..E-posta: Şifre:
İzEdebiyat'a Üye Ol
Sıkça Sorulanlar
Şifrenizi mi unuttunuz?..
Doğallık sahip olunan değil, kazanılması gereken bir erdemdir. -Cervantes
şiir
öykü
roman
deneme
eleştiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katılımı
Yazar Kütüphaneleri



Şu Anda Ne Yazıyorsunuz?
İnternet ve Yazarlık
Yazarlık Kaynakları
Yazma Süreci
İlk Roman
Kitap Yayınlatmak
Yeni Bir Dünya Düşlemek
Niçin Yazıyorum?
Yazarlar Hakkında Her Şey
Ben Bir Yazarım!
Şu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm başlıklar  


 


 

 




Arama Motoru

İzEdebiyat > Deneme > Anılar > Çetin İmer




15 Kasım 2008
Tespihçi  
Çetin İmer
1950 li yıllarda bir talebenin anıları.


:GJJE:
Galatasaray lisesinde okuduğum 1950 li yıllardı. Ortaköy'deki ilkokul kısmından buraya terfi edeli iki sene olmuştu. Ama bunca zaman geçmesine rağmen İstiklal caddesinin gürültülü canlılığına bir türlü alışamamıştım. Boğaz kıyısındaki, şimdi Galatasaray üniversitesi olan o zamanki ilkokulumuzun kendine has sessizliği ve nefis manzarasını unutabilmek mümkün müydü?
Beyoğlu. Her taraf bar pavyon ve eğlence yeri. Yanıp sönen neon lambalı reklam panoları birer davetiye gibi. Striptizler, vedet dansözler, Romen revüleri ve Rus balerinleri ile gün boyu süren bir uğultu. Bir okul için hiç de uygun olmayan bu semtte delikanlı yaşlarda olup cepte paran yoksa işin bayağı zor.
Okulun caddeye bakan dört beş adam boyu demir parmaklıklarını, o eğlence dünyasından bizleri ayıran bir hapishane duvarına benzetirdim. Gerekçesini tam olarak bilemiyorum ama okul müdürlüğü talebenin o duvarlara yaklaşması yasaklanmıştı. Boş saatlerde bahçede banklara oturur, uzaktan melül melül bakarak dışarıdaki curcunayı seyrederdik. Hele akşamüzeri, gündüzcülerde gittikten sonra, yatılılar için yalnızlık duygusu bir kâbus gibi üzerlerimize çöker asıl azap saatleri o zaman başlardı.
İstanbul'un kalbi sayılabilecek bu caddede insan yapısı üçe bölünebilirdi. Yalnız gündüzleri ortaya çıkan sinema ve alışveriş tutkunu birinci gurup. Havanın kararması ile birlikte eğlence dünyasının müdavimi, tuzu kuru akşamcılar.
Son olarak da, ilerleyen saatlerde etrafı seyretmek için sahne alıp amaçsızca dolaşan maddi imkânları kısıtlı kesim.
Gençliğinin en hızlı dönemini böyle demir parmaklıklar arkasında yaşamakta olan biz yatılıların, etüt salonunda çalışırken bir kadının şuh kahkahası ilgimizi dağıtır, yatakhanede gece boyu süren sarhoş naraları uykumuzu bölerdi.
Tüm olumsuzluklara rağmen bu tarihi okulun bir ferdi olmaktan gurur duyardık. Bayram törenlerinde diğer okulların bizi hasetle izlemelerinden dolayı ayrıcalıklı olduğumuzu bilirdik. Burasının mektebi sultani olarak kuruluş amacının saray erkânının çocuklarını eğitmek için olduğu düşünülürse biraz havalı olmamız normal sayılmalıydı. Bütün bu görüntü zenginliğinin içinde bir de en büyük sorunumuz olan züğürtlüğümüze bir çare bulunabilseydi.
Evden gelen harçlıkları bir türlü idareli kullanamaz, daha hafta sonu gelmeden cepler boşalınca
her şeyin para demek olduğu bu semtte üç hafta elimiz kolumuz bağlı gün sayardık. Başkalarını bilemem ama ben o züğürt günlerde, hem zaman öldürmek hem de eğlenmek için kendime iki türlü oyun icat etmiştim.
İlki, okul çıkışının caddeye inen kol duvarının en ucuna ata biner gibi oturur, gelen geçen insanların yüzlerindeki ifadeyi izleyip o anki ruh hallerini çözmeye çalışırdım. Bir nevi akıl okumak gibi.
Zamanla, bir sevdiğine kavuşmak için telaş edenle, borcunu ödemeye gidenleri veya çalıştığı yerden bir vesile ile izin alıp dışarıda geçireceği bir fazla dakikayı kâr sayanları kesinlikle birbirlerinden ayırabilir duruma gelmiştim. Bulunduğum muhit bu oyun için tam bir madendi.
Mesela, caddenin karşısındaki postane ile bizim okulun önü en ünlü randevu yerleriydi. Bütün gün orada bekleşenleri izlemek bile başlı başına bir eğlence vesilesiydi. Elindeki bir buket çiçekle, yeni ütülettiği pantolonu buruşmasın diye elini cebine bile sokmadan hazır ol vaziyetindeki aşıklar.
Sonra, birini beklemeyi zül kabul edip nizamiye nöbetçileri gibi beş adım sağa beş adım sola sabırsızca ve sinirli dolaşan havalı tipler. Hor görülmeye alışık ve bunu kader kabul etmiş kanaatkâr tipler. Ama tümünün ortak yanları dakika başına saate bakmalarıydı. Bu masumane oyun sayesinde zamanla bir takım pratikler kazanmıştım. İlerideki yaşamımda, yeni tanıdığım bir insan hakkında fikir sahibi olabilmem açısından bayağı faydalı olmuştu.
Diğer oyun ise daha farklıydı. Pusu için üs olarak seçtiğim Atlas sineması girişinde bekler, görüntüsü hoş bir hatunu yakaladım mı peşine takılır, çeşitli fanteziler kurarak belli bir mesafeden onunla birlikte dolaşır dururdum. Takip ettiklerim bir araca binerek veya sinemaya girerek caddeyi terk ettiklerinde o görevi bir başkası üstlenirdi. Bu vesile ile de Beyoğlu'nun arka sokaklarını avucumun içi gibi öğrenmiştim.
Gene böyle bir gün, Taksim tarafından gelen bir kız takıldı gözüme. Daracık bir tayyör giymiş, simsiyah saçları omuzlarında, uzun topuklu ayakkabılarının yürürken daha da dalgalandırdığı biçimli kalçaları ile tam bir afet. Tahminen on yedi on sekiz yaşlarındaki fıstığın hemen peşine takıldım. İki üç adımda bir saçlarını geriye atan boyun hareketi içimi gıcıklıyor. Benim oyun için ideal bir tip.
Girdiği mağazaların vitrinlerinde oyalanıp onun çıkışını beklerken bir kaç kere gayri ihtiyari göz göze gelince sonunda kendisini takip ettiğimi anladı. Hatta bir defasında, hala peşinde olup olmadığımı merak edip geriye dönüp bakınca, bundan kendimce farklı bir anlam çıkarmış, galiba oluyor bu iş demiştim.
Kız sonunda adımlarını hızlandırıp bizim okulun önünden geçip Tophaneye inen yokuşa saptığında bir an tereddüt ettim. Çünkü iş uzarsa okuldaki yemek saatini kaçırır ve de akşama kadar aç kalırdım. Ama kız görünüşe göre resmen pas veriyordu.
Böyle bir fırsat her zamanda ele geçmez deyip takibi sürdürmeye karar verdim. Fazla yaklaşmamaya dikkat ederek yokuş aşağıya yüz metre kadar indik. İçimden, böyle ıssız yerleri seçtiğine göre kendisine yaklaşmamı bekliyor diye tam niyeti bozuyordum ki, sağ tarafta bir sokağa daldı. Soldaki ikinci binanın kapısından içeri girmeden önce gene dönüp baktı. Yüzlerden anlam çıkarabiliyorum ya, bu birazdan geri döneceğim demek olmalıydı. Gözlerim kapıda ellerimi ovuşturarak bekliyorum. Tahminen on dakika kadar sonra kapıda gözüktü ama yanında yüz kiloluk bir azmanla. Kız eli ile beni işaret edip o ayıya bir şeyler söylediği an, oralarda fazla oyalanmamak gerektiğini anlamıştım. Bu defa bayır yukarı bir koşu başlamıştı. Peşimdeki ayı arada bir boru gibi sesi ile “Kaçma ulan........... “diye bizim sülalenin kulaklarını çınlatıyor ama şimdi aile şerefi konusunda hassasiyet göstermenin sırası değildi. Kilo farkı sayesinde arayı açıp nefes nefese kendimi okulun parmaklıkları arkasına attığımda, kızdığım o duvarları yapanlara bu defa hayır dualar ettim. Anlaşılan, Beyoğlu’nun arka sokakları ve bilhassa Tophane gibi semtler benim gibi acemi zamparalar için hiç de uygun av yerleri değildi. Sağlığım açısından daha zararsız oyunlar bulmam gerekiyordu.
Günler bu şekilde gelip geçerken sonunda bahar geldi. Yaz tatiline iki hafta kalmıştı. Böyle zamanlarda dersler sona erdiğinden vakit de bir türlü geçmezdi. O hafta sonu gene oturmakta olduğum duvarda gelen geçeni seyrederken bir çocuk feryadının geldiği yöne baktım. Beş altı yaşlarında bir çocuk, annesinden kim bilir hangi imkânsızı istemiş olacak ki kıyameti koparıyordu.      
Çocuğun attığı canhıraş çığlıklar nedeniyle kadın, gelen geçen herkesin kendisine bakmasından son derece rahatsız, yüzünde belli bir mahcubiyetle çevresine göz atarken bir taraftan da oğlanı susturmaya çalışıyordu.
Bu tabloyu izlerken, bizim o duvarın altındaki kaldırımı işgal etmiş olan seyyar satıcıların arasında değişik bir tip dikkatimi çekti. Yanlış hatırlamıyorsam, orasının demirbaş esnafları arasında en dipteki seyyar çaycının yanında bir simitçi, sonra defalarca ayakkabılarımı boyattığım bir boyacı vardı. Şimdi o üçlünün az ilerisinde, rahle gibi bir sehpanın üzerine koyduğu camekânlı bir tablada anahtarlık, sigara ağızlıkları ve çeşitli tespihler sıralamış bir dördüncü satıcıyı fark ettim. Bu altmış yaşların biraz üzerinde adamı daha önce buralarda hiç görmemiştim. Küçük taburesinin üzerinde edepli bir oturuş tarzı sanki orayı işgal etmiş olmaktan ötürü çevresinden özür diler gibiydi. Birbirine bitişik dizlerinin üzerine koyduğu elleri ve başını sağa sola çevirmeden sadece gözleri ile etrafını izleyişiyle, klasik bir seyyar satıcı tipine hiç benzemiyordu. Onu daha rahat inceleyebilmek için pozisyonumu değiştirdim. Eski ceketi, yakası biraz aşınmış fakat tertemiz beyaz gömleği ve muntazam bağlı kravatı, yıpranmış fakat pırıl pırıl boyalı ayakkabıları ile diğerlerinden o kadar farklıydı ki. Düşündüm de, haline tavrına bakılırsa, kısıtlı gelirine destek sağlamaya çalışan emekli bir memur olabilirdi.
Yaz kış kravat takan dedemi hatırladım. İfadesine göre, bu tür giyim tarzı, yıllardır devlet kapısında çalışanların ölünceye kadar vazgeçemeyecekleri bir mecburiyete dönüşürmüş.
Kendisini izlediğimden habersiz yan tarafındaki bir bez torbanın içinden dörde katlanmış bir gazete kâğıdı çıkararak camekânının üzerine yaydı.
Uçmasın diye kâğıdın uçlarını kapağın altına sıkıştırdı. Sonra, iki dilim ekmek bir çatal ve bir sefer tasını sofrasının üzerine itinayla yerleştirdi.
Bu mesafeden ne olduğunu seçemediğim yemeğini ekmeğinden kopardığı küçük lokmalarla yerken ağzındaki her yudumu uzun uzun çiğnemesi dikkatimi çekti. Benim gibi tüm yatılı okuyanlarda ise, zamana karşı yarış edercesine çiğnemeden yutar gibi yemek bir alışkanlık halindedir.
O ara aniden başlayan bir öksürük krizi ile çantasından çıkardığı şişeden bir yudum su içip mendili ile özenle ağzını sildi. Derin derin birkaç nefes aldı. Sonra da iştahı kaçmışçasına yarım kalan yemeğini bitirmeden sofrasını topladı.
Her dakikada binlerce insanın geçtiği caddeden ilgimi tamamen kesmiş yalnız onu inceliyorum. Bu arada tezgâhına uğrayan olmadığı gibi bakan bile yok. Yedi sekiz metre kadar ilerideki çaycının sabırla kendisine bakmasını bekleyip işaretle ondan bir çay istedi. Sonra şekerin tekini içine atıp ötekini cebine koydu. Onunla konuşabilmek için içimde dayanılmaz bir istek oluşmuştu. Bir müddet, onu rahatsız etmeden nasıl bir diyalog kurmam gerektiğini düşünüp yanına gittim.
= Günaydın.
Beni aniden karşısında görünce dudaklarında tereddütlü bir gülümseme dolaştı. Dişleri her gün fırçalanmışçasına bembeyaz.
= Günaydın efendim. Bir şey mi arzu etmiştiniz diyerek camekanın üzerindeki hayali tozları üfledi.
Anahtarlıkları inceleyip ucunda sarı lacivert bir top olanını işaret ettim.
= Bunun fiyatı ne kadar?
Camlı kapağı kaldırıp oradan aldığı anahtarlığı bana uzattı.
= 175 ama, sizin için 150 kuruşa olur.
= Alıyorum diyerek cebimdeki son para olan bir elli ve dört tane yirmi beş kuruşu çıkarıp ona uzattım.
Belki de siftah yaptığı için mutluydu.
= İyi günlerde kullanınız efendim deyip tebessüm etti.
Elli seneye yakın zaman geçmesine rağmen siması şu an bile gözlerimin önünde.
Muhabbeti sürdürebilmek için duvarın üstünü işaret ettim.
= Bu okulda okuyorum ama sizi daha önce buralarda hiç görmemiştim. Yeni mi geldiniz?
Şaşkınlıkla yüzüme baktı.
= Hayır efendim. Siz dikkat etmemiş olacaksınız. Takriben beş senedir havanın müsait olmadığı günler hariç ben hep buradayım.
Kısa bir sessizlikten sonra gülümseyerek önce elimdeki anahtarlığa sonra yüzüme baktı.
= Beni mazur görün ama, böyle güzide bir yerde okuyup ta, başka bir takımı tutmanız biraz tuhaf değil mi?
Güldüm
= O konuda suçlu dayımdır. Ben doğduğumda kundağıma sarı lacivert rozeti takıp kulağıma üç defa Fener diye seslenmiş.
= İlginç dedi pek ikna olmamış gibi.
Diksiyonu benimkinden çok daha düzgündü. İstanbul'da doğup büyümüştüm ama yaz tatillerini Uzunköprü’de ailemin yanında geçirirdim.
O arada gayri ihtiyari edindiğim birkaç Trakya terimini ağzımdan kaçırdığımda okuldaki çocukların susak ağızlı diye dalga geçişleri geldi aklıma.
O ara gene uzun sureli ve inatçı bir öksürük krizine yakalandı. Yüzü kıpkırmızı şişesinden bir yudum su içtikten sonra sanki suç ondaymış gibi;
= Özür dilerim dedi
= Kötü üşütmüşünüz.
= Maalesef burası biraz boğaz yapıyor. Eh yaşlılığı da eklersek…
Bir müddet başka bir mevzuu bulamamış gibi sessiz kaldık. O yüzünde tatlı bir ifade ile önüne bakıyordu. Ama ben yeni dostumla diyalogu sürdürmek amacındayım. O da bundan hoşnut kalmış gibi, ara sıra başını kaldırıp bana bakan gözlerinin içi gülüyordu.
= Konuşmanızdan anladığım kadarı ile İstanbullusunuz galiba.
= Evet efendim. Hem de yedi göbekten. Sizin ilkokulunuzun semti olan Ortaköylüyüm. Dedemin dedesi bile orada doğmuş.
Bu zorlama muhabbet daha ne kadar devam edecekti bilemem ama, tam karşıdaki taksi durağındaki şoförlerden birinin ağızlık bakmak için tezgaha yanaşması ile kenara çekildim.
= Şimdilik size iyi günler. Tekrar görüşmek üzere.
Oturduğu yerden hafifçe doğruldu.
= Size de iyi günler ve derslerinizde başarılar dilerim efendim.
Kapının kapanma saati yaklaştığı için okula döndüm. Ama bu yaşlı adamdan etkilendiğim kesindi. Uyku saatine kadar hep onu düşündüm.
Ertesi günü hala orada mı diye yan parmaklıklardan bakınmama rağmen açı yeterli olmadığı için göremedim ama öksürüğünün sesini duydum.
Hafta sonu, daha önce ne iş yaptığını ve çoluk çocuğu olup olmadığını sormaya karar verdim.


           ***

Cuma günü öğle yemeğinde, önümdeki tabakta kokusundan bile nefret ettiğim terbiyeli kerevizi didiklerken hoparlörden adım okununca heyecanla müdür muavinin odasına koştum.
Babam bir işi için İstanbul'a gelmiş ve bu arada dersler bittiği için de beni götürmek için muavin beyden izin almış. Eşyalarımı toplamak için sevinçle yatakhaneye fırladım. Kirli temiz her şeyi bavula tıkıştırırken dolabın üst gözünde öksürük şurubuna gözüm takıldı. Annem belki gerekir diye geçen defa gidişimde valizime koymuştu. Onu da ceketimin cebine sokup aşağıya indim. Uzun bahçe yolunda babamla yürürken derslerin nasıl geçtiğinden ve Uzunköprü'den falan bahsediyorduk. Kapının önüne çıktığımızda;
= Bir dakika baba. Ben şimdi geliyorum diyerek duvarın altına koştum.
Gene gazete kâğıdının üzerinde hazırlanmış sofrasında bu defa ki mönüyü yakından gördüm. Yarım domates, iki sivri biber üç beş zeytin ve iki dilim ekmek. Beni görünce hemen anımsayıp mahcup bir eda ile yüzü ışıldadı.
= Merhabalar efendim. Bir iki lokma bir şey yemek için hazırlanmıştım. Pek bir şey yok ama arzu ederseniz buyurun.
= Çok teşekkür ederim, size afiyet olsun. Ben yaz tatili için Uzunköprü'ye gidiyorum. Hoşça kalın demek ve size bu şurubu vermek için uğramıştım. İnşallah öksürüğünüze iyi gelir dediğimde adamın bana bakan gözlerinin nemlendiğini fark ettim.
Efendim yerine bu defa
= Çok teşekkür ederim yavrum dedi. Size iyi tatiller ve mutluluklar dilerim.
= Üç ay sonra görüşürüz dediğimde ise yüzü gölgelenip hüzünlü bir ifade ile,
= Kısmet dedi.
O arada babamın sesini duydum.
= Çetin, haydi oğlum geç kalıyoruz.
İkimizin de yüzünde oluşan küçük tebessüm bir veda gibiydi.
Sayılı güzel günler çabucak bitti ve okula dönüş zamanı geldi. Trenden indiğim Sirkecide, İstanbul'un meşhur ahmakıslatan yağmuru ile karşılaşınca bir hovardalık yapıp taksi tuttum. Okulun önünde arabadan inerken gözlerimle duvar dibini tarayıp yaşlı dostumu aradım ama o ortalıkta görünmüyordu. Hasta falan olmasın diye düşünüp ağır valizi sürükleyerek simitçinin yanına gittim.
= Bakar mısınız? Burada tespih anahtarlık satan biri olacaktı. Bu gün gelmedi mi?
Adam işaret ettiğim tarafa baktı.
= Orada öyle birisini hiç hatırlamıyorum be evlat.
Dikkatsiz herif diyerek ayakkabı boyacısına döndüm.
= Gözünüzden kaçmış olması imkânsız. Yaşlı temiz giyimli biriydi.
= Senin yanlışın olmalı delikanlı. Burada üçümüzden başka satıcı hiç olmadı.
Allah allah. Ne oluyordu bunlara böyle. Şaşkınlık ve telaş içinde bu defa çaycıya gittim.
= Bir defasında ona çay bile götürmüştün dedim adamı azarlar gibi.
Ama aldığım yanıtlar hep aynıydı.
= Yanlışın olmalı, bilmiyorum, hatırlamıyorum.
Adamcağızın başına mutlaka kötü bir şey gelmişti. Son bir ümit ile taksi durağına koştum.
= Hatta sizden birisi ondan bir ağızlık bile almıştı dediğimde adamlar bu telaşımı garipseyip suratıma tuhaf tuhaf baktılar.
Bu işte bir gariplik vardı. İçimde tuhaf bir sıkıntı ile etrafa bakınırken duvarın üstünde Ali beyi gördüm. Yıllardır bizim okulun kapıcılığını yapan bu adam bir yerde buraların muhtarı gibiydi.
Daima papyonlu gezdiği için okula yeni gelen talebelerin onu gördüğünde hoca sanarak ellerini ceplerinden çıkarıp selam verdiği ilginç bir tipti. Heyecanla yanına gittim.
= Ali bey, sen buralarda herkesi tanırsın. Şu duvarın altında tespih anahtarlık falan satan yaşlı bir adam vardı. Başına bir şey mi geldi acaba dediğimde hiç düşünmedi.
= Ben kırk yıldır buralardayım be aslanım. Orada öyle biri hiç olmadı.
Yere bıraktığım valizin üzerine oturup düşünmeye başladım. Bu nasıl olurdu. Bunca insanın hatırlayamadığı birini hayal dünyamda yaratmış olamazdım. Ama yüzü, konuşma tarzı ve gülümseyişi belleğimde öylesine canlıydı ki. Şeytan yokladı derler ya, içimde bir ürperti dolaştı. Çaresizlik ve sıkıntı içinde çantamı sürükleyerek ağır adımlarla kapıdan içeri girerken diğer elimi cebime sokmuştum. Parmaklarıma temas eden şeyin ne olduğunu tahmin edince adeta taş kesildim. Elimi cebimden çıkardığımda, yaşadıklarımın kanıtını avucumun içindeydi. Yatakhane dolabımın anahtarının takılı olduğu ve ucunda sarı lacivert topun sallandığı bir anahtarlık. Gözlerimin önünde ihtiyar dostum TESPİHÇİ'nin hayali belirdi.
= İyi günlerde kullanınız efendim diyordu, temiz ve güleç yüzüyle.

          ***     
               
Eylül 1996
Uzunköprü



               






Söyleyeceklerim var!

Bu yazıda yazanlara katılıyor musunuz? Eklemek istediğiniz bir şey var mı? Katılmadığınız, beğenmediğiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düşündüğünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazıları yorumlayabilmek için üye olmalısınız. Neden mi? İnanıyoruz ki, yüreklerini ve düşüncelerini çekinmeden okurlarına açan yazarlarımız, yazıları hakkında fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloğa geçebilmeliler.

Daha önceden kayıt olduysanız, burayı tıklayın.


 


İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.


Yazarın diğer ana kümelerde yazmış olduğu yazılar...
Makara [Öykü]
Bay P [Roman]


Çetin İmer kimdir?

1941 İstanbul doğumlu olup şu an Uzunköprü'de ikamet etmekteyim. 1996 yılına kadar ticaretle uğraşıp o tarihten sonra kendimi emekli edip yazım hayatına başladım. Bu zaman içinde yazılmış öykü ve roman tarzında 15 yapıtımın içinden Ceren Yayınevi tarafından basılmış BAY P ve KIZIL SAÇLI adında iki kitabım var. Gerekli ilgi ve titizliği bulamadığım için konusunda ciddi bir yayınevi arıyorum.

Etkilendiği Yazarlar:
Belgesel tarzı yapıtlar bir noktadan sonra doyum doyum noktasına ulaşıyor.


yazardan son gelenler

 




| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık

| Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim Yapım, 2024 | © Çetin İmer, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır.
Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz.