Düşünce dilden, dil düşünceden doğar. -Platon |
|
||||||||||
|
Dört etrafI tepelerle çevrili, biraz basık, biraz kuytu bir köydü benim doğduğum köy. Ama berrak ama şeffaf ama hayat dolu bir havası vardı. Gündüz güneşi, gece yıldızları parlardı. Ama ben güneşten çok yıldızlara vurgundum. Karanlığın en koyu vaktinde avizeler gibi gökyüzünü bana cazip kılan bu yıldızları seyretmek çocuksu dünyamın en başta gelen hobilerindendi. Bir de o yüksek tepeleri, (tabii ki, o zaman ben o tepelere dağ derdim), Dünya, bu kadardan ibaret olduğunu zannederdim çocuksu aklımla. Sonra gün geldi o gözümde büyüttüğüm tepecikleri aşacak kadar büyüyünce... Evet büyüyünce... Büyüyünce benimle beraber dünya da sanki büyüdü. Tepeler arkasında daha çok tepelerin varlığına şahit oldum. Daha çok köyler gördükçe bizim köyün bir nota gibi kaldığını gördüm. Belki de bu yüzden seyahat etmeyi severim. Seyahat ettikçe.. Seyahat ettikçe dağların arkasında dağların olduğunu, il il uzayıp gittiğini.. Hay çocukluk aklım!.. Bu dünya ne kadar geniş... Evet İstanbul’a ilk gidişim değildi ama her gidişte de aynı heyecanı duyuyordum. Esenler.. Hiç de Topkapı kadar sarmadı beni ama İstanbul’un ilk durağı işte.. İner inmez ilk öpücüğümü, deniz kokan nemli rüzgarından aldım. Topu topu iki günlük bir eğitim semineri için gelmiştim İstanbul’a.. MÜSİAD’ın sekreterlerine özel düzenlediği, “Medya ve Yayın” konulu seminer çok zevkli geçmişti. Özellikle de Dr. Şaban Kızılağ’ın “İletişim” konulu bir saatlik konuşması. Değdi be abi... Bir saatlik konuştu ama tadını damağında bıraktı. Kendisinin tabiriyle, “Urfa kaportalı ama İstanbul dili” ile o konuşmalar var ya!.. Teh be!.. Ula amma da yetiştirmişti kendisini. Damardan giriyordu, inan ki, damardan... Konusu da İletişim ya.. Meğer ne kadar da iletişimden habersiz ve ne kadar iletişim kazası yaşayan bir milletmişiz... Her ne ise.. İki gün nasıl geçti anlayamadım. İş gereği programım bitmişti ama kendime özel bir programım vardı, onu uygulayabilecek miydim? Yalova.. Yalova’ya ilk gidişim olacaktı benim. Uzun bir iç istişareden sonra karar vermiştim, gitmeli/gitmeliydim ben. Bindiğim otobüs bir feribota geçiyor. Heyecanın en duruk noktasındayım. Duramıyorum yerimden/duramıyor bir yarım dünya kadar bindiğim bu feribot. Feribot değil mübarek sanki “Topkapı” otogarı.. Ben desem yüz siz deyin yüz elli taşıt var feribotta.. Arabadan inip feribotun yolcu salonuna geçiyorum. Hayır oturmuyorum, geziyorum. Balkonuna çıkıyorum. Atom atom parçalanıp deniz kokan rüzgâr ile yüzüme çarptıkça (keskin bir soğuk olmasına rağmen) zevkten dört köşe oluyorum. “Ah be!.. “, diyorum kendi kendime.. “Amma da büyükmüş bu dünya!..” Yalova’ya üç saatte ulaşabiliyorum. “Yeniköy”e nasıl, ne ile gidebilirim hesabı ile dalgın dalgın inerken, tiz ve ince bir ses: “-Komşuuu!..” Kelimenin tam anlamıyla sarsılıyorum... Taa.. 17-18 küsür yıl öncesine gidiyorum. Bu ses , evet bu ses yabancım değildi. Bu ses henüz çocuk yaşlarındayken, okulun o soğuk duvarlarına şamar şamar çarparak içimizi ısıtan edebiyat öğretmenimin sesi!....(Sesinden tanıyabilecek miyim diye “komşu” demiş.. ) Başımı sol omsuzumun üzerinde kaydırarak bakıyorum.. Ses onun sesi ama o yok!.. Aman Allah’ım!.. İnsan ne kadar çabuk (çabuk mu acaba) değişiyor. Yaşlılık ne kadar değiştiriyor insanı!?.. Ertesi gün veliler toplantısına götürüyor beni. Öğretmen arkadaşlarına tanıtırken gururla bahsediyor benden ve ben gurur duyuyorum Hocamdan.. Yalova’dan sonra Bursa var sıradan... Orada da üzerimde emeği çok olan, kendisine çok şey borçlu oluğum bir hocam var. 97 Nolu terminal otobüsle son durakta, henüz inmeden onu görüyorum. Pırıl pırıl, içindeki maneviyatı dışa yansıyan bir yüz ifadesiyle kollarını açarak bana doğru geliyor.. Beş küsür yılın hasreti var ikimizin üzerinde... Sarılırken ikimizin de kalbi aynı frenkasta çarpıyor. Ertesi gün nefesi, şair-yazar- mütefekkir Metin Önal Mengüşoğlu’nun yanında alıyorum. Beni görür görmez bir sevinç çığlığı atıyor. Kitaplarıyla çok şey borçlu olduğum, Mehmet Akif ile arsında başka bir şairin bulunmadığı bu ünlü ilim adamının, benimle bu kadar yakından ilgilenmesi utandırıyor (gururlandırıyor) beni. Saatler süren konuşmasına rağmen o yorulmuyor konuşmaktan, ben de usanmıyorum onu dinlemekten. İlk kez onunla geziyorum Bursa’yı... Tarih kokan camileri, Osmanlı’nın ruhunu diri tutan o devasa çınar ağaçları... 1370 yılında dahi Dünyanın en büyük şehri Bursa’yı Mengüşoğlu gibi bir mütefekkir ile gezmek bahtiyarlığını yaşıyorum. Seyahatlerde bir şey öğrendim... Söyleyeyim (Kimse duymasın, biraz beri yaklaş!) Dünya, yalnız doğduğum köyden ibaret değilmiş/büyükmüş yahu.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şevket Başıbüyük, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |