Dengeli bir rejimde yemeğin yeri çok önemli. -Fran Lebowitz |
|
||||||||||
|
Odanın bir köşesine atılmış şiltenin üstüne kıvrılıp battaniyeyi iyice sardı bedenine. Ayak ve el parmaklarını acıyla hissetmekteydi. Pencerenin çürümekte olan çerçevesi birçok yerinden çatlayıp aralanmış, delikleri gazete parçalarıyla kapatmaya çalışsa da bu pek bir işe yaramamıştı. Eski, kenarları epey yıpranmış perde de içeriye dalan rüzgarı kesemezdi. Bir yıldır şehrin bu kenar semtinde, yarı yıkık, terkedilmiş binada kalmaktaydı. Birkaç parça eşya bulmuştu; işine yarayacak olanları odanın birinde toplayıp, kendisi de en küçük ve en korunaklı gibi görünen odaya yerleşmişti. Eski şilteyle battaniye geçmişten tek ve son kalan eşyalarıydı. Giyecekleri, hepsi üstündeydi; üst üste giyindiği fanilalar ve bedenine oldukça büyük gelen iki kazak, eşofman altı ve üzerine giydiği haki rengi bol pantolon, artık renginin gri mi, yoksa değil mi belli olmayan, dizlerine kadar inen bir pardösü ve eski, topukları yenmiş botlar. Bir de ara sıra içinden çıkardığı bir defterin bulunduğu, sürekli yanında taşıdığı küçük bir çanta. Bir köşe başında atılmış, sacı pul pul dökülmeye başlamış eski, küçük bir soba bulmuştu. Biraz uğraşınca hala kullanılabilirdi. Akşamları dışarıya çıktığında yerde bulduğu tahta parçalarını topluyordu. Her zaman yakmıyordu sobayı, sadece soğuğun en dayanılmaz olduğu zamanlarda. Kutsal bir ayine hazırlanır gibi cebinde sakladığı kibrit kutusunu çıkarıp tahta parçacıkları arasına sıkıştırdığı kağıt ve bez parçalarını tutuştururdu. Önce ürkek küçük alevlerle yanan ateşin, inanılmaz bir hızla büyümesini seyre dalardı. Sıcaklığını bedeninin her noktasında hissetmek çok güzeldi. Sobanın karşısına oturduğunda ellerini ona doğru uzatıp, gözlerini kapattığında yüzünde yüreğinin bir yerinde saklı kalmış sımsıcak bir gülümseme belirirdi. Belki geçmişin içinde kalan güzel günleri hatırlardı, belki sadece o anları yaşardı, kim bilir... Battaniyeyi yüzünün üzerine kadar çekip nefesini üşümekte olan ellerine üfledi. Bugün pek iyi değildi. Ne dışarıya çıkacak ne de sobayı yakacak gücü bulamadı kendinde. Dalıp gidiyordu garip uyuklamalarla ve her uyanışında daha da artıyordu bedeninin titremesi. Bazen aldırmıyordu üşüyen uzuvlarına bazen ise ağlamamak için kendini zor tutmaktaydı. Öyle anlarda kendini kaybettiğine mi, olanlara mı, olmayanlara mı yanmalıydı, ne düşüneceğini bilememekteydi. Geri dönüşün bahsi edilemez, düşüncesi bile olamaz bir yerdeydi ve bu gerçeğin öylesine çok farkındaydı ki... Göz çukurlarına biriken iki gözyaşı damlası yaktı gözlerini. Boğazında yutkunamadığı hıçkırıklar nefesini daraltmıştı. Bacaklarını midesine çekip daha da kıvrıldı. Yaşadıkları kendisine ait değil, bir başkası onun hayatını alıp tüketmişti sanki. Dışarıda fırtına gittikçe büyüyordu. Rüzgarın uğultusu bacanın içinden, kapı aralığından, delik deşik çerçeveden girip odanın her bir yanına dağılıyordu. Onlarca can çekişen ruhun çığlıkları bir duvardan bir duvara çarpıp yankılanırdı sanki. Bu dayanılmaz uğultuyu duymamak için ellerini kulaklarına bastırdı. İçinden durmadan tekrarlamaktaydı: "yeter, yeter, yeter; ne olur bitsin artık... yeter..." Bir müddet sonra tekrar bedeninin titremesinde birikti düşünceleri. Sadece üşüyordu, çok üşüyordu... Kısa bir uyuklama sonrası hafif bir tıkırtı irkilmesine sebep olmuştu. Nefesini tuttu. Civarda dolaşan serseriler birkaç kere girmek istemişti eve, ilk aklına gelen bu oldu. Şimdiye kadar başa çıkmıştı onlarla, asıl çekindikleri esrarkeşler ve canilerdi. Yanılmış olmalıydı, sessizlik yine aynı hiçliğe boğuldu. Yavaşça kalkmaya çalıştı yerinden, başı külçe gibi ağırdı; ne zamandır yemek yemediğini hatırlamıyordu. Dizlerinin üstünde sürünerek sobaya yaklaştı. Kibrit çöpünü yakabilmek için kendisine yabancı gelen parmaklarına söz geçirmeliydi. Bez parçalarının tutuşması için eğilip kıvılcımları üfledi birkaç kez. Bitkin ve hastaydı; sobanın yanına çöküp, sırtını duvara verdi. Kuru bir öksürük takıldı boğazına, bir eliyle ağır ağır göğsünü ovuşturdu. Yine az önce duyduğunu sandığı tıkırtı olmuştu. Bu sefer gerçekten duyduğundan emindi. Odanın içi yarı karanlıktı, ateşin ışığı parça parça gölgelere düşmekteydi. Yavaşça araladı kapıyı; diğer odada gezindi bakışları, acele etmeksizin. Bir şey olmamışçasına geriye çekilip kapıyı kapatacak gibi yaptı; dolabın yanındaki karaltıyı fark etmişti. Bir adımda fırladı ve pusuda bekleyen bir hayvanın avının üzerine atladığı gibi atladı. Kısa bir inilti duyuldu önce, sonra çaresiz bir çırpınışı hissetti altında. İki eliyle sımsıkı tuttuğunu çuval gibi sürükledi içeriye; küçük, bilemedin on, belki de on iki yaşında bir oğlan çocuğuydu. Ellerini başının üstünde birleştirmiş, korkuyla kıvrılmıştı ayaklarının dibinde. Korkmuş ve üşümüştü. Tekrar sobanın yanına yavaşça çöktü. Alacakaranlığın izin verdiği kadarını görebiliyordu. Kısacık kesilmiş saçları vardı çocuğun. Üzerine giydiği parkenin kısalmış kollarından görünen ince bileklerine baktı. Kolları arasından ona bakan kocaman siyah gözleri fark etti. Yakalandığını anlayınca bakışlarını hemen kaçırmıştı. Hiç takati kalmamıştı, sanki az önce vücudunda kalan son gücü kullanmışçasına bitkindi. Kendinden geçecek diye bir endişe düşmüştü içine, ama bunu önemsememesi gerektiğini fısıldayan bir hisle birlikte gelmişti. Başka bir zaman olsaydı, bir kaç gün önce belki, can sıkıcı bulurdu şimdiki durumu ve çocuktan kurtulurdu bir an bile tereddüt etmeden. Yıllardır tek başına olmaktan bencilce bir haz aldığının farkındaydı, bunu kendisine açıkça itiraf etmemiş olsa da. Çocukluğunu düşündü; annesinin ona yakın olma arzusu ve sonuçsuz çabaları. Kadın içinde biriktirdiği tüm sevgiyi üzerine boşaltmak istercesine ilgisini ondan hiç eksik etmiyordu. Bunaltmayan ama beklenmeyi, istenmeyi gerektirmeyen ilgi, olağan ve alışılan oluvermişti. Kadın bunalımları arasında bile gidiş gelişlerinde, oğlunu tek dayanağı haline getirmişti. Küçük sevgi kırıntılarıyla yetinirken içinde dağlar yükselirdi. Anlam veremiyordu küçücük, ondan bir parça olan çocuğun kendisinden bu kadar uzak ve soğuk olmasına. Her geçen gün sevgisine damla damla karışan öfkeli çaresizliği çocuğun suratında patlayan tokatları getirmişti. Bazen komşunun şikayeti, bazen yırtılan bir defter, bazen ise sadece suskunluğu sebep olurdu kadının kendisini kaybetmesine. Canı acısa da ağlamazdı. Tek bir damla gözyaşı dökülmezdi gözlerinden. Annesi bakışlarına bile dayanamaz olmuştu, bir daha vuruyordu yüzüne, bir daha, bir daha... Geceler boyunca kadının hıçkırıklarını dinlemişti yatağından, yüreğinin bir buz parçasına dönüştüren yeminlerini sayıklayarak. Babası bencilliğiyle tüketiyordu günlerini; kadın ne yapsa yetersizdi, sürekli bir hata bulmak, en olmadık sebep kadını aşağılamak için bir fırsattı. Oğlunun yaramazlıklarını, kabahatlerini kahkahalarla gülerek dinlerdi ama ne vakit canı sıkkın olsa, keyifsiz veya parasız olsa ikisini de tekme tokat dövmek için nedene gerek duymazdı. Tek yapabildiği buydu. Büyümekteyken, kendi dünyasının dışında bırakmıştı hem annesini hem de babasını. Kimi zaman yemekte içilen birkaç kadeh içki evdeki kasvetli havayı yumuşatırdı ve öyle anlarda gelecekten bahsederdi babası. Güzel ve pırıl pırıl bir gelecekten... O ise büyüyordu, her saniyeyle, her düşünceyle, yeminlerine yetişmek için büyümeye acele ederek. Onların geleceği umurunda değildi... Yalnız olmak istiyordu, tek başına, sadece kendisine ihtiyaç duymak ve kendisine yetmek. Kapalı gözlerini yavaşça araladı, oda etrafında dönmeye başladı, gittikçe hızlanarak. Artık üşümüyordu, yanıyordu hatta; alnına götürmek için elini kaldırdığında birden karanlık bir kuyuda buldu kendini. Ne kadar sürmüştü baygınlığı, bilmiyordu. Kendisine geldiğinde küçük bir el yüzüne dokunmaktaydı. Sımsıkı yakalamak istedi eli, yapamadı, bitkindi. Üzerine eğilen küçük, solgun yüze ait kocaman siyah gözler ona bakmaktaydılar. "Amca, şimdi nasıl oldun?" Küçük eliyle alnında biriken ter damlacıklarını sildi ve devam etti: "Fena üşütmüşsün amca, ateşler içinde yandın iki gecedir." Çocuğun sesi henüz değişime uğramamış, ince ve billur gibi temiz, akıcıydı. Yattığı yerden onu takip etti gözleriyle. Sobanın üzerindeki kapta kaynattığı çaydan doldurdu kulpu olmayan bir bardağa ve tekrar yanına gelip yere çöktü. Bir kolunu başının altına sokup diğeriyle tuttuğu bardağı dudaklarına yaklaştırdı. Önce direnmek geldi içinden ama hemen vazgeçti; sıcak sıvının yudum yudum boğazından akmasına izin verdi. Çocuğun yüzüne bakıyordu. Bakışlarında tanıdık bir ışık gördü ama ne olduğunu hatırlayamamıştı. Saçları özensiz ve çok kısa kesilmişti. Alnında belli belirsiz bir yara izi vardı, bir ucu saçlarının içinde kaybolmaktaydı. Solgun, zayıf yüzü farklı, masum bir güzelliğe sahipti. İnce, zarif kıvrımlı dudakları, hafif yuvarlanan çenesi ve küçük, mum ateşinin ışığında şeffafmış gibi görünen kulakları vardı. Çay iyi gelmiş olmalıydı ki hafiften doğrulmak istedi yattığı yerden. "Amca, dur, hemen ayaklanma, yeni geldin kendine, dur, bekle, birazdan gelirim" der demez dışarıya fırladı çocuk. Hiçbir şey düşünemiyordu, hiçbir şey gelmiyordu aklına; nerede şimdi susmak bilmeyen, çıldırtan düşünceleri, neredeydi içinde bas bas bağıran korkuları?.. Neredeydi kendisiyle dopdolu bencil yalnızlığı?.. Şu hayatta hiç bir şeyin onu incitmesine izin vermemişti, şimdi neden incinmekteydi?.. Neydi bunu yapan, yaptıran?.. Uyanmasını bekliyor olmalıydı çocuk çünkü gözlerini açar açmaz onunla göz göze gelmişti. Yere serilen bir gazete üzerinde bir somun ekmek ve içinde buram buram tütmekte yemek dolu bir kap gördü. Uzun zamandır hissetmediği midesi açlığını hatırladı; ufak lokmaları önce yemeğe batırıp sonra ağzına bırakan çocuğu sabırsızlıkla bekledi. Son lokmayı da yutkunduğunda tatlı bir rehavetin kollarına bırakmak üzereyken kendini alaycı bir dudak büküşüyle içindekini konuşturdu: "tıpkı sahipsiz itler gibisin, kim bilir nasıl minnetle bakıyordur şimdi gözlerin..." Bir an, "müthiş bir nefretin, korkunç bir kinin zehrini akıtan bir varlığın konuşması bu" diye düşündü ve yine kaçmayı seçti, arkasına bakmadan, yıllarca yaptığı gibi. Çocuğa baktı; geriye kalan ekmek parçasını küçük lokmalara bölerek acele etmeden çiğnemekteydi. Gözlerini kaçırdı, boşluğa bakarak, her türlü duygudan yoksun etmeye çalıştığı bir ses tonuyla sordu: "Senin adın neydi?" Sanki daha önce adını duymuşçasına, sanki daha önce biliyormuş da unutmuşçasına sormuştu bunu. Çocuk ağzındaki lokmayı cevap vermek telaşıyla veya geçmişten kalan bir korkunun dürtüsüyle hemen cevap verdi: "Emre benim adım." Sıkıntılı bir sessizliğin ardından Emre üstüne dökülen ekmek kırıntılarını özenle avcunda toplayıp ağzına boşalttı. Uyuklamalar arasında çocuğun odanın bir köşesinde kıvrılıp uyuduğunu gördü, bazen ise orada olmadığının farkına vardı. Belki bir hafta sonraydı veya belki on gün, hesap etmemişti, artık iyi hissetmekteydi, hatta ertesi gün dışarı çıkmayı bile aklından geçirmişti. Sabah yeni uyanmıştı ki kapının kapandığını duydu. İçinden bir his bedenini ayaklandırmıştı. Emre'yi gördü, bir eli dışarıya açılan kapının kolundaydı. Birkaç saniye sessizce bakıştılar; anladı ki gidiyordu... Geriye, odanın içine doğru bir adım attı, "gitmek istiyorsa, gitsin" diye homurdandı içinden. Anlam veremediği bir çarpıntı salladı yüreğini, bir el onu bir sıktı, bir bıraktı sanki. Hızla geriye dönüp seslendi: "Dur..." Çocuğun ayak sesini duyduğunda sırtını döndü kapıya, yüzünü saklamak istercesine. "Kalabilirsin... eğer istersen kalabilirsin..." dedi. Beklemediği ama yüreğinin en kuytu yerinde umudunu sakladığı bu kelimeler Emre'nin yüzünü aydınlatmıştı. Sessizce odaya girip günlerdir yaptığı gibi duvarın dibine çöktü. Belli etmeden, kaşlarının altından baktı çocuğa; ona borçlandığını düşündü, kaç gündür başındaydı. Gidecek yeri yoktu, belki kimsesi yoktu; ayaz kış geceleri bittiğinde çekip giderdi herhalde. Sokak sokak dolaştığı zamanlarda, kimi köprü altlarında, kimi duvar diplerinde, onun gibi pek çoğuna rastlamıştı bu şehirde. "Vardır bir hikayesi" diye geçirdi içinden. Gece bir türlü uyku tutmamıştı. Şiltenin üzerinde bir sağ bir sola dönüp durdu. Çocuk ise günlerdir yarım kalmış düşlerinin peşine düşmüştü anlaşılan; derin uykudaydı. Nefes alış verişini dinledi bir müddet, sessiz, düzenli. Altında katlayıp koyduğu eski bir kilim parçası vardı, üstünde ise parkesi. Sabaha karşı hava daha da soğuk olmuştu. Kenarlarını içe kıvırdığı şilteyi açıp düzeltti ve küçük bedeni kucaklayıp üstüne yatırdı, yavaşça. Battaniyeyi sardı dikkatle, sonra sırtını duvara verip gözlerini kapadı. "Nedir seni sokaklara atan? Nedir..." Dışarıda, sokak lambasının solgun ışığı pencerenin hemen önündeki erik ağacının çıplak dalları arasından odaya süzülmekteydi. Odanın duvarları üzerinde beliren garip şekillere baktı. Yanından hiç ayırmadığı küçük, siyah çantanın içinden defteri çıkardı. Sayfaları arasından ayaklarının dibine bir kaç fotoğraf düştü. Tek tek toplamak için eğildi yere. Pencereye yaklaştı. Gölgelerin arasında, sokaktan gelen cılız ışığa doğru tutup, fotoğraflara bakıyordu. Onları hala neden sakladığını bilmiyordu. Fotoğrafların içine hapsedilen zaman bu zaman değildi artık. O yüzler, o suskun ruhlar bir bir yitmişlerdi meçhulde. Ne ellerinden tutmuştu onların, ne de tutunmuştu. Yıllar önce haber almıştı annesinin ölümünü; ağlamadı, hissetmedi hiçbir şey... Kardeşi; Allah bilir nerelerdeydi, umurunda değildi. Babası ise bildiğinden değil, tahmin ettiği yerdeydi, o eski, kasvetli köşkte. Bir kırıntı da olsa sevmemişti onlardan birini bile, sevilmeyi de beklememişti. Sevmemişti çünkü nasıl sevildiğini bilmiyordu. Sevilmek istemedi çünkü karşılığı olmalıydı, vermek istemediğinden emin karşılığı... Bilemezdi bir gün düşüncelerinde kilitleneceklerini. Kullanıp kenara fırlattığını sandığı geçmişin her zaman yanında kalacağını düşünemedi. Hayatında bir defa olsun geriye dönüp çocukluğunu tekrar yaşamayı dilemedi. Özlem, yüreğinin kapısını çaldıkça inkar etti, yine inkar etti... Özlem mi? O da neydi? Canının sıkıntısı belki... Belki kayıplar... Belki şu fotoğraftaki solgun yüzler... Sabaha kadar oturdu pencereye yakın yerde. Emre’nin uyku arası sayıklamalarıyla irkildi birkaç kez. Masum yüzüne baktı, uzun uzun; belki düşler, belki hisler yazılıp silinirken üstüne. Kimi zaman nefessiz bırakan korkuydu geçen, kimi zaman derin soluklu bir gülümseme... Dışarısı aydınlanırken, gölgeler duvarlardan usulca çekilirken uyuyakaldı. Bedenini sislerin arasına bıraktığını gördü, sonra bir başka bedenin kalkıp oradan uzaklaştığını. Tanıdık bir yüzün, tanıdık bir sesin peşine takılmıştı. Bilmediği bir yerde buldu kendini; bulutların içinde yürüyordu. Bir kolunu uzattı, dokunmak istercesine bulutlara, boşluktan başka bir şey yoktu. Yetişmek istedi bedenine, hızlı adımlarla geçmişti önünden, kendine baktı o an; boşluğun içindeydi, yoktu. Yoklamak istedi kendini, ne elleri vardı, ne de yüzü. Pamuk helvası gibiydi bulutlar, yapış yapış geldiler üstüne, hala yoktu... Çığlık attı, ciğerleri parça parça saçıldı etrafa, çığlığını duyamamıştı... "Amca, amca, uyan..." Emre tüm gücüyle sarsıyordu onu. Gözlerini açtı, sanki nerede olduğunu unutmuş gibi bakındı etrafına. Gırtlağından çıkan anlaşılmaz seslerle boğulmak üzereydi. Derin bir nefes aldı. Her yanı tutulmuş ağrıyordu. Çocuk korkuyla bakıyordu yüzüne. Başka bir şey daha gördü bakışlarında, daha önceden bildiği, karşılaştığı bir şey. Galiba ne olduğunu anlamıştı... Ayağa kalktı, üstünü düzeltti, kapının yanına bıraktığı botlarını giydi ve dışarı çıktı; tek bir kelime konuşmadan. Sokağa inen merdivenlerde durakladı birkaç saniye. Gökyüzüne baktı, duman duman çökmüştü bulutlar. Şehirdeki tüm bacalara girip çıkmışlardı sanki; isli bir griliğe bulanmışlardı. Yerde buz tutmuş su birikintilerinde hapsolmuş naylon torbaları, gazoz kutuları, kese kağıtlarına bakarak yürüyordu. " Pisliğin üzerine çekilmiş cila gibi", diye geçirdi içinden. Kimsecikler yoktu ortalıkta. Birkaç sokak ileride, köşe başında durdu; amele pazarına gelmişti. Önce kimseyi görmemişti; sonra duvar dibine çökmüş birileri daha olduğunu fark etti. Pardösünün yakalarını iyice kaldırıp beklemeye koyuldu. Ayaz yüzünü yakmıştı. İçten gelen titremeyi kontrol edemiyordu. Buz gibi havanın içine asılıyordu buram buram nefesi. Aniden, sebepsiz döndü ardına, geldiği yöne baktı. Emre biraz ötede duruyordu. Üşümemek için ayaklarını birbirine vurmaktaydı. Fark edildiğini görünce durdu. Yüzünde çocukça mahcubiyetin gülümsemesi belirmişti. Ona doğru bir adım atacak gibi oldu, ondan gelecek işaret beklercesine durakladı. Çocuğa sırtını döndü dönmesine ama aklı, nedense, birkaç adım ötesinde kalmıştı. Eski bir pikap yaklaşmıştı o an; duvar dibine çöken adamlar hemen ayaklanmıştı. Kamyonetten inen iri kıyım bir adam eliyle işaret ederek çağırdı onları. Omzuna çarparak geçti yanından birisi, yüzünde bugünün nafakasını sağlamış olmanın rahatlaması okunuyordu. Öne atıldı, adamın onu fark edip işe alır düşüncesiyle ama o arabaya yönelmişti bile. Amele pazarına bu ilk gelişiydi. Nereden esmişti bunu yapmak bilemiyordu. Birçok defa buradan geçerken görmüştü iş bekleyenleri ama bugün şansını denemek nereden çıkmıştı?.. Birkaç dakika tereddüt içinde kalarak, olduğu yerden uzaklaşmalı mı yoksa bir sonraki işi beklemeli mi diye karar verememişti. Değişik işlerde çalışmıştı, son olarak, uzunca bir süre hal'de hamallık yapmıştı. Kazandığı para ona yetiyordu, bir de eve getirebildiği sebze ve meyveler cabası. Herkesten uzak durması ve sessizliği sanki onun görünmezlik kıyafetiydi. Kimse onun farkında değildi; sabahları gölgelerin içinden çıkıp gelirdi akşamları da tekrar onlara karışırdı. Ta ki o güne kadar. Toptancı Muhsin diye birisinin yanında çalışıyordu. İyi adamdı kendisi. Hamalların parasını kesmezdi, hatta sıklıkla fazladan verirdi yevmiyeleri. Satışta sözünde durur, hata yaptığında ise kabullenir, başka alıcının kesesinden telafi etmezdi kaybını. Biraz asabi ve sabırsız olmasından, bazen anlayıp dinlemeden, çalışanları peşin peşin azarlardı. Buna karşılık gönüllerini almasını da bilirdi. Kısaca, dürüst ve babacan bir adamdı Muhsin bey. Olanlara gelince; patronunun sürekli bir müşterisi vardı, epey yüklü miktarda satış yapılırdı ona ve parası nakit alınırdı. Bu yüzden Muhsin bey onu kırmaz ve ne yapar eder elinde olmasa da onu boş göndermezdi. Birkaç defa, istemeden de olsa, pazarlıklarına şahit olmuştu ve kısa bir süre için görebildiği müşteriyi gözü tutmamıştı. Anlamsız gelmişti böyle düşüncelere kapılması. Sonraki günlerde unutmaya çalışsa da yine de içinde nahoş, sanki kötü bir şeyler olacakmış sezisi vardı. Bir sabah işe geldiğinde deponun önünde biriken insan kalabalığına şaşırmıştı. Az ileride gördüğü polis arabasını fark edince durakladı. Muhsin bey'in akşamın geç saatlerine kadar yazıhanede kalması bilinen bir şeydi ama kimse bir gece burada öldürüleceğini bilemezdi. Birkaç gün polis karakoluna gidip geldi, diğer çalışanlarla birlikte. Depo kapandı o da böylece işsiz kalmıştı. O günlerden birinde yerde uçuşan bir gazetenin manşetine takılmıştı gözleri. Cinayeti işleyen ve yazıhanedeki kasayı soyan Muhsin bey'in "hatırlı" müşterisinin adamlarıydı. Buna hiç şaşırmamıştı. Kısa süre biriktirdikleriyle yetinmek zorunda kalmıştı. Fazla bir masrafı yoktu ama günler geçtikçe elindekiler de tükenmekteydi. Şimdi de bu hastalık ve başına bela bu çocuk... Ardına dönüp baktı; Emre hala peşindeydi. Düşüncelere dalıp birkaç sokak yürümüş, evden daha da uzaklaşmıştı. Devam edecek iken karar değiştirip olduğu yerde durdu ve çocuğa döndü. Emre bir an irkilir gibi olsa da yürümeye devam etti, adımlarını ağırlaştırarak. Elinin hareketiyle hızlanıp ona yetişmişti. Bir süre ikisi yan yana, sessizce yürüdüler. Gecekondular geride kalmış, yol kenarında toplu konutlar, alışveriş merkezleri, kocaman vitrinleri olan mağazalar sıralanmaktaydı. Yanı başlarından vızır vızır geçen arabalara, canavar düdükleriyle kulakları sağır eden ambulanslara, yolcu duraklarına ani dalışlar yapan toplu taşıt araçlarına aldırmadan yürüdüler. Bir sokak arasına yöneldi adam. İleride küçük bir park gördü Emre. Kışları sadece güneşli günlerde gelen müdavimlerini bekleyen temiz, bakımlı bir park. Ağaçların yaprakları dökülmüş dallarına konmuş serçeler bile üşümüşlerdi bugün. Özenle budanmış iki çam ağacı arasındaki banka yaklaşıp oturdu. Emre de oturdu. Yorgunluk değildi bunu yaptıran; ne yorulduğunu ne de üşüdüğünü hissetmişti. Elini cebine sokup iyice katlanmış bir gazete parçasını çıkardı. Dikkatle açarken küçük paketi, Emre'nin onu gözünün ucuyla nasıl izlediğini farkındaydı. Bir avuç ekmek kırıntısıydı... Bankın az ilerisindeki taşın üzerine dikkatle döktü kırıntıları ve yavaşça çekildi geriye. Emre ne yaptığını anlamıştı; anlamasaydı bile serçelerin teker teker taşın üstüne gelmesiyle anlardı. Küçük boyunlarını uzata uzata topladılar ekmek kırıntılarını ve tekrar geldikleri yere döndüler. Çocuğun gülümseyen yüzüne baktı sonra ellerini cebine sokup arkasına yaslandı. Şimdi oturduğu bu banktan, yanındaki küçük yol arkadaşından, sessiz, yazı bekleyen parktan çok uzaklardaydı. Sadece düşüncelerinin onu götürebileceği yerde; serçelerin kanatlarına tutunduğunda yakalandığı düşünceler... Geçmişte ne merhamet duymuştu, ne acıma, ne de sorumluluk, hiç kimseye, hiç bir şeye karşı. Herhangi bir hayvan yavrusuna sahip olmak ne istedi ne de düşündü. Büyürken özenmesine gerek kalmadan çeşit çeşit oyuncakları olmuştu. Dört yaşlarında güzel bir bisikleti vardı; yedi yaşında daha da pahalısı oldu. Oturdukları mahallede ilk onun öyle bir bisikleti olmuştu. Harçlığı hatırı sayılır bir miktardı, buna rağmen yeni bisikletiyle mahalle çocuklarına para karşılığı tur attırıyordu. Aldığı paraları harcayacak yer bulurdu hemen. Onu gerçek dostluklar kurmaktan yoksun eden bencilliğiydi bu yüzden geçici arkadaşlıkları beslemek için harcardı parasını; çikolatalara, sinema biletlerine, vs... Okul zamanları sanki nefes alma vakitleriydi. Tabi ki annesi okula gitmediği veya öğretmeni eve uğramadığında. Derslerinde fazlasıyla başarılıydı, hiç çalışmamasına rağmen. Ne bir kitap açardı ne de ödev yaptığı görülürdü. Farklı bir isyan vardı içinde, okulu kırmasına, öğretmenlerini zor durumda bırakmasına, sınıftaki herkesi küçümsemesine sebep. Ufak tefek hırsızlıklar yaptı, ihtiyaçtan değil, sadece istediği için. Öğretmenleri onu şikayet etmekten usanıp kendi haline bırakmışlardı. Bunun da nedeni zekasıyla, bir nebze de olsa, yaptıklarını telafi etmesiydi. Yıllar geçtikçe değişir diye ummuştu yakınında bulunanlar, öyle bir şey olmadı ama onlar kendilerini biraz da olsa kandırmışlardı bu konuda. Değişmedi, saklanmayı öğrendi. Okullar, insanlar, sahte gülümsemeler, sahte dostluklar; her saniyesi gösteriydi hayat. İyi bir okul, iyi bir meslek ve iyi bir işi olmuştu, iyiden de iyi. Bol para kazanıyordu, bol para harcıyordu ve hep dilediği gibi tek başınaydı. Okuldan mezun olduğu gün eve uğradığı son gün olmuştu. Annesinin sarılması, babasının onunla böbürlenmesi, bütün bunlara canı sıkılmıştı. Bu iki, kendini kaybetmiş kişinin yanında işi neydi diye düşünmüştü. Kendini rahatsız eden bu düşünceler dönüp durdu kafasında o gece. Sabah çıkıp gittiği baba evine bir daha dönmedi. Yıllardır bunun sebebini aradı durdu, bir çok sebep bulup sahte bir rahatlamayı yaşamak istedi. Bir türlü bulamadı en gerçek olanını, bir türlü bitmedi kabusları. Nefesi daralmıştı birden. Yanına sokulan küçük çocuğu hatırlayıp gözlerini ona çevirdi. Kıpkırmızıydı kulakları, burnu, gözleri soğuktan ıslanmış, ellerinin rengi morumsu pembeydi. "Hadi gel, şurada bir aşevi görmüştüm, sıcak birer çorba içeriz" dedi. Emre'nin gülümseyen yüzüne baktı, kocaman bir buz dağını eritecek kadar sıcaktı bakışları. Cam kenarında bir masayı seçip oturdular. Çorbalarla birlikte masaya konan ekmekten bir dilim alıp küçük bir parça kopardı Emre. Elinin baş parmağı ile işaret parmağı arasına aldığı ekmek parçasını çorbaya bandırıp ağzına götürdü. Tüm dikkatini yemeğe vermişti bu yüzden adamın ona baktığını fark edemezdi. Tabaktakinin azalmasıyla çekinerek etrafına bakınmaya başladı. Yüzünün ve ellerinin rengi kendine gelmiş, sadece yanaklarında kırmızımsı büyük lekeler kalmıştı, soğuk ve keskin rüzgarın bıraktığı izlerdi onlar. Cebinden çıkardığı bozukluklara bakıp onlara bakan aşçı yamağından iki çay istedi. Camdan dışarıya baktı; hızlı hızlı gelip geçen insanlara. Alışverişe çıkan aileler, anneler, babalar ve çocukları; yaşlı bir dilenci durmuştu karşı kaldırımda. Okuldan çıkan talebeler, iş peşinde koşturanlar, gidecek yer bulamayan aşıklar; civar esnafın çırakları bir yerlere koşturmaktaydılar. "Hoş geldin Ayhan, hoş geldin..." diye bir fısıltı duydu. Bir başkaydı gördükleri, bir başkaydı duydukları, bambaşkaydı hissettikleri... Derin ve çok, ama çok uzun bir uykudan uyanmış gibiydi. Bu sabah, dün gece, evvelki gün, geçen yıl, seneler önce yaşananlar bir düşten ibaret, gerçek değildiler. Gerçek olan karşısında oturan bu çocuk ve camekanın dışında durmadan akan hayat. Gerçek olan şu an ve şu an aldığı nefesti. Ne olmuştu; bilmiyordu. Emre'ye bakıp gülümsedi. "Ne dersin, eve dönelim mi artık?" diye sordu. Yol boyunca yine sessizdiler. Mahalle sokaklarına girdiklerinde, evden uzakta olmayan bir tüp gaz bayisinin kapısına asılmış bir ilan takıldı gözüne. Aklından ilk geçen düşünce yarın gelip şansını denemek olmuştu. Eve varıp, odaya girdiklerinde sobayı yakmak için tereddüt etmemişti ve bir kucak odun parçasını da yığdı içeriye. Odanın içine yayılan sıcaklık hissedilmeye başlayınca aklına yeni gelen bir şey yüzünden yerinden fırladı Ayhan. Eşyaları topladığı büyük odaya girmişti. Döndüğünde kucakladığı birkaç koltuk minderi, büyük bir mukavva parçası ve çuvalımsı bir bezi bıraktı yere. Birkaç dakika sonra küçük bir yatak hazırlamıştı, kendisinin yattığı şiltenin yakınına. Bu esnada Emre ne yapacağını bilemiyordu, ne oturdu ne de Ayhan koştururken peşinden girip çıktı; sadece gözleriyle onu izlemişti. O gece, yattığı yerden, çocuğun uykuya dalmış olmasına rağmen hala gülümseyen yüzüne uzun uzun baktı Ayhan. Sabah uyandığında daha önceleri bu kadar huzurlu uyumuş muydu diye hatırlamamıştı. Artık şansı da dönmüş olmalıydı ki işe de alınmış ve hemen başlamıştı. Siparişleri götürüyordu evlere, boş kaldığında ise dükkanı silip süpürüyordu. Emre çoğunlukla yanındaydı, dükkan sahibi de sesini çıkarmamıştı buna. Ayhan çocuğa tek bir soru bile sormamıştı. Nereden geldiğini, kim olduğunu, ailesi var mıydı hiç sormadı. Biliyordu ki, eğer isterse Emre ona söylerdi, yeter ki istesin. Bir akşam üzeri, henüz dükkanı kapatmamışlardı, çocuk, kapının yakınında bulunan bir iskemleye oturmuş dışarıya bakıyordu. Dükkan sahibi, cam ile kapatılmış kendi bölmesinde telefon görüşmesi yapmaktaydı, Ayhan boş tüpleri dükkanın bir tarafında yerleştirmeyi bitirmek üzereydi. Emre'ye takıldı bakışları. Çocuğun yüzündeki ifadeydi buna neden olan. Bütün yüz kasları gerilmiş, gözlerini kırpmadan dışarıya bakıyordu. Küçük elleri yumruk olmuş, dudaklarında belli belirsiz seğirmeler yüzünden bir şeyler fısıldıyor gibiydi. Benzi bembeyaz kesilmiş bakıyordu. Ayhan, elindekini bırakıp sessizce yaklaştı kapıya. Çocuğu korkutmamak için yanına varmadan durdu. Akşamın alacalı aydınlığına karışmıştı sokak lambalarının baygın ışığı. Sokağın karşısına toplanmış birkaç çocuk vardı. Aralarında itişip kakıştıklarını sanmıştı önce. Daha dikkatli bakınca aralarına aldıkları yaşı onlarınkinden küçük bir oğlan çocuğunu fena tartakladıklarını gördü. Belli ki gücü yettiğince direnmişti onlara küçük ama bunu yaparak onları daha da kışkırtmıştı. Bütün güçleriyle üzerine yüklenip, kimi tekmelerle kimi yumruklarla vurmaktaydılar. Olanlara dayanılır gibi değildi. Bunlara son vermek için dışarıya çıkacak iken çocuklardan bir tanesinin uyarmasıyla her biri farklı yönlere doğru kaçıştılar. Ayhan yerde kıpırtısız yatan çocuğa yaklaştı. Gözyaşları kirli yüzünde iki patika çizmişti. Yerden kalkması için elini uzattı Ayhan. Gözlerini ona çevirdi çocuk; bakışlarında nefret okunuyordu. Adamın uzattığı eli itip ayağa kalktı. Ayhan; "iyi misin?" diye sordu. Çocuk sırtını döndü; dişlerinin arasından tıslarcasına; "sana ne be ..." diye söylenerek ona bir de küfür savurmuştu. Bir daha bakmıştı Ayhan'ın yüzüne. Gördükleri, duyduklarından kat kat fazla sarsılmasına sebep olmuştu. Çocuğun gözlerindeki nefret çakmak çakmak ateşleniyordu. Acıları hissetmiyordu sanki; kanayan burnunu koluna silerken kılı bile kıpırdamamıştı. Pis bir sırıtmayla yanından uzaklaşırken Ayhan olduğu yerde kalakalmıştı. Dükkana döndüğünde Emre iskemlesinde büzülmüş sessizce oturmaktaydı. Bakışlarını yere, sadece kendisinin bildiği bir noktaya dikmişti. Ayhan elini çocuğun başına koydu, kısa bir an için. Çocuğun yaşadığı kötü ne varsa silmek ve yerine sadece güzellikleri, iyilikleri bırakabilmeyi dilemişti. Eve döndüklerinde Emre'nin kısacık hikayesini dinleme vaktinin geldiğini anlamıştı. Gerçekten çok kısaydı. Henüz bebek iken anne ve babasını bir kazada kaybetmiş ve onu bırakabilecek hiç yakını olmadığı veya bulunmadığından bir kimsesizler yurduna verilmişti. Ailesi hakkında pek bir şey bilmiyordu; kazanın olduğu yolda ne işleri vardı, otobüste bulunan iki valizde giyecekten başka ne bir belge ne de fotoğraf bulunmamıştı. Kimsesizler yurdunda kendisi gibilerle büyümüştü. Bayramlarda dağıtılan ayakkabılar, kazaklar, pantolonlar ya bir beden küçük gelirdi veya içlerinde kaybolacak kadar büyük. Çocuklar arasında çekişmelerden hep uzak durmaya çalışsa da basit bir sebep yüzünden, hatta sebepsiz, nasibini alıyordu bakıcıların sırayla attıkları dayaktan. Onları da suçlamıyordu; başa çıkamıyorlardı, küçüklerin laf anlamazlığıyla mı uğraşsınlar, büyüklerin dikkafalılıyla mı. Çocuklar ise peşinen inanmışlardı sevilemeyeceklerine; küçük, sıcak bir yaklaşımın, sebepsiz, içten bir gülümsemenin bedeli ne olur diye şüphelenmekten başka bildikleri yoktu. Bunu yaşayan büyük çocuklardı, henüz ne olup bittiğini anlayamayan küçükler masum gülücüklerini dağıttıkları kocaman, kalabalık ailelerinde olacaklardan bihaberdiler. Yurdun yakınındaki bir devlet okuluna kayıt olduğunda, hoşuna gitmişti farklı bir ortamda bulunmak. Dersleri dikkatle dinlemekteydi, yurda döner dönmez ödevlerini yapardı. Bu yıl dördüncü sınıfa geçmişti. Bu kelimeleri söylerken gözleri parlamıştı... Sonra uzun bir müddet sustu. Ayhan yine soru sormadı. Kendince tahminleri vardı, ama tabi ki kendince... Günler birer birer geçmekteydiler, ne yavaş yavaş ne de hızlı; birbirinin peşinden gelirken beraberinde getirdikleriyle. Geçmişi olduğu yerde bıraktılar, her ikisi de. Ona ait bir kelime bile kalmadı kenarda saklanan. Belki dilsiz edilen anılardı, ya da belki böyle olmasını isteyen onlardı. Gündüzleri bir başkaydı yaşadıkları, ayak uydurdukları bir dansa katılmak gibiydi, aynı ritimde, uygun adımda. Geceleriyse kendi yarattıkları dünyalarını küçük bir odaya sığdırmaktı yaşam. Zaman zaman kentin sokaklarında uzun gezintilere çıktılar, kimi zaman kayboldular caddelerin kalabalığında, kimi zaman kıyıya kadar inip, dalgakıranda oturdular. Her biri kendi sessizliğinde, her biri kendi düşüncelerinde, her biri kendi yolculuğunda ama hep yan yana. Nisan sonlarında Emre yakındaki bir kahvehanede çıraklık yapmaya başladı; bunu kendi istemişti. Dükkan kapandığında Ayhan kahvehaneye gidip Emre'yi alıyordu. Bazen, müşterinin çok olduğu zamanlarda çocuğu beklemek zorunda kaldığından, ister istemez içeriye girerdi. Kenarda bir yerde oturup, gündüzden kalan gazetelere bakıyordu. Sayfaları çevirirken içinden "aynı şeyler, dünden ne bir fazla ne de bir eksik var bu dünyanın düzeninde" diye geçiriyordu. Bir defa olsun kendisine sormadı nelerin değişmesini beklediğini, nelerin olmasını umduğunu. Aslında aklındaki düğümleri bir bir çözmesi gerektiğinin farkındaydı ama bunu yapmaktansa ertelemek çok daha kolaydı. Değer verdiği yalnızlığını bu tanımadığı, yaşadığı yere girdiği gibi hayatına pat diye giren bu çocuğun varlığıyla doldurmuştu. Ona karşı duyduklarıyla tanışmaktaydı, yavaş yavaş. Bazen, onsuz bir günü düşünmeye çalışırdı ve aklına hiç bir şey gelmeyince hayrete düşerdi. "Ne yani, önceden nasılsa öyle olur" diye söylenirdi içinden. Önceden dediği ne zamandı diye düşünmeye başlardı sonra ve böylece işin içinden çıkamaz olurdu. Bazı geceler, gelecek tasası düşerdi aklına, kendisinin değil, Emre'nin. "Okula gitmesi lazım" diye düşünürdü. Etrafına bakınıp "burayı iyice adam etmek lazım" diye devam ederdi. Farkına vardığında tüm bunların, başını bir yana çevirirdi, sanki içindeki düşünceleri silkelemek istercesine. Bir kovalamacadır yaşıyordu içinde; bir yanda düşünceleri, bir yanda yüreği, her ikisinde tarifsiz bir kıpırtı, heyecan... "Hoş geldin Ayhan..." diye fısıldayanın bir oyunu muydu yaşadıkları, yoksa kabuslarında bıraktığı birisinin son çırpınışlarını mı duyuyordu... Uykusuz gecelerde veya sabaha karşı uyanıp da bir türlü uyuyamadığında gerçekliğinden emin olmak istercesine yerinden doğrulup çocuğun yattığı yere bakardı. Kollarını kaldırıp karanlıkta seçmeye çalışırdı. Bedenini yoklardı, yüzüne dokunurdu ve yaptıklarının iyice farkına vardığında gırtlağını paralayan, yutkunulması zor, kocaman bir nefes çekerdi içine. Küçük, siyah çantasındaki defteri çıkarmamış, sayfaları arasında sakladığı fotoğraflara çok uzun zamandır bakmamıştı. İçinden gelmediğinden değildi, bir şeylerin sezisi, bir his, olacakları haber veren, bu yüzdendi. İşini terk ettiğinde, evini, parayla satın alınabilecek nesi var nesi yoksa bir anda bırakıp yok olmayı seçtiğinde onları neden yanına aldığını bilmiyordu. Sadece aldı, düşünmeden, tasarlamadan. Bir an evvel uzaklaşmak istemişti. Hırslar, entrikalar, yalanlar ve içindeki korku birleşip üstüne üstüne gelmekteydiler. Yaşam korkunç bir kabusa dönüşmüştü. Etrafında olanların, kendisi de bunların en ortasındayken, seyircisiydi. Yüreğinin duvarları sessizliğin çığlıklarıyla yıkılırken, gözleri ve düşünceleri beyninde bir filmi oynatmıştı. Asıl çırpınanın kendisi olduğunu ne kadar açık görebiliyordu şimdi... Bitmeyen bir tatminsizlik; sınırsız sahip olma arzusu, en iyi olmak, en büyük olmak, en ulaşılmaz, güçlü olmak isterken o sahte değerler, o "en" olanlar tarafından yutulmuştu. Bir nebze olsun yakınlık göstermediği annesini kaybetmişti ve bunu telafi edemezdi. Hiç hakkı olmadığı halde yakınında olanlara kayıtsız kalmış veya küçümsemişti. Beklentileri; onlar hep alması gerektiği inandıklarıydı; çabasız, ödünsüz... Ne değişmişti; hayat mı, kendisi mi?.. Geçmişin en başındaki Ayhan veya en sonundaki Ayhan; hangisiydi içindeki kapıyı açan?.. Ne önemi var, o kapı aralığından bakabildikten sonra. Ne önemi var o kapıdan adım attıktan sonra... “Öyle bir heyecan ki, kendinde olmak...” diye fısıldadı adam. Emre uykusunda anlaşılmaz bir şeyler sayıklamıştı. Üzerindeki battaniyeyi düzeltmek için yanına gitti. Düş görüyor olmalıydı. Yerine döndü tekrar. Sabah olmak üzereydi. Bütün gece uyanık kalmasına rağmen kendini çok iyi ve zinde hissetmekteydi Ayhan. İçi içine sığamıyordu. Ağlıyordu. Gülümsüyordu. Gözyaşları arasında gülümsüyordu. Yüreğinde bir tohum filizlenmişti. Umut ve sevgi ile beslenen Gülümseme çiçeğinin tohumu... İstanbul eylül
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © R. Eylül Aktaş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |