Mektubum sanırım fazla uzun oldu, çünkü daha kısa yazmak için yeterince vaktim yoktu. -Pascal |
|
||||||||||
|
DÖRTLENME Biz, her şeyi biliyorduk. Biz, Suğla, Atra, Toran ve Han. Zamanın başında vardık; öncesinde de, sonrasında da Her şeyi bilenin tek bir eylemi vardır: Susmak. Sustuk ve OLduk. Ötelerdeydi gözü, rüzgarın alabildiğine savurduğu serseri kum taneleri arasında karışıp giden, yaşamadığı ama algıladığı yaşam zerreciklerinde.Yanda küflenmiş tahta sandalye, üzerinde oturan yokluk...Alt katta sürüp giden ağdalanmış, yapış yapış bir koşuşturma... Yaşadıklarının düş mü, yoksa gerçek olan mı, ayrımını yapabildiği nadir zamanlarda bile düşlerinin gerçek, gerçeklerinin ise düş olmasını istiyordu.Yanlış kurgulanmış bir makine gibi hissediyordu kendisini. Denizler için tasarlanmış ama çöllerde kullanılan bir makine.Yanında barınmak zorunda kaldığı kız kardeşi, tek akrabası ve tek tiksindiği kimlikti. Geceleri kurtçukların oyuntu seslerini dinlerken daldığı ruh hali gibi ayrımsardı kadının varlığını. Kelimeler kıvrıla kıvrıla çıkardı boğazından. Her harf başını uzatan bir kurtçuk...Yok olmak isterdi kadının konuştuğu anlarda, ya da yok etmek çocukluğuna ait, ona ait, bütün görüntü gölgelerini. Tüm kemiklerinin birbirine sürtündüğünü hissettiren karmaşık bir tınıyla varolan o silik kimlik, kız kardeşinin yirmi yıllık kocası, karısının boyunduruğu altında geçirdiği saatler boyunca tadardı mutluluğu.Tek paylaşımları; kadının bir tas yemek koyması önüne, adamın da şarap dilenmesi tek yüzsüzlüğüyle... Sonra giderdi yerin dibine.Bazen günlerce gelmediği olurdu. Bazen de haftalarca kalkmadan yattığı.Öksürük nöbetleri başladığında, ev halkı kızdırıldıktan sonra soğutulmuş iç yağına bandırılmış pamukları tıkardı kulaklarına. Ondandı belki böylesi ağır bir kokuyu solutan evde. Tahta kurusu ve çürümüş kurtçuk kokusuna karışması ağır iç yağının. Gaz lambasıydı geceleri aydınlatan alt kattaki sofayı ama ona ulaşamazdı isli ışık . Kurgularındaki o çok uzak şehrin neonları alırdı onun gözünü ve şehri çevreleyen pembe çiçeklere serpilmiş çiğ tanelerinin ışıltısı. Elektrikli trenlerin metalik çığlıklarını duyardı aklı takılmadıkça kurtçuklara. İğrenilecek böceklerdi belki ama o haz duyardı, küçücük deliklerden uzanan minicik anlamsız gözleri izlemekten. Yine başlamıştı nöbeti. Öksürükleri alıngandı burnuna gelen ağır yağ kokusundan.Yemek bile yemeden yatmıştı. Madendeki kazadan beri artmıştı adamın suskunluğu; kız kardeşinin de azgınlığı. Oysa yıllar öncesinde, tüm köyün ağzındaydı adamla ablasının birbirlerine olan tutkuları.Zamanın örseleyip un ufak ettiği, binlerce parçaya ayırıp toz gibi savurup dağıttığı, hastalıklı bir tutku... Yağ da bitmişti evde, bulgur da... O gece bahçeden topladığı ebegümeçleri ile kuş otlarını haşlamıştı kadın; yağsız tuzsuz koymuştu önüne çocukların. Adam yiyememişti, öğürememişti ottan, uyumuştu. Merdivenlerin gıcırtısını duyuyordu şimdi. Kız kardeşi üst kata çıkıyordu. Yine para arayacaktı kocasının ceplerinde.Oysa verirdi adam, olsa, -şarabının parasına iç cebine sakladıktan sonra- verirdi. Bir metal pırıltısı takıldı gözüne aralık kalmış kapı aralığından sızan isli ışığın arasından. Sonra, kadının kirli yeşil, uzun eteğinin kıvrımı, çıplak ayağının topuğu... Sessiz ve hiç olmadığı kadar sakin bir konuşma geçiyordu aralarında. Duyuyordu. “ Bu kadar kötü mü her şey?” diyordu adam.”Evet bu kadar kötü” diyordu kadın da. Ardından defalarca, defalarca saplıyordu adamın göğsüne bıçağı. Adamsa hayatı boyunca yaşayabileceği en derin sessizliğiyle kadının gözlerinin içine bakıyordu. Kendisi görmüyordu ama biliyordu. Kız kardeşi yirmi yıllık kocasını öldürüyordu. Hava aydınlanmaya çalışıyordu. Öylesine alçaktı ki bulutlar ve siyah, silkinemiyordu gün. Perde yoktu tek penceresinde, cam da yoktu. Sadece kalın bir muşamba geriliydi dışarıyı somutluğundan süzerek gösteren. Fırtınayı bekliyordu. Çok uzaklardan, patlayan gök seslerinin uzantıları geliyordu kulaklarına, aydınlıklarını seçemiyordu. Çocukluğu... Son günlerde çok fazla düşünür olmuştu uzak dünlerini. Bu tehlikeye işaretti, biliyordu. Yarını adına kurguladıklarından daha hızlı uzaklaştığının işaretiydi. Oysa bu değildi istediği. Yoksa bu muydu? Kaçış... Güçsüzlüğün en sinsisi. Her çocuk gibi severdi oyun oynamayı ama onunkiler farklıydı. Kimse kötü adam olmak istemezdi basitçe yazılmış çocuksu tiyatrolarında. İyi kahramanları ise hiç yoktu. Tiyatrodan başka da bildiği oyun yoktu. Kendi kendisine kimlikler yaratır, bunları özenle yazıya geçirirdi. Yarattığı kimliklerin hiç kimseye benzememesine özellikle dikkat ederdi. Birine benzemeyenlerin sonunda birbirine benzediğini çok sonra öğrenecekti. Ne o uyabildi diğer çocukların kendince basit, sıradan, hayal gücünden yoksun oyunlarına, ne de onlar kendisininkilere. Yapayalnız geçirdi küçük boylu günlerini.O, büyük adamları oynarken tahta sandıkların üzerine çıktı. Kadınları oynarken, ablasının gür siyah saçlarından gizlice kestiği küçük tutamı tokaladı kısacık saçlarının arasına. Bir gün, bir kömür madenindeki, bir kömür damarını oynamaya kalktığında üç gün boyunca yarı beline kadar gömdü kendisini arka bahçeye. Öylece durdu. Yemek yemeden, su içmeden, uyumadan, yüzündeki tek bir mimiği değiştirmeden... Annesi babası ve ablası o gün –farlılığını- kabul etmek zorunda kaldılar. Özellikle ablası gizli gizli gelip orasına burasına iğneler batırarak oyununu bozmaya çalışmış, ama kan içinde kalan kollarına, kulaklarına ve burnuna rağmen tek bir tepki göstermeyen çocuğun kararlılığı karsısında korkuyla karışık bir saygı göstererek geri çekilmişti. İlk o gün duymuştu o üç sesi. Seslerin sahiplerini görmüş müydü bilmiyordu. Bulanık bir siluet gibiydi zihnine takılanlar. Anlatılır değildi. Sesin şekli nasıl anlatılırdı ki? ‘İşte şimdi tam zamanı. Zihni sustu.’ Demişti biri. Öteki: ‘Sanmıyorum. Zihni sustu ama, şu an en ilkel bilincinin içine girdi.’ ‘Dönelim.’ demişti diğeri .Sesi sinirliydi. ‘Kaçtığı deliğe bak. Bir kömür damarı.’ Açlığın verdiği sanrılar olmalıydı. Keşke hiç gelmeselerdi şehre. Keşke tüm çocukluğu o küçücük köyde, pamuk tarlaları arasında geçseydi. Hatırında kalan son ayrıntı, sürekli yulaf bulamacı yemeleriydi, günlerin çok sıcak geçmesi ve bir anda dönerek gelen, evleri, tarlaları darmadağın eden garip fırtınalar... Ardından o koca şehir, kenar mahalle, pis sokaklar... Bir küçük pencere şekillendi gözlerinin önünde. Orta Çağ’dan kalma bir şatonun zindan kulesiydi dışarıya baktığı. Onlar üç kişiydiler bahçede. Darağacının zebanileri... Gözlerinin dolmasını istedi, gözleri doldu. Öyle olması gerekiyordu. Gülemezdi ya asılmaya gidecekken. Nasıl da canlanıvermişti çocukluğunun hayallerinden biri. Hatta o gece, içeriden gelen boğuk iniltisi bile kulaklarındaydı annesinin ve rüzgarın sesi, çıplak ayaklı çingene dilencinin topuklarındaki etin çamura temasının ince tınısı...-evlerinin hemen yanındaki yıkıntıda yaşardı ve hiç şarap içmezdi- Bir gün oturmuşken kapının önünde, çamurdan adam yaparken duymuştu adamın konuşmalarını. Ben demişti dilenci, içince ayılıyorum. Ondandır, hiç şarap içmem. Kazınmıştı kulaklarına. Hangisiydi düşüm diye düşündü. Kuledeki pencere mi, yoksa o anda içime sinen ayak sesi mi? Yoksa tüm somuttan gelenler ve tüm içimde kurduklarım – yargıyı- anlamlandırmam için miydi? “ “Ben İçince Ayılıyorum.” İlk delikanlılığında, -bu güdüyle belki- boğulurcasına içmeye başlamıştı. Komşunun kızını sebeplendirmişti kendisine. Karşılık bulamadığı aşkını. Oysa kıza ilgisi sadece gerekliliktendi. O yaşlarda birine aşık olmanın gerekliliği...En iyi kendisi biliyordu kendisini kandırdığını, bedenini de ruhunu da kullanıyordu kendi kurgularının içinde. Komşu kızı ise sadece bir kurbandı yeni ayyaşlık oyununda. İçine aldığı şaraptı dilencinin sözleri, kız ise çöpe yuvarladığı şişe... Uyudu. Ardından sağanak boşandı. Özlemişti toprak suyu. Tok düşüyordu damlalar. Tok ve acımasız. Değdiği yeri deliyordu. O uyuyordu. Uyandığındaysa gecede, yıldızları gördü yerlerde. Ne zaman gece olmuştu, ne yaman yağmıştı bu kadar yağmur, Bölük pörçük hatırladı üç görevlinin alıp götürdüğünü kız kardeşini. Nereye götürdüklerini düşünmedi bile. Sadece polislerin nasıl haber aldıklarını merak etti.Bir süre sonra aşağıda bütün sesler sustu. Çocuklar da gitmişti. Üçü oğlandı. Küçük kızıl saçlı Kaspar’da gitmişti. Onlara ne olmuştu? Aklına takılan son soru canını sıktı. Olayın düşündürdüğü değil, olayı düşünmek sıkmıştı canını. Çünkü bedensel devinimleriyle birlikte, tüm duygularını da silip atmaya çalışmıştı. Doğmaya karar vermemiş olmanın bunaltısı yerleştiğinden beri kimliğine, mademki varoluş benim seçimim dışında sırtıma yüklendi ben de tümünü aykırılığa sürer, kendimi, kendi isteğimce yeniden yaratırım diyerek hayattan tamamen çekilmeye karar vermiş ve ablasının evine gelerek üst kattaki odaya yerleşmişti. Kadın başlarda istememişti onu, ama ne kadar inatçı, tuhaf ve anlaşılmaz biri olduğunu bildiğinden, daha önemlisi kendisine uzatılan bir avuç dolusu altını aldıktan sonra fazla üstelememiş, bir süre kalmasına izin vermişti. O bir süre ise hiç bitememişti. Zaten evdeki varlığı yemek, tuvalet ve banyo ihtiyaçlarının dışında, yokluk gibiydi. Konuşmuyordu, gülmüyordu, ağlamıyordu, gülümsemiyor, somurtmuyordu. Hatta kıpırdamıyordu.Gündüzleri boş gözlerle bir tek noktaya bakarak tahta sandalyede oturuyor, geceleri ise sandalyeden kalkarak yatağına uzanıyordu. Uyuyuncaya kadar yine tek bir noktaya bakıyordu. Ancak, her gün ve gece baktığı tek noktaların yeri değişiyordu. Çocuklar bu garip adamdan korktuklarından, o geldiğinden beri üst kata çıkmaz olmuşlardı. Bir tek küçük Kapsar her sabah odasının kapısını aralayıp, kıvırcık saçlı başını içeriye uzatıyor, sonra kaçıp gidiyordu. Kaç yıl olmuştu küçük kız doğalı? O aylar, belki de yıllar öncesi gecede, hafif patiler duyumsamıştı merdivenlerde. Sonra küçük kız sıskacık bedeniyle içeri süzülmüş, tam önüne dikilmişti. Şimşek aydınlığında görmüştü kızın gözlerini. Yanına sokulmuş, “ Sana masal anlatmaya geldim.” demişti, yumuşak, yalpa kelimelerle. “ Fırtınadan korkmayasın diye...” Böylesi bir günde, böylesi sezdirmeden hem de, küçücük bir kızın yumuşacık sözleriyle, en derinlerinde gizlenmiş fırtına korkusundan, hem de bir anda kurtulabileceğini hiç düşünmemişti. O çocuğa, o, küçük kızıl saçlı kıza borçluydu. Anlamlanma başlamıştı işte yine. Yaşama devam etme isteği sorumsuzca kaynamaya başlamıştı içinde.Daha ne kadar devam edecekti bu kaçmalar. Bir dışarı, bir içeri. Artık kendisi de ayırt edemez olmuştu, yaşama katıldığı zamanlar mıydı kaçışları yoksa kendi içine çekildiği dönemler mi? Ve hangisinde daha mutluydu? Peşinde olduğu bir yaşam şartı değildi ki mutluluk, O, sadece zihinden kurtulmaya çalışırdı içe çekilişlerinde. Dışa dönüşlerindeyse, boşalan zihnini doldurmakla meşguldü.Aynı dünyada yaşayan iki farklı kimliğe sahipti. Biri dış deviniyi durdurunca varoluyordu, diğeri yaşama yeniden katılınca... Yoksul insanlar yaşardı mahallede. Tek katlı, yan yana dizili tek odalı barakalardan oluşuyordu ilk başlarda mahalle. Zamanla barakaların etrafında tek katlı bahçe içindeki evler de Cumartesi günleri, sebzecinin boğuntu veren tekdüzeliğe ufacık bir sevinti katan tahta arabasının beklentisi sarardı tüm çocukları.Öylesine renkliydi ki araba, yemyeşil maydanozlar, kırmızı kırmızı domatesler, turuncu havuçlar, tek ton grinin içinde karnaval alayı gibi geçerdi. Gözler renklerden uzaklaşır,dumana geri dönerdi.araba uzaklaştıkça mahallenin güneşini kapatan beyaz, büyük binalara doğru. Delya, - Bütün çocuklar, bütün adamlar ve bütün yeni yetmeler ona Delya derlerdi. Bütün kadınlarsa Orospu!- sebzeciden esinlenmiş olmalıydı ki, barakasının iki penceresine üzerinde kocaman kocaman kırmızı güllerin, ciyak pembe karanfillerin, canlı yeşil yaprakların olduğu kalın iç perdeleri almıştı. O günden sonra, küçük çocuklar pencerenin önünden ayrılmaz olmuşlardı. Adamlarla yeni yetmeler arada bir içeriden de görebiliyorlardı perdeleri. Önce fabrika kurulmuştu, sonra çatkılı tahtalarla insan barınakları... Kalın muşamba ve oradan buradan toplanmış torbaların yerine tenekeden çatılar yapılmaya başlandıkça, ardından tahta korunaklar; küçük kulübeler giderek artmıştı. Başlarda duyulan tedirginlik zamanla yerini cesarete bırakmış, aynı sorunların insanları birbirinden destek alarak koca bir mahalle çatmışlardı.Oradan buradan toplanmış işsiz insanlardı hepsi. Fabrika hayatlarını kurtarmış, gri de olsa onlara yeni bir dünya kazandırmıştı. Fabrikanın sahibi olan adamın iyilikseverliği tüm duaya duranların dillerinde şükranla anılırdı. Kulaktan kulağa dolanırdı söylence: Yıkmalarına izin vermemiş çatkılarını çalışanlarının. Büyük adamları ikna etmiş. O da tüm diğer çocuklar gibi perdelerin renklerini seyrederdi gün boyu karşıdaki yıkık duvara dayanıp.Sanki ayrılsa duvarın dibinden birisi alıp gidiverecekti renkleri. Karnı acıkınca koşa koşa eve gider, mutfak masasının üzerindeki tabağın içindeki ekmekten bir parça koparır, yine koşa koşa gelir duvarın dibine çökerdi. Bir gün, sebzecinin renklerinde daha bir canlı olduğunu gördü tonların. Gün geçtikçe bulanmıyordu da toza. Fark etmemişti öbür çocuklar daha, perdelerin ilk canlılığını yitirip çimentoya bulandığını, gözlerindeki bakışlarıyla beraber. Cumartesilerin birinde takılıverdi peşisıra sebzecinin. İlerledikçe açıldı bulanıklık, değişti yollar. Nasıl da parlaktı şehrin buraları... Neden daha parlaktı buraları? Evlerin en tepesine bakabilmesi için boynunu geriye, çok geriye itmesi gerekiyordu. Birden kalabalıklandı etraf, ürktü. O sırada sebzeci onu takip ettiğini anlamış olmalıydı, eliyle işaret ediyor, yanına gelmesini istiyordu. Tedirgin adımlarla yaklaşıyordu ki adama, geçen hafta öbür çocukların arabadan havuç çalıp kaçtıklarını hatırladı. Ya kendisini de onlardan biri sandıysa? Ya yakalayıp döverse9 Olduğu yerde kalakaldı, ne yapması gerektiğine karar veremiyordu. Dönüp kaçsa, pekala arkasından koşup onu yakalayabilirdi. Gitse dövebilirdi. Daha dikkatli bakınca adamın elinde bir şey gösterdiğini farketti Adımlan istemsizce yaklaştı adama doğru. "Gel" diyordu, "Gel korkma". Elinde kırmızı bil cima vardı. "Al bunu küçük oğlan". "Al ve geri dön. Buralar sana göre değil. Kaybolursan bu koca şehirde kimsecikler bulamaz seni." Ne kadar büyüktü bu şehir? Güleç yüzlüydü sebzeci Elma da bir tanecikti elinde. "Param yok ama" dedi. "Geri döneceğine söz verirsen para almam". Uzandı aldı elmayı. "Tamam" dedi "Döneceğim". Ama daha gitmek istiyordu Ne kadar büyüktü şehir görmek istiyordu. Yanından insanlar geçiyordu. Hepsi sanki ışıldıyordu. Erkeklerin pantolonları ütülüydü. Kadınların yüzleri boyalıydı. Yüksek evlerin penceresinden bir kadın seslendi. Sebzeci durdu. Bir sepet sarktı aşağı, kırmızılardan koydu beyaz saçlı adam. Bir dürtü irkiltti, geri dönmeliydi, yabancıydı buraları. İçinde yaşadığı çocukluğuna bu kadar uzaklık yeterdi şimdilik. Kızkardeşini çöpten buldukları kırık aynanın önünde kendini seyrederken buldu. İki yaş büyüktü, iriydi de yaşından. Sevememişti onu, nedenliğini düşünmemişti o zamanlar. Cumartesi kaçışları sürdükçe büyüdü boyu, düşünüşüde büyüdü. Dışarıda bir yaşam vardı, kendisininkinden ve mahalleninkinden farklı bir yaşam. Neden daha parladığını orada havanın biliyordu artık. Çünkü orada fabrika yoktu, dumanı ve döküntüleri çökmüyordu yaşayanların üzerine. Orada yaşam sebzecinin arabası gibi rengarenk ve canlıydı. Delikanlılığa geçişi genç kızları düşlediğinde mi başlamıştı yatağında, yoksa çocukluğunun oyunlarını bırakıp, kanının tutuşup hak hakçı oyununa katılmaya karar verdiğinde mi? Derado, Fatalatörler derdi tüm alaysılığını katıp duaya duranlara. Ancak artık hiçbiri kulübelerini koruyan patrona şükran iletmiyordu. Biliyorlardı çatkıları olmadıkça emekçisinin alıp başını gideceğini ve muhtaçlıklarını sömüremeyeceklerini. Mahallede kimilerine göre Derado başlarına çok büyük dertler açacak, onları işlerinden, evlerinden edecek tehlikeli biriydi. Kimileriyse, -ki yeni delikanlılar, ataklıkları ve içsel kıprantılarıyla asiliklerinin- O'nun hakkı savunduğuna inanıyordu. Her fatalatörün içinde bir gladyatör, her gladyatörün içinde bir fatalatör yatar derdi. Maksat içte ve dıştaki fatalatörleri ayıklamak. Yahudi bunun yolunu belirledi. Şimdi o yoldan geçebilecek cesur insanlara ihtiyaç var. "CESUR" insanlara. O an karar vermişti Derado'nun peşine takılmaya. Herhangi biri olmak yerine "cesur insan" olarak katılmak yaşama. Ama içtepisi, cesur insan olmanın çok ötesinde bir amaç duyumsuyordu derinlerinde. Rastlantıydı. Pençeci arıyordu delik tabanları için pabuçlarının. Onun peşine takılmıştı, onun düşünceleriyle farklı bir anlam katabilmişti gördüklerine. Ayaklarını tabanlarına kondurmuştu. Oysa şimdi tüm bedeniyle yapışmıştı o tabanlara, yerle bir olmuştu, gördüğünde Derado'yu sivillerin gizli buluşma yerleri olan binanın arka kapısından çıkarken... İlk acımasıydı kendine, ilk çöküntüsü... İlk pişmanlığı... Onü alınmaz bir değişime daha girmişti işte. Yine kaçmayı başarmıştı yaşam eylemlerinden. Okun fırlaması gibi yayından kalktı oturduğu yerden, anında yığıldı olduğu yere. Yıllardır işlevsizliğe alışkın bedeni kaldıramamıştı ani etkiyi. Hamlığı uzuvlarının izin vermiyordu tepilerine. Kendisi üçüncü bir kişi olarak kalakalmıştı aralarında. Düşünceleri kaçmıştı, bedeniyse durun diyordu, beni böylesi keyfınizce kullanamazsınız, sizin gibi soyut değilim ben. O aralarında aptallaşmıştı. İki ayağı üzerine dikilebilmesi uzun bir zaman almıştı. Pencereye kadar yürüdü. Küflenmişti muşambayı tutturan çiviler. Söktü aldı bulanıklığı, sıcak güneş yüzüne çarptı, gözleri kıprandı istemsizce, yüzü buruştu. Neden ki bırakıvermişti sürdürüyü? Kızkardeşinin köhne evinde oysa, içine girişinin en aydınlık mekanı olmamışmıydı o kurtçuklu duvarların dörtkeşelendirdiği oda... Orada coşturmamışmıydı tüm edinimlerini. Nasıl da didiklemişti varoluşunun tümüne yazdığı düşüncelerini ve hayallerini. Hepsi birbirine karıştığı anda bile dışarı çekilip seyredebilmişti KENDİNİ. O odada hissetmişti aslolanını yaşamının.... Köprüsüydü, geçmişinin ve geleceğinin ortasında uzanmış. Köşegendi köprü... Tüm bedensel güdülerinden ve tüm ruhsal çekimlerinden uzaklaşıp, sadece yalın düşünleriyle başbaşa kaldığı biricik mekanı. Geçmişle gelecek arasında uzanan köprüde Aşkıncı, bitirmişti adımlarında köprüyü. O, Aşkıncı uzaklardan gelmiştir, sarp ormanlardan geçmiştir, belki kızgın kumlardan, yumuşacık otlardan... Dikildi mi köprü karşısına, oracıkta -ilk adımında- sinilidir geçtiği yollar, geçmeye niyetlendiği köprü ve uzakta hayal mey al görünen köprü ötesi... Bitmişti köprü, Öte uçundaydı adımı artık, Bitmişti içe dönüşüm sorgulaması. Çatının altında yarım saat oluyordu bekleyeli. Yağmur boşâlalı beri insanların sesleri susmuş, yerini akışa geçmiş suların, yalnız doğadaki, o huzur verici tınıya ulaşmaya çalışan ama, mazgallardan aşağı yuvarlandıkça hantallaşan, çöp bidonlarının etrafında biriken naylonlara çarptıkça kabalaşan sesi almıştı. Sokak lambalarının sarı ve bulanık ışıklarının uzantısında, yerçekimine sırtüstü düşecekmiş gibi yığılan gök suları... O anda duruverseydi zaman... Asılı kalmış uzantının geleceğindeki belirsizlik... Tüm anlamın sadece o ışık huzmesinin silindirik uzantısında sıkışıp kaldığı, ışık üstünde ve altında da yağdığı yağmurun -belki onların da durduğu- oluş ötesinde kaldığından hiç anlamlanmayacak bir sırsa...? Ya, anlamın sadece o bulanık ışık içinde kaldığı -evrensel sonsuzluk içindeki- AN parçası...? Yokluk bu olsa gerekti. Ya da sonsuzluk. Çamur içinden gelen adım seslerine olan alışkanlığı, duyduğunun farklılığını hemen hissettirmişti. Kaldırımın köşesinden ilk gördüğü bir ayaktı, kırmızı rugan pabuçlu. Zarif bedeni görünmüştü hemen ardından, sonra öbürü rugan pabuçlu ayağın... İncecik ve yüksek topukların çamurun içine girerken çıkardığı ses farklılığa alışmamış kulakların algılayabileceği cinsten değildi. Işıl ısıldı pabuçlar. Üst derisinin kayganlığı suyun da, çamurun da barıntısına olanak vermemişti. Hemen yandaki sokak lambasının köhne ışığı, pabuçtan yansıdığında bulmuştu sanki -ilk dikilişinden beri- ulaşmaya çalıştığı kimliğini. Pırıldayıvermişti. Yağmur dinmişti. Nereye gitmişti kırmızı rugan pabuçlu kadın? Ne zaman kaybolmuştu döndüğü köşeden? Düşüncesi başka yerlerde dolaşırken gözleri izlemişti belki kadını ama, kaydedicisi yoktu yerinde. Karnının acıkmış olmasından mıydı, pişmiş ekmek kokusu sarmıştı burnunu. Yağmurdan barındığı saçak altından uzaklaştıkça, yürüdükçe taraf gözetmeden yol boyu, daha da yoğunlaşmıştı koku. Tam birleştiği köşede iki yolun, camları buğulanmış, raflarında tek tük ekmeklerin hayal meyal seçildiği fırını gördü. Birşeyler yeme gerekisi dayanılmaz bir hal almıştı. Adımları ister istemez yönlendi fırına doğru. İçeri girdiğinde sıcacık bir havayla sarmalanıverdi. Yaşlıca bir adam, normalinden daha büyük hamurlan kızgın fırının içine salıyordu. Alnında biriken terler öylesine yoğundu ki, tek tük hamurun içine düşüyordu tuzlu taneler. İçeride bir yabancının olduğunu anladığında tedirgin olmuştu fırıncı. Gecenin bu saatinde sokaklarda sadece serseriler dolanırdı çünkü. -Ne istiyorsun? dedi. -Çalışmak -Çalışmak mı? -Açım ve sana verebilecek hiç param yok. Dilersen kalan hamurları ben salarım fırına, sen biraz dinlenirsin ve karşılığında bana bir ekmek verirsin. Yaşlı adam işini bırakmış bu garip yabancıya bakıyordu. Üstü başı çamur içindeydi adamın, ıslaktı ve yorgun görünüyordu. -Bak dedi, hırsız da değilim katil de, sadece karnını doyurmak isteyen bir yabancıyım ve param yok. - Erdemli bir davranış dedi fırıncı; ama ben insanlara olan güvenimi yitireli seneler oldu. -Ben de güvenmem, sen de her şey olabilirsin. -Gel hadi, dedi fırıncı, hoşuma gittin. Önce çalışmayı mı, karnını doyurmayı mı tercih edersin? -Borçla ekmek verir misin? -Sana veririm. -İnsanlara güvenmezdin hani? Ya ekmeği yedikten sonra çekip gidersem? -Yaşlı olduğuma bakma evlat... Otuz senedir kollarımla çalışıyorum. Önce benden güzel bir dayak yersin, sonra nereye istersen oraya çeker gidersin. Hem açlıktan elleri titreyen bir adam bu küreği iyi kavrayamaz. Fırıncı önüne koyunca somunu, öyle büyük gelmişti ki gözüne, on dakika içindi iki kişi nasıl silip süpürdüklerini anlayamamıştı. Adamın bakır bir kap içinde getirdiği pancar pekmezinin tadı öyle hoşuna gitmişti ki, sıcak ekmeğe karışmış yanık tatlı kokusu iştahını iyice açmış, yedikçe yemişti. Hayal gibi geçti içinden tenine değişi kaba bir örtünün ve fırıncının kayboluşu. Dalgın, dergin ve dipsiz bir uykuydu sonrası. Sesleri duymaya başladığında anladı uykudan uyanıklığa geçtiğini. Oysa biraz önce de duyuyordu, alev alev yanmakta olan kül rengi ormanın ölümcüllüğünden kaçan yırtıcı kuşların çığlıklarını. Un çuvallarını atıp üzerinden kalktı. Dışarıdan kalın ve kaba konuşma sesleri geliyordu. Tedirginleşti içi, bir inilti duyar gibi oldu, dış kapı kapandı. Dışarı çıktığında fırıncıyı kanlar içinde gördü yerde. Telaşla koştu yanına. Gözleri açıktı, dimdik bakıyordu yüzüne, hiçbir cansızlık belirtisi sinmemişti içlerine. "Durdur şu kanı" dedi güçsüzce. Başbaşaydı burnu içine geçkin büyücüyle. Pembe kuvars sunakta birikmiş kan durmadan taşıyordu... Mağaradaydılar. Ergen olmamış oğlanların ilkiydi mağaraya girebilen. Diğerleri kıskanmışlardı; hem öyle kıskanmışlardı ki, ertesi gün büyük çınarın altında yaptıkları toplantıda, çıplaklığını bahane ederek ayaklarının, kırıvermişlerdi birini bileğinden. Sürünerek dönmüştü köye; ana babasızların yaşadığı kulübeye. Üç gün ateşler içinde yatmıştı. Derin, duyumsuz ve uyuşuk baygınlığın uyanışında ayağının üzerinde sadece ezilmiş otların çürümüş artıkları kalmıştı. Koşarak döndü mağaraya. Bunca şeyden sonra, ilk girişinden sonra geri döndürmezdi onu büyücü. Varınca tepeye bomboş gördü mağaranın önünü. Yeşil otların duman çıkararak hiç durmadan yandığı korlak yoktu. Korkuyla girdi içeri, ya gittiyse, ya yoksa. Böylesi bir ayrıcalık ilk kez geçmişti eline. Şef bile olabilirdi köye. Öyle ya büyücü onu seçmiºti. Oradaydı. Pembe kuars sunağın başında. Kan hala taşıyordu içinden. "Gel" dedi. "Gel yaşamını tüm yarınlara aktarmayı öğrenecek bilge çocuk". Yavaş adımlarla yaklaştı. İçi sonsuz bir merakla dolmuştu. Seçilmesinin sebebini arıyordu. O ana babasızlardan biriydi ve geleneklerde tümü ana babasızların ikinci sınıf insanlar olarak, köyün ortasındaki büyük kulübede yaşarlardı, ölene kadar. Büyücü ise insanların Tanrı ile olan bağlantılarını kurardı. Tanrıdan istenecek her şey önce büyücüye iletilir, o da bu dilekleri Tanrıya anlatırdı. Dua bayramlarında köy halkının mağaraya yaklaşması kesinlikle yasaktı. Kimse cesaret edemezdi de zaten çünkü her dua bayramının gecesinde mağaranın üzerinde yüzlerce ateş topu gezinirdi. İlk kez duyuyordu büyücünün sesini. Bu ne büyük bir onurdu. Keşke köylüler de burada olsalardı, duysalardı. -Zamanım doldu bilge çocuk, gitmeden bir yeti bırakmalıyım sana. -"Neden bana?" Sesi öyle yavaş çıkmıştı ki kendisi bile duyamamıştı. -Bunu öğrenmen yaşamından da uzun zaman alacak. Ama bir gün mutlaka öğreneceksin. Sunağın başında dikildi, gözleriyle gelmesini işaret etti. "Dokun" dedi sunağı göstererek. Titreyen elleriyle dokundu taşa. - Sen ölüme hükmeden olacaksın. Pembe bir çakımın ardından büyücü kaybolmuştu ve mağaradaki her şey... Aynı çakıntıyla irkildi. Fırıncı doğrulmaya çalışıyordu yattığı yerden. Kan durmuştu. Görmeseydi yerdeki kan gölünü ve bilmeseydi kalanın bedeni yaşatmaya yetmeyeceğini düş gördüğünü sanacaktı. Fırıncı sadece gözlerinin içine bakmış ve aceleyle çıkıp gitmişti. Bir insan önce ölümcül yaradan nasıl olur da kurtulabilirdi? Yerdeki kan birikintisine takıldı yine gözü... İmkansız... dedi kendi kendine imkansız... Arka odadaki çuvallardan birinden kürekle aldığı talaşları döktü birikintinin üzerine. Kızıl sarı karışımın yerden toplanması sandığından daha kolay olmuştu. Yuvarlanıp toparlanıvermişti kan odun tozlarının üzerine. On dakika sonra olayla ilgili tek bir iz bile kalmamıştı. Kireç badanalıydı duvarlar. Biri yerden tavana kadar raflarla kaplıydı üzerlerinde somunların dizildiği. Bütün ortayı kaplıyordu ekmek yatağı -ekmeğin sıcaktın çıkıp serildiği serine- hantal beton bacaklarla mıhlıydı yere. Dar bir koridorla geçiliyordu yandan iç odaya -akşam barınağına- un orada alıyordu suyu içine; mayasını, tuzunu katıp fırıncı orada ekmeklendiriyordu unu, suyu ve mayayı -sonra- kor niğmetlendiriyordu. Şaşkındı, öylece bakındı bir süre... Fırın kapağının ağzı simsiyah olmuştu isten, duvar da kararmıştı. Birkaç metre üzerinde kapağın -tavana yakın bir yerde- sarı pirinçten küçük bir haç vardı; küçük bir hilal ve küçük bir şamdan yedi kollu. Boydan boya camdı sokağa bakan taraf. Dün geceki yağmurdan olsa gerekti kalın bir toz, çamur karışımı sıvalıydı camlar. İç odaya geçti. Bir tekne hamur vardı ekmek olmayı bekleyen daha beklese fışlayacaktı. Elleriyle yokladı hamuru; yumuşak, yapışkan ve tedirgin ediciydi. Belki ilk temasından -dı-bu duygu. Önce ateşi alevlendirmeli, fırını hazırlamalıydı. Dışarı geçti, ekmek yatağının altına rastgele yığılmış kalın kütüklerden iki tane alıp küllenmeye başlamış közün üzerine attı. Sokak kapısının camından günün ilk aydınlığı sızmaya başlamıştı sıvantılardan süzülerek. İnce dallar gerekiyordu kütüklerin arasına. Onlar daha içte yerleştirilmiş diğerlerinden ayrılmışlardı. Eğilip atladı ekmek yatağının altına birkaç ince dalı attı dışarı. Bir adım boyuydu yükseklik, adımladı çıktı yukarı. Önce ince bir çıtırdı sardı ortalığı, ardından gürültülü bir harlama... Yüzü aydınlanmıştı ateşten, al al olmuştu yanakları. İki yandan gelip ortada birleşen isli demir kapakları kapamadan önce içeri doğru uzanan üç dört karış yükseklikte basık, kasvetli boşluğa takıldı gözleri... Belki de o Yahudinin kuramsadığı düzen, bilinçaltına doldurulmuş "hemcins" haykırışlarının farklı bir dilden dökülüşünden başka bir şey değildi. Kapamadı kapıları, sağ yanda yığılıydı ateş, sıcaklıksa yayılmıştı arta kalan boşluğa. Önce üzerindeki kirli gömleği çıkardı, pantolonunu... Onları da soymuşlar mıydı9 Güdük bir kütük buldu, çıktı üzerine, kollarını dayadı kapakların önüne, çekti kendisini yukarı. Önce başını soktu içeri, yaladı yüzünü ateş. Tam karşıya, karanlığın içinde silikleşen duvara kadar gitmek istiyordu; gidip dönmek... Sıcaktı, dayanamayacağı kadar değildi ama sıcaktı... İçine girince arkasından kapakları kapatacak kimse de yoktu... Bıraktı kollarında biriktirdiği gücü, indi güdük kütüğün üstüne oradan da yere. Ter içinde kalmıştı. O; altı çizgili kötü vurmuştu ve o vuruş-tu- açan gözünü Taze Çocuğun ve o Taze Çocuk doğurmuştu günahında kuruntuyu. Giyindi, iç odaya geçti. Hamur daha bir kabarmıştı teknede; elini soktu içine, vıcıklamaya başladı, hoşuna gitmişti. Parmaklarının arasından kalın, kıvamlı ağır ağır süzülüyordu hamur. Çocukluğunun pamuk tarlalarındaki aldığı hazzı tatmaya başlamıştı. Yumuşacık oyuncaklarının üzerine, sanki yılların ağırlığı çökmüş, pamucuklar ağır, ağdalı hamurlara dönüşmüştü. Büyük parçalar koparmaya başladı, koparıp yuvarlamaya... Şekilleniyordu ekmekler, edinimsizdi belki ama maharetliydi elleri. Yarım saat içinde bütün hamurları yuvarlamış, özel hazırlanmış uzun tahta teknelerin içindeki kirli patiskaların üzerine sıralamıştı hepsini. İsli kapakları açınca boğucu bir sıcak doldu nefesine, tıkandı, gözlerinden yaşlar boşandı. Hazırlıksız yakalanmıştı. Ya içeride olsaydı, ya kapansaydı kapılar -açılmasaydı-... "Gözlerimin önünde attılar annemi fırına" demişti gençlik sevgilisi. "Biz ikinci gruptaydık, sıramızı bekliyorduk". Çığlıklar... "O acıdan donuklaşmış çığlıkları unutmam mümkün değil..." Yaprakları kızarmış asırlık bir çınarın altındaki bankta konuşmuşlardı. İlk kez dışarı vermişti kişiliğindeki -kendinin bile bilmediği- birikintileri. İlk kez böylesi yakın hissetmişti kendisine bir diğerini. Söylemişti... "Sensin.". Tek bir çığlık duymuştu, yüzlerce kişiden tek bir çığlık. Altı Çizgililerin fırınlarından kurtulmuş, Taze Çocuğun çelik tanklarının altında parçalanıp gitmişti. Keşke gitmeseydi, keşke burada onunla olsaydı, yumuşacık ekmek hamurlarının tatlandığı fırının başında, alevden kora geçen ateşin çıtırtıları arasında sarılsaydı ona, sevişselerdi... İncecik bir gıcırtıyla açıldı kapı, ince, narin bir kedi girdi içeri, "ben buranınım" edasıyla ekmek yatağına sıçrayıp çıktı. İki farklı dünyanın iki farklı yaratığı gözgöze geldiler bir süre. İlişmedi kediye. Kedi de geçti oturdu bir köşeye, sanki: "en işine bak ben pişmelerini beklerim" der gibiydi. Kapakları açtı, tahta küreği içeri sokup ekmeklerin öbür yüzlerini çevirdi ateşe. Koku iyice keskinleşmiş, kedi kalkıp yalanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş mı kızarmıştı, yoksa bir anda mı büzüşüp toplanıvermişti etlerin üzerine deriler; kemiklere mi yapışmıştı yoksa kömürleşmiş bulamaç, kan, et ve derinin tiksindirici karışımı. Hangi anında terketmişti bilince ulaşmayı acı; ölüm, kime, neredesinde gelmişti "yangf'nın. Bıçak gibi saplanmıştı sırtına ağrı... Bozkırdan ayrılıp şehre geldiğinden beri ara ara yokluyordu. Yandaki güdük kütüğe çöktü. Yorulmuştu. Öyle uzun zamanlar geçirmişti ki hareketsiz, bedeni uyum sağlayamamıştı daha devingen yaşama. Yanda tezgahın üzerinde fırıncının tütün kutusu duruyordu. Parlak, gümüş, büyükçe bir kutuydu. Üzerinde oyularak işlenmiş kısa kıvırcık saçlı bir kız çocuğunun gülen bir portresi vardı. Bir yerde daha görmüşmüydü aynısını...? Usulca açtı kapağını kutunun, tıka basa tütün doluydu. Sıcaktan kurumuştu tütünler, kıvrım kıvrım olmuşlardı. Üst kapağın üzerine eklenmiş çıkıntının içinden incecik bir sigara kağıdı aldı, baş parmağıyla orta parmağı arasında kıvrandırdı, içine tütünleri yaydı, alışkın parmaklan bir çırpıda sarmaladı tütüne kağıdı; ıslattı küçük parmağını, ıslattı küçük parmağıyla kağıdı. Fırının kapaklarını açtı, ekmeklerin ateşe bakan yerleri pembeleşmeye başlamıştı; küçük bir köz parçası çıkardı dışarı iteleyerek elindeki yaş dal parçasını, eğilip yaktı sigarayı. Derin bir nefes aldı, çekmeden içine dumanı, ağzının içinde bekletti bir süre; dişlerinde, damaklarında, dilinde biriktirdi acılığı. Bıraktı sonra dumanı dışarı burnundan, acılık kemiklerine değdi. Bütün oda dumandan göz gözü görmez olana dek yandığı sigaraların... O zamanlar artık öylesine silikleşmişti ki... Devrim adına çaldıkları parayla tuttukları ev bir süre sonra sadece kendi masrafını çıkarır olmuş, grup üyeleri yasadışı yollarla topladıkları paraları yavaş yavaş kendilerine -yiyecek, içecek, giyecek...!- kullanır olmuşlardı. Derado ile kiraladıkları evde hemen her gece toplanan büyük grup ateşli toplumsal tartışmalarla boşalır, gecenin ilerleyen saatlerine doğru herkes bir köşede sızar kalırdı. Derado kandırmıştı Semil'i... O gün, polisin göstericilere izin vermeyeceği biliniyordu. İlk kez böylesi büyük fikir ayrıcalığı çıkmıştı. Bir grup gösteriye katılmaya kesinlikle taraftar değilken diğer grup aşırı bir ısrarla bastırıyordu. Derado'nun grubu, "Gitme Semil" demişti. O da: "Sen bir korkaksın" son konuşmalarıydı... Ertesi gün bütün gazeteler polis tankının altında ezilen militan kızı baş haber olarak vermişti. Öylesine büyük bir acı vermişti ki Semil'in ölümü, tüm doğru bildiği kavramlar birbirinin içine girmişti. Bu büyük karmaşa ve bu büyük yalnızlık hissi, uzaklaştırıvermişti onu toplumsallığın ateşli savunuculuğundan. Doğru demişti elinde kitaplarını doldurduğu çantası uzaklaşırken örgüt evinden "Ben bir korkağım", sen haklısın. Derado çok dil dökmüştü ardından, bunun bir dava işi olduğunu bu yolda ölümün bile dünyada yapılacak en insanca tavırdan daha üstün, daha anlamlı... Öylece bakmıştı Derado'nun yüzüne ve çekip gitmişti... Giriş kapısının gıcırtısını duydu. Fırıncı gelmişti. Son anda farketti sigaranın hala ağzında olduğunu, pazardan meyve çalarken yakalanan çocuklar gibi hissetmişti kendisini. "Bir sigara da bana sarıver" deyip oturunca yanındaki tahta sandalyeye içi rahatlayıvermişti. Yüzünde yumuşak bir gülümseme vardı. Sol yanağını baştan başa kaplayan derin çiçek bozukları gözü rahatsız etmekten ziyade sadece farklı bir ciddiyet veriyordu. -Ekmekler... Becerebildiğim kadarıyla... Hepsi fırında... biraz hamur ziyan ettim galiba... Yuvarladım hepsini, uzun somunları beceremedim... Öylece bakıyordu fırıncı... -İstersen pişip pişmediklerine bak, sen daha iyi anlarsın. -Bunu nasıl yaptın? dedi. -Her şey hazırdı; hamurlar, fırın... -Ekmeklerden bahsetmiyorum. Kanı durdurmayı nasıl becerdin? Ölümün boşalan kanımın yerine sızdığını hissetmeye başlamıştım ki, sonra senin -o tanımlanamaz gerginlikteki-yüzünü gördüm. Bilincim geri geldiğinde kanım damarlarında dolanmaya çoktan başlamıştı. Ağır ağır gömleğinin düğmelerini çözmeye başlamıştı; ne yapmaya çalıştığının farkına varamamış öylece bakmıştı yüzüne fırıncının. Son alt düğmeyi de çözünce, üzerindeki giysi parçasını iki yana açmış; "görüyor musun?" demişti. - Neyi? - Bıçak izlerini... Derisi pürüzsüzdü... -Defalarca sapladı o koca bıçağı defalarca.. -Kimsin sen? dedi. Kimim ben? dedi kendi kendine... -Bunu nasıl yaptın? dedi tekrar. -Bir şey yapmadım ben. -Pekala bir daha bu konu açılmayacak. Ve şunu da unutma. Bunu nasıl becerdiğini hatırlamak zorundasın. Dalgınca bakındı fırının içine: -Sen bu işi umduğumdan da iyi becermişsin, dedi. Derin bir nefes al, ekmeğin piştiğini kokusundan anlarsın, görüntüsünden değil. Aldın mı? -Aldım. -Hisset şimdi kokuyu damağında. -Nasıl?... -Boşver, zamanla alışırsın. Ve sakın bir daha kutudan aldığın tütün için tedirginlik duyma. Sen kabul etsen de, etmesen de benim hayatımı kurtardın. Bu minnet de ödenmesiz olarak kalacak. Ekmekleri çıkar artık, onbeş dakika kadar açıkça beklesin, sonra raflara yerleştir. Zaten müşteriler birazdan teker teker gelmeye başlarlar." -Sen? -Ben arkada birkaç saat uyumaya çalışacağım. Unutma; ilk çıkan ekmeğin en kızarmış yeri onundur. Ekmek yatağının üzerinde uyuklayan kediyi göstermişti. Anlamış gibi açtı gözlerini kedi, dört ayağı üzerine dikilip uzun uzun gerindi, "hadi çıkarın şu ekmekleri" der gibi mırıldandı. İsli demir kapakları açtığında yoğun bir sıcaklıkla, pişmiş ekmeklerin kokusu doldu burnuna. Tahta küreği sürdü fırına. İki ekmek takılmıştı ucuna, gerideki tam ağız kısmında sıyrılıp düştü fırının içine. Tek pişmiş ekmeği çıkardı dışarı. "Gel bakalım" dedi. Kediye bakıp, "Bugünkü -İLK-iniz". "Benim de İLK im" dedi. İLK PİŞİRDİĞİM EKMEK... Kedi gözlerini dikmiş ekmeğe bakıyordu. Ekmek yatağının ayaklan dibine koyup kedinin —ilk-ini diğerlerini çıkarmaya koyuldu fırının içinden. Tahta kürek bir sıcağa giriyor, bir serine çıkıyordu. Her gidip gelmeden sonra biraz daha yığılıyordu ekmek, yatağının üzerine; biraz daha ılınıyordu içerisi, kokulu buhardan. Öylesine kaptırmıştı ki kendisini işine, kedinin ekmeğini kapıya yakın bir köşeye sürüklediğini, en iyi kızarmış, hatta yanmaya yüz tutmuş köşesini yiyip sessizce kapıdan çıkıp gittiğini farketmemişti. Kedi çıkarken girdi yaşıl kadın içeri. Elinde hasır örgü bir sepet taşıyordu. İri elli, kirli tırnaklı kadın yoklamaya başladı ekmekleri. En pişkin, en yumuşak olanını seçmeye çalışıyordu, ama sıcak ekmeklerin kabuklarını kırıyor, henüz suyunu tamamen bırakmamış hamuru içine yapıştırıyordu. -Yeni misin sen? dedi. Sesi olağanın dışında kalındı. Erkeksi tavırları vardı, erkeksi konuşması... Oysa öylesine güzel ve inceydi ki yüzü, insan yakıştıramıyordu o kalın ve hantal bedene böylesi güzelliği. Garip bir zıtlıklar bütünüydü kadın. Yüzünün dışında herşeyi kirliydi. Giyimi sokakçıları andırıyordu, konuşması tam bir dönmeyi -ne den ne ye belli değildi- kaim yağlarla ve sarkmış etlerle kaplanmış vücudu içine çerçöp doldurulmuş bir seleyi... Ama yüzü!... Bu yaşta, -en az elli olmalıydı- böylesi güzel böylesi taze kalabilmiş bir yüz belki de dünyanın hiçbir yerinde yoktu. Sanki insan bedeninin hücresel gelişimi bu kadının boyun üstü yerlerinde onaltısından sonra durmuş, derisinin tazeliği, pembeliğe, lekelenmeden, berelenmeden, buruşmadan, sarkmadan en güzel zamanının haliyle kalmıştı. -Hey... sana sordum yeni misin? -Ekmekleri kırıyorsunuz bayan dedi. Hah... dedi kadın, -Şuna bakın hele, para veriyorum ben para, en iyisini seçmek hakkım değil mi17 -Ezilmişleri alanlar da para verecek ama. -Onlar beni ilgilendirmez, ben sadece kendi cebimden çıkana ve kendi mideme girene bakarım. Böylesi tırmalayıcı bir ses, böylesi güzel bir yüz... -Nereden geldin sen? Gözlerini kadının yüzünden ayıramıyordu. -Sana sordum... Dilsiz misin? -Güneyden. -Güneyden mi, bozkırdan ha... İyi bilirim oraları. Bizimkinin yanında çalışabildiğine göre bayağı maharetli olmalısın. Son takılan çocukcağızı dörtyola kadar odunla koşturmuştu. O, insanların yakınlarında dolanmalarından hoşlanmaz. Geldiğimi söyle ona. Ekmeğin parasını vermedi de, yabancılara vermezmiş de. -Olur derim... Tam çıkacakken kapıdan, "Bana alışsan iyi olur" dedi, "her gün buradan alırım ekmeğimi", "Adın ne?" öylece soruvermişti. -O'na sor, hangisini beğenirse onu söylesin sana. Ekmekleri raflara dizmeye başladı. Sıcaktılar daha. Günün saatleri ilerlemeye başlamıştı, saniyeler geçtikçe kayıyordu güneş hissettirmeden kendisini. İnsanlar sadece tam tepede durunca, sıcağı yakıp ışığı gözü alınca farkediyorlardı öğleni. Oysa saniyenin binde biri anlarında dahi ışığın durduğu yer aynı değildi bir öncekinden. Zaman böylesi anlaştırmadan farklılığını kayıp gidiyor, binlerce farklılaşım o tek anlamsız kelimenin daracık odacığında silikleşip kayboluyordu. O derin durağanlığın içinde kıvranıp duran sonsuz devinimi görmek için gerekli her yeti varken bedende... -ve ötesinde- Sonsuzluğun içine sıkışmış ve kendisini -kendisine- oturtamamış insan ya -gereksiz-e, ya da -anlamsız-lığa takılıp kalıyordu. *-Hiç denememiştim. -Ben de. -Sizde mi? -Evet. -Oh Madam yine mi o yeni tat arayışlarınız? -Tabii ne gariplik var ki bunda, çayı herkes içer ve onun alışılmış tadının değmediği damak belki de dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Ama tarçınlısını sadece biz ikimiz tadacağız. Şimdi. -Güzel kokuyor ama. -Tabii ki güzel kokacak. Tarçın baharatların en asilidir. Odunun büyüsüdür tarçın. -Demlenmiştir sanırım. -Demlenmiştir Kaspar. Mutfakta, dolabın üst rafındaki fincanları çıkarır mısın? -Çin porselenlerini mi? -Evet onları. Sadece özel günlerde kullanırlardı o fincanları. -Neyi kutluyoruz? -Yeni çayımızı. Mutfağa geçti, süz beyazdı fincanlar, öylesine inceydiler ki sanki tepsiye koydukları iki büyük hindi tüyüydü. Kendi kendine gülümsedi. Nasıl da beceriyordu yaşamın içinden mutluluk kırıntılarını çekip çıkarmayı. Bu kadının yaşamının hiçbir anında mutsuzluğu tatmadığına emindi. Ama hiçbir şey de bilmiyordu geçmişine ait, mutlu olmalıydı, her zaman, her yerde, her koşulda mutlu... -Fincanlar geldi... Garip sesler gelmeye başlamıştı çaydanlıktan. -Çay da oldu. Yoğun bir tarçın kokusu sarmıştı odayı ve içine sinmiş çay... Kapı aniden açıldı, bir an altı yedi çocuk dolduruverdi fırının içini. Öndeki Kutiydi. -Bulduk bayım dedi. Bakın pantolonumun cebi delinmiş, olacak şey değil. Cebi ani bir hareketle ters yüz etti. -Bakın işte bu delikten. Başparmağını deliğin içine soktu ve şöyle bir çevirdi, sonra yere çöktü ve paçasını ters yüz ederek: -Bakın bayım olacak şeyi değil burası da sökülmüş. Cebin deliğindeki para hoop paçanın söküğüne. Torba gibi tutmuş paraları. Çocuğun coşkusu içini açmıştı. Fırından yeni çıkmış küçük şekerli kurabiyelerden birini alıp uzattı çocuğa: -Al bakalım dedi, Telaşın yatışsın biraz. Çocuk bir kurabiyeye, bir ona baktı: -Alamam bayım. -Neden? -Çünkü... -Çünkü ne? Arkada bekleyen altı küçük kafa uzanmış iştahlı gözlerle kurabiyeye bakıyordu. -Anladım. Ben onlara da birer tane vereceğim. -Ama bayım çok para tutar. -Parasız. Kurabiyeleri teker teker çocuklara dağıttı. En sonuncusunu alırken Kuti biraz mırın kırın etti ama hepsinden önce o yutuverdi kurabiyeyi. Sonra kollarının altında ekmekleri yedi çocuk peşisıra çıkıp gittiler. Kuti en son çıktı. Kapanmış kapıyı tekrar açtı ve sadece başını uzatarak: -Teşekkürler kurabiyeci amca. -Bir şey, -Yarın verirsiniz dediğiniz için. -Değil. -Madam dedi Kaspar sessizce. Sadece gözleriyle bekledi yaşıl kadın, çini sobanın üzerinden demliği almış çayları fincanlara boşaltıyordu. Sormaması gerekenleri sormanın tedirginliği ellerini sarmıştı ama onlar titremiyordu. Sanki, sadece fincan; tabağında tıngırdıyordu. Annesi babasını öldürmüştü. Yine burkuldu yüreği. En büyükleri onbir yaşında dört çocuk kalakalmışlardı evin içinde. En küçükleri oydu. Polisler götürünce annesini eteklerine sıkı sıkı yapışmıştı. Ama o dönüp yüzüne bile bakmamıştı. "Bunu hak etmişti" diyordu sadece. Bunu haketmişti. Yıllar sonra onu arayıp bulduğunda bir kasaba hücresinde hala aynı şeyi söylüyordu, aynı donuk bakışlarla, "bunu haketmişti, bunu haketmişti...". Sonradan amcası olduğunu öğrendiği bir adam toplayıp götürmüştü hepsini ertesi gün. İki atın çektiği tahta bir arabanın arkasında uzaklaşırken o karanlık evden, boğulurcasına ağlaması dediğini duyuramamıştı atları çılgına kamçılayan adama. Onu unuttunuz, onu da alın Dayımı da alın... Kocaman göbekli ve kocaman kafalı bir kadının açtığı büyük kapıdan girdiklerinde avluya hala içini çekiyordu. Abileri şaşkındılar. Güneş batarken ayrılmışlardı evden, line güneş batıyordu. -Dört tane birden mi? dedi kadın. Kalın ve kaba bir homurtuyla. Adam cevap vermedi. -Bekliyorum Kaspar... -Efendim... Neyi? -Daldın yine. -Şey ben... -Madam, siz beni neden, yani nasıl buldunuz? yanınıza aldınız size öylesine minnettarım ki. -Ağbilerim kaçtıklarında bana döneceklerine söz vermişlerdi. Yaşlar hiç aralıksız iniyordu yanaklarına... -Ama onlar dönmediler Madam onlar dönmediler. Yaşlı kadın yerinden kalktı yarı yarıya tabağa dökülmüş çaylı fincanımı elinden aldı ve sıkı sıkı sarıldı kıza. Gel dedi yat otur yanıma. Büyük camın önündeki sedire oturdular. Gözyaşları artık yüksek sesli bir haykırışa dönüşmüştü. -Ağla kızım, diyordu yaşlı kadın; hiç durmadan ağla. Aksın gitsin artık kanını zehirleyen bu irin. Boşalt gitsin. En lezzetli meyveler en sarp dağların kuytularında yetişir. Neden bilir misin? Ağladı ağladı ağladı. Kimse susturmasın istiyordu onu, ama gücü tükendi bir süre sonra nefes alışı yavaşladı, sakinleşti ve utandı. -Neden Madam? Dedi, sesi kısılmıştı. Çünkü dağlar narin meyve çiçeklerine göre değildir. Buzlu rüzgarlar değdi mi donar kalırlar. Ham çiçekken daha, meyvelenmeden, sulanmadan, tatlanmadan. Hani hatırlar mısın bizim arka bahçedeki erik ağacı erkenden çiçeklenivermişti geçen bahar da sonra dona çektiydi hava. -Bohça çiçeğinin su gibi donduğu akşam mı? -İşte o akşam. -İşte erik çiçekleri de donuverdi o akşam. -Ondan mı iki tanecik erik yedik geçen yaz koca ağaçtan. -Ondan ya. Sana o iki erik çekirdeğini atma demiştim. -Ah evet için için gülmüştüm biliyor musunuz. -Biliyorum, senin her düşündüğünü bilirim. -Şimdi bahçemizde çok asil iki tohuma sahip iki yeni erik fidanımız var. "Peynir aldım" dedi kapıdan girer girmez. Hem deliklisinden. Bu akşam ziyafet var evlat. Hadi kapat artık kapıları, bodrumdaki şarabı da açalım. -Fırını açtığınız gün yaptığınız şarabı mı? -Evet. -Neden? -Çünkü canım bu peynirle o şarabı içmek istiyor. Yetimhanedeki çocuklara bedava kurabiye verdin değil mi? Şaşırmıştı. -Nereden bildiniz? -Çocuklarla karşılaştım gelirken beni görünce çil yavrusu gibi kaçıştılar. İyi yapmışsın. Zaten onlardan biri benim oğlum Kuti. -Oğlunuz mu? -Sen sofrayı hazırlayadur. Peyniri sakın kesme elinle parçala, bıçak suyun alır. Bodruma açılan yerdeki tahta kapağı kaldırdı. Bedeni basamak basamak gömülürken tabana, tek başı kaldığında görünen döndürdü başını ve arkasından şaşakalmış bakan adama göz kırptı. -Yarından itibaren yeni kurabiyelerini yapmaya başla, şu bebekli olanları ve her sabah çocuklar geldiğinde onlara birer tane verdim. Bedava. Arka tarafı kellenmiş baş kayboldu. Kirli kareli sofra bezini serdi yere ortasına kalınca bir kütük koydu, üstüne bakır siniyi. Çini yayvan tabağın içine peyniri parçaladı. Bu kadar deliklisini ilk defa görüyordu. Kapı büyük bir gürültüyle yumruklanıyordu. Tedirginlendi. Dışarısı gün bitimi soğuğuna giyinmişti. Buğulanmış kapı camının ardındaki karaltıyı seçemedi. Kalktı. Aylar öncesi... Bıçaklıların yine böyle bir akşam gelişi saatleri... Küçük bir odun parçasına gitti eli gömleğinin kolundan içeri sakladı. Usulca yaklaştı kapıya araladı, onaltı yaşlarında iki göz, onaltı yaşlarında taptaze bir yüz. Açtı kapıyı ellisinde bir gövde. "Nerede o" dedi kalın sesiyle. -Kapalıyız. Yüzünü ekşitir gibi yaptı alaycı. -Biliyoruz. Kokuyordu. Aynı anda fırıncının kafası göründü tabandan: -Kim o? Dedi, kiminle konuşuyorsun? O kadın gelmiş dedi, hani şu... Devamını getiremedi. Kadının gözleri dellenmişti. -Eee hani şu ne? De de biz de öğrenelim. Tamam dedi fırıncı geliyorum. Elindeki damacanayı duvarın kenarına bıraktı. -Hala kovmadın mı bunu yanından. -Kovulacaklardan değil. İstediğinde gider. -Beni kovmuştun ama. -Sen paramı çaldın. -Çalmadım. Ödünç aldım. -Bu saatte kapalı olduğumu bilmiyor musun? -Biliyorum. Ama senden başka gideceğim kimse yok biliyorsun. -Yine mi? -Evet bu seferki hepsinden beter. -Aç mısın? -Ne zaman tok oldum ki, ama açlık düşüneceğim en son şey şimdi. -Ama delikli peynir... -Yerebatan'dan mı? -Gel bak anlarsın. Yürüdü, kalçaları yerçekimine üç kat tutunmuştu. Tam ensesinde kocaman eflatun bir doğum lekesi vardı yarım ay şekilli görüverdi. Eflatun. -Tadayım mı? -Eee herhalde. Kadın kirli tırnaklarını değdirmeden parmak uçlarının ortasıyla bir parça aldı. Bir saray sofrasındaymış gibi yuvarladı dudaklarının biraz gerisinde peyniri. -Yerebatan'dan, Kolsuz'un peyniri bu. Yüzü çok güzeldi. Bu doğaya isyandı. Ya da doğanın zamana isyanı eksikte olsa. "Hadi otur" dedi fırıncı. Hele hele bu şaraba asla hayır diyemezsin. Duvarın yanındaki damacanayı tutup kaldırdı. -El yapımı mı9 -Hem de ne al. Boştaki elini kaldırıp gösterdi. -Ne zaman yaptın? -Fırının çatısını kapattığım gün. -Neyi kutluyordunuz? -Hiçbir şeyi. Belki de sadece bu günü. Ortadaki sininin etrafına çöktüler. Şarap hiç içilmemeliydi ya da içildikten sonra ömür boyu terlenmemeli, işenmemeliydi o kadar güzeldi. Bir çakıntı. "Sen ölüme hükmeden olacaksın" Karşısındaydı büyücü sumağın başında. Ayak bileğinin sızladığını hissetti. Ama hiç önemli değildi isterse olmasındı ayağı. Onunlaydı ya... Yüzünde çok sıcak bir gülümsemeyle kadehi uzattı, kulpu altındandı. -Bu şarabı ömürlerin boyunca ancak iki defa tadabilirsin. Bu ilki iç ve başla. İşık, parlak bir ışık... Çabuk dedi fırıncı, çabuk su getir. Kadın çırpınıyor, ağlıyor, bir yandan da karnını tutmaya çalışıyor, kendini yerden yere atıyordu. Şaşırıp kalmıştı. -Nesi var? Ne oldu9 -Çabuk, çabuk ol, su getir. Koşarak içeri geçti kovadan bir maşrapaya doldurup geçirdi suyu. Fırıncı kadının gömleğini sıyırıp karnına döktü suyu ve ovalamaya başladı. Terden sırılsıklam olmuştu kadın. -Daha! dedi, kovayı getir. Elleri titriyordu. Koştu kovayı aldı. Getirirken döküldü yarısı suyun. -Ellerini ovala suyla Bileklerini. Derisi yumuşacıktı ellerinin tüy gibiydi, güçsüzdü. Bir an, büyük bir sevgi duydu kadına karşı. Horlamıştı onu, pişman oldu. Kaldırıp üst kata çıkardılar yatağa yatırıp üstünü sıkı sıkı örttüler. Baygın gibi uyuyordu. İkisi de indiklerinde aşağıya oturduklarında peynir tabaklı, şaraplı, sininin başına uzun bir süre sessiz kaldılar. -Çok mu hasta9 -Çok hasta dedi fırıncı. -Kriz gelmeden önce işaret verir. O da kalkar buraya gelir. -Başka kimsesi yok mu9 Çocuğu? -Var. Kuti. -Kuti? -Sen?...O?.... -Peki neden evlenmediniz? Aman Allahım neden oğlunuzu yetimhaneye verdiniz? -Evlenmeden çocuk doğurmak onun için çok aşağılayıcıydı. -Neden evlenmedin onunla9 -İstemedi. -İyi ama neden? -Çünkü bekliyor. -Neyi? -Sadece o biliyor. -Ama neredeyse ölecek. -O ölemez. -Neden? -Çünkü bekliyor. Nasıl böbürlenmişti kendisiyle, hayatını avucunun içine alıyor, kaderi saptırıyor onunla oynuyor diye. Kendi Tanrılığına soyunalı beri ve bunu yapan tek kendisinin olduğuna inanalı beri tüm insanları küçümsemişti. Derado'dan sonra ikinci defa yerlerde hissetti kendini. Ama bu seferki ikiyüzlü kendisiydi. Çocukluğunun oyunlarına dönmek istedi. Onlar masumdular. O oyunlarda sadece ablasının saçları kurban oluyordu ya da gazoz şişeleri, çamur bebekler. Ama büyük oyunlarında kurban kendisi olmuştu. Onyedi yaşındaydı, çimento kokulu evlerinden kaçmış, küçücük boylu günlerini geçirdiği köye gitmişti bir gün. Ne de güzeldi. Ah oyun günleriydi. Cılız buğday tarlasının içinde öpmüştü kızı, okşamıştı. -Senin adın ne? -Pamfilya. -Ne demekmiş o? -Çok eski bir ülke. Şimdi tek bir toprak tanesinin yeryüzünde kalmadığı kadar eski. -Sen de o kadar eski misin9 -Hayır ben daha onaltı yaşındayım. -Hiç aşık oldun mu? Utanıp kızarmıştı kız. -Evet beni öptüğünde sana -Hah hah ha... Gülmüştü ve kibirle, -Gidiyorum ve bir daha buralara dönmem. Ama yaşam bizi karşılaştırırsa bir kez daha seninle evlenirim. -Sahi mi benimle evlenir misin? -Evet ama bir şartla o gün hangi gün olursa olsun yüzün bu günkü gibi güzel olmalı, gözlerin bu günkü gibi taze bakmalı. -Tamam. Ama ya beni tanımazsan? -Tanırım tanırım. Kızın dudaklarına minicik bir öpücük kondurup uzaklaşmaya başlamıştı. Kız arkasından seslendi. -Unutma sözünü sakın. -Unatmam, unutmam. -Adım Pamfilya. Bağırıyordu kız, o uzaklaşıyordu. Ensemde de bir rüzgar uğulduyordu. Eflatun... Pamfilya... O yüz... Yıllar... Ağlıyordu. Semil'in ölümünden beri ilk kez ağlıyordu. Koşarak indi alt kata. Fırıncının yanına çöktü. Gözlerini araladı adam. Ne olduğunu anlayamamış, uykulu, daha çok uykusuz şiş gözlerle bakıyordu. -Ben biliyorum, ben tanıyorum, benim o, o beni... Çöktü kaldı yatağın yanına ağlayışı sessizdi. Fırıncı doğruldu yatağından. Sadece gözyaşlarının pırıltısını seçebiliyordu karanlıkta. -O beni bekliyor dedi -Ben tanıyorum onu, o Pamfılya. -O'nun adını bir tek ben bilirim dedi fırıncı. -Birde ben... Ertesi gün evlendiler. Bir ertesi gün Pamfılya öldü. Gözü takılıp kalmıştı köşeye. Kedi hergünkü gibi ekmek yatağının altına çekilmiş, ekmeğin yanık köşesini kıtırdatıyordu. Doydu. Gerindi uzun uzun ve gitti. Gözleriyle izledi arkasından. Aklında Pamfılya. Hayatın beton gibi çakılıvermesi üzerine. Allah bullaktı. Anlamsızlığı hissediyor ama her köşede birbirinden kopmuş, ilgisizlenmiş parçalar birleşiyordu. Parçalardı dikkati dağıtan, anlamsızlaştıran. Tepeden bir göz istiyordu yaşamak. "Bana onu anlatsana" dedi fırıncıya Pamfılya'yı... -O'nun neler yaşadığını bilmen gerekseydi yaşam sana bunları gösterirdi. Göstermediğine göre sendekilerle yetinmelisin. -Ben bir başkasının yaşamını elinden almışım gibi... -O yaşamını sana verdi. O seni sevdi, onunla evleneceğine inandı ve seni bekledi. Bu kadar. Gözleri daldı. -Doğa dedi sadece tek bir kurala boyun eğer. Sevgiyle beslenen inanca. "Şimdi git" dedi. Yat dinlen. Haftalardır geceleri uyumadığını biliyorum. Düşünme artık. Pamfılya bitti. Ertesi günün ışıkları çok uzaklardaki dağların ardından salınmaya başladığında ikisi de uyanık, günün işlerine başlamışlardı. Hamurların yoğrulma işi çoktan bitmiş kabarmayı bekliyordu. Fırının içinde odunlar hala harlı harlı yanıyordu. Henüz kor olmamışlardı. Fırının içi ılınmış, güneş öncesi acı soğuk kırılmıştı. Ama yine de içi titriyordu bu gün. Kendini ilk kez sabahın ilk saatlerinde böylesi bitkin hissediyordu. Akıl ve ruhunun yaşadığı çalkantılar bedenini de karmakarış etmişti. Kanının daha hızlı dolandığını hissediyordu ve damarlarının çeperlerine daha kuvvetle abandığını. Fırıncı dalmıştı. İşine mi, yoksa Kuti'yi mi düşünüyordu? Ömrünü tek başına geçirmiş biri için yaramazlık zamanındaki bir çocukla yaşamak... Fırıncı hakkında çok az şey biliyordu. Gerçek adını bile bilmiyordu. Fırıncı... Büyücü... Ne zamandır buradaydı? Nereden gelmişti? Ya da bu şehirde mi doğmuştu? Saçları beyazlanmcaya dek neler yaşamıştı? Ya saçları beyazlandıktan sonra? Annesi babası ölmüşler miydi? Hiç evlenmiş miydi? Kuti'den başka çocuğu var mıydı? Hep bir sınır vardı aralarında açılamayan, denilemeyen şeyler. Fırıncı da kendisini tanımıyordu. Hiçbir şey anlatmamıştı. Semil'i, Derado'yu, Kaspar'ı, ablasını... hiç kimseyi, yaşamak oyunculuğunu, bozgunlarını... Birbirlerinin geçmişini hiç bilmeyen iki yabancıydılar. Ortak yaşadıkları zamanlarında herşeylerini bilen iki dosttular. Geçmişler ötesi geçmişlerinde yüreklerini ve kaderlerini bağlayan sunağın başında iki aşkıncıydılar. Kedi yine usulca girdi kapıdan. Ekmekler pişmiş kokularını salmaya başlamışlardı. İlk kez böylesi erken geliyordu kedi. Erken acıkmıştı. Dikkatle baktığında karnının yere değdiğini gördü. -"Gördünüz mü" dedi fırıncıya; Posteki hamile. Bu ismi kendisi koymuştu kediye. Fırıncı, fırının kapaklarının yanındaki duvarın çıkıntısına dayanmış sigara içiyordu. -Kuti'nin yetimhanede kalması daha mı iyi olur dersin? Düşünceliydi. Ne yapacağını bilmemenin tedirginliği vardı gözlerinde. -Bence bütün çocukların aileleriyle yaşamaya, en azından onları tanımaya ihtiyaçları vardır. -Tanımasa ne olur? -Boşluk, havalarda bir yerlerde asılı kalmak gibi. -Kuti yetimhanede kalacak. -Bunu yapamazsın. -Yaptım bile. Sigarasını yere attı fırının kapaklarını açıp ekmeklerin yan yüzlerini değiştirdi. Kapakları kapattı. -Onu nasıl bırakabilirsin? -Bırakmıyorum. Sadece yaşaması gerekenleri yaşamasına izin veriyorum. Onunla aramızda aynı kırmızı sıvının farklı iki bedende dolaşmasından başka hiçbir yakınlığımız yok. Hem sen senin gibi bir yaşamak korkağı... Bu işlere burnunu sokma. Yaşamak korkağı... Fırıncı gözlerinin ta içine bakıyordu. Sanki tepkisini kontrol ediyor, aldığı tavrı, yüzünün değişen her çizgisini büyük bir dikkatle izliyordu. -O halde Kut i'yi ben alırım. Aslında söylemek istediği bu değildi. Yaşamak korkağı... -Sen önce kendinde olan işini bitir. Kuti kendi hayatını kendisi yaşayabilir. O ayakları üzerinde durmayı sensiz, bensiz de öğrenebilir. Kaderi düşündü. İşte Kuti, hiç tanımadığı babasının kararı ile bundan sonraki hayatı belirleniyordu ve bundan haberi bile yoktu! Derin derin sustu. Gözgöze geldiler. Biraz yumuşamıştı fırıncının bakışları. Ani bir hareketle kalkıp yanına gelip çöktü. Başını iki elleri arasına aldı. Burun burunaydılar: -Beni iyi dinle dedi. -Bir şey var, ama ne bilmiyorum. Seni silkindirecek, bu kaybolmuşluk duygunu siliverecek ve asıl kimliğini sana geri verecek bir şey. O her ne ise bir an önce bul. Seni daha fazla beklemem mümkün olmayabilir. İkimizi de çok fazla oyaladın. Boş bakışları gene birleşti fırıncının umutsuz bakışlarıyla. -Hadi dedi, çık dolaş biraz. Kedi ekmeğin kabuğunu bitirmiş, aralık kapıdan süzülüp çıkmıştı. Oâa çıktı peşisıra kedinin. Aydınlık yine gözlerini aldı. Tam öğle güneşiydi tepedeki. Ilıcık bir bahar öğlesiydi. İçi coşuverdi. İki sokak ötedeki parka doğru yürümeye başladı. İnsanlar geçiyordu yanından yabancılaştığı, aldırmadığı, insanlar. Ama sanki onlarla karşı karşıya gelmek, yanlarından geçerken elbiselerine sürtünmek hoşuna gitmişti. Yol aralarından yeşeren çimenlere basmamaya çalışarak yürüyordu. Hatta güzelce giyimli hanımın birine gülümsedi bile. Semil'in öldüğü günden beri bu duyguyu kaybetmiş olduğunu, uzun yılların bu duygu güdüklüğüyle geçtiğini farketti. Yaşamak korkağı... En küçük bir terslikte kabuğunun içine saklanıveren bir korkak. Tabii ya, hayatında ne zaman birşeyler ters gitmeye başlasa kaçıvermişti. Dinginliğini içine gömmüş, edinimsizliğin tatlı rehavetini yaşamıştı ve savunma mekanizmaları her zaman hazırdı. "Hayatım kendi ellerimde,(stediğim zaman kapatıveririm." İçinde bir hafifleme hissediyordu. Sanki yıllardır bütün bedeniyle taşıdığı bir demirden yılan boğazından kaçıp gidiyordu. Hayatının gerçeği buydu. O bir yaşamak korkağıydı. Belki de fırıncının anlatmaya çalıştığı, uyan artık dediği buydu. Kendisini nasıl bu kadar iyi tanıyordu9 Parkın girişindeki acıbadem fidanı pembe pembe çiçeklerine bürünmüştü. İçi cız etti. Kim bilir, kaç bahar gelip geçmişti bu parkın önünden, kaç defa gözünü, gönlünü çelmeye uğraşmıştı da bu pembeli, o oralı bile olmamıştı. Parkın içine girdi. Otlar taptazeydi, yerlerdeki yemyeşildiler. Parlak, titrek ürkek. Birkaç yerden çiğdemler deliyordu çimleri, bir yerlerden papatyalar. Bir banka oturdu. Akşamki yağmurun artıklarından bir birikinti duruyordu ayaklarının dibinde. Elini suya soktu. Dalgalandı, hareketlendi su. Çekti elini duruldu. Bir avuç çamur aldı birikintinin yanlarından hafif kuru. Elinde evirip çevirmeye başladı. Avucuyla sıktı. Parmaklarının kalın hatları yerleşti çamura. Birkaç yeri bastıra, birkaç yeri kabarta küçük bir bebeğe dönüştürdü çamuru. Bankın kenarına oturtup çamur bebeği kalktı. Bir süre daha yürüdü ağaçların arasında. Pırıl pırıldı yeni yeşermiş yapraklar. Çok geçmeden bulanırlardı toza. Ama olsundu. Şimdi, şu anda olabilecekleri en güzel hallerindeydiler ve o da, şimdi, şu anda, onlarlaydı. Parkın çıkışında gördü Postekiyi. Kabarık tüylerini salıya salıya yürüyordu karşı kaldırımda ve nereye gideceği belliydi edasında. Çoktandır düşünüyordu onun bir sokak kedisi olmadığını. Geçenlerde buram buram sabun kokarak gelmişti fırına. Takıldı peşine. İki karşı kaldırımda yürüdüler bir süre. Işıklarda durdu Posteki, bekledi ve yeşille geçti karşı kaldırıma. O'nun kaldırımına. Şaşırdı. Şimdi Posteki önde o arkada aynı yöne yürüyorlardı. Şehrin bu taraflarına yabancıydı. Yüksek gökdelenler seyrelmeye yerini bahçe içinde tek katlı bakımlı evler almaya başladı. Sokaklar tertemizdi evlerin bahçe duvarlarındaki demir kapılarda mor salkımlar, boru çiçekleri açmıştı. Mis gibi kokuyordu sokak. Kaldırımlarda akasya ağaçları sıralanmıştı karşılıklı. Açtı açacaktı tomurcuklar. Bembeyaz boyalı bahçe duvarları da bembeyaz bir evin önünde durdu. Kapalıydı demir kapılar. Mırıldamaya başladı. Bir baş aniden yükseliverdi duvarın gerisinden. Koyu kızıl upuzun saçlar. Küçücük bir burun ve kocaman kocaman gözler. Gencecik bir kızdı. -Geldin mi Posteki? Ama Posteki adını o koymuştu kediye... Kız bahçe kapısına doğru ilerledi. Ama adını kendi koymuştu. Elleri toprak içindeydi. Tam kapının önündeydi kendisi de, gözgöze geldiler. -Kedi sizin mi9 -Evet, bizim kedimiz. -Adı ne? -Posteki. -Çok uygun bir isim. -Evet, gördüğünüz gibi bir koyununki kadar gür tüyleri var. -Siz mi koydunuz ismini. -Evet. -Burada mı oturuyorsunuz? O ana kadar gayet içten konuşan kız birden hırçınlaştı. -Niye soruyorsunuz? -Ah dedi. -Çok özür dilerim. Bu kedi Posteki yani benim de kedim sayılırda ilgim sadece ona. -Nasıl sizin de kediniz sayılır. -Şey o hergün bizim fırına gelir ve kızarmış bir ekmeğin kabuğunu yer. Sonra gider. -Aynı kedi olduğu ne malum. -Postekiye benzeyen pek fazla kedinin olamayacağını siz de tahmin edersiniz herhalde Üstelik benim Posteki de hamile. Kız yine eski içten haline dönmüştü. Ayaklarına dokunan ve bir yandan da yalanarak mırıldanan kedinin yanına çöktü. Yer yer kurumuş topraklı ellerini hayvanın gür tüyleri arasında gezdirerek: -Seni gidi uyanık dedi. -Ondan önüne koyduğumuz bayat ekmekleri hiç yemiyormuşsun meğer. Evde hep et yer dedi. -Tavuk ve sığır eti. Balık ve koyun eti yemez. Evin büyük camlarındaki tüller açıldı ve yaşlı bir kadın yüzü belirdi. Meraklı gözlerle bakıyor, kızın kiminle konuştuğunu anlamaya çalışıyordu. Dayanamadı camı açtı. Aynı anda kız arkasını döndü kadınla gözgöze geldiler. -Merak etmeyin Madam Agnel dedi, bir şey yok. Posteki'yi tanıyormuş. O'nun fırınında her gün taze ekmek yemeye gidiyormuş bizim yaramaz." -Ortalardan kaybolduğu zamanlarda onu merak etmeyin. Bizim fırındadır. Hem o çok akıllı bir kedi. Evini merak ettiğim için peşinden takip etmiştim. Karşıdan karşıya geçerken ışıklardan geçiyor. Hem de yeşili bekliyor biliyor musunuz? -Ah akıllıdır benim Postum çok akıllıdır. Kız kedinin başını iki elinin arasına almış hafifçe hırpalıyordu: -Eh ben gideyim artık, dedi. -Onun iyi ailesi olduğunu öğrendim ya şimdi daha rahatladım. "Bende şimdi daha rahatım" dedi kız. -Eğer isterseniz yavrularından birini temelli alabilirsiniz. "Çok teşekkür ederim" dedi. -Sevinerek alırım. Yaşlı kadının gözleri üzerindeydi. Elini kaldırdı kadına doğru. Hoşçakalın dedi. Hoşçakahn. Kız gülümsedi. Yaşlı kadın da. Kız kediye Posteki diyordu! Ellerinin çamurlarını yıkadı önce, beyaz havluya kurulamak istemedi, belki tırnaklarının arasında birkaç parça toprak kalmıştır, havluya lekeler bırakır diye. Odaya girdiğinde yine o küçük sandığın başındaydı kadın. Arkası dönüktü ama yinede eliyle işaret etti. Geldi çöktü yanına. Garip bir şekilde toprak, hayır çimento kokusu yayılıyordu sandıktan. Kalın bir kumaş destesi sıkış sıkıştı içinde onu çıkarmaya uğraşıyordu Köşesinden tuttu, kaldırdı. Açtılar. Kocaman kocaman açık kırmızı güllerin, açık pembe karanfılerin, soluk yeşil yaprakların olduğu kalın bir iç perdesiydi. -Bu ne madam Agnel? dedi Kaspar. -Perde. -Perde olduğunu anladım ama, bunca yıldır sakladığınıza göre bir anısı olmalı değil mi? -Evet, bir anısı var. -Anlatmayacak mısınız. -Hayır. -Sadece zamanı geldi. -Neyin? -Bundan kurtulmanın. Kaspar, artık çok iyi tanıyordu kadını. Konuşmak istemiyorsa, asla konuşmazdı ve üstüne gelinmesinden asla hoşlanmazdı. -Dolaptan makası getirir misin? dedi. "Tabii" kalktı. -Küçük odadaki çekmecede de öbür makas var, siyah saplı olanı, onu da al. Makasları alıp geldi. "Hadi bakalım" dedi. "Başla". Kesmeye başladı perdeyi diğer makası da Kaspar'ın eline tutuşturmuştu. Binlerce küçük parçaya ayrılmıştı perde, saat gece yarısını on dakika geçtiğinde. Odanın ortasında kırpıktan bir öbek vardı şimdi. Yanında biri huzurlu, biri şaşkın iki kadın. -insanlar dedi bir anıdan kurtulmak istediklerinde O anıyı hatırlatanı küçük parçalara ayırmak isterler. Çünkü sanırlar ki parça küçüldükçe acı da küçülür. -Kaspar şu koltuğa biraz oturacağım. Senden son bir şey istesem. -Tabii bayan Agnel. -O parçaları sandığa doldurur musun? -Ama bunlar o sandığa sığar mı ki? "Haklısın" dedi. -Sığmaz. -Sence acı küçüldü mü? -Bence parçalar büyüdü. -Peki sence o bunu biliyor mudur? -Kim? -O Kaspar sustu. -Bilmiyorsa bile artık biliyor. Son cümlesini kendi kendine söylemişti. Kaspar'a değil. Sonra gitti yattı. Öylece kaldı odanın ortasında, binlerce parçaya ayrılmış çimento kokulu perde kırpıklarının arasında. Toplasa atsa mı? Yoksa öylece bıraksamı karar veremedi. Uğraşsa sandığa doldursa. Oysa sandık öyle küçük görünüyordu ki, kırpıklarsa dağ gibi. Mutfaktan büyük bir çöp torbası aldı. İçine doldurdu hepsini. En küçük parçasına kadar. Torba kapkaraydı. İçindekilerse, belli ki bunca yıldır saklandığına göre çok özeldi. Kara torbayı hiç yakıştıramadı içindekilere. Bir anda kapıda belirdi kadın. "Topladın mı ortalığı?" dedi. "Topladım bayan Angel" dedi Kaspar. Torbaya doldurdum yarın ne isterseniz yaparız. "O kara torba" dedi. "Orospuluğumun anılarını taşımak için bile çok çirkin. Bahçeye getir onu" dedi. Bahçeye çıktılar. Gökte ay vardı. Hilaldi. Kırpıkları, tohumları en güçlülerinden olan erik ağaçlarının altına serptiler. Toprağa değen her parçayla biraz daha aydınlanıyordu kadının yüzü. Çok eğlendiler, kahkahalarla güldüler, kırpıkların üstüne yatıp, debelendiler. Kara torbayı da götürüp sokağın köşesindeki büyük çöp tenekesine attılar. Ait olduğu yere. Ve yine güne uyanmak için gidip yattılar. Kaspar hiçbir şey sormadı. Soramadı. Doğurmuş Madam doğurmuş. Posteki doğurmuş. Aman Tanrım. Muhteşem bunlar, dört tane beyaz, bir tane de simsiyah. Kadın yatağın üzerinde sırtüstü uzanmıştı. Eliyle yanına çağırdı Kaspar'ı. Elindeki anahtarı verdi. Gözlerinin içine baktı kızın. Kaspar sessiz aldı. Ve yaşlı kadın gözlerini son kez kapattı. Gün yeni doğuyordu. Kaspar, altıncı minik beyaz yavrunun bir türlü doğamayıp öldüğünü, giderken Postekiyi'de götürdüğünü henüz bilmiyordu. Koyu karanlık ve boğucu bir gecenin içinde yürüyordu. Peşindeki adım sesleri kendi hızına göreydi. Bir hızlanıyordu, bir yavaşlıyordu. O sanki dalga geçercesine ayarlıyordu ritmini. Sonra aniden koşmaya başladı. Şaşırmıştı arkasındaki. Adımlarının kararsızlığından belliydi. Hızlandı peşindeki. Köşedeki büyük binaların arasındaki sokağa döndü ve durdu. Bekledi. Ardındaki koşan adım yaklaştı, yaklaştı. Köşeyi dönmeden durdu. Belli ki temkinliydi. Bir adım sonra ise gözgözeydiler. "İyi geceler" dedi. Sesi sakindi. "İyi geceler" sesi şaşkındı. "Kimsin?" dedi. Sesi sertti. Sarıldılar. -Yine mi? -Evet yine. -Bu duruma artık bir çare bulmalıyız. -Bence de. Seninle uğraşmaktan kendi işlerimi aksatıyorum. -Bu sefer ne yaptım? -Bir öncekinin aynısını. -Yani? -Yine kilitledin hafızanı. -En başında söylemedim mi sana? Kendine başka bir yol arkadaşı bul demedim mi? -Bende sana her seferide ne dedim? Senden başkası olmaz. -Neden? -Çünkü biz, ilk ikiyiz. -Peki ben niye senin gibi olamadım? -Çünkü sen asi tarafsın, ben uyan taraf. Hem artık her seferinde kendini eleştirmekten vazgeç. Herkes düşüncesinde ve yaşamında özgür. Sen sadece bu özgürlüğünü kullanıyorsun. -Her seferinde kendimi kilitleyerek mi? -Evet, çünkü bu senin hoşuna gidiyor. -Bilinçsiz ve mekanlı zamanlı halim mi? -Evet. -Tabi aslında O'nun için gidiyorsun. Ama sonra herşeyi unutuyorsun. Kopan parçan O'nun için gittin. Kaybettiği sevgi duygusunu yeniden verebilmek için. -Bak bu sefer anlaşalım; uyanmak için kendimi kullanmayı kesinlikle reddediyorum. -İyi ama niye? -Senin zamanın hiçbirinde gidip kendi karşına dikilivermek gibi bir sorunun olmadı. -Eh olmadı. -Bu çok kötü bir duygu, bir şok. -İyi ya, bizim de o şoka ihtiyacımız var zaten. -Başka bir yol bul. -Bakarız. -Peki o kim? -Kopya yok. -İpucu da mı? -Kediye dikkat et. -Eh hiç olmazsa bu sefer ölüleri diriltmeye kalkmamışsın. -Yapma o adam tam olarak ölü değildi biliyorsun. -Olsun, zamanının insanları için basbayağı bir ölüydü. -Artık gitmeliyim Han. Uyanınca beni hemen bul olur mu? -Atra ve Toran benimle mi? -Kopya yok. -İpucu. -Atra yeni doğum yaptı. Toran'sa şu sıralar parça bütün ilişkisiyle uğraşıyor. -Ya sen, sen de benimle misin? -Ben her zaman her yerde, en yakınında olanım. Daha köşeyi dönmeden anlamıştı bir terslik olduğunu. Bütün sokak yanık ekmek kokuyordu. Parmaklarının ucundaki kanın tamamen çekildiğini hissetti. Koşar adım girdi içeri, fırının kapaklarından, koyu dumanlar çıkıyordu. Fırıncı hemen yandaki taburede öylece oturmuş bakıyordu. Daha ağzını açamadan kapattı yaşlı adam gözlerini son sesi, son nefesi ve elinden düşen fırının büyük anahtarının sesi oldu. O gün şehir mezarlığı en sakin günlerinden birini yaşıyordu. Koca gün için sadece iki cenaze gömülecekti. Yanyana açılmış iki çukur vardı. Hemen yanlarında bir üçüncüsü hazırlanmıştı ama, o mezara gömülecek kimsesiz kadının sonunda bir akrabası çıkmış, kadının yanmış cesedini bir çuvala koyup bozkırın ucundaki köyüne götürmüştü, iki gömücü de işlerini büyük bir ciddiyet ve titizlikle yapıyordu. Çünkü bunca yılın onlara öğrettiği tek bir şey vardı. Ayrılık ki en büyüğüydü ayrılığın ölüm, ardından öfke, getiriyordu. Küreğin sapının yamuk olması, toprağın alelade saçılışı etrafa, kazmanın sert bir taşa çarpması ya da, kazıcının dudaklarının kenarındaki küçücük bir tebessüm izi, haykırışlarını çoğaltabiliyor hatta, hiç suçları yokken işleri sadece cansız bir bedene içine sığabileceği bir çukur kazıp, üzerini toprakla örtmek olan kendilerine bile sataşmalarına hatta tartaklamalarına neden olabiliyordu. Hiç unutmamıştı. Bir gün ölen annesini, her gün doğumunda ziyaret eden on yaşlarında bir kız yanına gelmiş, "Annemin başucundaki ağacı oradan kesmenizi istiyorum" demişti. Gülmüştü. Kızın suratıysa buz gibiydi. "Onunla benden daha çok beraber oluyor." Gitmişti. Kimse farketm emişti, her gün doğumundan sonra mezarlıktan her çıkışında yanında bir avuç toprak götürdüğünü, mezarın başındaki koca ağaç bir gece boylu boyu devrilinceye kadar. En sakin iki törendi. Çok kısa süreceği belliydi. Çünkü iki mezarın başında da sadece birer kişi vardı. Ölenlerden biri yaşlı bir kadındı. Başında ağlamaktan şişmiş gözleriyle kıvırcık kızıl saçlı gencecik bir kız dikiliyordu. Elinde bezden bir torba vardı. Torbayı açtı. İçinden bir koyununki kadar gür tüyleri olan Postekiyi çıkardı. -Yanma dedi. Onuda gömeceksiniz. Gömücü kediyi tiksinti duygularını belli etmemeye çalışarak aldı. Yaşlı kadının tabutunun yanına küçük bir çukur daha açtı. Kediyi içine koydu. Toprakları kürekle üzerlerine atmaya başladı. Çukurlar dolmak üzereydi. Kaspar, -Durun dedi. Adam başını kaldırdı durdu. Kaspar, erik çekirdeklerinin birini küçük birini büyük çukurun başlarına yerleştirdi. Biri Madam Agnel içindi. Biri ise Posteki için. İki çekirdek daha kaldı avucunda. Belki tutmaz diye getirmişti yedeklerini. Ancak onlar en asil iki tohumlu ağacın meyveleriydi. Tutardı. Dörtlemeye gerek yoktu. Adam, bir duvar gibi sessizdi mezarın başında. Gömücüyü izliyordu. İçindeki duyguyu anlamlandıramıyordu. Başlı başına bir sevinçti bu. Fırıncının ölümünün ardından sevinmesi mümkün müydü? Kendini kandırması da mümkün değildi. Sessiz bir sevinç. Başını kaldırdı. Yandaki mezarın başındaki kız da. Gözgöze geldiler. Tanımışlardı birbirlerini. Bir anda yaşlarla doldu kızın gözleri. Adamın yanına geldi. "Çok üzgünüm" dedi. Posteki öldü. Sevindi. Ama bu kez bu duygudan kaçtı. "Madam da. Aynı gün öldüler." Kelimeler zor dökülüyordu ağzından. "Çok üzüldüm" diyebildi zar zor. "Siz kimi kaybettiniz" dedi kız, sadece kendi acısını ortaya koymanın mahcupluğuyla. "En yakın dostumu". "Ben de çok üzüldüm". Sustular. Gömücü çukuru doldurmak üzereydi. "Durun" dedi Kaspar. Adam başını kaldırdı, durdu. Kaspar cebine koyduğu erik çekirdeklerinden birini alıp Fırıncının başucuna yerleştirdi. - -Tamam dedi. İki büyük dost, yanyana yatıyordu şimdi. Üçüncü Postekiyle birlikteydiler. "Huzur içinde uyusunlar" dedi Kaspar. "Huzur içinde uyusunlar" dedi adam. Kaspar'a döndü. "Yürüyelim mi?" Kaspar'ın eli cebindeydi. Son kalan erik çekirdeğini evirip çeviriyordu. "Yürüyelim." Çekirdeği çıkarıp yandaki boş mezarın içine attı. Yürüdüler... "Posteki'nin beş tane yavrusu oldu" dedi kız. Sessizliği bozmak istiyordu. Daha çok içindeki sessizliği. -Size birini vereceğime dair sözüm var biliyorsunuz. "Memnuniyetle alacağım" dedi adam. "Başka kimseniz var mı?" dedi kıza. "Uzun hikaye" dedi Kaspar. "Var, ama yok." -Annen miydi? -Hayır -Beni evlatlık almıştı. -Peki ya gerçek annen-baban. "Babam öldü" dedi kız sustu. -Annen9 -Hapishanede. Kardeşlerin var mı dedi adam. -Var ama, nerede olduklarını bilmiyorum. Öğrenmekte istemiyorum. -Bir de dayım var. Onu arayıp bulacağım. "Adın ne senin?" dedi adam kızın kıvırcık kızıl saçlarına daha dikkatli bakarak. "Kaspar" dedi kız. "Kaspar?" Zaman zaman çakan ve zaman zaman dolaştıran ışıkların en kuvvetlisiyle irkildi. Açılıverdi gözleri. "Kaspar" dedi içinden: Dayın seni bir ömürdür arıyor. Hiç bir şey anlatmadı. Sustular. Anahtar dedi adam son kez. "Kilitli dolabın anahtarı" dedi Kaspar. Ömrünün sonuna kadar yetecek altın ve parayla dolu. "Sana" dedi "bir anahtar da ben vereceğim". Fırının anahtarını uzattı. Tabii istersen. -Gidecek misin? -Hep seninleyim Kaspar hep yanındayım. -Ama gideceksin. Gözleri dolu dolu olmuştu. Diyemedi: "Sen benim kopan parçamsın. Ayrı kalmamız mümkün değil ki" diyemedi. Evet dedi. "Zorunluyum". Sustu kız. -Bana vereceğin yavru kediyi sana emanet edebilir miyim? dedi adam. Başını salladı Kaspar. Adam kalktı. Kız son bir defa baktı gözlerine. Simsiyahtı adamın gözleri ve parlıyordu. Siyah ışığı yutardı oysa. Bu gözler yansıtıyordu. Eğildi adam. İki gözünün biraz üzerinden öptü kızın ve parkın en kuytusundaki banka doğru gitti. Kaspar elinde iki anahtarla öylece kalakaldı. Posteki öldü, Madam Agnel öldü. Fırıncı öldü. "Ve dörtlenmenizdir ki" dedi içindeki ses, Var olmanız, boş basamaklanmanız. Dönmüştüm yine. Ben Han, asi olanları, oyunu sevenleri banka oturdum. Yerler ıslaktı yaşamın sonsuz biçimlerine, sonsuz ihtimallerine yine hayran kalmıştım. Ve biliyordum ki, ben bunu yine yapacaktım. Sonsuzluktan ve yaratıcılıktan yine kaçacaktım. Önce renge sonra sese ve sonra ışığa dönüştü her şey. Suğla, Atra ve Toran bekliyordu. Kucaklaştık. Park görevlisi hafifçe dokundu omzuna bankta oturan adamın, hafifçe yana yattı beden. Koşarak gitti. Polisler geldi. Sonra büyükçe bir araba. Aldılar götürdüler. Sonra bir tabutta geri getirdiler,dördüncü boş mezara gömdüler.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Nezihe Ecevit, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |