uçsuz bucaksız bir boşlukta
yalnızlığımıza sarıldık
geceler boyu ah ! ne kısa.
Bana ,böyle bir yalnızlıktan
söz edilmemişti ki doğarken!
örten olmadı çıplak kalmış yaralarımı
çığlıklarımdan arda kalan s-arayı
duyan olmadı..
gözlerimiz dokunduğunda yalnızlığımıza
hiçbirşey kalmazdı
kim bulabilirdiki kayboluşluğumuzu
el yordamıyla …
uçurumdu gözlerin her defasında
ne bakmaya kıyabildiğim ne dokunmaya
yutkundukça paslı bir hançer gibi
eriyen mum gibi ,damla damla...
bu muammayı birlikte nasıl bulduk ki kucağımızda
o denizin kurumuş dudaklarında
bu kayanın en yobaz ucunda
yol alan dalgın gemiyi şimdi kim nereye savurdu.
Sen ve ben okyanus görmemiş gözlerimizle
gemilere özenen sandal gibiydik
ellerimizde Tevrat’tan yırtılmış sözler ile..
“Kelimenin” gözyaşını asa
“Sevgilinin” göremediği rüya idik
kayalar !
kayalar !!
çığlığımıza kayalar çarptı
keskin ve yobaz kayalar...
Şimdi dönemecinden bakıyorum hayatımın uçurumuna
tüm kuşlar uçmuş
yitirdiğim sevinçlerimin üzerinden
evlatlık vermişim bende kendimi
bu kuşun gözlerine!
Issız bir ateş gibi yanıyormuş yağmur
bende
kırıldığı yerinden birleşmiyor ki hayat,
yaşamak sunuluyor ömrüme,
bir kase zehir içinde!
kazandıkça hep bir yanım kaybediyor
eksiliyor ömrüm..
ama bilemiyorum hüzünlerimden geriye doğru saymayı..
eskiyor hüznüm..
ama bilemiyorum ömrümden geriye doğru susmayı..
eskitiyor zaman..
ama bilemiyorum senden geriye doğru yaşamayı..
ardını noktalayan bir cümle gibi noktalamaya başladım kendimi..
sorgusuz sualsiz başlayabilirdim oysa yaşamaya
içimde,yeni başlayan ölüm orucunun ılık nefesi!