Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim. -Cervantes |
|
||||||||||
|
Deniz, Afrodit’i yaratan beyaz köpükler altında alıngan maviliğiyle, biraz ötemizdeki kumsal ile didişip duruyordu. Bu yüzden öfkesi varmışçasına son dalgasını azıcık çaçaronca bırakıverdi. Bu müziğe benzer uğultuyu, mayıs ayının ilk günlerinde benimle sahil gezmesine çıkması için olmadık diller döktüğüm kızın, çayırlara ışıl ışıl çiğ yayan gözleriyle buluştuğumda duydum. Kimseler de duymadı. Oysa sahilde bir kalabalık, bir kalabalık görmeyiverin. Her şey, duru, bir bahar gününün güzel renklerini giyinmişti. Bu insan kalabalığı bile türlü renklerdeki güllerin, camgöbeği rengi gökyüzünün mavisiyle oynaşması girişimine engel olamıyordu. Hatta bitmemiş inşaat molozları ve donuk kırmızı tuğlalar bile… Denizden gelen ağır, kesif çöp kokuları da havanın enfesliğini bozamıyordu. Ben bu kokuya rağmen, kollarımı iki yana açıp, gözlerimi yumup, bir gece vakti bu denizin en böğürdüğü anlarda karanlığa inat en sevdiğim şarkıyı mırıldanmak isterdim. Birkaç yıl önce arkadaşlarla rıhtıma inip inip, marşlar söylerdik. Kayıkhane civarındaki dalgakıranlardan taa denizin içlerine doğru ilerlerdik. Sonra hep bir ağızdan “1 Mayıs’ı” söylerdik. Koca dalgalarıyla simsiyah bir deniz dinlerdi bizi, bir de yıldızlar. Siyasi şube polisinin yalnızca, bu eğlencemizden haberi olmazdı. Hangi arkadaşımın aklına yalnızlık düşmüşse kendini atıverirdi rıhtımlara. Sarhoşlar, bir bize laf atmazlardı. Sarhoşları geçerken hep arabesk şarkılar mırıldanırdık da ondan. Sarhoşlardan öte tren yolu, oradan ötesi rıhtım. Oraya ulaştığımız an, arabeskin de bizdeki kredisi biterdi. Karanlık, güneşin batmasını nasıl evecenlikle beklerse, biz de onun gelmesini aynı sabırsızlıkla beklerdik. Yalnız o aralar bu denizin kıyıları, şimdiki gibi utanmaz değildi. Bu sahillerde Tanrı’yı gücendirecek hiç bir şey olmazdı. Sabah yürüyüşü için çıktığınızda geceden kalma sevimsizlikleriyle kondomların denizin yüzeyinde içlerine su alarak şiştiklerine rastlamazdınız. Bunu hatırladığımdan mıdır ne? Bugün bu insan seline pek bozguncu halimle bakıyorum. Birkaç adım önde yürüyen kızlı erkekli grubun geceyi bu kıyıda geçireceklerini düşündükçe lanetler yağdırıyorum içimden. Mayıs’ın ikinci pazar gününde, annelerinin o yeryüzüne şekil veren ellerine bir demet süsen tutuşturan çocukları görmek istiyordum. Samsun’un dikişçi kızlarını ya da çamaşırcı kadınlarını arıyordum Tütün işçilerini az ilerdeki çay bahçelerinde ince belli bardaklardan çay yudumlarlarken izlemek sanırım beni mutlu edecekti. Ne mümkün! Sahil yolu boyunca, otomobillerin birilerini ıslıkladığını görürüsünüz. Islık mağduru kızlar, onları büyük bir tiksintiyle aşağıladıkları halde onlar, yine de ağızları kulaklarına varıncaya kadar sırıtırlardı.”Ah şu züppeler! Şu evrende boşuna yer işgal ederler, ne diye yaşarlar ki…”Bunları söylenirken Tanrı duymasın diye kalbimden gizlice geçirdim. Bugün, hoşnutluğumu görünce sanki herkesin canı sıkıldı. Adeta oradakilerin hepsi, bir efsanenin en acıklı yerindeki gibi taş kesilmişlerdi gözüme. Yürüyen bir benim, gökyüzünde beyaz bir bulut kümesine takılıp şarkılar söyleyen benim, yanımda iç okşayıcı yüzüyle tutkularımı depreştiren kıza bir tek ben seviyle bakıyorum. Yanımdakinin, insanı bakmaya zorlayan gülüşlerini anlatmayacağım. Şu kadarını söyleyeyim. “Tanrı bir onu, bir de yine onu boş zamanında kalemle çizip öyle göndermiş şu ölümlü dünyaya desem abartmış sayılmam.”Bense otuzuna varmış, yaşlı biri sayılırım, üstelik hiç de yakışıklı değilim. Giyinmeyi bile bilmiyorum. Hani şöyle pek pahalı gömlekler giysem de şu burnumun yüzüme yaydığı kabalığı gizlesem... İşte, gelin görün ki; fakirce yaşamak da benim iyi yanım. Sözün kısası ona tutuldum kardeşler. Deliye döndüm, son günlerde “Saman Sarısı”nı sıkça okumaya başladım, her uyumak istediğimde ona yeni bir ad bulasım geliyor. Kalkıyorum yataktan ışıkları yakmaya, aklımdaki her şey uçup gidiyor. Onu karanlıkta düşlemek sanırım daha hoş. Donuklaşan geceme, karanlığın ortasından bir alev lekesi gibi görünüyor, yakınlaştıkça da dağıldığını izliyorum. Gönlümde bir fırtına, bir fırtına, Tanrı sizinkinden sakınsın... Oysa gece yüzükoyun yattığımdan olacak, her yanım kırılacak gibi oluyordu. Herhalde günün bu saatinde bedenime çöken tatlı sızı, sabahki acısını kaybederek kalbime düşmüştü. Bir anda her şeyi bir kenara bırakıp, yanımdakine döndüm ve güçlükle işitilebilecek bir sesle: —Büsbütün sizin etkiniz altındayım. Gözlerimi yüzünden ayıramıyordum. Ama bu yüz, öyle canlıydı ki, bakmaya cesaret edemiyordum. Bir yıla yakın bir süredir işsizdim, yirmili yaşlarda bir kızın gözlerini Tanrıyla aramızda iş şifresi yapmış gibi bakınıyordum. Yanımdaki: —Ah! Konuşmayın böyle, sizin yaşınızdakiler için, bu laflar hafif olmalı. Sizi tanımıyorum daha, öncekilere aynı şeyleri söylemediğinizden emin misiniz? —Bana sadece küçük bir süre verin, göreceksiniz şu andaki düşüncelerinizden sıyrılacaksınız. Yanımdakinin kalbi çarpmaya başlamıştı. Narin bir salınmayla saçlarını, yuf yuvarlak alnının üzerine yaydı. Aynı anda iki yere baktı. Denizin sonu görünmez genişliğine bakınca, fotoğraf karesinde görünmek isteyen bir portre gibi karşısına kuruldum. Kaşlarımı kaldıraraktan, hınzırca gülümsedim. Ama sanki söylediklerimde lüzumsuzluk bulmuş gibi az duraladı “Basit, basbayağı biri, ben gereğinden fazla önemsemiş olmalıyım. Bugüne kadar sevinci yakalayamamış adamın bundan sonrası için, ne gibi planları olabilir ki? Hayatta her şeyi tatmak da lazım yani, bazıları sonrasında buluyorlar kıvamını.” Bu duraksamada, içinden böyle şeylerin geçtiğini tahmin ediyordum. Asık bir suratla beni izlemeye başladı. Bulutlu havada parlaklığını yitirmiş bir nehrin donukluğuna benzer bir yüz ifadesiyle bana bakındı. Tatsız bir sözün geleceğini sezdim. Keyfim kaçtı, kaygılanıyordum. Yüzünü buruşturarak: —Bir yerde oturup çay içelim. Belki birbirimizi daha rahat anlarız. Bana biraz süre veriniz. Hem hakkınızda fazlasını bilmem gerekir. Az sonra bir çay bahçesine oturduk. Ben, henüz sahildeki herkese nefret doluydum. Tam olarak herkese değil. Yanlarında sevgili diye süs köpeği gezdirenlere… Sözgelimi, girişte karşılaştığım çiftin koltuğunda birer dergi vardı. Anlaşılan kütüphaneye uğramışlardı. Yine, sağ tarafımızdaki çocuklu aileyi bu nefretin dışında tutuyordum. Akasya ağacının gölgesinde birikmiş olanları da… Şarkılar, türküler çığırıyorlardı gelip geçen her insana. Kaşlarımı bir iki oynatarak: —Bu kalabalık, bizim duyduğumuz kıvancı duyuyor mu acaba? Şunları görüyor musun? Bak, tam şu denizle bitişik olanlardan söz ediyorum. Gün ortası, orta yerde arsızca öpüşüyorlar. Utangaç kız bu defa bir çeşit sabırsızlık göstererek: — Siz, dedi. Neden çevrenizdekileri bu derece küçümsüyorsunuz ki? Birkaç gün önce farklı şeyler söylemiştiniz. Sizi daha sevecen ve alçakgönüllü bekliyordum. Hem konuşulacak şey mi bunlar? Bakınız! Oysa bunca insan arasında kendimi yalnız hissediyorum. Çünkü kendimle mutluyum. Sizin beni çağırışınız bu mutluluğumu pekiştirdi. Kollarını iki yana açarak bu serzenişte bulundu. Gerçekten mutluydu. Sanki yeni evlenmiş bir kadının, yuvasına açılan ilk kapıyı aralamasına benzer bir sevinç vardı. Çiğ gözleri o kadar parıldadı ki alıp şuracığıma basasım geldi. Hemen anayola doğru evlerin bahçelerindeki renk renk goncaları alıp koklamak gibi bir şeydi bu duygum. Benim yanlışlarımı düzeltmek için açılmaya yakın bir gonca… Öyle oralarda bir yerde karşılaştım, kimseler görememiş, ilk ben gördüm sarhoş halimle. Sonraki günlerde erkeklere bir yığın küfürler savurdum. Nasıl fark etmediniz çevrenizdeki bu sarı goncayı diye. Şimdilerde ise alıp odalara kapatasım geliyor. Zincirlere vurasım geliyor. Hani benim gönlümle bakan biri çıkar diye. İki çay söylemiştik oralarda biri şekersiz. Zaten bu çay sözcüğünü ne çok severdim ben. En sahici baba var ya… Can baba… İşte o!”…Çayına kaç şeker alırsın diye sormalı biri”Rastlantılara bakınız ki; ilk tanıştığımda kendisine bu dizeyi okumuştum. Aslında öncesini de yarım ağız söyleyebildim. Ama bu şiiri yarım haliyle bile sevmişti. Bana da eğer bu şiiri tamamını bulursan sahil turu için söz veririm demişti. Aradan yirmi gün geçti. Elbette! O şiir, meğer o gün okuduğum gazetelerin birinde aklımda kalmıştı. Aynı gün, gazeteden koparıp getirdim, şu yanımdaki kızcağıza verdim. Çok süslü insanlar arasından o, denizler üstünde yürüyen bahar mevsimi gibiydi bana. Onunla bir lokantaya ya da bir kafeye gitsem benim için oraların adı yok. Sözgelimi; okuduğu üniversitenin adını söylemiyorum kimseye. Bahsi geçtiğinde Asya’nın okuduğu okul diyorum, yetiyor. Son günlerde cebimde, bir paket sigara, bir de onun resimleri var...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © CENGİZ MAÇOĞLU, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |