Aşkın aldı benden beni. -Yunus Emre |
|
||||||||||
|
Sevdalinka, Boşnak asıllı tanınmış yazarımız Ayşe Kulin’in bir romanı. Yugoslavya’nın yakın geçmişini ve Boşnakların çektiklerini anlatıyor. Romanı hem beğendim, hem de eleştirilecek birkaç nokta buldum. Savaş ortamında, tarihi olaylar ile birlikte bir yasak aşk işleniyor. Bu yaklaşım geleneksel, bilinen bir roman örgüsüdür. Birçok kez yapılmıştır. En tanınmışını söyleyeyim: Doktor Jivago. Viet-nam savaşını konu alan filmlerde, örneğin ‘Geyik Avcısı’nda aynı şey vardır. Ayşe Kulin bir de benim memleketim için olsun demiş herhalde. Olsun. Bu etkiyi düşünmeyecek olursak, kafamıza takıp canımızı sıkmazsak güzel bir roman yazmış Ayşe Kulin. Kuşkusuz geri planda, “Ben de memleketim için bir şeyler yapmalıyım,” kaygısı vardır. Bosna Hersek’in tarihi aynı zamanda Osmanlı tarihinin bir parçasıdır. Ama Ayşe Kulin oraya bilerek değinmeden yalnız Boşnaklar için yazmış. Bu bakımdan bence iyi de yapmış. Kitabın kapağında yıkıntıya dönmüş bir yapı görünüyor. Süslü bir taş kemer, kolon başlıkları, taş kolonlar, üzerinde, duvarda ince ince işlenmiş bir taş kabartma var. Çevre, tavanda açılmış delik yüzünden gün ışığı ile aydınlanıyor. Bu resim, nasıl bir mücadele verildiğinden başka, bu noktaya nerelerden gelindiğini de anlatıyor. Arka kapağı çevirip okuyorum: “Postane binasının yanı sıra, Milli Tiyatro, Hukuk Fakültesi ve civardaki binalar da yanıyor, yeni patlamalarla bu ateş dansına eşlik ediyorlardı. Rüzgârda uçuşan kızıl saçlar gibi savrulan alevleriyle har har yanıyorlardı. Yandıkça, kırmızı bir fona çizilmiş, simsiyah iskeletlere dönüşüyorlardı. Nimeta, taş kesilmiş, geçmişini seyrediyordu alazların ötesinde. Çocukluğu, gençliği, anıları, sevinçleri, kederleri incelip uzayarak, bükülerek alevlerin arasında göğe yükseliyor, Saraybosna külleriyle birlikte sağa sola savruluyordu.” ... İnsanların çoğunluğu durağanlığı sever. Doğduktan sonra ölene dek çevrelerinde bulunan şeylerin hiç değişmemesini ister; ama inadına değişir. Bosna’da olanlar da bundan farklı değildi. Bosnalı gazeteci Nimeta gibi gözünü, Hırvat asıllı Mareşal Tito’nun kurduğu Yugoslavya Federasyonuna açan Yugoslavlar, gerçekte dengelerin pamuk ipliğine bağlı olduğunu acı bir şekilde gördüler. Yugoslavya 6 federe devletin bir araya gelmesi ile kurulmuş, eşitlik ilkesine dayanan sosyalist bir devletti. Bunlar Hırvatistan, Slovenya, Sırbistan, Bosna-Hersek, Karadağ ve Makedonya idi. Devletin son yıllarında %80ini Arnavutların oluşturduğu Kosova bölgesi, federasyonda üye devlet olarak değil fakat bir temsilcilik ile temsil ediliyordu. Devlet başkanlığı üye devletler tarafından dönüşümlü olarak paylaşılıyordu. Ne yalan söyleyeyim, Yugoslavya benim idealimdi. Yugoslavya, 2. Dünya Savaşında faşist Almanya’ya ve içlerindeki faşist unsurlara karşı çarpışmış, inanılmaz bir mücadele vermiş ve bütün balkanlar işgal edildiği halde Almanlara teslim olmamışlardı. Zaman içinde insanlar birbirlerinin kökenine bakmadan birbirleriyle kaynaştılar. O zamanlar kimse bir diğerinin Müslüman, Hıristiyan, Katolik, Ortodoks, Hırvat, Sırp, Boşnak, Arnavut olduğunu düşünmüyordu. Yugoslav olmak vardı yalnızca; bir anlamda insan olmak... Mareşal Tito öldükten sonra, bir süre daha bu durum böyle devam etti. Fakat birleşik bir güç olarak varlığını sürdürmesini istemeyen ‘bazı başka güçler’ Yugoslavya’nın ipini çektiler. Bir Sırp milliyetçisi olan Miloşeviç, Sırpların ezildiğini iddia ederek federe devletin diğer üyelerini ezme gayreti içine girdi. Kardeşler birbirlerine düşman oldular. Sırbistan dışındaki devletler, ona karşı kendilerini savunmak zorunda hissettiler. Tavşana kaç, tazıya tut örneği ‘başka güçler’ Miloşeviç’i ileriye itelerken diğer devletlerin kendilerini korumalarına yardım ettiler. Tam olarak değilse de kaba hatlarıyla böyle oldu; günümüze böyle gelindi. ‘Başka güçler’in kimler olduğunu anlamak için her zaman geçerli olan bir yöntem var. Bir soru sorun: Yugoslavya’nın dağılması kimin işine yaradı? ... “... Bir asker çocuğu tuttuğu gibi nehre fırlatmıştı. Kadın çocuğun nehre uçuşunu görmüştü. Gözlerini yummuştu sımsıkı. O da kendini köprüden aşağı bırakmaya çalışmıştı. Onu tutmuşlardı. Bir daha denerse başka bebekleri de denize atabileceklerini söylemişlerdi. Yaşlı kadın sözlerini bitirdiğinde fenalaşıp kendinden geçmişti. Kadının ellerini güçlükle sökebilmişti Stefan kollarından. Parmak izleri mor çürükler bırakmıştı kollarında. Ertesi gün sahte kimlik için fiyat getiren adama, “Tamam,” demişti. “Ne istiyorlarsa ver. Bir an önce istiyorum kimliği.” Stefan Stefanoviç sahte kimliğin çıkmasını beklerken, Hırvatistan kapılarını yeni göçlere kapıyor, Kuzey Bosna’da dağlarda mahsur kalan on binlerce insan Sırpların eline düşüyor ve Bosna Cumhurbaşkanı İzetbegoviç ile Saraybosna halkı, batının onları kurtaracağı rüyasından şiddetli bir silkinmeyle yeni uyanıyorlardı. Batı’nın, o insan bayraktarı ve insan hakları baş savunucusu ülkelerin, asla yardımlarına koşmayacağını anlamışlardı sonunda. Yardımlarına koşmayacaklardı, çünkü öldürülen ve işkence gören insanlar başka bir dine mensup oldukları için, Batı ülkelerinde yaşayan halkların çoğunluğu büyük bir ilgi duymuyorlardı Bosna’da olup bitene. Yardımlarına koşmayacaklardı, çünkü o uygar ülke liderlerinin menfaatlerini odaklayacakları petrol de fışkırmıyordu, bu başka dine mensup insanların topraklarında. Ve çünkü herhangi bir çatışmada, kendi ordularından bir tek genç bile ölecek olsa, demokrasi denen rejimin, seçimlerde hesap soracağını ve onlara oy kaybettireceğini biliyordu liderler...” Nimeta gibi gazeteci olan Hırvat Stefan Stefanoviç'le Nimeta’nın yasak aşkı. Kendine sahte bir Sırp kimliği çıkartarak en girilmeyen yerlere giriyor ve aynı zamanda sevgilisini arıyor. Boşnakların yardım almaksızın verdikleri mücadele tam 43 ay sürüyor. Hırvatistan ve Slovenya, onlar kadar sorun yaşamadan birlikten ayrılabiliyorlar. Bunda Hıristiyan olmalarının büyük payı var. Batılı ülkeler Boşnaklara din değiştirmiş Sırplar olarak bakıyor. Onlara Boşnak demek yerine Müslüman demeyi tercih ediyorlar. Böylece ulusal varlıklarını göz ardı ediyorlar. Stefan sahte kimlikle birlikte dış görünüşünü de değiştiriyor. Bıyığını kesiyor ve bir berberde tıraş oluyor. “...Döndüğünüzde uzamış olur. Yine beklerim, güzel bir stil veririz.” “İnşallah,” dedi Stefan. Berber hayretle baktı yüzüne. İfadesi değişti. Nimeta’dan vazgeçmişti ama, ondan kaptığı sözlerden vazgeçemiyordu bir türlü. Tıpkı onu düşünmekten vazgeçemediği gibi. Ve bu gidişin arkasında, Boşnaklara yapılan soykırımı incelemek ve dünyaya duyurmak kadar, onu yine görebilme ihtimalinin dayanılmaz çekiciliği vardı. Ne kadar inkar ederse etsin, Nimeta yüreğinin bir köşesinde ince ve keskin bir hançer yarası gibi duruyordu. Acısı dinmiş ama izi kalmıştı ve Stefan o izi, ölene kadar taşıyacağını biliyordu. Saç kesiminin ücretini ödedi kasaya, bahşişi avucuna ayırıp, Berbere vermek üzere döndü. Adam almak istemedi, eliyle itti parayı. Sinirlendi Stefan. “Bir şey mi var?” diye sordu. “Yok bir şey,” dedi Berber. “Bahşişi ‘İnşallah’ dediğim için mi kabul etmiyorsunuz?” “Evet.” “Neden?” Sesi sertti. Sinirleri gerilmiş, önünde duran önemli misyonu unutmuş, her türlü kavgaya girmeye hazır bir tavır içindeydi. “Anneannem Müslüman’dı. Onun ölümünden beri duymamıştım bu sözü, içime bir sıcaklık bastı siz söyleyince.” “O halde yarı Müslüman’sınız,” dedi Stefan, biraz mahcup. “Dörtte bir. Ama zaten Balkanlarda kim kimin nesi, içinden çıkmak kolay mı? Hepimiz karışıp gitmişiz, asırlardır. Neyin kavgasını yapıyoruz, bir anlasam.” “Sapık adamların iktidar hırslarından kaynaklanıyor kötülükler,” dedi Stefan. “Hep böyle olmuyor mu? Bir deli çıkıyor, dünyayı karmakarışık ediyor.” “Ve bizler de peşinden sürükleniyoruz koyun gibi,” dedi Berber. “Dönüşte gelirim, saçlarım da uzamış olur,” dedi Stefan, “laflarız yine.” Gülerek ekledi: “İnşallah. Buralarda bir fotoğrafçı var mı?” “Karşı sırada iki yüz metre sonra bir şipşakçı var. Siz de Müslüman mısınız?” diye sordu Berber. “Dörtte bir.” “Ana tarafından mı, baba tarafından mı?” “Bir kadın tarafından.” O yıllarda Türkiye’de bu olaylarla, ciddi olarak pek kimse ilgilenmiyordu. İlgileniyor gibi görünenler de kendilerine çıkar sağlamaya çalışıyorlardı. İzmir fuarında gezinirken bağırarak para toplamaya çalışan bir adam anımsıyorum. Aklımda kalan cümlesi şu: “Siz ne biçim Müslüman’sınız?” Hangi örgütün elemanıysa, olay onu yalnızca Boşnakların Müslüman olmaları nedeniyle ilgilendiriyordu. Yani Müslüman olmasalar umurlarında bile olmayacak. Batılıların tam tersi. Türklerin Müslümanlığını alevlendirip bir şeyler yapma niyetindeydiler. Sonradan öğrendiğimiz kadarıyla bu yollarla toplanan paralar onlara yardım olarak gitmemiş, bazı partilerin ve adamların ceplerini doldurmuş. Her zaman olduğu gibi, var olan ya da olmayan inisiyatifimizi kullanmayı hiçbir şekilde düşünmedik. Savaş Balkanlardaydı ve bizden uzaktaydı. Bu anlamda Türkiye de batılı ülkelerden farklı davranmadı. Ve insan hakları, ne Bosna’ya, ne de onlara destek olmak için, Türkiye’ye uğradı. "Çocuk, başının üstünde toplanan sarı bukleleri terden büsbütün kıvrılmış, kocaman mavi gözleriyle kendinden başka kimsenin görmediği bir şeye bakarak, masanın üstünde oturuyordu. Hep o şeye bakıyordu. Konuşmadan, susamadan, acıkmadan, bıkıp usanmadan bakıyordu. Bir sorunu daha vardı; yutkunamıyordu. Yutkunamadığından dolayı, doktorların, hemşirelerin onu beslemek için çırpınmalarına rağmen, her gün biraz daha zayıflıyordu. Ona yedirmeye çalıştıkları sulandırılmış gıdaları öksürerek geri püskürtüyordu. Boğazında, yemek ve nefes borularında hiçbir hasar yoktu oysa. Birkaç gün sonra, çaresiz hastaneye kaldırılacak ve beslenmek için seruma bağlanmak zorunda kalacaktı. Doktorlar, başına gelenlerden sonra, ona daha fazla korku ve acı vermemek için, bu işi geciktirmeye, çocuğu doğal yollardan beslemeye çalışıyorlardı. Annesi, kapatıldıkları evde on- on beş Sırp’ın kendine arka arkaya tecavüz etmesinden ve çekip gitmesinden sonra, ayağa kalkacak gücü olmadığı için, boş odaları dört ayak sürünerek dolaşmış ve onu mutfakta, büyük tahta masanın altında bulmuştu. Çocuk ağzından beyaz bir köpük, bacaklarının arasından kan sızarak, hareketsiz yatıyordu. Donu parçalanmış olarak başının yanında duruyordu. O gün bu gündür yutkunamıyordu. Çocuk hiç kıpırdamamıştı. Bir hemşire ona lapa yedirmeye çalışıyordu. Doktorlar kızın şoku ne zaman atlatacağını bilmiyorlardı. Onca kişinin tecavüzünden sonra, vajinası yırtılmış, sidik torbası hasara uğramıştı. İç organları zaman içinde iyileşecekti, bu kesindi. Ruhu iyileşmeyebilirdi. Dört yaşındaydı çocuk. Başına gelenleri ömür boyu hatırlayabilecek yaştaydı, bu da kesindi. Üst katta, oyun odasındaki oğlancık ise altı yaşındaydı. Başının etrafı ince yastık gibi bir kalın bezle sarılıydı. O da konuşmuyordu. Kum dolu masanın önünde ayakta duruyor, kurşun askerleriyle oynuyordu. Ara sıra bir koşu odanın ucuna gidiyor, başını şiddetle duvara vurup geri geliyordu. Alnı bu yüzden mosmordu. Nimeta, 'Aman Allah’ım, neden başını duvara vurmasına izin veriyorsunuz?' diye sorduğu zaman, hemşire, çocuğun içinde biriken kini bu yolla boşaltmaya çalıştığını anlatmıştı." ... “Yangın Kavmindeniz Ne giysek alev” Hulki Aktunç Ayşe Kulin, kitabın bir yerinde son savaşı bir yana bırakıp Boşnakların tarihçesini anlatıyor. Bu yolla ‘Kulin’ soyadının nereden geldiğini de öğrenmiş oluyoruz. Romanın bir yerinde Nimeta ve ailesi Türkiye’ye gelip daha önce gelmiş akrabalarını arıyorlar. Bunun için telefon rehberine bakıp Kulin soyadını arıyor ve iki tane buluyorlar. Uğradıkları kıyımları da göz önüne alırsak, bu bana başka bir hüzün verdi. En az 800 yıllık bir tarih, başka bir ülkede, bir telefon rehberinde iki isme indirgenebiliyor demek. Fiko, babasının kollarında, aşağıda uzaktan görülen Milaçka’ya bakıyordu. Nehir, ufukta yeni beliren güneşin etkisiyle kıpkızıldı. “Bak baba, şuraya bak,” dedi Fiko, “Milaçka kıpkırmızı.” “Boşnakların asırlardır akıttıkları kanın hatırına, gün doğarken Milaçka bu rengi alır, oğlum,” dedi Burhan. “Hiç duymamıştım bunu.” Oğlunun saçlarını içi titreyerek şefkatle okşadı, Burhan. “Çok eski bir deyiştir bu, Kulin kadar eskidir. (Ayşe Kulin’in notu: Çok eskiyi anlatmak için kullanılan, ‘Nuh Nebi’den kalma’ anlamına gelen Boşnakça bir deyim.) Sen duymadın, çünkü senin kuşağının vuruşmayacağını, savaşı tarihte bıraktığımızı sanıyorduk. Yanılmışız,” dedi. Vadide alevden bir yılan gibi kıvrıla büküle, kıvrıla büküle uzanıyor ve Bosna nehrine ulaşıyordu Milaçka. Fiko, babası ve dayısı kurtuluşu bekliyorlardı... Sabırla... Boşnaklar beklemeye talimliydiler. Ayşe Kulin bir zaman değişikliği ile 1180-1190 yıllarını anlatmaya başlıyor; Boşnakların henüz Hıristiyan oldukları zamanı, mensup oldukları Bogomil kilisesinin Vatikan’dan farklılıklarını ve Orta Asya’dan gelen şaman geleneklerini. Kral Ban Kulin, ülkesini barış içinde tutmaya çalışıyor. Ayşe Kulin bir de küçük oyun yapıyor. Bu tarihlerde bıraktığı Boşnak Stefan’ın soyu, son savaşta gazeteci ve Hırvat Stefan Stefanoviç olarak karşımıza çıkıyor. Ancak bunu açıkça söylemiyor ve keşfini okuyucuya bırakıyor. Osmanlılar gelmeden önce çevrelerindeki uluslarla çarpışmışlar, üzerlerine gönderilen haçlı ordularını atlatmışlar, Osmanlı akıncılarına karşı da savaşmış, daha sonra Müslümanlığı kabul etmişler. Osmanlılar yenilince Avusturyalıların egemenliğine girmişler, 2. Dünya savaşında Almanlara karşı savaşmışlar, sonuç olarak savaşsız bir dönemleri geçmemiş. Şu anda da tam olarak bağımsız oldukları söylenemez. Son savaştan sonra Bosna-Hersek topraklarının %49u (yani yarısı) Sırplara terk edilmiş, geri kalanını da Boşnak-Hırvat federasyonu olarak paylaşmak zorunda kalmışlar. ... 2. Bölüm 1987 yılı Haziran ayında bir yurt dışı gezisi yaptım. Uçakla İtalya’ya gittim, trenle geri döndüm. Yani bütün Yugoslavya’yı trenle geçtim. İki gün de Belgrad’da konakladım. Savaş henüz başlamamıştı ama hemen öncesiydi. Yugoslavya’ya Trieste’den girdim. Oralar şimdi Hırvatistan oldu. Dikkatimi ilk çeken şey Yugoslav parasının üzerindeki üç ayrı dil idi. Girer girmez kompartımana Hırvat olduklarını sandığım genç bir çift bindi. İnene kadar seviştiler. Arada bir diyalog kurma girişimimiz oldu onlar İngilizce ve Türkçe bilmiyorlardı, ben de Hırvatça bilmiyordum. Angleska deyişleri çok hoşuma gitmişti. Belgrad’a yaklaştığımızda 18-19 yaşlarında, Sırp olduğunu sandığım, sarışın, mavi gözlü bir asker bindi. Benim Türk olduğumu anlayınca çok kötü baktı. Tam düşman gibi baktı. Fakat bir süre sonra dost olduk. Kaş göz işaretleri ile anlaştık. O kötü bakışlar gitti, yerine genç, toy, iyi niyetli bir çocuk geldi. Tren giderken pencereden bakıyor, içimden “Osmanlılar bir zamanlar buralara hakim olmuşlar” diye geçiriyordum. Belgrad’a geldiğimizde, gösterişsiz, sade bir tren garı ile karşılaştım. Trieste Garı bile daha gösterişli idi. Aynı zamanda Slav ırkının güzellerini, güzelliklerini gördüm. Kadınlar sarışınlı, esmerli, tam Rus karakterli idiler. Rast gele bir otele yerleştikten sonra, ertesi gün geziye çıkınca, kentin pek o kadar da mütevazı olmadığını anladım. Bindiğim taksinin, Sırp olduğu kuşkusuz şoförü beni gideceğim yere kadar götürürken sanki kırk yıllık dostuymuşum gibi cinsellikle ilgili olduğunu anlamakta güçlük çekmediğim el kol hareketleri yaptı; sesler çıkardı. Bir çay evinde otururken bir panoda Yugoslavya haritasının ikiye bölünmüş olduğunu gördüm. O zaman bir anlam verememiştim. Daha sonra çayevinde bile kavga etmemek için başka federasyondan olanların ayrı ayrı yerlere oturduklarını öğrendim. Belgrad’dan yine trenle ayrıldıktan sonra kompartımana Müslüman olduğunu sandığım bir köylü bindi. Ayakkabılar çıktı, ayaklar ön koltuğa uzandı; keyifli bir yolculuk yaptı. Bir süre sonra bir genç bindi. Ben İngilizce konuşmaya çalışıyordum. Birdenbire Türkçe olarak “Türk müsünüz?” diye sordu. “Evet,” dedim. O da Türk’müş. Her yaz İzmir’e gelirmiş, kardeşi Türkiye’deymiş. O inene kadar konuştuk. Fakat o zamanlar savaş akıllardan geçmiyordu. Önemli bir şey konuşmamış olduğumuzu sanıyorum. Trenle daha kuzeyden gelen latiflerle ve Almanya’da çalışan bir işçi ile arkadaş oldum. Yolda bir kadını tarlada çalıştıran bir erkek gördük. Çok ilgimizi çekti. Dedim ki bunlar kesin Müslüman’dır. Başka kimse böyle şey yapmaz çünkü. Bulgaristan ve Sofya’dan geceleyin geçtik. Tren her sınır değiştirişinde personel değişiyor ve oranın görevlileri biniyordu. Bulgar görevliler hiç iyi davranmadılar. O yüzden akşamı susuz geçirdim. Bizimkiler de onlardan hiç aşağı değillerdi. Türk sınırında bizim bir gümrük memuru, Almanya’da çalışan işçiden kırk santim boyunda bir çikolatayı rüşvet olarak aldı. Ceketinin içine yerleştirdi. Yabancılara rezil oldum. Neden öyle düşündüm, bilmiyorum. Gümrükçünün yaptığı sanki benim sorumluluğumdaymış gibi deldi bana. Ertesi gün Sirkeci garında yolculuğum bitti. Bu yolculuğun hemen peşinden Yugoslavya’da Slovenlerle savaş başladı. Sonra Hırvatlarla. Hırvatlar, silahları olmadığı için kendilerini hendek kazarak, kazma kürekle savunma yapmaya çalışırken batılılar onları da kurtardı. Ama sıra Bosnalılara gelince kimse yardım etmedi. Keçiler, bir ormana dalıp yaprakları körpe dalları, çalıları yemeye başlayınca yenilen bitkiler, havaya özel bir kimyasal madde salarlarmış. Bu maddeyi algılayan diğer bitkilerde başka bir kimyasal madde salgılar, bu madde tatlarını ya acı yapar, ya da bitkiyi zehirli duruma getirirmiş. Böylece onları yemek isteyen keçiler, bu eylemden vazgeçmek zorunda kalırlarmış. Acaba, Türkiye olarak Bosna’nın salgıladığı maddeyi algılama yeteneğini gösterebilecek miyiz? ... Geçtiğimiz aylarda, Bağdat Caddesi’nde D&R’ın önünde bir pankart açıldı: “İmza Günü. Tanınmış yazarımız Ayşe Kuılin okurlarına kitaplarını imzalayacak.” Ayşe Kulin’in Füreya adlı kitabını okumuştum. Orada beni ilgilendiren bir şey vardı. “Hattatzadelerin pek de güzel olmayan esmer kızı, Kabaağaçlı Miralay Asım Bey’le evlendi.” Bunu ‘Büyükada’ adı altında öyküleştirdim. Fakat onun bu konuda bir şey bilip bilmediğini öğrenmek istiyordum. İmza gününe gittim. Onunla konuştum. Bilmiyormuş. Ama bu arada Boşnak asıllı olduğunu öğrendim. Bir kralın soyundan gelen bir hanımın elini sıktım. Aynı bizim Padişah kızlarının çocuklarının aramızda dolaştığı gibi, o da yalnızca tanınmış bir yazar olarak aramızdaydı. Onun da bizim gibi çözülmemiş sorunları vardı... 28.Temmuz.2002
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Mehmet Sinan Gür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |