Tüm insanlık bir tutkudur; tutku olmadan din, tarih, romanlar, sanat, hepsi etkisiz olurdu. -Balzac |
|
||||||||||
|
Hikâyelerinde insan doğasını anlatmayı özellikle seviyor yönetmen, iyiyle kötüyü, ihanetle tutkuyu, sevgiyle nefreti hep dengede tutuyor. “İyi olmadan kötü var olamaz” düşüncesiyle filmlerindeki çoğu kötü olduğunu düşünebileceğimiz insanlara dört büyük din kitabında geçen isimleri veriyor: İsa, Musa, Meryem, Harun, Yusuf… “İnsanın doğası böyle çünkü. İyilik kötülük kavramlarını nasıl anlayacağız? Karamazov Kardeşler'de iki kişi konuşur. Biri var, hayat adına iyi şeyler isteyen. Öbürü de kötülükle daha yüzleşebilen. Biri 'her şey iyidir' diyor, öbürü 'olur mu?' diyor, 'her yerde kötülük var'. Diğeri 'yok diğer her şey iyidir' diyor gene. 'Peki' diyor 'çocuklara tecavüz etmek de mi iyi?' 'iyidir' diyor. 'Çocuk için kötüdür ama tecavüz eden için iyidir. Zaten iyi olmasa yapmaz'. Beriki 'bunu nasıl savunursun! İnsan olmak nerde kaldı?' deyince 'Ama şu da var.' Diyor, 'O tecavüzcüyü öldürmek de iyidir'. Buradaki 'iyidir' bir ironi. Totalde hayat kötüdür. Bir şekilde dünyaya gelmişsek bu hayatı yaşamak zorundaysak ve bu hayat iyilikten daha fazla kötülükse, tatlı kadar acıysa, burada ayrım yapma şansımız yok. Doğamız bu, yapacak bir şey yok. Bunu savunmak veya karşı çıkmak hakkımız var ama bu hakikati görmezden gelemeyiz. Beklentilerimiz, özlemlerimiz, ideal arayışlarımız ne olursa olsun, gerçek hepsinin üstünde ve hepsinden daha mutlaktır, büyüktür. Bunu kabul etmek zorundayız. O yüzden Zagor'u iyilikle- kötülükle açıklayamayız. Arkadaşı için canını verdi. “ der Demirkubuz ve aslında Fihimafih’de Mevlana da… Kötülüğü, iyiliği yapan bir midir, iki midir diye (birisi) sordu. (Mevlânâ) cevap verdi: Karşılıklı konuşurken, işkile düşünce kesin olarak iki olur. Çünkü hiç kimse kendisine aykırı olamaz, kendisiyle karşılaşamaz. Bu yüzden de kötülük, iyilikten ayrılamaz. Çünkü iyilik, kötülük olmadıkça olmaz. Anlaşıyorlar ya, iyilikten vazgeçmek de kötülükle olur; kötülüğe düşkünlük olmasaydı kötülükten vazgeçmeye de kalkışılmazdı; hiçbir şey de meydana gelmezdi. Hani Mecûsîler derler ya; Yezdan, iyilikleri yaratandır, Ahriman kötülükleri, istenmeyen şeyleri yaratan. Cevap verir de deriz ki onlara: Sevilen şeyler, sevilmeyen, istenmeyen şeylerden ayrılmaz ki. Çünkü istenmeyen, sevilmeyen bir tarafı olmayan sevgili bulunamaz. Zâti sevgili, istenmeyen, hoşlanılmayan şeyleri bulunmayan kişidir; fakat istenmeyen, hoşlanılmayan şeylerin yok olması, o çeşit şeyler olmadıkça mümkün değildir. Sevinç, gamın yok olmasıdır hani; amma gamın yok olması, gam olmadıkça mümkün değildir; şu halde her ikisi de, birbirinden ayrılmayan tek bir şeydir diyerek tam da benzer şeyleri yaklaşık 800 yıl önce söylemiştir… Sineması üstüne müzik eklemez Demirkubuz, müzik yerine, insan sesi, araç sesi, dış ortamın sesi, kalabalığın sesini kullanmayı sever, tıpkı hayatın kendisindeki gibi. Bunu açıklarken de: “Sinemayla müzik kötü bir evlilik... Tuhaf bir evlilik... Hiçbir kriteri olmayan aşağılık bir evlilik derecesinde birbirini kullanan evlilikler vardır. İnsanlar birbirlerini kullanmak için o ilişkinin içinde kendilerini bulurlar. Günümüzde müzikle sinema ilişkisi biraz da buna benzedi. O onun pisliklerini eksikliklerini kapatıyor, diğeri de onun pisliklerini kapatıyor. Bunu böyle görüyorsam, bu konu benim dikkat etmem, hatta dikkat etmemden öte tavır göstermem gereken bir konu. Bir sahneyi yeteri kadar olması gerektiği gibi anlatamazsınız yine aynı şekilde mizansenini sahnenin yazılma amacını anlatamazsanız müzik devreye girer" der. Dış ses olarak kullandıklarından en önemlisi televizyon sesidir, hemen her filminde çoğunlukla sahnenin gereğine uygun, televizyonda bir film oynamaktadır. Bazen, seyrettiğimizin bir film olduğunu bize özellikle inandırmak ya da hatırlatmak ister gibi, daha önce çektiği ama kronolojik olarak daha gerçekleşmemiş olayları içeren filmini arka fonda bize dinletirken, bazen de film seyrederken üzülen otelciyi sakinleştirir kahramanına “abi film bu ya” dedirterek. Aslında her ne kadar olayları film kurgusunda bize sunsa da bizden birileridir hikayelerindeki, belki yaşadıklarımıza benzer şeyler değildir yaşadıkları kahramanlarının, ama sokakta yanından geçerken hiç haberdar olmadığımız birçok insanın hayatlarıdır anlattıkları. Yapaylığın hiçbir türüne izin vermediği için, sinemasındaki ışık da müzik gibi doğal olarak buna yansımaktadır, fazladan ve doğal olmayan bir ışığa yer vermez, Demirkubuz filmlerinde. Genellikle belki bizim evimizde uyuduğumuz saatlerin olaylarını çektiği için de doğal olarak filmleri hep karanlıktır. Mesela Yazgı’da defalarca eve girme sahnesinde Musa’yı kapkara bir ekranın arkasından izleriz, ya da Masumiyet’te otel odasının kapısı hep zifiri karanlıkta açılır. Kapılara karşı özel bir zaafı vardır yönetmenin, özellikle kapanmayan kapılara… Masumiyet ve Yazgı’da savcıyla konuşma sahnesinde kapanmayan kapı sahnesine şahit oluruz. Kader’de Bekir ile Uğur’un oteldeki konuşma sahnesinde de o kapanmayan kapıları görürüz, imzası gibidir bir nevi kapanmayan kapılar. Sinematografik olarak özellikle uzun diyaloglu sahnelerde bu tür sahnelerinin gerçekliğini verebilmek için böyle bir yola başvurduğunu söyleyen Demirkubuz, bence bunu imzası yapma konusunda kararlı gibi görünüyor. Her filminde kahramanının bir kez uzun konuşmalarına izin veriyor, onun dışında genelde sineması çok konuşulan filmler değil daha çok duyguya ağırlık veriyor, duyguyu oyuncuların oyun gücüne Tıpkı Hitchcock’un kendi filmlerinde bir iki sahne görünmesi gibi Demirkubuz da filmlerinde figüranlık yapmaktadır, bunun da bir ego tatmini olduğunu söyleyecek kadar da açık yüreklidir aynı zamanda. Filmlerinde yoğun bir Camus, Nietzche, Dostoyevski hayranlığını görürüz, özellikle Camus “Yabancı”dan esinlenerek çektiği yoğun bir nihilizm hissedilir. Gerçi o bunu nihilizm gibi değil de beklentilerinden kurtulup özgürleşmek olarak da okunabileceğini söyler ve ekler: “Beklentileriniz gerçekleşmediği zaman çok büyük acı çekerseniz, çaba gösterdiniz fedakarlık yaptınız, bir bedel ödeyip de yalnız kaldığınız zaman, bu beklentilerin kurbanı olmanız çok kolay. Gerçekleşmemiş bir sürü beklentim hayatı yaşamaktan vazgeçirmedi beni, ama pek çok arkadaşımı tam tersi noktalara ittiğini gördüm.” Bazen o hiççilik yerini Masumiyet ve Kader’de olduğu gibi inanılmaz bir tutkuya bırakır. Her şey aslında olabildiği kadar gerçektir, gerçekçidir. Bunu da şöyle açıklar Demirkubuz: “Ben bunları gerçek hayattan diye sunmak istemem. Oradaki mesele bunun hayatta rastlanır olup olmaması değil. Hiç rastlamayız ama gerçeklik duygusu yüksektir. Bir şeye de her gün rastlarız ama anlatırken hiç gerçeklik duygusu yoktur. Çünkü sinema benim için zaten gerçektir, korkularım da özlemlerim de gerçektir. Özlemlerimden yola çıkarak hiç yaşamadığım, görmediğim olayları anlatabilirim. Mesela Yazgı'daki Musa için "Hakikaten böyle insan olur mu?" sorusu soruldu. Bu bana sorulacak soru değildir, insanlar kendilerine sorsunlar. Ben ne diyeyim! "Olur" demem lazım ama ayıp olur gibi geliyor utanıyorum. "Ben yaşadım, vardı bu adam" Bunlar tartışmayı kısırlaştırır, ben oraya inmem. "Olmaz" der keserim. Gururuma bile yedirmem bunu açıklamayı. Demek ki eğer sinema, üzerine düşüneceğimiz, sorguladığımız bir şeyse yönetmenin sorgulandığı gibi seyirci de sorgulanacak. Ben zaten sorgularım, onun için böyle filmler yapıyorum. Çünkü benim için seyirciyle sorunum var. Seyirciyi yadsımıyorum çok önemli. Ama hangi seyirci? En kuşkucu, en uzaktan bakan, en karamsar, en karanlık adama film yapıyorum.” Anlaşılmayanı, karanlığı anlamak için film yapan Demirkubuz, aslında bunların ihtiyaçtan doğduğunu düşünüyor bir yanıyla çünkü O’nun için acı, korku, aşk, ihanet, kader belirsizlikten, muğlâktan, anlaşılmayandan kaynaklanır. Kansere çare bulunmak üzereyken aşk acısına, ihanete, yalnızlığa en ufak bir çare bulunamamasının belki sinemayla en azından yol gösterici olabileceği bir alan olacağını savunuyor. Son çekeceği filmi “Kıskanmak” Serhat Tutumluer, Berrak Tüzünataç ve Nergis Öztürk’ün rol aldığı bir roman uyarlaması... Yazar Nahit Sırrı Örik’in 1946 yılında yazdığı aynı adlı romanından senaryolaştırılan film, 1930’lu yılların Zonguldak’ında geçiyor. Bu Demirkubuz’un ilk dönem filmi. Filmlerinde genellikle belli bir dönemi anlatmaksızın, neredeyse zaman kavramı kullanmaya yönetmen bu kez belli bir dönemi anlatacakmış “Kıskanmak” filmiyle. Her haliyle yine bir insan doğası filmi olduğunu söyleyen Demirkubuz en büyük farkının anlattığı dönem itibarıyla mekanın, kostümlerin, atmosferin sıfırdan yapılmş olmasına dikkat çekiyor ve filmin konusun özellikle çirkin olmakla ilgili olduğunu söylüyor. Filmin 2009 yılının sonunda vizyona girmesi bekleniyor. “Yine insanın doğasıyla ilgilenen bir film hazırlıyorum. Bu anlamda da tema ve mesele olarak diğer filmlerimden farkı yok. En büyük farkı anlattığı dünya, atmosferi ve dönem olması. Dönem filmi olunca diğer filmlerimde olduğu gibi bir şey değil... Çok daha fazla talepleri olan bir film. Mesela film için kullandığımız ev sıfırdan yapıldı, İstanbul’dan kamyonlarca eşya getirildi. Tüm kostümler dikildi. Çirkin olmanın nasıl bir şey olduğu üzerine çok kafa patlattım. Çirkin olmaktan güzelliğin nasıl göründüğünü görmeye çalıştım ama çok büyük emek verdim bu konu için. Gündelik hayatta hiç fark etmediğimiz, adam yerine bile koymayacağımız bir insanın sıradan hatta çirkin bir kadının hatta kurumuş bir kadının dünyasında neler olabileceğini hatta bir gün fırsatını bulunca ne gibi trajedilere yol açabileceğini çok merak ettim. Zaten romanı çekmeye karar verince diğer her şeyi unuttum, tamamen buna odaklandım. Genel olarak sevsinler ya da sevmesinler ilişki kursunlar ya da kuramasınlar... Benim istediğim şey de budur zaten. Bir kişiliği hissetmelerini sağlamak. Bir insanla tanışırsınız. İsterseniz bu insanı çok sevin, isterseniz nefret edin; eğer bu bir kişilik uyandıramamışsa sizde sevginiz ya da nefretiniz birkaç gün sonra geçer. Ama bir kişilikse hangisi olursa olsun, sizde bir şey uyandırır. Bir duygu yaratır sizde . Benim amaçladığım şey zaten böyle bir şey. Yurtdışı ya da yurtiçinde bu fark etmiyor. Sadece böyle bir kişiliği hissettiklerini görmek istiyorum ve görüyorum.”
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © rey'an yüksel, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |