Mutlu köle çoktur. -Darwin |
|
||||||||||
|
Hava serin ama güneşli. Bir kahvenin bahçesinde Gülçin, Gürsel, Serap ve ben oturuyoruz. Gözümde gözlüklerim başımı geriye doğru atıp koltukta biraz kaykılıp bacaklarımı uzatmış güneşin burnumu gıdıklamasının keyfini çıkartıyorum. Serap sessizliği bozuyor: “Bunlar halletmiş işi. Huzur boyutu burası vallahi. Ben burada yaşayabilirim.” Diğer kızlar da onaylıyorlar. Beynimden vurulmuşa dönüyorum birden. Yerimde hızla doğrulup, gözlüklerimi çıkartıp hepsinin gözlerinin içine tek tek ve kötü kötü bakarak: “Ben asla yaşayamam. Delirdiniz mi siz?” diyorum. Biliyorum, hepsi bana bakarken asıl benim delirdiğimi düşünüyorlar. “Olur mu, bir düşünsenize” diye devam ediyorum, “Bu adamların hayatı ne kadar sıkıcı. Sabah kalk, işe git, akşam eve dön, hayat garanti, iş iyi, paran kıymetli. Düşünecek bir şeyin yok. Bunlar Allah bilir ya, başbakanlarının adını bile bilmiyorlardır. Ben böyle yaşayamam, ne o öyle robot gibi? Sabah uyandığında hemen ‘aman bugün borsa ne olacak, hükümet düşer mi, akşama bizim başbakan halâ başbakan mı, işe yetişebilecek miyim, eve vaktinde dönebilecek miyim, trafik tıkanmış mıdır, benzin zam görecek mi bu hafta, maaşım beni ay sonuna kadar idare eder mi’ gibi soruların sorulmadığı bir ülkede, adrenalinin Istanbul gibi tavan yapamadığı bir şehirde yaşayamam ben, kusura bakmayın!” deyip, gözlüklerimi takıp arkama yaslanıyor ve burnumu güneşe bırakıyorum. Bana hak verir gibi yaptılar, güldürler falan ama eminim ‘delirdi’ diye düşündüler. Ben de onların Davos’ta huzurlarını bozmuş olmanın getirdiği zevkle sadistçe sırıttım. Ama gözlerimi göremedikleri için gülümsüyorum sanmış olmalılar. Hani bugünlerde herkes konuşuyor ya, Türkiye’nin %49’u mutluymuş, nasıl olur falan diye. Oradan aklıma geldi vallahi. Başka bir niyetim yoktu yani. Aslında bu yazıyı tetikleyen Antalya Belek’te bir otelde gördüğüm bir olay. Belki bilirsiniz, belki de bilmezsiniz ama Türkiye’nin cennet köşelerinden sayılan Antalya sadece yazın tıklım tıklım dolmaz. Esas gerçek turizm Şubat ayından itibaren Almanların gelmesiyle başlar. Yazın yerini deniz kenarı tatilcilerine bırakıp, Eylül ayından itibaren gene aktif turizm hareketine geri döner. Almanca rehberler de Antalya’ya yollanırlar mecburen. Bir otelde diğer rehber arkadaşlarla çay içiyorum, garip bir hareketlilik dikkatimi çekiyor otelde. Kendimi Sultanahmet meydanında sanıyorum bir anda. Otelin lobisini basmışlar sanki Sultanahmet’in sokak satıcıları. Her köşe onlarla dolu. Sahte parfümler, sahte Rolex ve diğer marka saatler, havlu niyetine bile kullanmayacağınız, halı diye yutturulan paçavra parçaları, son yılların yükselen trendi (!) paşmina kaşkollar (tabii ki hakiki paşmina değil), Boss marka (!) çoraplar, Lacoste (!) kazaklar vs. Hayatta en sinirlendiğim şeyler otelin lobisinde etrafımı sarıyor bir anda. “Bu ne ya?” diye bağırdığımı hatırlıyorum. Rehber arkadaşlarım açıklıyorlar: “Türk Pazarı, Nükhetçiğim, Türk Pazarı. Her hafta Türk Pazarı yapılıyor bu otelde!” Bütün gece, pazarcılar standlarını toplayıp gittikten sonra bile bende her iki lafın biri “Türkiye bu mudur?” Ben buna ne diyeyim, ne yazayım? Midem kalkıyor. Söyleyecek laf çok ama... Kendimi gazete okumaya ve televizyon seyretmeye veriyorum. Daha da deliriyorum tabii. Gazetelere bakıyorsun, töre cinayetleri Türkiye’de, Almanya’da. Töreniz batsın! Dünya durmuş sanki ve tüm Türkiye ‘kim kimle çiftleşecek’ programlarına odaklanmış. Türkiye bu mu, Türk gençliği bu mu, Türk kadını, Türk erkeği bu mu dedirten ve çıldırtan programlar. Cumartesi gecelerimin yıldızı, Okan Bayülgen döktürüyor gene. Kimileri kimi televizyon kanallarını parsellemiş. Yapıştırıyor Okan Bayülgen Gülben Ergen’le ilgili fikrini: “Son zamanlarda entellektüel tulumunu giymeye çalışıyor, ama tulumda bayağı boş yer kalıyor!” Hep uğraşır haklı olarak. Reyting kaygısıyla, gözetlenme evlerinin eski simalarını çağırıp duruyor programına durmadan. Caner’in kendi kafasında bardak kırması mıdır Türkiye? Size Anne diyebilir miyim evinde ‘Bu eve saç bandını ilk ben getirdim’ diyen saldırgan, saygısız ve numaradan ağlama krizlerine giren Seval midir Türkiye? (Okan diyor ki, “Seval’den ‘ilk ampulü bulan benim’ demesini beklemiyoruz elbette ama ‘bu eve ilk saç bandını getiren benim’ diyen birine hemen ambulans çağırmak gerekir.”) Bir kalite bir kalite. Sadece bununla mı kalıyor bu kalite meselesi? Bütün gün her kanalda bir kadın programları enflasyonu. Rezalet. Müjde Ar Radikal Gazetesi’nde Hızır Tüzel söyleşisinde Kadın sorunlarının sürüyor olmasını konuşurlarken sanatın o anlamda bir işlevi kalmadığını düşündüğünü söylüyor, “Cumhuriyet tarihine bakınca eziyet etmediğimiz, tu kaka etmediğimiz, sanatçı, aydın kalmamış. ‘Türkiye’de sol yok’ diyoruz, solu yerleşik anlamda tartışacak, geniş kitlelere iletecek bütün insanların defterini dürmüşsün, hayata geldiklerine bin pişman etmişsin. Ondan sonra da elbette, yapılan her şey yarım yamalak, temelsiz ve kof olacak. Başka türlü de olmaz” diyor. Orhan Pamuk’a karşı başlatılan linç kampanyası. Karşı çıkabilirsiniz, haksız bulabilirsiniz, benim gibi tercüme kurbanı olduğunu düşünebilirsiniz. Ben Aziz Nesin’in ‘Türklerin %60’ı aptaldır’ dediğinin iddia edildiği Torbalı’da bizzat o söyleşiyi dinlemiş, böyle ve bu tarzda söylemediğine şahit olan, ertesi gün ilk olarak yerel medyada bu lafı görünce şaşkına dönen biri olarak, bu mesele sonraları tüm Türkiye’yi sardığında da, öyle demedi ama bu lafı haklı çıkartacak şekilde davranıyoruz diye düşündüm hep. Ne olursa olsun, bu tarz linç kampanyaları doğru mu? Bu faşizan tavırlar nedir böyle? Yok etme tehditleri, kaba güç gösterileri. Nedir bu ya? Nedir bu pespayelik? Ortodoksların denize haç atma törenine karşı alınan tavra ne demeli? Bu kadar mı tarih cehaleti içinde bu insanlar? Bunlar neden tarih gerçeklerini görmezlikten gelip kendi uydurdukları bir tarihin ardına saklanmak isterler. Türkiye bu mudur? Şarap üreticisi %118 vergiyle karşı karşıya gelince artık saçmalamanın doruğuna vardılar dedim. Bunlar da tarih bilmiyor, ekonomiden anlamıyorlar. İşin ekonomiye vuracağı darbeyi bırakalım bir yana, şarabın bu topraklardaki tarihine dönüp bir bakalım. Ama sen Anadolu’yu yadsırsan, Anadolu Kültürlerini kendi tarihin değil zannedersen, halâ 19. yüzyılın şarlatan tarihçileri gibi her şeyi Batıdan gelme zannedersen, diğer tarafın kurgulama Türkçülük tarihleri gibi sen de bir Arap safsatasına tutkuyla yaklaşırsan, ne diyeyim yazıklar olsun! Türkiye bu mudur? Bu mu medeniyetlerin beşiği Anadolu’nun üzerindeki Türkiye Cumhuriyeti’nin düşeceği durum? Bu devirde karikatür ceza mı almalı? Demirel yaptı mı böyle şey? En ağır karikatürleri çizdiler üstelik onun için. Özal’ın yaptığı oldu, ama onu sevimli bile kıldı zaman zaman karikatürler. GIRGIR dergisi her zam geldiğinde bir Özal kafası eklerdi para hanesine, hatırlasanıza? Özal karikatürlerini biriktirirdi. Bu devirde olmaz kardeşim böyle şey. Türkiye bu mudur? Yoksa Serap Davos’ta söylediklerinde haklı mıydı? Ben gene dilime pelesenk ettiğim ‘Türkiye halâ mümkün’ sözünün arkasına mı sığınacaktım? Daha neler var neler, kime sorsan bin ah işitirsin de, daha fazla içinizi karartmayalım. Birilerinin sayesinde plak takıldı, sormadan duramıyorum: Türkiye bu mudur? Aslında cevabı Perihan Mağden’in bir yazısında buluyorum: “Türklerin anketlerde bu denli mutlu çıkması, bir yalancılık iptilasının son dışa vurumu olabilir mi? Acaba? Mutsuz yalancı yoktur.” Not: 21 Şubat Dünya Turist Rehberleri Günü. 21 Şubat’ta Turist Rehberleri Ankara çıkartması yapacaklar. ‘Yasamızı istiyoruz’ diyecekler Başbakana. Sevgili ‘araştırmacı gazeteciler’ bir araştırsınlar bakalım sayın Kültür ve Turizm Bakanının istifa nedenlerini. Ama lütfen, unutmasınlar, birileri kendi amaçları doğrultusunda basını Ankara’daki eyleme yönlendirmeye çalışıyor. TÜRSAB (Türkiye Seyahat Acentaları Birliği) bu eylemden oldukça rahatsızdır. TUREB (Turist Rehberleri Birliği) de yasamızı çıkartma kararındadır. Eyleme katılan sevgili meslektaşlarımın ne yazık ki yanında olamayacağım, ama gönlüm ve beynim Ankara’da olacak. 21 Şubat Dünya Turist Rehberleri Günümüz kutlu olsun!
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nükhet Everi, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |