İnsan gülümsemeyle gözyaşı arasında gidip gelen bir sarkaçtır. -Byron |
|
||||||||||
|
Felsefe, bireyselliğin söz konusu olduğu bir uğraşı alanıdır. Ve bu alanda uğraşan insanların; içinde bulundukları topluma biraz daha dışarıdan (yukarıdan) bakmaları gerektiği konusunda hakim (yaygın) bir görüş vardır. Buna kısmen katılmak mümkündür. Felsefecinin ait olduğu toplumun sınırlarını zorlayabilen, hatta bu sınırları aşan bir yapıda olduğunu felsefe tarihi bize gösterir. Fakat bu yukarıdan bakma durumu bazen bu uğraşı içerisinde bulunan insanların; halktan birisi olduğu gerçeğinin göz ardı edilmesine yol açmamalıdır. Yani felsefeci halktan tamamen soyutlanıp, düşünce sarayında tahtına kurulup, yalnızca düşünerek vakit geçirmek zorunda olan birisi değildir. Böyle bir zorunluluğu yoktur. Yalnız olması onun tercihi olabilir fakat zorunluluk olarak anlaşılmamalıdır. Ülkemizdeki felsefe çalışmalarının büyük çoğunluğu üniversitelerde, üniversite hocaları tarafından yapılmaktadır.( bunun dışında çalışma yok değildir ama çok ta değildir) Akademisyenin (öğretmenin) görevi önce kendisini daha sonra içinde bulunduğu toplumu eğitmek, o toplumdaki insanları aydınlatmak ve onların yeni ufuklar kazanabilmeleri için çalışmaktır. Bu ülkedeki felsefecilerin büyük çoğunluğunun akademisyen olduğu gerçeğinden yola çıkarak; ve akademisyenlerin (hocaların) halkı aydınlatma yükümlülüğünü göz önünde bulundurarak bu ülkede felsefenin sorunu aynı zamanda halkında sorunudur demekte bir sakınca olmasa gerek! Ben (kaba bir tabirle) “felsefeci, kendini halkın sorunlarına çözüm aramaya adayan bir çile-zor olmak zorundadır” demiyorum. Toplumun bir parçası olan akademisyenlerin felsefe yaparken halktan kopuk olmaması gerektiğini söylüyorum. Aksi takdirde: felsefe Nietzsche’nin deyimiyle “Akademik ihtiyarlarla, akademik gençler arasında yapılan zararsız bir gevezelik” olarak kalır. Eğer felsefeci zararsız bir geveze olmak istemiyorsa; içinden çıktığı yaşamın sıcak sorunlarına elini dokundurmalıdır; eli yanacak olsa bile! Yaygın olan anlayışın dışında akademisyenler de bu toplumun bir parçasıdır. Toplumdan ayrı değiller. Dolayısıyla halkın sorunu onları da etkiler.(bunu kolaylıkla gözlemleyebiliriz.; eğitim, zam, ekonumik, siyasi alanlarda….) Yani kıscası akademisyen halkın ta kendisidir. Öyleyse kendini halktan soyutlayamaz. Bu ülkede felsefeci öğretmense; öğretmen de halkı halkı aydınlatan ve halktan tamamen bağımsız olamayansa; diyebiliriz ki Türkiye’de felsefe: halkın sorunlarını göz ardı etmemelidir. İşte bu bir zorunluluktur! Türk felsefesinin en köklü tartışmalarından biri de “Bu ülkede felsefe var mı* yok mu” tartışmasıdır. Çok yüzeysel bir biçimde değinecek olursak; Ömer Naci Soykan’dan bir alıntı yapmak istiyorum “Geçmişe baktığımızda yüz yıl önce felsefecilerimiz bizde felsefe yok demişler ve bu anlayış yüz yıl boyu sürmüş, bugün de söyleniyor. Bazılarına kalsa yüz yıl daha sürecek. Demek ki yadsıyıcı bit tutumla hiçbir şey var edilemez. Ancak vardır dersek belki var olabilir.” Vardır ya da yoktur demekten çok önce yapılan çalışmaları incelemek sonra gerekiyorsa bu çalışmaları eleştirmek ya da bunların üstüne çıkabilmek için çabalamak gerekir diye düşünüyorum. Türk felsefesinin bir başka büyük sorunu da “özgünlük” sorunudur. Felsefecilerimiz düşüncelerinin ve eserlerinin özgün olmadığı konusunda çok ağır eleştirilerde maruz kalmaktadır. Oysa dünyanın hiçbir yerinde hiçbir filozofun hiçbir düşüncesi yoktur ki; tek basına bir bahsedildiği biçimde özgünlük içersin! Felsefe tarihine baktığımızda görüşleri özgün kabul edilen filozofları incelediğimizde: görüşlerini oluştururken Platon’un Sokrates’ten etkilenmediğini söylemek, Sokrates’in sofistlerin düşüncelerinden etkilenmeden kendi görüşünü ortaya koyduğunu söylemek mümkün değildir. Bilimin başlatıcısı kabul edilen Thales’in bile kendinden öncekilerden yahut yasadığı dönemdeki düşüncelerden etkilenmediğini söylemek mümkün değildir. Öyleyse bazı düşünce, akım ya da görüşlerden etkilenen hocalarımız nasıl oluyor da özgün olmamakla suçlanıyor. Platon’un Sokrates’ten etkilendiği gibi hocalarımızın da kendi hocasından yahut başka birisinden etkilenmesi ve görüşlerini bu etkilenim çerçevesinde oluşturması gayet doğal bir durumdur. Son olarak değinmek istediğim nokta ise; son zamanlarda Türkiye’de felsefeye olan ilginin artması ve felsefenin popüler hale gelmesiyle; felsefenin özünden uzaklaşılacağı korkusu ortaya çıkmıştır. Bu korkunun temelinde felsefeye yönelen kişi (insan) sayısının artmasıyla onun sulanacağı anlayışı yatar. Bu nedenle onun (felsefenin) değerinin düşeceği söylenmektedir. Oysa gereken felsefi eleştiri ortamı oluşturulduğu takdirde yetkin olmayan eserler, görüşler, fikirler zaman içerisinde eriyip yok olacak; yalnızca yetkin olanlar zamanı aşacaktır. not: 22 Kasım 2007 dünya felsefe günü için düzenlenen panelde sunulmuştur. konuşmacı: Ali Osman Yeten
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ali osman yeten, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |