan:

-“Aslında onlarla yüz yüze konuşsak çok daha iyi olur.” dedi. Pelin ve Nehir de ona katıldılar ve annelerinden “dışarıda biraz oynamak” bahanesiyle izin alıp, Pelinlerin eski evlerine doğru yola çıktılar.

Pelin, bu yeni evlerine taşındıklarından beri geçen üç yılda buraya hiç gelmemişti. Buradan ayrılırken de “Belki hiç dönmem buralara…” diye geçirmişti içinden ama işte, gelmişti tekrar buraya. O dar sokaklar, o evler yine tüm çekicilikleriyle Pelin’in hayranlığına sahip oldular. Pelin buradan yine zevkle geçti. Bu düşüncelerle eski evlerine ve onun yanındaki ev sahibesinin evine vardılar.

Gelmeden önce haber vermediklerini hatırlayıp, bu yüzden de “çat kapı” geldiklerini utançla fark ettiler ama ev sahibesi onları çok sevdiği ve kızının evle ilgili sorularına aldırmadığı için, geliş nedenlerini buna bağlamadı ve onları sevecenlikle eve buyur etti. Bunu fark edip rahatlıkla eve daldılar bizim üç kafadarlar. Sonra ev sahibesinden kızının evde olmadığını öğrendiler. Bunun için üzülmüş numarası yaptı Pelin çünkü asıl geliş nedeni onları görmek değildi, her ne kadar onları seviyor olsa da.

Kuzenlerini ev sahibesi ile tanıştırdı, biraz oradan buradan sohbet ettiler. Sonra Nehir :

-“Evini çok severdi kuzenim. Ayrılırken çok üzülmüştü. O yüzden ‘Bizden öncekiler neden ve nasıl ayrılmış buradan?’ şeklinde bahsederdi bize bu sevgisinden. Sahi, Pelinlerden öncekiler nasıl ayrıldılar ki bu evden?Hayret!” diyerek sözü asıl konuya çekmek istedi. Başarılı olmuştu. İyi niyetli ev sahibesi bunu anlamadı ve başladı anlatmaya:

-“Bu evde Pelinlerden önce göçmen bir Alman aile yaşardı. Onlar -bir süre düşünmek için sustu- 1988 yılında falan gelmişlerdi bu eve ve Pelinler gelene kadar, yani 1992 yılına kadar burada oturmuşlardı. Pelinlerin geleceği o sene, onlar maddi durumlarını düzelttiler ve Almanya’ya geri döndüler.O zaman bir de kızları vardı, sanırım on dört yaşlarında, sarışın, mavi gözlü…Kısacası tipik bir Alman aileydiler.Giderken…”

Buraya kadar bilgi sahibi olduklarından bizimkiler sıkılarak dinlediler. Ama “Giderken…” diye başlayan cümle tüm sıkıntılarını giderip, ilgilerini toplayacaktı. Devam etti yaşlı sahibe konuşmasına:

-“…bana adreslerini bıraktılar.Birbirimizi çok severdik ailece. O yüzden bir süre mektupla haberleşmiştik. Aman,niye anlatıyorum ki ben bunları size?!Meyve suyu ister misiniz çocuklar?”dedi. Pelin de hemen:

-“ Teşekkür ederiz Neriman Teyze. Siz anlatmaya devam edin lütfen. Ee, hala haberleşiyor musunuz ya da adresleri hala duruyor mu sizde? O aile ilgimi çekti nedense!” dedi ve başarılı bir aktris gibi “gerçekten neden ilgisini çektiğini bilmiyormuş” gibi bir ifade takındı yüzüne. Bunu gören Ozan sırıtmaya başladı ama hemen sonra Nehir’in onu sert bir şekilde dürtmesiyle dudaklarındaki gülümseme yok oldu bir anda!

-“Peki tatlı Pelin’im benim. Bak sana eskisi gibi tatlı Pelin’im dedim. Küçükken ne tatlıydın sen öyle! Şimdi de tatlısın yanlış anlama. Ne kadar da büyümüşsün sen ayol! Kazık kadar olmuşsun vallahi! Eee, anlat bakalım, annenler nasıllar?İyidirler inşallah?...” diye lafa daldı Neriman Hanım ve söyleyeceklerini unuttu. Pelin de Neriman Hanım bir soru sorduğu için cevap vermek zorunda kaldı:

-“İyiler Neriman Teyze. Selamları var. Aslında onlar da gelmek istiyorlardı ama işleri vardı.” Pelin’den sonra Ozan büyük bir pot kıracağının farkına varmadan:

-“Yoo, işleri yoktu!” dedi. Ama Nehir Ozan’ın her zaman böyle yaptığını bildiği için cümlenin başından pot kıracağını sezip Ozan’ın laflarını bir öksürük nöbetiyle kesmeyi başarmıştı. Neriman Hanım Ozan’ı anlayamadığından:

-“Efendim çocuğum?” dedi. Ozan tam yeniden lafına başlayacaktı ki, Nehir yine olayı kontrol altına alarak Ozan’ı dürttü ve Pelin de Nehir’e büyük bir minnettarlık duyarak:

-“Efendim; o Alman ailenin adresini verir misiniz? Almanca dersleri görüyorum, sizden bahsederek onlarla Almanca yazışarak dilimi geliştirmiş olurum, dedi.” deyip, durumu kurtardı. Neriman Hanım da :

-“Oh, tabi! Ne güzel bir şey yapıyorsun yavrum. İstersen ben de onlara haber verebilirim.” dedi. Bunun üzerine Ozan teşekkür etti ve bunu kendisinin yapabileceğini söyledi. Sonra adresi aldılar, havanın kararmaya başlamasını bahane ederek teşekkür edip, evden ayrıldılar.

Eve koşarak gittiler. Hem heyecanlılardı adres ellerine geçmiş olduğu için ve hem de sanki oynayıp da terlemişler havası vermek için koşmuşlardı.

Eve vardıklarında hemen odalarına kapanıp arkalarından kapıyı kilitlediler. Pelin adresi gözden geçirip neler yapabileceklerini düşünürken Nehir kalemi, Ozan da kalemin kutsunu bulmaya koyuldular. Nehir ve Ozan kalemi kutusuna düzgünce yerleştirmişlerdi ki Pelin “Buldum!” diye bağırdı. “Hadi,anlat!” dediler Ozan ve Nehir beraber. Pelin de:

“Biz Almanya’ya gidemeyeceğimiz için onu giden biriyle göndereceğiz. Yanına yazacağımız mektupta da her şeyi açıklayacağız. 1989’da on dört yaşında olan kızları şimdi -işlem yapmak için parmaklarıyla sayarken sustu- yani 2004’te, sanırım yirmi dokuz-otuz yaşlarında olmalı. Umarım şansımız bizimle olur ve ailesi, kızlarına gönderdiğimizi ulaştırırlar. Yani otuz yaşlarında kızın evlenip ailesinden ayrı yaşadığını düşünürsek…”

“Peki kim gidiyor Almanya’ya?!” dedi Ozan merakla. Pelin de :

“O-oh, işte orasını düşünmedim!” dedi endişeli. Bunun üzerine Nehir :

“Ben birini tanıyorum!” dedi muzipçe gülümseyerek. Bunun üzerine:

“Kim?” diye sordular Pelin ve Ozan hep bir ağızdan. Nehir de:

“Benim bir arkadaşım vardı, sınıftan. Onlar da bizimle bu sıralar Ankara’ya gelmişlerdi. Burayı biraz gezip Almanya’ya gideceklerdi. Onlara ulaşabilirim. Arkadaşımın bir cep telefonu var ve ben de numarasını biliyorum!”

Tüm bunları anlatırken, yüzü kızarmıştı biraz Nehir’in. Bu durumdan arkadaşın nasıl bir arkadaş olduğunu çıkaran Pelin:

“Adı neymiş bu arkadaşın?” dedi imalı imalı. Nehir de :

“Önemsiz biri, çok sevmem zaten!” dedi. Daha da kızarıyordu.

“O zaman telefonu ne arıyor sende?!” dedi Ozan. Eğlenme sırası ondaydı Pelin’den sonra.

“Üstüme gelmeyin yoksa o kalemi hayatınız boyunca bir daha gönderemezsiniz!” dedi Nehir. Kızarmaya devam ediyordu ama bu seferki utançtan değil sinirden gibiydi.

Bunun üzerine Pelin yatağından kaptığı kuş tüyü yastığı fırlattı Nehir’e. Böylece bir yastık savaşını başlatmış oldu. Çok kanlı -pardon- tüylü geçen bir savaştan sonra yorgun düşen askerler(!), yattıkları gibi uykuya daldılar…

Ertesi gün kalemi Nehir’in “arkadaşına” vermeyi kararlaştırdılar. Onlardan da Almanya’ya gittiklerinde paketi postahaneye vermelerini rica edeceklerdi. Daha doğrusu Nehir’e ettireceklerdi. Nehir, kendi başına gidip bu işi ayarlamayı seve seve kabul etti ve “arkadaşını” arayarak ailesiyle buluşup konuşmak için bir yeri karalaştırdılar. Nehir ise arkadaşı ve ailesiyle buluşacakları yere gitmeden bir saat önceden hazırlanmaya başladı ve zamanında orada olmak için biraz erken evden çıktı.

Döndüğünde Nehir çok iyi görünüyordu. Paketi vermişti. Nehir:

-“Dua etmeliyiz çünkü bugün saat ikide uçakları Almanya’ya kalkıyormuş. Yani onları bu son günlerinde, son anda yakaladık.” dedi.

-“Şansımız bizimleymiş!” dedi Pelin. Sonra Ozan :

-“Emin misin?” dedi. Eli cebindeydi ve elini cebinden çıkarttığında kutusuyla kalemi gördüler üçü de dehşet içinde.Nehir:

-“Ne yani, boşuna mı uğraştık o kadar?!Hem paketin içinde ne vardı?” diye soruya soruyla karşılık verdi. Pelin :

-“Bu kalem de fazla oldu artık!” dedi.

Kalem bir kez daha onları yenmişti!...



.Eleştiriler & Yorumlar

:: muhteşem ve değişik
Gönderen: Hilal Ünal / , Türkiye
18 Şubat 2014
ben normalde böyle öyküleri türk isimlerle düşünemiyordum.ama sen bu düşüncemi kırdın.Çok güzel olmuş ve sıradaşılığıyla ilgi çekiyor

:: muhteşem ve değişik
Gönderen: Hilal Ünal / , Türkiye
18 Şubat 2014
ben normalde böyle öyküleri türk isimlerle düşünemiyordum.ama sen bu düşüncemi kırdın.Çok güzel olmuş ve sıradaşılığıyla ilgi çekiyor

:: Büyüleyici.....
Gönderen: Kâmuran Esen / Bolu/Türkiye
21 Aralık 2004
Sevgili Nur; Okurken, öykünün kaç yerinde "hah şimdi bitti" dedim, biliyor musun?....Sıkıldığımdan değil, olayların ve sürprizlerin çokluğundan....Bu öyküde, içiçe girmiş birkaç öykü var diyebilirim.Anlatım zenginliği, betimlemler, uzun cümlelerdeki yan cümlelerin okuyucuya verdiği heyecan vb........Hepsi hepsi mükemmel......Tebrik ederim.......Devamını dilerim.....Sevgiyle kal....Kâmuran ESEN

:: Hoşgeldin...
Gönderen: Özge Gürsoy / Bükreş/Romanya
29 Ekim 2004
Öykünü ilgiyle ve severek okudum. Umarım bundan sonra seni bu sayfalarda böyle sürükleyici öykülerle sık sık görürüz. Yolun açık olsun...

:: savgili nur:
Gönderen: baran onur ekmekçi / Ankara/Türkiye
29 Ekim 2004
yazın garçekten güzel olmuş. insanı alıp taa öykünün derinliklerine kadar sürükleyen bir yapısı var.yazıların arasında en güzeli, en sürükleyicisi bu olmuş. okuyucuya sanki yaşamış gibi bir his veriyor. yazılarının bu yönünü çok seviyorum.insanı nasıl etkiliyeceğini iyi bilen bir yazar olacağına inanıyorum.n'olur bizi güzel yazılarından ayırma. seni yeni yazılarınla yalnız bırakmalıyız. tekrar yazman dileğiyle...

:: gerçekten güzel:))
Gönderen: sıla şahin / Konya/Türkiye
20 Ağustos 2004
sevgili nur; öykün gerçekten güzel olmuş. senin diğer yazılarını da okudum ve en başarılı yazının sadece bir dolmakalem olduğuna karar verdim. tekrar tebrik ediyorum.bence fantastik öykülere devam etmelisin:)bizi bekletme,en kısa zamanda yeni öykülerini bekliyoruz:)

:: Sıradışı, Ama Güzel!
Gönderen: Osman Oğuz / Gaziantep/Türkiye
3 Temmuz 2004
Sevgili Nur, Öykün sıradışı olmuş.. Gerçekten konusu çok güzel.. Zaten bence konu bir öykünün yüzde elli biridir.. Ben kitap alırken önce konusuna bakıyorum, kuşkusuz bir çok kişi de.. Senin öykünün konusu da gerçekten çok sıradışı, bir o kadarda güzel.. Okuyan insanı içine alabilecek, sürükleyecek cinsten.. Ben şunu da hissettim ki: Sen bu öyküyü yazarken okuyucu kadar çok heyecan duymuşsun, ve olacakları merak etmişsin.. Zaten öykünün, romandan farkı da budur.. Ne olacağını yazar bile bilmez.. Cemil Kavukçu'da br söyleşisinde şöyle diyor: "Roman yazmak bir maçı banttan izlemekse, öykü yazmak canlı izlemektir.." aynen öyle.. Sana sadece şunu soracaktım, Nur.. Acaba Jostein Gaarder'in 'Sofi'nin Dünyası' adlı kitabını okudun mu? Onda da Sofi ve Alberto Knox, Albert Knag'ın hayal dünyasından kurtulmaya uğraşıyor.. Sonunda da bunu başarıyorlar. Sevgilerimle Nur!.. Yeni yazılarını bekliyoruz.. Bizi fazla bekletme..




Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.

Yazarın fantastik kümesinde bulunan diğer yazıları...
Gizemli Mavi

Yazarın öykü ana kümesinde bulunan diğer yazıları...
Ölüme Dalış
İnsanlar
Gece Kontrolü
Üç Küçük Sayfa
Kazara
Neden Acaba?
Bunu Biliyor Muydunuz?

Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Uzanış [Şiir]
Dilimize Ne Oluyor? [Deneme]


Nur Gayretli kimdir?

Ben Nur Gayretli. Tanıtımımı ilk yazdığımda "15 yaşındayım. . . " diye devam eden cümlelerim vardı. Zaman çok çabuk geçiyor. Uzun zamandır yeni şeyler paylaşamadım, ama aklıma bir fikir düştükçe yazmaktan da vazgeçmedim. Umarım yeni yazılarla eskisi gibi devam edebileceğim. . .


yazardan son gelenler

bu yazının yer aldığı
kütüphaneler


yazarın kütüphaneleri



 

 

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Nur Gayretli, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.