..E-posta: Þifre:
ÝzEdebiyat'a Üye Ol
Sýkça Sorulanlar
Þifrenizi mi unuttunuz?..
Þiir, tarihten daha felsefidir ve daha yüksekte durur. -Aristoteles
þiir
öykü
roman
deneme
eleþtiri
inceleme
bilimsel
yazarlar
Anasayfa
Son Eklenenler
Forumlar
Üyelik
Yazar Katýlýmý
Yazar Kütüphaneleri



Þu Anda Ne Yazýyorsunuz?
Ýnternet ve Yazarlýk
Yazarlýk Kaynaklarý
Yazma Süreci
Ýlk Roman
Kitap Yayýnlatmak
Yeni Bir Dünya Düþlemek
Niçin Yazýyorum?
Yazarlar Hakkýnda Her Þey
Ben Bir Yazarým!
Þu An Ne Okuyorsunuz?
Tüm baþlýklar  


 


 

 




Arama Motoru

ÝzEdebiyat > Öykü > Baþkaldýrý > Hüsrev Özel




30 Eylül 2002
Savaþçýnýn Ýntikamý  
Hayat Üniversitesi

Hüsrev Özel


- Etrafýna baksana, iyi bak, çevrendeki altýn çerçeveli evlerde camlar açýk ve karanlýkta bir kenara çekilmiþ olan, yarýnlardan ümitsiz, hedeflerini, hayatlarýnýn anlamlarýný kaybetmiþ insanlarý görmüyor musun?


:BGCFA:
ALMANYA
17 Ocak 1979. Cebimde uçuþ tarihi açýk, saati belirsiz, yedek biletle hava alanýna gelmiþ, ilk kez bindiðim orta büyüklükte bir THY uçaðýyla Almanya’ya yüksek tahsil için gidiyordum. Hayli heyecanlýydým. Bu ilk uçak yolculuðum olacaktý. Uçak havalanýrken jet motorlarýnýn kesif uðultusu kulak zarlarýmý delecek gibi zorluyordu. Týrmanýþ yeterli irtifaya ulaþýnca o ses duyulmaz olmuþ, rahatlamýþtým. Orta büyüklükte ki yolcu uçaðý doluydu. Ne zaman uçacaðým belli olmadýðý için, Stuttgart hava alanýnda beni bekleyen olmayacaktý. Adresi kendi çabamla bulmalýydým. Bu arada iþime yarar düþüncesiyle, cebimde taþýdýðým küçük Almanca-Türkçe sözlüðü çýkarmýþ, gerek duyabileceðimi düþündüðüm kelimeleri ezberlemeðe baþlamýþtým. Bu sýrada yanýmda oturan, otuz yaþlarýnda ki yolcu bana hitaben;
     -Almanya’ya ilk gidiþiniz galiba? Derken, gülümsüyordu.
     - Elimde sözlükten bu belli oluyor, deðil mi?
     - Evet, biraz.
     -Peki, ya siz?
     -Ben orada yaþýyorum.
     -Ya? Hangi þehirde?
     -Hanover’de. Siz nereye gidiyorsunuz?
     -Stuttgart yakýnlarýnda bir yermiþ. Ýþte, adres þurada. Derken, elimde, bir kaðýda yazýlý adresi ona uzatmýþtým.
     -Evet, tanýrým. Metzingen, Reutlingen’e yakýn bir kasabadýr. Hava limanýndan oraya, arabayla yarým saat falan çeker. Eyalet baþkenti Stuttgart’a 35 kilometre mesafededir.
Meslekten makine mühendisi olduðunu söyleyen bu genç adamýn ismi Mahmut idi. Onunla baþlayan diyalogumuz uçak ininceye kadar sürdü. Ýyi anlaþýyor, sohbet konularýmýz giderek çoðalýyordu. Hayat anlayýþý ve fikirleri bana çok egzotik geliyordu. Böylesine ilk raslýyordum. Esasen kendimi hür düþünür, din-iman adýna her duyduðumu Tanrý emri saymaz, akýl, mantýk ve kiþisel vicdanýma uymayan þeyleri benimsemezdim. Fakat o, çizdiði düþünü düsturuyla bütün limitlerimden öte bir serbestiden dem vuruyor, beni baya þaþýrtýyordu. Neden bilmem, ilk anda onun bir misyoner olabileceðini düþünüyordum. Fakat, hangi dinsel kurum veya cemiyet adýna konuþtuðunu o an anlayamamýþ, yýllar sonra ama, onun bir Yahova Þahidi veya benzeri bir Hýristiyan mezhebi pastörü olabileceðini düþünecektim…
Mühendis Mahmut, Tanrýdan bizzat vahi alýyorcasýna rahat konuþuyordu. Bol kese güvenceleri, kiþiye sorumluluk yüklemeyen mutluluk reçeteleri gibiydiler. Ona göre ben, bir insan olarak günahsýzdým. Zira Tanrý, insaný tanýyabilmek için önce kendini bakir Meryemin Oðlu Isa olarak doðurtmuþ, sonra çarmýha çektirerek, bu pahalý bedelin bütün insanlarýn günahlarýna karþýlýk olmasýný saðlamýþtý. Nitekim, ölümün kaçýnýlmaz olduðunu göstermek için de bizzat ölüp, ama sonra, insanlara kendinin Rab olduðunu göstermek için, yeniden dirilmiþti(?)…
Þahsen, o zamana kadar, insanýn o denli özgür olamayacaðý kanýsýndaydým. Bu fikirler karþýsýnda, hayret etsem de, ona karþý koymaktan, görüþlerini kuþkuyla karþýlamaktan geri durmuyordum. Kendi kendime: ” Yoksa hiç farkýnda olmadan, kimi yersiz tabularla fazla mý korkutulmuþum? Diye diye düþünüyordum. Ýþlenmesi suç ve günah sayýlarak, cehennem cezasý gerektirir, diye anlatýlan þeyleri, o yok sayýyordu. Bu gibi sübjektif konular karþýsýnda ki pervasýzlýðý, beni hayrete sevk ediyordu.
Derken uçaðýn Almanya hava sahasýna girdiði anons edilmiþti. Bunu duyunca, adeta, realiteye yeniden dönüp, elimde bulunan adrese en kýsa yoldan nasýl ulaþacaðýmý düþünmeðe baþlamýþtým. Mahmut buna dair makul bir açýklama yapmakla kalmamýþ, gerekirse birlikte gidebileceðimiz sözünü de vermiþti. Yakýnlarda bir yerde olan özel arabasýnýn ufak bir tamirlik iþi varmýþ. Onu onartýncaya kadar beklersem, beni adrese kadar bizzat götürebileceðini söylemiþti. Derken hoþ bir yolculuktan sonra uçak iniþe geçmiþ, az sonra kalkan-inen uçaklarla dolu Stuttgart hava limanýna inmiþtik. Önce bir otobüsle içeri yolcu taþýyan hortuma, oradan pasaport kontrolü yapýlan koridora geçmiþtik. Biraz sonra valizleri taþýyan bandý beklemeðe baþlamýþtýk. Kiremit renkli meþin bavulum az sonra çýkagelmiþti. Onu almýþ, gümrük görevlilerinin kontrolüne sunmak için kilidini açmýþ, bekliyordum. Nitekim iki memur yanýma gelmiþlerdi. Kapaðýný açtýðým bavulun üstünde þahsi giysilerim vs. vardý. Onlarýn altýna elini daldýran memur, çamaþýrlarýn arasýnda eline deðen bir sapý çekince, þakýrdayarak çýkan þeyi hayretle inceliyordu. Bu bir Nunçaku idi. Ýþler bir anda karýþmýþ gibiydi. Zira memur, ortasýndan zincirle birbirine baðlý iki baþlý sopayý kendi boðazýna götürerek, bununla adam boðulabileceðini iþaret etmekteydi. Ben hemen itiraz etmek için atýlmýþ, az buçuk ingilizcemle sporcu olduðumu ve bunun sadece kol idmaný ve savunma için kullanýlan bir spor aleti olduðunu savunmaða çalýþýyordum. Ama bütün çabam nafileydi. Alman memur bir kez “Nein” demiþti. Onu bu tutumundan vaz geçirmenin olanaðý yoktu. Sonunda, Zonguldak daðlarý arasýndaki vadilerde yirmi kilometre yol yürüyerek, kesip, getirdiðim þimþir aðacýndan, özenle yaptýðým nunçakuyu orada býrakmak zorunda kalmýþtým. Meþin bavulum elimde, terminal binasýndan dýþarý çýkmýþ, bir taraftan etrafýma göz gezdirirken, diðer yandan dostum Mahmut’un gümrükten çýkmasýný bekliyordum. Bu sýrada seslenen bir adam:
-Götürelim abi, nereye gidiyorsun? Demez mi?
Her ne kadar Mahmut bu olasýlýktan bahsetmiþ olsa da, duyduðum bu Türkçe sözlere yine de þaþýrmýþtým. Böylece dil sorunu þimdilik ortadan kalkmýþa benziyordu. Bu kolaylýðýn bana tesadüf etmesinden memnun, adama yaklaþarak;
-Metzingen’e kaça gidersin?
- Altmýþ markýný alýrým abi, buyur hemen gidelim.
     Ondan en azýndan sekiz-on yaþ genç olmama raðmen, bana abi demesine aldýrmýyordum. Yanýma yaklaþmýþ, bavulumu alýp, hemen bagaja koymak istiyordu. Lakin ben pazarlýk etmek için;
-Yok yok, çok fazla istiyorsun birader. Baksana, ben ta Türkiyeden buraya 120 Marka geldim. Sen þuradan eve otuzbeþ kilometre var-yok, bunun iç yarý fiyat istiyorsun, olur mu bu?
Orta boylu, post býyýklý esmer adam yumuþayarak;
-Hadi elli olsun?
-Yok, çok fazla!
-Peki kýrka ne dersin?
-Otuzdan fazla veremem. Olmazsa þuradan otobüsle bahnhofa, oradan trene atladým mý doðru eve. Hepsi bana on marka bile patlamaz.
-Tamam tamam, haydi atla da gidelim.
- Ýyi, az bekle, arkadaþýmla vedalaþayým.
Az sonra Mahmut dýþarý çýkmýþ ve onunla tekrar görüþmek dileði ile vedalaþmýþ, ama bir daha hiç görüþememiþtik. Nitekim büyükçe bir kasaba olan Metzingen’e doðru yola çýkmýþtýk. Asfaltýn kenarlarý karla kaplý þehirden çýkarken, etrafa bir müddet göz gezdirmiþ, sonra, soföre dönerek:
-Almanya, Almanya diyip dururlar, ben de çok farklý bir yer sanmýþtým. Meðer bizim þehirlerden farký yokmuþ. Diyince þoför hayretle:
- Bu ilk geliþin miydi yoksa?
- Evet, neden þaþtýn?
- Ne bileyim gardaþým, sanki buralarý avucuyun içi gibi bilirmiþin gibiydin…bilirsin gibi yaptýn da.
- Hah, hah haaaa! Eh, olacak o kadar. Ben yeni isem, koca uçakta herkes ayný deðildi ya. Buralar hakkýnda biraz malumat edindik elbet…
- Vallahi helal olsun sana be hemþerim!…
Durmadan yaðan karla cadde ve sokaklarý beyaza kesmiþ olan Metzingen'e nihayet varmýþtýk.Adresi iki kiþiden sormuþ ve nitekim, þehir kýyýsýnda, geniþ bir alana kurulu, beþ katlý bir apartmanýn önünde durmuþtuk. Burasý modern bir iþçi Hayým'ý idi. Babam ve diðer iþ arkadaþlarý ikinci katta kalýyorlardý. Tesadüfen camdan dýþarý bakan akrabadan Yýlmaz, binanýn önünde duran arabadan inerken beni görüp, hemen aþaðý inmiþlerdi. Yýlmaz, babamýn teyzesinin torunuydu ve ona dayý diyordu. Ben onu çok önceden beri tanýyor ve birlikte gittiðimiz bir geziden dolayý hiç unutmuyordum. Oysa henüz O zaman üç yaþýnda var, yoktum. Köye gelmiþ ve beni elimden tutarak, ta deðirmenin yanýna götürmüþtü. Bu aklým keserek, köy dýþana yaptýðým ilk gezintiydi. Ýlkbahar manzarasý karþýsýnda büyülenmiþ gibiydim. Bu hatýra yýllardan beri silinmemiþti hafýzamdan. Deðirmenin hemen Önünden kar sularýnýn coþturduðu derenin aktýðý su deðirmeni, yeþilin her tonunda aðaç kümelerinin arasýnda çok þirindi. Hemen önünde bir ark ve bunun üstünden bir küçük tahta köprü karþýya geçiriyordu. Toprak damlý deðirmenin arkasýnda yükselen kocaman su oluðu çok dikkat çekiciydi. Ýki kanatlý büyük deðirmen kapýsýnýn önünden geçmiþ, kenarlarýný böðürtlen ve otlarýn sarmýþ olduðu, deðirmenin içinden ve alttan gelen su ile dolu arkýn üstünden karþýya geçerken hayli heyecanlanmýþ, suya düþmekten korkarken, Yýlmaz aðabey el uzatýp, beni öteye geçirmiþti. Biraz da ötelerde, söðüt ve kavak aðaçlarýyla dolu dere kenarlarýnda dolaþmýþ, sonra köye dönmüþtük…
Hayimda her yer tertemiz, düzen muntazamdý. Babam, komþumuzun oðlu Ahmet ve arkabamýz Yýlmaz abim birlikte kalýyorlardý. Kaldýklarý oda hayli geniþ, kaloriferli ve yatmak için çift yataklý, iki katlý ranzalar vardý. Buradaki düzeni bir okul veya askeri pansiyona benzetmiþtim. Yataklardan boþ olan benim içindi. Onlar sabah erken kalkýp, kahvaltýdan sonra yol inþaatý iþlerine giderken, ben birazdan istasyona yürür, oradan trenle okula giderdim. Akþam olunca babamlar iþten gelip, banyo ve yemekten sonra biraz sohbetten sonra yatarlardý. Ben geç vakitlere kadar Almanca öðrenmeðe çalýþýr, kýsýk sesli televizyon izlerdim.
Bulunduðumuz büyük dairede üç oda daha vardý. Bunlarda hemþehrilerimiz barýnýrlardý. Onlar beni bir gazetenin Almanya baskýsýnda çýkan bir haberden ötürü gýyaben tanýrken, ben onlarla yeni tanýþýyordum. Gazeteyi Göppingen þehrinde bir arkadaþýndan alan amcam, onu buraya getirmiþ, sonra bana göndermiþlerdi. Oraya geliþ sebebim malumdu. Yüksek tahsil. Bana kalýrsa Spor Akademisini bitirip, hemen yurda dönmek istiyordum. Lakin o an hiç hesapta olmayan, bin bir türlü engeller bekliyormuþ beni. Zira, bu okullar sadece düz Lise mezunlarýna açýk, oysa ben bir ticaret lisesi mezunu olarak, sadece iktisat-iþletme eðitimi veren okullara girebilirdim. Bu dahi çetrefil bir denklik sýnavýný geçme þartýna baðlýydý. Sýnav dili Almanca olacaðýndan, öncelikle bu dili yeterli düzeyde öðrenmek þarttý. Bunun için bu ülkeye gelmeden bir ay önce, kaydýmýn yapýldýðý Tübingen þehrinde bulunan, palalý (aylýk 560 Mark) bir Dil Enstitüsüne devam ediyordum.
Tübingen, Almanya'nýn belli baþlý Üniversite þehirlerinden biriydi. Tarihi kent, Týp ve Hukuk fakülteleriyle ünlüydü. Bu þehirde gençler çoðunlukta, akþamlarý son derece canlý olur, diskolar, barlar, kumarhaneler dolup, taþardý. Orta çaðdan beri ayakta olan eski kalesi, ýrmak, köprü ve kiliseleri vardý. Pazar yerinin etrafýný çevrelemiþ, cephe yüzeyleri renkli alegorik resimler, freskler ve taraçalarýnda heykeller olan tarihi konak ve kültür evleri yabancýlarýn ilgi odaðýydý. Bu evler barok ve rokoko mimari tarzýnýn oradaki örnekleriydi. Meyilli zemin parke taþýyla döþeliydi. Buluþma yerlerinden biri olan kilise merdivenlerinde daima oturanlar bulunurdu. Kimisi oturup, dilimli, kýzartýlmýþ patetesten mamul,oturmuþ pomes yer, kimi sigara, kimi bira içerek, laflarken, kimi çiftler, etrafa hiç aldýrmadan, leb lebe dalmýþ, aþkýn has bahçelerinde gezinirlerdi…

Metzingenden buraya gelmek için yirmi beþ km'lik bir tren yolculuðu gerekiyordu. Aylýk biletle gidip, geliyordum, çünkü bu daha avantajlýydý. Ders çýkýþý Fransýz, Macar, Rus, Yunan, Polonyalý, Amerikalý ve Ýsviçreli okul arkadaþlarýmýzla birlikte uðradýðýmýz bir yer vardý; Zinzer Caffe. Burasý büyük marketlerden birinin teras katýnda bulunuyordu. Yemek ve içki içmek mümkündü.
Yine Gene bir gün okul sonrasý, arkadaþým Ýsmail ile uðradýðýmýzda, orada yaþayan Türk gençleriyle karþýlaþmýþ, hemen ahbap olmuþtuk. Ýkisi erkek, dördü kýz olan gençler, candan ve neþeliydiler. Onlarla konuþarak Almancayý ilerletmek istiyorduk. Ama onlar da bizimle Türkçeyi ilerletmek için konuþmak istiyordu. Tamam, konuþulacaktý, fakat ne ve hangi konularda? Siyaset, hamaset, mantalite ve Darvin’in evrim teorisi revaçtaki sohbet konularýydý. Kimileri spiritüel konularý yeðliyor, ruh çaðýrma, medyumluk, cin, peri ve nuska meseleleri açýlýyordu. En son olarak da herkesin ne yaptýðý, meslek ve meþrep bakýmýndan formasyonu ele alýnýyordu. Ben evli olduðum için, güzel de olsalar, Türk kýzlarýyla aþýrý yarenliklere girmiyor, ama dil Okulunda ki yabancý hatunlardan tanýmadýðým kalmamýþtý. Macar, Fransýz, Yunanlý, Rus. Evet bir Rus kýzý vardý. Burada mülteci sýfatýnda bulunuyordu Emilia. Komünist bir topluluktan gelmesine karþýn (onlarý çok serbest sanýrdým) son derece muhafazakar bir giyim tarzý vardý. Okula erkek kardeþiyle geliyordu.Rusya ve bilhassa da komünist sistemi hakkýnda malumat edinmek istiyordum. Bu konuda orada büyümüþ biri olarak bana ilk elden bilgi verecek en iyi kiþi, olduðunu düþünüyordum. Birlikte çýkmak için hayli dil dökmek gerekmiþti. Macar asýllý Anuþka, uzunca boylu, kumral açýk mavi gözlü ve eti budu yerinde bir hatundu. Eþinden ayrýlmýþ olmasýyla bana en cazip geleniydi…
Her zaman olduðu gibi, yine halim selim arkadaþým Ýsmail ile Zinzer Cafe'ye uðramýþtýk. O önden girmiþ, ben az sonra geliyordum. Siyah pardesüm omuzlarýmda içeri rüzgarla girdiðimde, ilk etapta etrafý tarayýp, Ýsmailin hangi masada olduðuna bakýyordum. Ýçerisi kalabalýk, henüz tanýdýk kimse görünmüyordu. Ama karþý masada toplanmýþ Roker gurubunun keskin bakýþlarý üzerime dikilmiþti. Bunu kayda almayý býrak, bana takýlmalarýný umuyor, kasten dikkat çekici davranýyordum. Nitekim ilerlemiþ ve orta direðin solunda bir masada sýrtý dönük oturan Ýsmail’i görmüþtüm. Az sonra gelen garsona ýsmarladýðýmýz neskafelerden birer yudum almýþtýk ki, her nereden çýktýysa, Bursalý Orhan gelmiþti yanýmýza. Tanýþalý birkaç gün olmuþtu. Çok nüktedan, fýrlama bir tipti. Akla hayale gelmeyen fetbazlýklar yapar, ar perdesi yumurta zarýndan ince olduðu halde, meramýndan renk vermezdi. Kadýnlara karþý bu denli piþkin baþka birine rastlamamýþtým. Hiç lisan bilmediði halde, Alman kýzlarýyla konuþmaða can atýyordu. Turist statüsünde bulunduðundan, tek amacý bir bir karý bularak nikah yapýp, buraya kapak atmaktý. Tanýþmak için yapamýyacaðý þaklabanlýk yoktu. Ama dil bilmeyince, bütün tanýþmalarý kýsa süreli oluyordu. Nitekim birkaç ay sonra bir Türk kýzýyla resmen evlenip, kiþilik deðiþtirecekti. Önceleri solcuymu, ama arkadaþlarýnýn çoðu ülkücüydü. Sivaslý Zeki tanýþtýrmýþtý bizi. Daha selamlaþma faslý bitmeden, yanýna sokulan telaþlý biri:
-Þunlara bak ya abi. Bana, ”ya armayý, ya kafayý vereceksin”, diyorlar. Diye yakýnýyordu.
Ama Orhan onu tersleyerek;
- Lan oðlum git baþýmdan ya. Þurada durmuþ iki laf edecez, limon sýkýyorsun her þeye. Rokoluk yapma sende öyleyse. Bak baþýnýn çaresine koçum, haydi yürrü!.. Diyordu.
Kulaðýnda küpeleri, üstündeki Roker montunun göðsünde arma, rozet ve madalyon koleksiyonu bulunan kumral, çelimsiz genç onun hemþerisiymiþ meðer. Orhandan yüz bulamayýnca, yanýmýzdan umutsuzca ayrýlý yordu. Meseleyi merak edip, sorduðumda, o mühimsemeyerek:
- Hiç ya, þu arka taraftaki Yugo Rokolarýyla iþi varmýþ. Sýrtýnda ki onlarýn gurubu temsil eden Kartal armasýný elinden almak ve istiyorlarmýþ. Alayý snob, süprüntü bunlarýn. Boþ ver, bize ne bunlardan, diyordu.
- Hýmm. Kim bu çocuk nereli peki?
-Aslen Bursalýymýþ, burada doðup, büyüme ve adý Ercan.
- Onu çaðýrsana hele, bakalým vaziyet neymiþ, bir de ondan dinleyelim.
Az sonra Orhan kalkýp, Ercanla geri gelmiþti.
- Demek baþýn dertte, o tiplerin seninle zorlarý neymiþ, bir hatan mý olmuþtu?
-Hiç ya abi, bi hatam olmadý. Ama onlar varken baþka bir gruba dahil olmayý hata olarak sayýyorlar. Bu durumda ya dayak yemek, ya da teslim olarak, sýrtýmdaki bu armayý verme seçeneðim varmýþ. Çýkýþta da adamalarý var ve beni izliyorlar. Tek baþýma onlarla kapýþam mümkün deðil. Neden sordun ki?
- Hiç, belki yardým ederiz demiþtim, ama biz Roko deðiliz ne çare ki.
- Abi bunun için Roker olmanýz gerekmez. Onlar da bize karþý sivil arkadaþlarýný getiriyorlar. Bunlarýn çoðu Yugo. Bana da bilhassa Türk olduðum halde, Almanlarla takýldýðým için gýcýklar.
- Sizin gruptan kimse yok mu peki burada. Bir Alman arkadaþ daha var, iþte orada. Ama bunlara baksana en azýndan on kiþiler. Hiç þansýmýz yok karþýlarýnda.
- Ýçerde bu iþe karýþamayýz, kusura bakma. Ama dýþarda, uygun bir yerde olsa hadi neyse.
- Yani dýþarda olsa yardým eder miydiydiniz bize?
- Olabilir, hatta kendi adýma, evet.
Ben tamam deyince herkes dünden hazýrdý. Durum derhal karþý tarafa iletildi. Toplu döðüþ teklif ediliyordu kendilerine. Derken, dýþarý çýkmak için merdivene yönelindi. Hemen her türlü ticari mal ve metanýn arz edildiði büyük marketin içinden geçen merdivende karþýlaþtýðýmýz Ordulu Ersin, kuyruk acýsý olmalýydý ki, Boris adlý o Sýrp Roko Reisine iyi bir ders vermemi rica ediyordu. Ona bu konuda söz vermeden " Bunu onun davranýþlarý bilir " demekle yetinmiþtim. Dýþ kapýnýn önüne inilmiþ, az sonra Boris ve sekiz kiþilik ekibi de gelmiþlerdi. Ben Roko Borise hitaben:
-Wo? Wird hier gekampft? "Nerede? Döðüþ burada mý olacak?" Diye doðrudan sorunca afallamýþ:
- Nein, hier ist viel Polizei. "Hayýr burada polis çok" diyordu.
- Wo dann? " O halde nerede?"
- Im Park. "Parkta"
- Na, dann kommt! " Haydi, gelin öyleyse"…
Derken karýþýk bir halde parka doðru yürümeðe baþlamaþtýk. Taraflar yolda aðýz yokluyor, Borisin tüy siklet kardeþi Ercanýn iri kýyým, lakin biraz hantal yapýlý Alman arkadaþýyla teke tek döðüþmek istiyordu. Alman da buna hazýr olduðunu söylüyordu. Tren garýnýn karþýsýnda, bir yanýndan Neckar ýrmaðý geçen, þehrin göbeðindeki büyük parka girilmiþt. Etrafý fundalýkla çevrili, içi çimenlik bir yer dövüþ için uygundu. Çevre gezinenlerle doluydu. Döðüþçüler, etraflarý sarýlmýþ bir ringdeymiþçesine karþý karþýya henüz geçmiþlerdi ki, Alman dalar dalmaz Yugoyu altýna alýyordu. Bizim taraf “Tamam, bravo, vur artýk!” diye baðýrýyordu. Lakin Alman tek yumruk bile vurmaktan aciz, gücü rakibi yerde tutmaða ancak yetiyordu. Oysa bu bir güreþ deðildi. Rakibe yumruk, tekme ne gelirse vurmalýydý. Bu fýrsat rakibine geçerse ona acýmayacaðý belliydi. Çelimsiz yapýsýyla Yugo gencin bu döðüþe kalkýþmasý bir cesaretti. Bir de galip gelirse zafer olacaktý. Yugo bunun hýrs ve bilinciyle davranýyordu. Almanýn onu yerde tutmaktan baþka bir halt edeceði yoktu. Nitekim Yugoya ben, Almana Boris müdahele ederek, döðüþün ayakta devamýný saðlýyorduk. Bu hal iki kez böyle olmuþtu. Üçüncüsünde Yugonun yumruðu rastgeliyordu. Burnundan kan aktýðýný farkeden Alman, can havliyle rakibe sarýlýp, onu tekrar yere yýkmýþtý. Çünkü ondan ancak böyle korunabiliyordu. Aksi halde Yugo, kelebek gibi oynayýp, arý gibi sokuyordu. Kavga gene güreþe dönüþüyordu ama bu yasaktý. Ýlk müdahele eden Boris olmuþ, Almaný belinden tutar tutmaz kenara fýrlatýrken, ben de onun kardeþini yüzünden yakalamýþ, parmaklarýmla sýkarak, hem tavýr koymuþ, hem de Alman'ý býrakmasýný saðlamýþtým. Bu sarýda sinirler gerilmiþ, iki grup birbirine saldýrmak üzereydi ki, birden aklýma yeni bir fikir geliyordu. Ayakkablarýmý kenarda çýkarýp, çimenliðin ortasýna geçerek okolara hitaben;
- Ich will gegen euch alle kaempfen, seid ihr bereit? “Hepinize karþý yalnýz döðüþeceðim, haydin, var mýsýnýz? “
Karþý tarafýn bunu hiç beklemedeðini biliyordum. Nitekim apýþýp, ne yapacaklarýný þaþýrmýþlardý. Biri hayret ve endiþeyle bana;
- Yoksa silah mý var sende? Diye soruyordu.
- Hayýr, yok!
Görmeleri için de belimi açýk býrakacak þekilde gömleðimi kaldýrýyordum. Sonra da, silahsýz olduðu halde, bu kadar rahat davranan birinin muhakkak olmasý gerektiði þeyi soruyorlardý:

- Yoksa sen Karateka mýsýn?”
- Hayýr, sadece buna güveniyorum.
Öyleyse bu durumda biz de Katalido’yu (Onlarýn karate hocasý bir Ýtalyan) çaðýrmalýyýz
-O her kim ve nerede ise, hemen çaðýrýn, çünkü Treni kaçýrmak istemem. Diyordum.
Bu durumda sessiz kalan karþý taraf, yenilgiyi kabul ettiklerini gösteriyordu. Onlar cevapsýz daðýlýrlarken, ben de ayakkablarýmý giymiþ, kitaplarýmý tutan Ýsmail’i bakýyordum. O esnada Ercan yanýma yaklaþýp, az ilerde duran Borisi göstererek:
- Abi, þu Boro seninle teke tek döðüþmek istediðini söylüyor. Demez mi?
Bunu duyunca gayet agresif bir þekilde derhal yanýna varýp;
-Du willst mit mir kämpfen? Also komm Lan! " Benimle dövüþmek istiyorsun öyle mi? Hadi lan, davran öyle ise!“ Der demez ellerim deri montunun yakasýný kavrayýp, sað ayaðým anýnda baþý hizasýna kalkmýþ ve tam gözünün üstünde duruvermiþti.
Boris panik içinde ve can havliyle:
-Nein, neiiiin! “Hayýr, hayýýýr!”
Diyor, kesinlikle dövüþ istemediðini belirtiyordu. Kim dediyse yanlýþ anlatmýþ veya onun dayak yemisini saðlamak için kasýtlý demiþti. Böylece bu iþi kapanýyordu artýk. Bu sonuç esasen düþündüðüm gibi bitmiþti.Gayem onlarý dövmek deðil korkutmak ve birazda reklam yapmaktý. Yavaþ yavaþ herkes daðýlýrken bu durum onurlarýný yaralamýþ olmalýydý ki, son anda rakip gördükleri bizim gruptan bazýlarýna seslenirken, önce beni kast ederek :
- Sen hariç, çünkü seninle bir sorunumuz yok. Sizleri gelecek hafta sonu rövanþ için Mössingen Zoo Bara bekliyoruz!
Diye sesleniyorlardý. Lakin bizim taraf buna kesinlikle onay vermiyordu.
Nitekim Ersin:
- Yo, yooo! O gelmezse biz de yokuz! Diyordu.
Bu olaydan sonra çok geçmemiþ, bu havalide tanýnýr olmuþtuk.. Her haftasonu bir yerlerden davetler geliyor, en azýndan üç dört araba bir araya gelinip, çevre kasabalar veya uzak þehirlere kadar gezmeðe gidiyorduk. Metzingende bir tekstil firmasýnda çalýþan Maçkalý Süleyman ile Tübingende oturan, Zinzer Cafede tanýþtýðýmýz Sivaslý Zeki vasýtasýyla tanýþmýþ, ara sýra buluþuyor ve diskolara falan gidiyorduk. Bazen Zekinin minibüse doluþup, çevredeki ormanlarda spor yapýyorduk. Benden kendilerine dövüþ öðretmemi istiyorlardý.
Bisikletle idman için sýkça gittiðim, orman içinde güzel bir yer vardý. Oraya gider, tek baþýma saatlerce idman yapardým. Bir gün gene oradaydým. Temiz orman havasýnda, engebeler arasýndan hýzla koþarak kontrol refleksleri çalýþýyordum.Bu arada kimi kümelerden atlýyor, kimi aðaçlara çarpmadan kývrýlarak yanýndan geçiyor, kimisine de uçar tekme atýyordum. O gün yaþadýðým bir þeyi kamera olsa da keþke filme çekebilseydim. Ýnanýlýr gibi deðildi. Çünkü iki elimle kavrayamadýðým geniþlikte bir aðacý hedef almýþ, hýzla koþup, zýplayarak üzerine doðru uçan tekme yapmýþtým. Beklediðim normal oluþum, aðaca çarpýnca bir an onu sarsarak, esnetip, sonra geri, mümkünse yine ayak üstü düþmekti. Fakat bu defa böyle olmamýþ, koca aðacý birbuçuk merde yurakdan biçerek, öte tarafa düþmüþtüm. Bu olacak iþ deðil, ama olmuþtu. Aðaç gövdesini incelemeðe baþlamýþýtým.Aðaç hiç çürüðe benzemiyor veya çürümenin böylesini ben ilk görüyordum. Gövde beyaz ve gayet saðlam görünüyordu. Kýrýlan yerdeki çýkmalar elle bile zor kýrýlýyordu. Elbette bacaklarým gayet güçlü ve tekmelerim çok etkiliydi, ama bu kadarý da fazlaydý yani.. Neticede bunun deðiþik bir çürüme türü olduðunu anlamýþtým. Tamamen kurumamýþ gövde ve dallarýnda yapraklar olabilen bir çürük aðaca sadece burada rastlamýþtým. Hem bu tek aðaca özgü bir þey deðildi. Koþarken yaptýðým denemelerle daha bir çok aðacýn böyle olduðunu görmüþ, sadece Çin filmlerinde, gürdükçe gýpta ettiðim zevkler yaþamýþtým. Ormanýn içinden geçen küçük padikata koþan bazý Almanlar bir an duraklayýp, az ötelerinde kol-bacak kalýnlýðýnda dallarý eliyle havada kýran birini hayretler içinde izliyor, gözlerine inanamýyorlardý. Bazýsý gelip, denemek istedikleri halde buna ya cesaret edemiyor veya vursa da kýramýyor, sýzlayan ellerini ovuþturuyorlardý. Onlarýn hallerini görünce þaþýrýyor,”Acaba çok güçlendim de ben mi fark etmiyorum?”. Diyordum…
Okul arkadaþlarýmýzdan Ýsviçreli Frank adlý onbeþinde, gayet sevecen, saçlarýný geriye tarayan, mavi gözlü bir çocuk vardý. Babasý çok zenginmiþ. Sanýrým saat fabrikasý vardý. Sporcu tarafýmdan ötürü olacak, bana tutkundu. okulda Ursula Andres tipli, bir öðretmenimiz vardý. Müslümanlarýn neden domuz eti yemediklerini soruyordu. Biz her ne kadar, gerekçe için: “Dinen yasak” diyorsak da, öðretmen bundan tatmin olmuyor, dinsel yasaðý saçma bir neden olarak telakki edip, aklýna estikçe yineliyordu. Birden Frank ayaða kalkarak;
-Domuz etini ben de yemiyorum. Biliyor musunuz neden? Diyince, öðretmen hayret ve merakla;
-Ya? Nedenmiþ peki?
-Çünkü domuz iðrenç bir hayvan. Devamlý pislikte yaþamayý sever ve hatta bazan kendi pisliðini dahi yediði olur. Bunu gözümle gördüm ve ondan beri hiç domuz eti yemem.
Hoca bu açýklamaya çdk bozularak:
- Fakat bütün domuzlarýn ayný þeyi yaptýðýný iddia edemezsin yine de.
- Olabilir, ama bu gene de onlarýn temiz olduðunu göstermez.
Frankýn bu açýklamasý söze gerek býrakmamýþ, biz de bu soruya muhatap olmaktan kurtulmuþtuk. Pratik Almancayý üç ay içinde öðrenmiþ, iki ay sonra diploma alarak Enstitüden mezun olmuþtum. Bu belge ile yabancý bir üniversitede sýnav muafiyeti kazanmak mümkün olsa da, gerçek Almancayý çok daha sonralarý ancak öðrenecektim…




ZAÝNÝNGEN
Dil enstitüsünden baþarý belgesi alarak çýktýktan sonra arkadaþým Ýsmail ile Konstans’a gitmiþ, orada üniversite bünyesindeki hazýrlýk kursu sýnavý için kayýt yaptýrmýþtýk. Sýnava bir ay vardý. Kursa girebilirsek, bir buçuk yýl süren öðrenim sonra “Lise denklik” sýnavýna hazýr hale gelecektik.
Bu arada, Türkiye’den annem ve henüz dört yaþýnda olan kardeþim Þirin de geleceklerdi. Onun için Dettingen nahiyesinde bir ev tutmuþ, onlara uçuþ bileti gördermiþtik. Lakin burasý babamýn iþ yerine biraz uzaktý. Babam bir Ýnþaat Firmasýnda çalýþýyordu. Zainingen adlý bir köye asfalt yapýyorlardý. Buradaki iþin uzun sürmesi söz konusuydu. Babam, firmanýn orada kiraladýðý bir evi kullanmaktý. Bunu patrona söyleyince hemen kabul etmiþti. Daha önce fransýz iþçilerin barýndýðý bu ev epeydir zaten boþtu. Ýki ay sonra oraya taþýnmýþtýk. Burasý aile için çok iyi, ama benim için merkezi yerlere sapa düþmesi nedeniyle pek uygun deðildi. Buradan, demir yolu geçmeyip, kitlesel ulaþým taksi ve posta otobüsleri ile sýnýrlýydý.
Almanya Alpleri’nin batý platolarý üzerinde kurulmuþ olan Zainingen, statüde iki bin nüfuslu bir köydü. Ama tarihsel bakýmdan Roma devrine uzanan kadim geçmiþi vardý. Sosyo-kültürel bakýmdan Alplerin bu bölümünde bulunan çok köyden ilerideydi. Hafta sonlarý kapalý spor salonunda disko akþamlarý düzenlenir, bütün çevre köy ve kasabalardan gelen gençler tanýþýr, birlikte eðlenilirdi. Bu gecelere, tek yabancý menþeli kiþi olarak katýlmam dikkat çeker, takýlmak isteyenler çýkýnca eðlenceli olurdu. Halkýn devam ettiði diðer faaliyetler arasýnda atýcýlýk, müzik dernekleri ve spor kulüpleri vardý. Müzik derneði kilise çatýsý altýnda ki gençlik faaliyetleri arasýndaydý.
Zainingenin tam orta yerinde türlü süs aðaçlarýyla, tarihi yapýlarla çevrili bir park ve içinde haþarý kuðular oynaþan, küçük bir krater gölü vardý. Ýki katlý, dört odalý, kileri, mutfaðý ve banyosu bulanan yeni evimiz buraya elli metre uzakta, ana caddenin hemen kenarýndaydý. Krater gölünün benim için dikkate þayan diðer sakinleri turuncu ile kýrmýzý arasý renkli, küçük balýklarýydý. Buraya taþýndýðýmýzda mevsim kara kýþtý. Ýlk zamanlar evden pek çýkmaz, çýkýnca Urach, Metzingen, Reutlingen ve Tübingen’e giderdim. Çoðunluk evde çalýþýr, her gün Mary’nin Gasthauzuna uðrardým. Burada genellikle tek oturur, sigara, kahve veya bir bardak bira içip, çýkardým. Zainingenliler bana yaklaþmak istemiyor, bilakis, bu tavýrla dýþlýyorlardý. Bu gidiþle, deðil Almancayý geliþtirmem, öðrendiklerimi bile unutacak gibiydim. Buradan birileri ile diyaloga geçmem gerekiyordu. Yabancýya alýþýk olmadýklarýndan mý nedir, diyaloga yol açar diye, selam dahi vermiyorlardý bana.. Doðrusu, ben de sýrnaþýk biri deðil, bilakis, ilk ataðý karþýdan bekleyenlerdendim. Bu gelmeyince kýzýyor, hepsine güceniyordum. Bana, “Guten Tag” diyerek, daima selam veren bir genç vardý. Onu “ Tomy”, diye çaðrýyorlardý. Bu sýkýcý gidiþi mutlaka deðiþtirmem gerekiyordu. Ama nasýl? Gerçi, her halükarda geçerli olabilecek baþka bir yöntem daha biliyordum, ama mevsimin kýþ olmasý uygulama fýrsatý vermiyordu.
Çaresizlik içinde bocalýyor, bazen bunalýp, pasif, mülayim davranýþla bu iþ olmuyor, o halde kavga metodunu denemeli, diyordum. Çünkü kanýmca, ölçü iyi ayarlanmak kaydýyla, kavga da baþarýlý olmak, yeni dostluklara zemin olabilirdi. Suçlu duruma düþmeden, bu iþi kotarmalýydým. Derken bir gün karar verip, evden çýkmýþtým. Baþýmda, tereði gözlerime inen bir kasket, Marynin gasthausuna girerken, önceleri yaptýðým gibi sakince deðil, gürültüyle içeri dalmýþ, ellerim belimde, külhani adýmlarla salonda ilerliyordum. Bundan rahatsýz bakýþlarý ki, (bunu yapan tek kiþi, rus göçmeni bir babanýn oðlu, sarýþýn genç sonra en iyi arkadaþým olacaktý) hiç umursamadan bir masaya oturup, yüksek sesle bira ýsmarlamýþ, ayak ayak üstünde sigaramý tüttürüp, dudaðýmda alaysý bir tebessüm, yavaþ adýmlarla tekrar dýþarý yönelmiþtim. On erkek, beþ bayandan oluþan Zainingenlilerin tolerans ölçüsü pes dedirtmiþti bana…
Bu durumda iki ay sonra eriþecek baharý bekleyecektim. Genellikle hafta sonlarý köyden çýkar, Reutlingen çevresine giderdim. Arabam henüz yok, belediye otobüsleriyle gider, dönüþte arkadaþlar arabayla getirirlerdi. Bir gün, Metzingen Türk Ýþçileri Lokalinde Maçkalý Süleyman’laydýk. O birkaç seans jokey oynamýþ, ben seyretmiþtim. Sonra birlikte çýkmýþ, yeþil Mantasýyla Reutlingen’e gidecektik. Arabanýn cam sileceðinin altýna bir kaðýt iliþtirilmiþti. Bunu okuduktan sonra bana uzatmýþtý. Kaðýtta; “Cumartesi günü Tübingen’de Fransýzlarla büyük dövüþ var, mutlaka gelin. Sivaslý Zeki” yazýyordu.
O sýralar, Türk – Fransýz iliþkileri, ASALA sabotaj ve suikastlarýndan ötürü gergindi. Ama bizimkilerin Fransýzlarla iþi neydi? Bunu sonra öðrenecektik. Tübingen’de,Almanya’yý Ruslara karþý koruyan ve hem de kontrolde tutan Ýttifak güçlerinden Fransa’nýn bir tugayý bulunuyordu. Onlara ait bir silah deneme ve talim sahasý da Zainingen yakýnlarýndaydý. Hafta sonlarý serbest kalan Fransýz askerleri, çevre diskolarý doldurur, kalabalýk olduklarý için kafalarýna göre takýlýrlardý. Ýþte böyle bir sýrada, Karslý Özcan’la takýþmýþlar. Dediðine göre; bir Fansýz manitasýna asýlmýþ, niza çýkýp, üstüne kalabalýk yürüyünce býçak çekerek zor kurtulmuþ. Ýzleyen hafta sonu akþam, Kamarat dediðim, Süleyman beni almýþ ve Tübingen’de buluþmuþtuk ötekilerle.

Tarihi Katolik kilisesinin önünde toplanmýþtýk. Hemen aþaðýda bulunan “Disko London”dan taramaya baþlayýp, bütün diskolarý dolaþacak, nerede Fransýz askerine rastlarsak yýkacaktýk. Ýki grup halinde ve toplam on iki kiþiydik. Gruptan dört kiþi lokale girip, ya hemen orada kavgaya baþlýyor veya duruma göre, onlarý dýþarý çýkmaya davet ediyorlardý. Ben daha çok dýþarýda karþýlýyordum Fransýzlarý.. Ýçerde eþkal belirlenme rizikosu vardý. Neticede polis iþe karýþabileceðine göre, zaten aylýk oturum alýyordum, aksi bir durumda bu tehlikeye girebilirdi. Hava kapalý, ama sýcaktý. Süleyman benimleydi. Ötekiler diskoya dalmýþ, az sonra kapýlardan Fransýzlar boþanýyordu. Yaðmurdan kaçarken doluya tutulacaklarýný bilemezlerdi. Diskodan çýkanlarýn saç týraþýna bakýp, asker týraþlýlarý kýsa bir yoklamadan sonra yýkýyorduk. Saldýrýya maruz kalanlar önce yeri boyluyor, sonra dört el üzerinde kaçýyorlardý. Bir ara, bittiler galiba diyerek, polis gelmeden diskonun önünden ayrýlýp, kilisenin oraya çýkmýþ, her an arazi olmak üzere hazýr, ötekilerin gelmesini bekliyorduk. Almanlar olayýn mahiyetini anlamýþ olacaklardý ki, karýþan yoktu. Ama az sonra polis sireni duyulmuþ, sonra polisler görülmüþtü. Bize doðru gelen yoktu. Ýkinci katta bulunan diskonun önlerinde saða sola bakýnýyorlardý. Dikkat ettiðimizde, sokak lambalarýnýn loþ ýþýðýnda dayak yemiþ bir Fransýz askerinin polise rehberlik ettiðini görüyorduk. Biraz sonra polis oradan ayrýlmýþ, biz de yakýna gelmiþtik. Derken bizimkiler dýþarý çýkmýþ hep birlikte arabalara koþmuþtuk. Hedef bu kez baþka diskolardý. Böylece o akþam bütün diskolarý dolaþýp, Fransýzlara kabuslar yaþatýyorduk. Bazý yerlerde çok kalabalýk olan Fransýzlara “Dýþarýda arkadaþlarýnýzý Ýtalyanlar dövüyor”, diyerek, dýþarý çýkarýyordu bizim öncüler. O akþamki olaylarýn bilançosu: 25 Fransýz askeri hastanelik…
Devresi gün bir otobüs dolusu Fransýz askerinin etrafta dolaþarak, bizi aramak istemesi bir gövde gösterisinden ibaretti. Birkaç gün sonra gittiðim Reutlingen’de bir diskoda tanýk olduðum hadise midemi bulandýrmýþtý. Olay bir Fransýzla diskonun sahibi Alman arasýndaydý. Fransýz askerin Alman mekan sahibinin aðýr hakaretler içeren tavýrlarý karþýsýndaki pýsýrýklýðý sabrýmý taþýrmýþ, lakin yine de karýþmamýþtým. Kalabalýðýn ortasýnda Fransýz’a aðzýna geleni söylüyor, ama karþýsýndaki boyun büküp, puslu gözlerle etrafa bakýnýyordu. Sarýþýn, orta boylu, geniþ omuzlu mekan sahibi, göbeðine kadar açýk düðmeli, göðsündeki altýn madalyonu, parmaðýndaki kalýn yüzükleri, gösteriþli saati ve pala býyýklarýyla tipik bir Alman pezevengiydi. Vaziyete bakýp, karþýsýndakinin milletini seçmek için yaklaþmýþtým. Kullandýðý kimi sözler ve kýsa saçlarýndan onun bir Fransýz olduðunu anlamýþtým. Böyle pýsýrýk olmamýþ olsa, ona yardým etmek niyetindeydim. O gün ayrýlmýþ, ama mekancýnýn tutumunu kayda almýþtým. Baþka bir gün oraya dört arkadaþla gelmiþtik. Mekancýyý merak ediyordum. Disko gene kalabalýktý. Bütün masalar lebalep doluydu. Yer açýlýr ümidiyle, kalaba dans pistine geçmiþtik. Fakat ansýzýn müzik kesilmiþti. Önce bir arýza oldu sanmýþ, fakat etrafa göz gezdirince, onun dik bakýþlarýný görüp, kasti olduðunu anlamýþtým. Diskjokeyin yanýnda durmuþ, bize bakýyordu. Dans edenler pisti terk etmeðe baþlamýþlardý. Orada istenmeyen olduðumuzu anlayýp, çýkmaða meyletmiþtik. Arkadaþlar dýþarý çýkmýþ, ben henüz içerde idim. Tam Fransýz’ýn durduðu noktaya gelmiþtim ki, adamýn bu kez bana doðru geldiðini görmüþtüm. O henüz aðzýný açmadan;
-Ne oldu, neden biz piste geçince müzik kesildi? Diye sormuþtum.
Öfkemi gizliyor, olaðan þekilde konuþarak, yýlaný delikten çýkarmak istiyordum. Bütün gözler üzerimizde, var sesiyle konuþuyor ve bana, yanlýþ yaptýðýmýzý, önce bir masaya oturup içeceklerimizi söyledikten sonra piste geçmek gerektiðini ihtar ediyordu. Henüz noktayý koymadan ve hiç beklemediði þekilde, önce ejder týslamasýyla;
-Böyle baðýrýlmasýndan hiç hoþlanmam! Derken, hemen sað elim burnunu yakalayýp, sýkarak büküyor ve býrakýyordum.
Alman kabadayýsýnýn hali görülmeðe deðerdi. Gözlerinden ateþ fýþkýrýyor, ama aðzýndan kelime çýkamýyordu.
Olayý noktalamak için;
- Tekrar geldiðimizde, sakýn böyle bir þey olmasýn!
Diye tembihleyip, emin adýmlarla dýþarý yöneliyordum. O da yavaþça arkamdan geliyordu. Ben ilerde, harekete hazýr arabaya bininceye kadar verandada durmuþ, kindar bakýþlarý beni izlemiþti…
ÝLK SINAV
Konstanz’da hazýrlýk kursunun sýnav günü gelmiþ, Ýsmail ile buluþup, trenle oraya gitmiþtik. Öðleden önce yapýlan iki sýnava girmiþ, öðlen yemeði için Menza’ya geçmiþtik. Burasý öðrencilere nispeten ucuz yemek veren okul kantini idi. Yemekten sonra lavaboya gitmiþtim. Döndüðümde, bir de ne göreyim; bizim Kürtler burada da çýkýyordu karþýma. Ellerinde bir takým dergiler, baðýra çaðýra masalarý dolaþýyor, propaganda yaparak bunlarý satýyorlardý. Masaya geldiðimde Ýsmail’in önünde o dergilerden bir tane olduðunu görmüþtüm. Sureti haktan görünmeði yeðleyerek, almýþ olmalýydý. O sýrada beni izliyor olmalýydýlar ki, iki kiþi yaklaþýp, ayný basma kalýp propaganda sözlerini tekrarlarken; “ Türk faþizmi altýnda ezilen Kürt halkýna özgürlük, Kürdistanýn kurtuluþu ve sosyalist cumhuriyet için yardým edin.” Dedikten sonra, beni kast ederek;
-Siz almýyor musunuz?
- Hayýr, gerekmez.
Dedikten sonra onlara itirazla, Türkiye’den yeni gelen biri olarak, dediklerine kesinlikle katýlmadýðýmý, bir çok Kürt asýllý tanýdýk ve arkadaþlarým olduðunu öne sürüyor, ayrýmcýlýk yapýldýðýna dair iddialarý ret ediyordum. Bu tavrýmýn hiç hoþlarýna gitmeyip, bilakis, beni kindar nazarlarla süzerek çýktýklarýný görmüþ, ama hiç kayda almamýþtým. Fakat sýnav sonucu geldiðinde bunu ilk öðrenen Ýsmail beni telefonla arayarak, geçtiðini söylemiþ, çoðu yanýtlarý benden baktýðý için de; “Ben kazandýðýma göre sen yüzde yüz kazanmýþsýndýr” diyordu. Aksi söz konusu olsa, her halde kendisi de kazanmýþ olamaz, kanýsýndaydý. Fakat bana gelen sonuç belgesi olumsuz ve sýnavda baþarýlý olamadýðým bildiriliyordu. Her þeye raðmen ümidimi kýrmayýp, gelecek sýnava, altý ay sonrasýna hazýrlanmaða baþlýyordum.
Bu arada bahar eriþip, kalkan kar yerini yeþil örtüye terk etmiþti. Zainingenliler ile tanýþmak için artýk yeni planýmý uygulayabilirdim. Bunun için evde yaptýðým bir takým hareketlerle iyice ýsýndýktan sonra gölün kýyýsýna gitmiþtim. Bulunduðum yer Rathaus’un önündeki gençlerce görülüyordu. Burada bir gösteri yaparak onlarýn dikkatlerini üzerime çekecektim. Bunun için önüne bitiþik vaziyette durduðum akasya aðacýný aþaðýdan yukarý, soldan saða ayaklarýmla pergelliyor, oturma bankýna spagat kuruyordum. Yanýlmamýþtým. Herkes bana doðru bakarken, kiminin ayný þeyleri denemeye kalkýþýp, ama baþaramadýklarýný görüyordum. Nitekim çok sürmeden, yüzlerinde hayretli tebessümler, bir biri ardýndan bana doðru yöneliyorlardý. O gün beni ilk defa görüyor gibiydiler. Yanýma her gelen önce bir:
-Guten Tag!
Diyor ve baþka sorulara geçiliyordu.
Ýlk gelen Thomas olmuþ, onu diðerleri Robert, Dieter, Thomas, Dicker, Roland vs. izlemiþlerdi. Bu yaptýklarýmýn ne olduðuna ek olarak, kendilerine de öðretir miyim, diye soruyorlardý. Onlarý olumlu yanýtlýyor ve çok sürmeden hocalarý olarak, Alplerin yeþil çayýrlarýnda pratik derslere baþlýyorduk.
O gün Gasthausda ki tahrik giriþimimden rahatsýzlýk belirtisi gösteren genç de bunlarýn arasýnda ve adý Robert olandý. Bu havalideki herkes, yerel lehçe, Schwabisch’çe konuþtuðu halde, onlar benimle yüksek Almanca konuþmaya gayret ederek, bu dili daha çabuk kavramama yardýmcý olmak istiyorlardý. Bu arada hem beni bir Amerikalýya benzetiþlerinden, hem de asýl ismimi söylerken zorluk çektikleri bahanesiyle, bana “David” demek konusunda izin istemiþler, kabul etmiþtim. Bundan sonra her zaman beraber oluyor, köydeki her türlü sosyo-kültürel etkinliklere onlardan biriymiþçesine katýlabiliyordum.
Diyaloglarýmdan biri de hiç kuþkusuz Tomy’nin güzel teyzesi posta memuresi bayan Bächle ile olandý. Küçük köy Posta hanesinde tek baþýna çalýþýyordu. Mektup atmak için uðramam bir iki saati buluyordu. Benimle yüksek Almanca konuþtuðu için, birlikte sohbet etmekten hoþlanýyor çok istifade ediyordum. Yakut gözleri, kalýn kývrýmlý dudaklarý minyon tipiyle hoþ bir bayandý. Ýçeri bir baþkasý geldiðinde ben hemen telefon kulübesine geçiyor, gidince, dýþarý çýkýyordum. Posta bu bayan iki çocuk annesiydi ve bana,“Sen bana yýllar önce rastlamalýydýn” diyordu. Haklýydý. Fakat Fransýz ailenin cývýl cývýl ela gözlü tombul yüzlü kýzý Müriel ayný düþüncede deðildi. David son derece ilgisini çekmiþ, yaþýna baþýna bakmadan onunla aþýktaþlýða kalkýþýyordu. Lakin onbeþ yaþý henüz küçük sayýlýrdý. O nedenle, çok geçmeden on yedinci yaþ gününde gençleri yutkunduran Hengenli Elke ile tanýþýyorduk. Tay gibi kývrak bedeni, açýk mavi gözleri, uzun altýn sarýsý saçlarýyla tipik bir Alman güzeliydi Elke. Bu sýrada Türkiye’de artan çatýþmalar esnasýnda arkadan vurulup, ölümden dönen kardeþim Ýhsan da yanýmýza gelmiþti. Ýþçi ailesi olma yaþýný geçtiði için, ilticacý statüsü için müracaat etmiþtik. O gelmeden Metzingen araba pazarýndan bir ikinci el 1802 BMW satýn almýþtýk. Bununla yazýn tatile gitmeyi kuruyorduk. Ama henüz ehliyetim yoktu. Kursa baþlayalý 15 gün olmuþ, arabayý çok kez ehliyetsiz kullanýyordum. Benim gibi, arabasý olan, ama henüz sürücü kursuna kayýtlý gençlerle, bilhassa akþamlarý geziye çýkar, otobanda yarýþ ederdik. Ýlk heves, hani müthiþ araba kullanýyorduk ya. Ýþte böyle bir akþam Hengen’e hafta sonu diskosuna uðramýþtým. Bundan bir kaç gün önce otostopta aldýðým Hanelore adlý minyon tipli kýz, baþka bir arkadaþýyla otururlarken, henüz içeri girmiþ, masalarýn arasýndan geçerken, beni tanýyýp, gürültülü disko atmosferinde bana seslenerek masalarýna buyur etmiþti. Sonra da yaþ gününü kutlayan Elke ile tanýþtýrmýþtý. Hane’ bira, Elke wiski-cola içiyordu. Tanýþma ve yaþ gününün anýsýna olarak kadeh tokuþtururken, devasa disko hoparlörlerden yankýlanan yoðun müziðin etkisi sözlerden daha ziyade gözlerle sohbeti dayatýyordu. Derken sýkýlýp hep birlikte dans için piste geçmiþtik. Ardý ardýna konan hit dans plaklarý gençliðin kanýný ateþliyordu. Derken birden slow müzik baþlamýþ, dans edenler birer eþ bulmuþ, sadece boþ ve tek biz kalmýþtýk. Durur muyduk? En azýndan çevreye uyum saðlamak adýna burun buruna deðecek kadar yaklaþmýþtýk Elke ile. Sonra bunu fýrsat bilip, deminki göz sohbetinden kalan açýklarý da kapatýyorduk. Saat tam on ikide kýzý evine býrakmýþtým. Tabii ki devresi akþam gene görüþmek üzere. Yarýn ki buluþmamýz onüçay sürecak olan bir arkadaþlýðýn baþlangýcý olacaktý…
Sýnav için Konstanz’a ikinci defa gitmiþ, ne çare ki sonucu deðiþtirememiþtim. Yaþadýðým bu iki akametten sonra Bayburtlu bir hemþerim, Makine Mühendisi Orhan ile önce onun diplomasýný almak için kuzeydeki Bremen þehrine gitmiþ, dönüþte nehirleriyle ünlü Mainz’a, benim kayýt iþi için uðramýþtýk. Orhanla Metzingen de oturduðum sýrada tanýþmýþtým. Ýþçi hayýmlarýna vergi iadesi kartý doldurmak ve sair iþler için gidiyor, çevrede bir çok tanýdýðý vardý. Okuduðu okul ile hiç ilgisi olmayan bir iþ yapmasý, esasen o zamana kadar asýl mesleði ile alakalý bir iþi olmadýðýndandý. Orhanla Münsingen kasabasýna bir Türk Kültür Ocaðý açmýþtýk. O baþkanlýðý ben sekreterliði üstlenmiþtik. Tanýþtýðýmýz günlerden beri hemen her hafta sonu beni alýr ve akþamlarý birlikte çýkardýk. Ondan baþka iki küçük kardeþi daha vardý. Osman ve Halil. Urach kasabasýnda kendi evlerinde oturuyorlardý. Babasý altmýþlý yýllardan beri burada bira fabrikasýnda çalýþýyordu. Türkiye’den geldiðim ilk günlerde bizim Hayýma uðradýðýnda kardeþlerinin Urach’daki baþka vatandaþlarla yaptýklarý kavgadan bahsetmiþti. Kürt yaþar ve avanesi ile türlü nedenlerden ötürü aralarýnda sýkça niza çýkýyormuþ. Kendisine, Almanya’da yüksek tahsil yapmýþ giriþken bir ülkücü ve çevre sahibi olduðu için çekemediklerini, mümkünse sindirmeðe çalýþtýklarýný, bu yüzden aralarýnda sýkça sürtüþmeler çýktýðýný, ama kardeþleri ve diðer amca oðullarý ile onlara karþý üstün geldiklerini anlatýyordu…
Orhan yine bir hafta sonu bize gelmiþti. Henüz kapýdan giriþte sað avurdunda bir þiþkinlik gözden kaçmýyordu. Diþim aðrýyor, demiþti açýklamak için. Fakat az sonra eski Ford’uyla yola koyulduðumuzda bunun gerçek nedenini açýklýyordu. Meðer bu bir kavganýn eseriymiþ. Münsinge’ne gidiyorduk. Orada önce bir kaç Hayým ve derneðe uðrayýp, vergi iadesi kartlarý için sipariþ veya ödemeleri alýp, sonra kafamýza göre dolaþacaktýk. Dediðine göre olay Urach’da Yunanlý Yani’nin lokalinde vuku bulmuþu. Kürt yaþar ve adamlarý Futbol takýmlarýnýn baþarýsýný kutlarken, onlara yakýn duran Bandýrmalý Murat ve Adapazarýlý Kemal hiç yoktan kendisine sataþýp, biri ayýrma bahanesi ile tutarken, diðeri ona yumruk atmýþtý. Bu duruma fena halde içerliyor, onurunun rencide ediliþini ödettirmek için onlarý kurþunlayacaðýný söylüyordu. Ben þahsen bir yumruktan ötürü adam öldürmenin aþýrýlýk olacaðýný düþünüyordum. Eþit koþullarda, yumruða yumruk, silaha silahla karþý koymak gerektiði kanýsýndaydým. Bunun aksini yapmayý güçlülük deðil, aksine acizlik sayýyordum. Bu durumda çýkacak bir vuruþmadan biri ölüp, genç yaþta kara topraða, biri yýllar boyu dört duvar arkasýna gideceklerdi. Bu mülahazamý ona da açtýktan sonra;
-Takma kafana Orhan Reis, bir çaresi bulunur elbet. Bir yumruk attý diye adam öldürülmez. Deðil mi?
-Yo, vallahi temizleyeceðim o pezevenkleri. O kadar adamýn içinde bana bunu yapmanýn ne demek olduðunu göstereceðim.
-Yani cidden vuracak mýsýn?
-Kesinlikle. Gururum çiðnendi yav. Birilerine hoþ görünmek için bunu yaptýlar. Benim onlarla bir alýp veremediðim yoktu.
-Bak Reis, ben olsam öyle yapmaz, baþka türlü davranýrdým. Ama sen, öfkem ancak böyle tatmin olur diyorsan, o baþka. Bu arada unutma ki, bu iþ sadece sizlerin arasýnda olup bitmez, iþe polis, kanun karýþýr ve dahasý, aileleriniz arasýna kan girer.
-Olsun, nereden ince ise oradan kýrýlsýn.
Orhan kýzgýn ve her þeyi göze alacak gibiydi. Bu iþte kullanmak için silahý da vardý. Fakat daha sonra bu iþi halletmenin en iyi yönteminin izah edince kafasýna daha iyi yatmýþ ve ilk fýrsatta uygulama kararý almýþtýk. Olayda adý geçen Mustafa’nýn haþarý ve kavgacý biri olduðunu, hatta býçakla adam yaraladýðý biliniyordu. Bu þekilde, hiç ikaz edilmeden devam edecek olursa sonu kötüye varacaktý. Nitekim onu evinden çýkarken karþýlamýþ, ancak önceden beni tanýdýðý için ilerde arabada bekleyen Orhan’ýn yanýna getirmiþtim. Sonra onu da alýp, þehir dýþýnda bir ormana gitmiþtik. Burada teke tek dövüþeceklerdi. Fakat Ali ister istemez dövüþten çekiniyor, bir hatasý olduysa bundan özür diliyordu. Bu özre dileyiþe orada fit olmayan Orhan, önerimle olayýn geçtiði lokalde olur, diyordu. Bun için onu þehir giriþinde indirmiþ, biz adý geçen lokale gitmiþtik. Biraz sonra o gelmiþ ve oradakilerin huzurunda, hatasýndan ötürü af dileyince bu mesele bitmiþti. Ayný þeyi ötekinin yapmasý kendine bildirilmiþ ama o bundan kesinlikle yüz çevirmiþti. Anlaþýlan, onun anladýðý dil farklýydý. Derken bir akþam evinin önündeki araba parkýný göz altýnda tutacaðýmýz bir noktada arabada, o gelinceye kadar beklemiþ, gelince ben inerek bu iþi gereðince halletmiþtim. Ben yaðan yaðmurla ýslanan asfaltta yavaþ adýmlarla ilerlerken, o arabasýndan iniyordu. Yanlýþ adam olmasýn diye, geçerken arabanýn plakasýna dikkat etmiþtim. Evet o olmalýydý. Arkamdan, elinde bond çantasý, grand tuvalet kurumla geliyordu. Aramýzda bir adým kala, birden önünde durmuþ, sonra ansýzýn geri dönmüþtüm. Bundan sora ortalýk karýþmýþ, elindeki çanta ve cebindeki gözlük havaya uçmuþ, elleri yüzünde bas bas “Polis, imdat!” diye baðýrýyordu. Son darbe sýrta inen bir dirsek ve kýça inen tekme olup, bu arada asfaltý boylamýþtý. Hemen sonra ben hýzla az ötede hazýr bekleyen arabaya, o ise biraz daha ötede bulunan karakola koþmuþtuk. O günden sonra birbirimizi aylar sonra görmüþ ve tabii ki hiç tanýmamýþtýk. Tanýnan, yerli yersiz kavgalarý býrakan Mustafa’nýn efendi bir insan oluþuydu. Bu olanlardan ötürü kimi çevreler beni Orhan’ýn fedaisi sanmaya baþlamýþtý. Bu durumu bir akþam gene ayný lokale Adanalý, dil okulundan arkadaþým Turgayla gittiðimizde açýkça görmüþtük. Ýçeri girdiðimizde lokal hayli kalabalýktý. Geniþ bir gönye gibi kývrýlýyordu. Uzun taraf içeriye doðru devam ediyordu. Ýlerdeki kapýlý bölümde genelde kumar oynanýyordu. Orhan ve amca oðlu giriþte, sað tarafta yer alan büyük, yuvarlak masada oturuyorlardý. Onlardan baþka tanýþ kimse yoktu. Selam verip oturmuþtuk. Lakin yüzleri pek gülmüyordu. Tutumlarýnda biraz tuhaflýk vardý. Ne olduðunu sorduðumda Orhan geçiþtirmek isterken, amcasýnýn oðlu Adnan, Kürt yaþarýn oðlunun masalarýnda bardak kýrdýðýný söylüyordu. Konuþmasý, içtiði biralarýn tesiriyle esriyen kafasýný ifþa ediyordu. Konuþtukça kýzýp, kendi kendine isim vermeden küfrediyordu. Orhan buna kýzarak, biraz önce o yaparken susmuþken, þimdi neden böyle yaptýðýný soruyordu. Derken bir anda yan taraftan tepkiler gelmeðe, gürültüler yükselmeðe baþlýyordu. Bütün masalar dolu ve ortada gezinenler vardý. Orhan bize, hadi çýkalým, derken ayaða kalmýþtýk ki, ilerden biri, “Haayyt!” diye bir nara atarak,” Kimmiþ o lan fedai?” diyor ve oturduðu sandalyeyi havaya kaldýrýp hýzla yere vurduktan sonra kopan yuvarlak, gürgen bir bacaðýný eline alýyordu. Bu, ortadan daha uzun boylu, genç ve yapýlý bir adamdý. O sýrada kast edilen fedainin benden baþkasý olmadýðý belliydi. Elinde sopa bana doðru tehlikeli bir þekilde yaklaþýyordu. Aramýzda kimse yoktu. Onunla birlikte ayaða kalkmýþ olanlar arkada durmuþ bakýyorlardý. Gelenin sopayý bana kafadan indireceðini sanýyorlardý. Onun ilk düþündüðü bu olmalýydý. Fakat karþýsýnda hiç týnmadan, soðukkanlý bir þekilde durduðumu görünce ilk hýzý birden kesilmiþ, saldýrmasý benim sinirlerime baðlýydý. Þayet son ana kadar bu durumu korur, elimi ayaðýmý oynatmaz, gözümü kýrpmazsam vurmaya kalkýþamayacaðýný biliyordum. Hem kalkýþsa bile nasýlsa vuramayacaktý. Çünkü nasýlsa beni vurmak istediði yerde bulamayacak, az beride bir noktada olacaktým. Anýnda karþýlýk vereceðim de tabiiydi. Tahminimde yanýlmamýþtým. Adam önüme kadar gelmiþ ve sopayý aþaðý indirdikten sonra arkasýný dönerek haddini bildirmek istediði fedaiyi baþka yerde arýyor gibi yapýyordu. Sonra kapýnýn aðzýnda küfreden Adnan’ý dýþarý çýkaracak birini arýyor ve bunun için:
-Onu dýþarý çýkaracak biri var.
Derken, elini kolumdan tutarak beni buluyordu. Ben ise bu hale biraz kýzýyor ve onun kolunu kendime has bir þekilde bileðinden kavrayarak, ilk niyetinden caymakta ne kadar isabetli davranmýþ olduðunu tasdik etmiþ oluyordum. Nitekim o anda daha samimi oluyor, ve kadife gibi bir sesle bana hitaben;
-Yav gardaþ, lütfen þunu dýþarý götür, bunu ancak sen yaparsýn, diyordu.
-Tamam, zaten biz de çýkýyorduk.
     Derken, Adnan da artýk velvele yapmayý kesip, bizimle dýþarý çýkýyordu. Denklik sýnavýna hazýrlanmak için Mainz þehrinde bulunan Studien kolejine kaydolmak istiyordum. Ýþçi ailesinden adaylara burada bir imtiyaz da vardý. Burada bir buçuk yýl süren hazýrlýk kursundan sonra asýl sýnava girecektim. Fakat nedense bana “Senin Almancan çok iyi, ferdi çalýþýp Externer (Dýþardan) olarak sýnava hazýrlanabilirsin. Hiç Almanca bilmeyenler daha çok.” Diyorlardý bir sebep gibi. Oysa kursa alýnmayan birinin bu sýnavý kazanabilmesi imkansýzdý. Bu peþinen yapýlan bir haksýzlýktý. Fakat ne yapabilirdim ki, elin okuluydu burasý nihayet ve kim istenirse o alýnýrdý. Nasýl etmeli diye seslice düþünürken, bu kursun hocalarýnca Halk yüksek okulunda (Volkshochschule) verilen akþam kurslarýna ücretli olarak kaydolabileceðim söylenmiþti. Gidip adresi bulmuþ ve kayýt yaptýrarak ayrýlmýþtýk Mainz’dan. Birkaç gün sonra gelmiþ ve þehrin yakýn varoþlarýndan Weingarten’de Rusya göçmeni bir ailenin evinde bölümleri farklý üç arkadaþ kiracý olarak yerleþmiþtik. Biri Torullu boksör Köksal, diðeri ise Bayburtlu, spora ilgisiz bir arkadaþtý. Bende araba vardý ya, akþamlarý kursa birlikte gidiyorduk. Boþ zamanlarýmýzda þehre gider, Türk derneklerine uðrardýk. Aradan üç ay geçmiþ, nihayet sýnavlar baþlamýþtý. Alemin bir buçuk yýlda bile zor yapabileceðini, biz üç ayda baþarmalýydýk. Bu ne mümkündü. Fark aþýrý ve baþarmak çok güçtü. Buna raðmen kazanmama ramak kalmýþtý. Bilhassa güçlük çektiðim Matematik ve Almanca dersleriydi. Kazanamayacaðýmý bildiðim halde sýnava iþtirak sebebim, regüler kursa geç de olsa kabulümü zaruri göstermek içindi. Fakat adamlar beni bu kursa almamayý bir kere kafaya takmýþ olmalýydý. Ya gene paralý kursa gidecektim, veya bu sýnav deneyimi ve artýk elimde olan kitaplarla daha sýký çalýþýp, bu sýnavý mutlaka geçmeliydim. Ben ikinci seçenekte, kendi kendime hazýrlanmaya karar vermiþtim.
Fakat daha önce yirmi günlük bir tatil için Türkiye’ye gidecektim. Son anda annem gil de benimle gelmek istemiþ, 1 Eylül 1980 günü yola çýkmýþtýk. Küçük kardeþim Þirin ile annem arka koltukta, babam benim yanýmda oturuyordu. Sabah erken Zainingen’den hareket etmiþ ve devresi gün saat iki sularýnda uzun Yugoslavya güzergahýnýn son þehri Niþ’e yirmi km kala bir benzin istasyonunda durmuþtuk. Burada hem motorun yaðýný deðiþtirecek, hem de benzin alacaktýk. Önce benzin pompasýnýn önünde durmuþtum. Doldurma hizmetine bakan Yugo benim izlediðimi fark etmemiþ olacaktý ki, sayacý hemen sýfýrlamýþtý. Babamý bu nedenle uyarýp, kaç dinar vermesi gerektiðini söylemiþtim. Fakat pompacý normal miktardan yüz dinar fazla para istiyor, babam itiraz edince, ona yumruk gösteriyordu. Bunu görünce hemen arabadan dýþarý fýrlayýp, Yugo’ya Almanca:
-Yaþlý adama deðil, erkeksen bana yumruk at "Du arschloch!"
Diyerek üstüne yürüyordum. Bu arada olaya müdahale eden baþka birine durumu izah edince bana hak veriyordu. Ama o sinirle yað deðiþtirmeyi unutup yola devam ediyorduk. Lakin otobanda biraz ilerledikten sonra motor yatak sarýyordu. Arkadan gelen bir taksi þoförü bizi Niþte bir tamirhaneye kadar çekiyor ve bu olay bize hem üç bin mark, hem de bir güne mal oluyordu. Bundan sonra memlekete salimen gelmiþ ve Eylülün on ikisinde askeri ihtilali yaþamýþ, yirmisinde ortanca kardeþim Kurtuluþu da birlikte alarak, geri dönmüþtük.
Nitekim beþ ay süren ciddi bir hazýrlýktan sonra sýnav için tekrar gelmiþtim. Derken ilk sýnav, Almanca’ya girmiþ ve on üç üzerinden 13 almýþtým. Ama bunun sebebi çok iyi gramer ve çok geniþ kelime hazinem olmasýndan ziyade, yakamda ki savaþ sporlarýna dair rozetin, sýnavý yapan bay öðretmenlerin dikkatlerini çekip, bununla ilgili konuþmamý istemeleri idi. Sadece konuþmamýþ, ayný zamanda fiilen göstermiþtim de. Ýkinci ve üçüncü derkler Matematik ve Sosyal bilgiler olup, bunlardan sekiz almýþtým. Geriye Ticaret dersleri kalýyordu. Sosyal bilgileri geçen sýnavda bile geçmiþ, Ticaretten bir not eksik 4 almýþ, 5 alsam onu da geçecektim. Þimdi, altý ay süren çalýþmam karþýsýnda en mühim sorularý baþtan sona ezbere bildiðim için bu artýk hiç sorun olmayacaktý. Bu sýnavýn bütün hayatýmda oynadýðý önemli rolü nedeniyle, bundan sonrasýný daha detaylý olarak anlatmak istiyorum. Sýnavýn yapýlacaðý gün kalkýp, okulun parkýna vardýðýmda öðlen mesaisi baþlamak üzereydi. Binaya giriþ çýkýþlar giderek yoðunlaþýyordu. Arabayý park edip, giriþ kapýsýna doðru yürürken, üç taraftan yükselen merdiven sonunda durmuþ, geleni geçeni izleyen bir adam çekmiþti dikkatimi. Uzun ince boyu, pörsük cildi, kumral saçý ve çalýk yüzü ile bu adam, az sonra gireceðim sýnavýn, kurstan tanýdýðým hocasýndan baþkasý deðildi. O da beni hemen tanýmýþ ve hatta ismimle hitaben:
- O, oo Herr Özgür, Sie sehen Heute gut aus. Hoffentlich Ýhr Kopf auch so? ( Bakýyorum da bu gün yakýþýklý görünüyorsunuz. Umarým kafanýz da öyledir?) Diyordu.
Halen sýrýtan adamýn bu kinayeli, imalý sözleri beni þaþýrtýyordu. Bir an duraksamýþ, sonra ona cevaben:
- Herr Lehrer, wenn Sie damit die Prüfung meinen, Sie können sicher sein, dass ich diesmal die bestehen werde! (Öðretmen Bey, bu sözlerinizle sýnavý kast ediyorsanýz, bu defa kazanacaðýma emin ola bilirsiniz.)
- So, wir werden das sehen! Öyle mi, göreceðiz bakalým.
- !
Adamýn tavrý beni sarmýyor, bu tutumuna bir anlam veremiyordum. Sanki bana bir husumeti vardý. Oysa, onun ders verdiði paralý kursa katýlmamaktan baþka, ona karþý en ufak bir hatam olmadýðýna emindim. Bu durumda onu ciddi bir þekilde uyarmalýydým. Ancak bunun ters tepki doðurup, iþi daha da zora sokacaðý düþüncesiyle yapmýyor, içimden “Ýnþallah yanlýþ yapmaz” diye geçiriyordum. Sonra baþýmý öne eðip, ana kapýdan içeri giriyordum. Ancak yýllar sonra, Alman dili ve milletini daha iyi tanýdýktan sonra buna piþman olacaktým. Çünkü “Ona, ayaðýný denk al ve sakýn ola aklýndan bir yanlýþlýk geçmeye” demiþ olsam, bunun, gururuna dokunacaðýný sanýrken, olasý en kötü sonuçtan yola çýkýyordum. Meðer onlarýn gurur anlayýþlarý çok daha farklý ve hatta dejenereymiþ. Zira gerçek gurur sahibi bir adam, benzeri bir yaralanmayý göze almadan bir baþkasýnýn onurunu incitmeðe kalkýþamazdý. Biraz sonra ben koridorda beklerken, ayný adam, elinde küçük bir tabakla yaklaþýyordu. Tabaðýn içinde ters dönmüþ kaðýtlardan birini alýp, hazýrlýk sýnýfýna geçebileceðimi söylüyordu. Bu kaðýtlarda sýnav sorularý bulunuyordu. Geliþi güzel çektiðim kaðýtlardan birini almýþ, hazýrlýk sýnýfýna girmiþtim. Burada bir bayan öðretmen ve sýralarda hazýrlýk için çalýþan öðrenciler vardý. Boþ bir masaya oturduktan sonra soru kaðýdýna bakmýþtým. Üç soru var ve bunlarýn ikisi tam biliyordum. Üçüncü soruyu tam anlayamamýþtým. Geld wertschöpfung’un anlamý üzerinde kararsýzdým. Para deðerinin düþmesi mi, yoksa yükselmesi mi, arasýnda karar veremiyordum. Ama zaten bütün sorularý tam bilmek zorunda deðildim. Bildiklerinden alacaðým puan kazanmama ziyadesiyle yetecekti. Fakat adamýn tutumundan kuþkulandýðým için, bunlarý kaðýda yazmamýn daha iyi olacaðýný düþünüyordum. Kaðýt ihtiyacý öðretmen tarafýndan karþýlanýyordu. Aldýðým iki dosya kaðýdýna yarým saat içinde bunlarý yazmýþ ve sýram gelince sýnav salonuna geçmiþtim. Burada ondan baþka iki öðretmen daha vardý. Ýkisi bir masada yan yana oturmuþ arada bir alçak sesle konuþurlarken, o ön taraftaki tek kiþilik masada ve beni izliyordu. Ýkiye katlanmýþ kaðýtlar elimde olduðu halde kara tahtanýn önünde durmuþ, önce dýþ ticarete iliþkin bir tablo çizmem gerekmiþti. Sonra bunda iþaret ederek sorularý yanýtlamýþ ve iþim bitince, yazýlý sayfalarý öðretmenin masasýna býrakýp, sonucu beklemek üzere koridora çýkmýþtým. Biraz sonra dýþarý gelen hocaya yaklaþarak:
- Was habe ich für noten bekommen Herr Lehrer? “Kaç aldým sayýn hoca?” Demiþtim

- Ach, was, das ist lächerlich, denn Sie haben alles auswändig gelernt! Aman bu gülünç, çünkü hepsini ezberlemiþsiniz! Diyordu.
Adamýn söylediðine bir anlam verememiþ:
- Herr Lehrer, lassen Sie das, und sagen Sie bitte meine Noten? Býrakýn þimdi bunlarý da, lütfen notumu söyleyin!Demiþtim.
Verdiði cevap inanýlmazdý;
-Ýki.
Adamýn cevabý bir anda adeta baþýmý döndürüp, gözlerimi karartmýþtý. Dediðinin ne anlama geldiðini kavramakta zorlanýyordum. Kendi kitaplarýnda geçen ticaret kuram ve kaidelerini deðiþtirmeyip, yerine kendi uydurduklarýmý koymam mý gerekiyordu, anlamýyordum. Böyle saçmalýk olamazdý. Bu kez hiç beklemediði bir tepkiyle iki yakasýný kavradýðým gibi yukarý kaldýrýp, sarsarak hýzla arkadaki duvara dayadýktan sonra, ben çýldýrmýþ gibi bir öfkeyle:
-Kaç aldým, kaç aldým? Diyince, o panikleyerek:
-Býrakýn yakamý, çýldýrdýnýz mý, sýnav yönetmeni olarak yalnýz ben miydim? Diyordu.
Daha fazla dikkat çekmemek için onu þimdilik býrakýp, hemen içeri dalmýþtým. Ýçerdekiler þaþkýn bakýþlarýyla ne olduðunu sorarlarken, ben sýnav sonucunu soruyordum. Onlarsa ötekinin bunu söylemiþ olacaðýndan bahsederek, hemen dýþarý çýkmamý istiyorlardý.
-Bu adam bir yandan hepsini ezberlemiþ olduðumdan bahsederken, diðer yandansa sadece iki aldýðýmý söylüyor. Bu, sýnavý kaybettin, demekse, kabul etmeme imkan yok. Çünkü bunun için bana; sorulan sorularý bilemediniz, denilmeli! Diyor, sonra da sorulara iliþkin yazdýðým iki sayfa dolusu kaðýdý göstererek;
- Bunlara hiç bakmadýnýz galiba, lütfen bir kez okuyun, yanlýþ þeyler yazýlýysa, ancak o zaman bu sonucu kabul ederim.
- Bu yazýlý deðil, sözlü sýnavdýr, lütfen dýþarý çýkýn þimdi.
Bu adamlar sözden anlamýyordu., belki müdür gerçeði görüp, hiç deðilse yeni bir sýnav hakký verilir, umuduyla bir de onunla görüþmek istemiþtim. Ama bütün çabam nafileydi. Nuh diyor, peygamber demiyorlardý. Aðzýmla kuþ tutsam önemi yoktu. Muhatap benim gibi biri olunca, ne mantýk kuralý, ne hukuk dinliyor, keyfleri nasýl isterse öyle yapýyorlardý. Tanrý bilirdi, oysa ki, bu haksýzlýðý sineye çekemez, amacýma ulaþmadan geriye dönemezdim. Bana bu þekilde haksýzlýk etmek, doðrudan hayatýmla oynamak olacaðý için, adama bunu tekrar sormak istiyordum. Daha önce arabamla götürdüðüm için evini biliyordum. Akþam saatlerinden baþlayarak, üç saat oralarda yolunu bekledim lakin evine gelmiyordu. Koca þehirde onu bulmam mümkün deðildi. Nihayet, “Þansýn varmýþ adi herif” diyor, Mainz’dan ayrýlmak üzere gaza basýyordum. Tali yollardan geçip, nihayet otobana girmiþtim. Az sonra takometre 180’e dayanmýþ, teyp bir Emel Sayýn kaseti çalarken, sesi sonuna kadar açmýþtým. Sýrada çok severek dinlediðim þarký vardý:
”Rüzgar”
Bir deli rüzgar esti
Beni senden ayýrdý
Kollarýnýn yerini
Þimdi ayrýlýk aldý...



TEHLÝKELÝ ZAMANLAR
Namert rakipler karþýsýnda sýnav deðil, sanki savaþ kaybetmiþ, isyan içindeydi bütün duygularým. Bundan sonrasýný düþünemiyor, daldýðým düþünce girdaplarýndan geleceðe götürecek bir yol arýyor ama bulamýyordum. Son hýzla girdiðim otobanda ne kadar gittim bilmiyorum, fakat her nasýlsa karþýdan gelmeðe baþlayan araçlar yanýmdan geçerken korna çalýp, selektör yapýyorlar, ama ben bunlarýn ne demek olduðunu bile fark etmiyordum. Nitekim ayaðýmý gazdan çektiðimde ön cam görüþü engelleyecek kadar kirlenmiþ, kaza yapmam an meselesiydi. Meðer bu kesimde otoban tamir edilmekte olup, trafik biraz ilerden, gittiðim güzergaha kaydýrýlmýþtý. Birkaç km sonra yol normal halini alýyordu. Nihayet bir dinlenme yeri görünce durup, biraz moladan sonra kendimi toparlayarak, tekrar yola koyulmuþtum. Eve vardýðýmda gece yarýsýný çoktan geçmiþti. Sabah durumu açýkladýðýmda babamýn yüzündeki ifade tahmin ettiðim gibiydi. Çünkü bu sýnavlara girmeye baþlayalý zeka ve kabiliyetlerime olan inancý o denli azalmýþtý ki, artýk basit bir sürücü ehliyet sýnavýný dahi kazana bileceðimden kuþkusu vardý. Buna raðmen, yazýlý ve pratik sýnavý yanlýþsýz geçip, ehliyeti aldýðýmý öðrendiði an, yüzünde beliren o hayret ifadesi beni ölümcül yaralamýþtý. Almanlarda kusur ve kasýt olabileceðine hiç ihtimal vermiyor, bütün noksanlýklarý bende arýyordu. Sanki buraya gelmiþ ve ansýzýn zekaca gerilemiþtim...
Bir bakýma onu anlýyordum, ama bilmediði çok þeyler vardý. Onun Almanlarla olan baþlýca iliþkisi, bir bedel karþýlýðýnda sattýðý emeðinden ibaretti. Ýþçi ailelerinin çocuklarýna o kursa katýlma konusunda tanýnan imtiyaza riayet edecek olsalar, resmen öðrenci statüsüne geçeceðim için, o andan itibaren ve bütün öðrenciliðim boyunca “BAFÖG” (Devlet Bursu) alacaktým. Burada kanunsuzluk yaptýklarý yetmezmiþ gibi, paralý kursa raðmen, kazandýðým sýnavý dahi inkar ederek, ailem ve sair çevrem karþýsýnda onurumun kýrýlmasýna sebep olmuþlardý. Bu durumda rüzgar ekmiþ, fýrtýna biçeceklerdi. Çünkü sandýklarý gibi, her þeye razý olup, çaresizlik içinde geldiðim yere geri dönmeyecektim. Ta ki kendimi onlara ispat edinceye kadar. Madem saygýdan anlamýyorlardý, o halde anladýklarý dili konuþacaktým. Biliyordum, bu tavrýmý ne ailem ne de baþka kimse anlayýþla karþýlamayacaktý… Ama bu benim þahsi onur savaþýmdý. Bu savaþý kazanmak için hazýrdým. Bütün beceri ve yetilerimi kullanacak, her þeye raðmen beni sevip, güvenenler için, bir yolunu bulup, mutlaka ispat edecektim yetilerimi…
Oturma izin sürem az kalmýþ, bitince sýnýr dýþý edilecektim. Oysa, kendimi ispat edebilmemin birincil koþulu, burada kalabilmemdi. Meþru yoldan bu imkaným yoktu. Bir yol vardý; Elke ile resmen evlenmek, ama bunun için Türkiye’de yolumu bekleyen, çocukluk aþkýmdan, eþimden ayrýlmam gerekecekti. Oysa bunu ona sormam bile imkansýzdý. Düþününce, bu ülkede oturma izini gerektirmeyen tek yerin hapishane olduðunu görüyordum. Ama oraya gönüllü girmek de mümkün deðildi. Dahasý, her þekilde hak edilmeliydi oraya girmek. Aksi halde, girilse bile çýkýlamazdý.
Hapishanelere nelerden ötürü girmenin revaçta olduðunu sineme filmlerinden biliyordum. Bana uygun olaný yapacak, bu devleti terörize edecek þekilde davranýp, kumarhanelerden baþlayarak, banka dahil, her türlü baskýn iþini yapacaktým. Bankalar sadece gündüzleri açýk olacaðý için çatýþma rizikosu var ve ilgisiz, bu bakýmdan masum insan kaný dökme ihtimalim vardý. Tek korktuðum, masum çocuk ve kadýnlara zarar vermekti. Kumarhaneler nispeten uygundu. Çünkü buralara takýlan kiþilerin dýþarý atýlacak parasý vardý. Kumarbazlar, bu kez para deðil, hayatlarýný kurtarmayý þans sayabilirlerdi. Bunun için silah, maske ve araba yeterliydi. On beþ yaþýmdan beri ateþli silah taþýmýyordum. Þimdi ama, korkutmak için bir silah gerekiyordu. Bunu nereden temin etmeli, diye bakarken, aklýma Ýtalyalý Rafael geliyordu. Onu ararken Köksal’a rastlýyordum. Silah lazým dediðimde, ne yapacaðýmý sormuþ, söylemiþtim. Beraberim diyordu. Nitekim bu iþler ve kumarla yaþayan Ýtalyaný bulmuþtuk, ama silah onda deðildi. Bir baþka Ýtalyan’dan ödünç alacaktý. Ama adamý bulamýyordu. Bu arada aklýma Bursalý Yüksel gelmiþti. Onda 7.65 kalibrelik bir Mavzer tabanca vardý. Yüksel, tamam, diyor ama kendisi de birlikte olmak kaydýyla. Tekstil fabrikasýnda çalýþýyor, kumar oynuyor ve adrenalin yükselten heyecanlý iþlere bayýlýyordu. “Tamam, bu akþam bir yeri basýyoruz öyleyse, var mýsýn?” Dediðimde. Arabayý kullanma iþini üstleniyordu. Hem biraz eðlenmek, hem de onu denemek için sözde hedef, Reutlingen’de Yunanlý Kosta’nýn kumarhanesine yöneliyorduk. Burada o dahi bakara oynuyordu. O arabada beklerken, ben silahý alýp, bir yaný disko olan kumarhaneye girmiþtim. Ýçerde müdavimler yine bakara yapýyorlardý. Taburede bir neskafe içip, hemen dýþarý çýkmýþ ve ilerde beklemekte olan arabaya koþmuþtum. Acele arabaya atlayarak; “ Tamam gazla” demiþtim.
Bundan sonra olanlar karþýsýnda gülmekten katýlýyordum. Bizim maceraperest, müthiþ gangster þoförü Yüksel, bütün yeþil-mavi ýþýklarý polis sanýp, aþýrý heyecandan direksiyona zor hakim oluyordu. Durduk yerde kaza yapmaktan kaç kez kýl payý kurtulmuþtuk.. Dur artýk, þakaydý bu, diyorsam da iþitmiyordu. Sonuçta þehir çýkýþýnda ormanlýk bir sapakta durabilmiþti. Þaka yaptýðýma hiç bozulmayan Yüksel; “Nasýl, iyi araba kullanýyorum, deðil mi?” Diye övünerek, tasdik bekliyor, cevaben: “ Vallahi müthiþsin be Bursalý” diyordum….
Bundan sonra kah dörtlü kah ikili olarak etrafý dolaþýyor, basacak kumarhane arýyorduk. Bir hafta sonra tek olarak bastýðým yerin sahibi bir Ýtalyan’dý.Yabancý olduðumu anlayýnca yalvarýp, para vermeden kurtulmayý bilmiþti. Zaten maksat para deðil, vukuat yaparak, polisi peþime takmaktý. Baþka bir gün yalnýz baþlayýp, ama Kamarat’la bitirdiðimiz baskýn çok komik olmuþ, bunu eðlenmek için anlattýðým için de yakalanmýþtým…
Olay þöyle olmuþtu.
Kumar ve türlü eðlencenin döndüðü bu lokale girdiðimde, daha içeri adým atmadan “Polis, polis!” diye baðýrtýlar gelmeðe baþlamýþtý. Ýhbar edildim sanýp, yandaki erkekler tuvaletine geçmiþ, elde silah polisi beklemeðe baþlamýþtým. Yanýmda bir Almandan aldýðým 357 Süper Magnum Simit-Wesson ve 12 mermi vardý. Gerekirse Polisle çatýþmaya girecektim. Fakat dakikalar geçiyor, polis bir türlü gelmiyordu. Bunun, içerdekilerin kendi aralarýnda ve tesadüfen yaptýklarý bir þaka olduðunu anlamýþtým. Aksi zaten mümkün deðildi. Zira bu niyetimi bilen tek kiþi Kamarat ve o bunu yapmýþ olamazdý. Baþýma taktýðým fantom maskesini aynada incelemiþ, içeri girecektim. Polis bekleyenlere çok hoþ bir sürpriz olacaktý. Karþýlarýna bandit (Haydut) çýkýnca ne yapacaklardý, bunu çok merak ediyordum. Nitekim elde 38lik, kapýyý sert bir tekmeyle açtýðýmda, karþýmda kadýn, erkek karýþýk otuz-kýrk kiþi, hayret dolu gözlerini üstüme dikmiþlerdi. Aralarýndan biri gülümsüyordu.
Ýlk emir:
-Eller yukarý! Kýpýrdayaný yakarým!
Son emir:
- Paralarý sökülün ve takibe kalkýþmayýn, çünkü acýmam, vururum!
Az sonra, kasadaki genç bayanýn uzattýðý metal para kutusu koltuðumun altýnda, yavaþça dýþarý yönelirken, aniden dönüyor ve hepsine hitaben:
-Ýyi geceler! Diyor, karþýlýk bekliyordum.
Cevap koro halinde geliyordu:
-Ýyi geceler!
Açýk duran kapý ve bütün gözler arkadan izlemede, ikinci kattan zemine indiren merdivene yürüyor ve baþým zeminde kayboluncaya kadar aðýr aðýr, sonra sabun gibi kayarak kapýya çýkýyordum. Fakat o da nesiydi? Soldan yaklaþan bir arabanýn farlarý gözüme alýyordu. Þimdi bunu ne yapmalý, derken, ne görsem iyi? Yeþil Mantalý Kamarat önümde duruyordu. Oturup plan yapýlsa böyle bir dakiklik saðlanamazdý. Hemen atlýyor ve sür diyordum. Benim BMW biraz ilerde fundalar arkasýnda bekliyordu. Yanýna varýnca inip, ona binerek peþ peþe gazlýyorduk. Yarýndan itibaren polis bir fantom maskeli gaspçýyý her yerde arýyordu. Kendi teslim olmam en iyisi olmalýydý, ama içeri girdikten sonra piþmanlýk duymaktan korkuyordum. Çünkü hayatta en berbat þey adamýn yaptýðý bir iþten piþman olmasýdýr, diye bilirdim. Piþman olunacak iþ yapmaktan Tanrý korusundu. Mutlaka polis kendi bulup, çok dikkatli ve nazik bir þekilde yakalamayý bilmeliydi. Aksi halde bu iþte büyük tehlike vardý, zira bir ikilem içindeydim.
Yine bu günlerde, Stuttgart yakýnlarýnda ve kýrmýzý spor Kamaro ile Heilbronn istikametinde ilerliyorduk. Bir noktaya geldiðimizde, içerden yeni çýkmýþ olan direksiyondaki Musa ve arkadaþý Ýsmail, adeta benizleri solarak:
-Ýþte Stammheim... Aman yarabbi, Tanrý kimseyi düþürmesin oraya... Kurtuluncaya kadar ne çektik...

Derken, biraz aþaðýda, saðda yükselen heybetli yapýyý iþaret ediyorlardý. Burasý, etrafý yüksek (altý metre) beton duvarlarla çevrili, sekiz katlý kocaman bir kompleksti. Ýsmail bir ay, Musa elli gün yatmýþ ve ceza tecili ile yeni çýkmýþlardý. Gayri meþru kovaladýklarýný düþünmemek mümkün deðildi fakat ne yaptýklarýný ve bu dikkat çeken Amerikan arabasýný nasýl alabildiklerini bilmiyordum. Metzingen iþçi cemiyetinde otururken: “Hadi Heilbronn’a gidelim” Demiþti Musa.
Onlar Stammheim cezaevi için böyle derken, ben “ Siz ucuz atlatmýþsýnýz. Ya, bir de ben girersem, kim bilir ne zaman çýkarým...” Diyordum. Ama
Bu sözüme pek takýlmamýþlardý. Çünkü buraya ne zaman ve ne maksatla geldiðimi biliyor, böyle bir durumu ihtimal dahilinde bile görmüyorlardý. Önceleri onlara takýlýr, polis olacaðýmý ve ilk iþ olarak kendilerini yakalayýp, terfi edeceðimi söylediðimde, bir an ciddi sanýp, kaygýlanýr, gerçeði duymadan rahatlamazlardý. Heilbronn’a gidiþ nedenimizi biraz sonra anlayacaktým. Meðer bizim hýrtapozlar resmen Almanlarýn en saygý deðer iþi, pezevenkliðe baþlamýþlardý. Ýçerde yatýþ nedenleri de bu yüzdenmiþ. Þimdi oraya gidiþ sebepleri de ayak üstü iþ alan sermayeleri imiþ. Bunu daha önce söylemedikleri için gafil avlanmýþ ve onlarla ayný arabaya binmiþtim. Fakat bereket versin, tanýyan, gören olmamýþ, dönüp, gelmiþtik. Bu iþi neden yaptýklarýný sormama lüzum yoktu. Çünkü bu ülkede görüntü önemli ve önde gelen meslekti pezevenklik. O gibilere gerçi iyi gözle bakýlmazdý, lakin yüzlerine gülen ve saygý gösterisi yapan çoktu. Parmaklarýnda pahalý yüzükler, boyunlarýnda Cartier kolyeler, kollarýnda pýrlantalý Roleks saatlerine bir de tantanalý araba ekler, böyle dolaþýrlardý. Bizimkilerde henüz eski model bir Kamaro’dan baþkasý yok ve benzin parasýný zor yetiþtiriyorlardý. Ama onlara kalýrsa gelecekleri parlaktý. Çünkü sermaye artýrýmýna gidecek ve himayelerine daha çok kýz alacaklardý. Bu gibiler pazarda satýlmadýðý için, bu iþe daha önce baþlamýþ ve, baþkalarýnýn himayesinden kapmak gerekecekti onlarý ki, bu da hiç tehlikesiz deðildi. O nedenle, yanlarýnda göz doldurucu, caydýrýcý tipler olsun istiyorlardý. Nitekim birlikte çalýþmayý ima etmiþ, ama ben anlamazlýktan gelmeði yeðlemiþtim.
Hala kýzgýn olduðum bu devletin somut temsilcisi polisti. Son anda ne yapacaðým hiç belli olmazdý. Artýk yeterdi yaptýklarým. Alacaðým muhtemel ceza, bu iþleri bilen Ýtalyan göre 5-7 yýl arasý hapisti. Ama yakalanma konusu tam bir sorundu. Böyle kararsýzlýk içinde beklerken, bir gün Ýtalyan ve Kamarat çýkagelmiþlerdi. Bana birinden bahsediyor, adamýn bir Neonazi kabadayýsý ve birkaç kumarhanesi olduðunu söylüyorlardý. Fakat bilmedikleri þey, benim bu iþleri artýk býraktýðýmdý. Adamýn mekaný Stuttgart yolu üzerinde bir yerdeymiþ. Bana göstermek için etrafýnda bir tur atýp, sonra Ýtalyan’ý Dettingene býrakmýþ, akþam Buluþmak üzere Reutlingen’e geçmiþtik. Vakit geldiðinde Ýtalyaný da alýp, sözde baskýný birlikte yapacaktýk. Son anda vazgeçmenin mümkün olacaðýný biliyordum, çünkü bunu daha önce de yapmýþtýk. Rafael, ben ve Contra birkaç kez Stuttgart’a gitmiþ, herkes silahlý, kumarhaneleri dolaþmýþ, ama hep son anda “Eller yukarý” demekten vazgeçmiþtik. Kýlýk kýyafetimiz hak getire, sanki mafya filmi çekiminden aktörler, o gün “Casino de Paris” levhalý bir yere girmiþtik. Herkeste yakasý kalkýk, uzun siyah pardösüler, ayný renk þapkalar. Dýþarýda buz gibi bir hava vardý. Þöyle bir bakýnýp, ýsýnarak dýþarý çýkacaktýk.Ancak içerdeki uzun boylu, muhtemelen Yugo asýllý þef garson herkesi dýþarý çýkmaða çaðýrýyordu. Bize, henüz giriþte ayrýca tekrarlamýþ, tamam, diyerek salonunun öteki ucuna kadar gidip, sonra geri dönmüþtük. Garson resmen kaþýnýyordu. Çünkü biz çýkarken bile hala “Dýþarý, dýþarý” diye baðýrýyordu. Sonra birden durup, üstüne yürümüþ ve boynundaki kravatý yakalayýp, son raddesine kadar sýkýþtýrýrken; Du, ich mag es gar nicht gedrengt zu werden, okay? (Sýkýþtýrýlmaktan hiç hoþlanmam, tamam mý?) Demiþtim. Adam bir anda neye uðradýðýný þaþýrýp, fazla ileri gitmiþ olduðunu anlamýþtý. Nitekim onu býrakýp, yavaþça merdivenlerden aþaðý iniyordum. Bu arada benden kurtulan adam hemen telefona yöneliyordu. Nitekim parka býraktýðýmýz Manta ile oradan ayrýlýrken, polis sirenleri de o tarafa doðru geliyordu.
Nitekim kararlaþtýrýlan saat gelince Ýtalyaný telefonda aramýþ ve ne yazýk ki bulamamýþtýk. Yazýk diyorum, çünkü, ben vazgeçiyorum, deyince, onun hiç ýsrar etmeyeceðinden emindim. Zira ne de olsa içeri girip çýkmýþ ve tecrübeliydi bu hususlarda. Kamarat direksiyon baþýndaydý. Nitekim, “O yok ama biz gene þöyle bir kolaçan edelim” diyordu. Etrafta tur atarak bir noktada durmuþtuk. Söz konusu lokalin parký arabalarla dolu, önünden geçen cadde iþlekti. Nihayet ben:
- Kamarat, boþ ver, çek gidelim artýk. Diyordum.
- Ne o, adamla karþýlaþmaktan korkuyor musun yoksa? Korkuyorsan söyle de bilelim. Diye karþýlýk veriyordu.
Ben ses çýkarmayýnca gaza basýyor, ama biraz ötede gene duruyor ve sitemli bir eda ile tekrar baþlýyordu;
- Sen nasýl arkadaþsýn anlamýyorum. Yalnýzken istediðin yeri basýyor ama ben yanýnda olunca çek gidelim diyorsun?
Baktým kurtuluþ yok, kýrgýn bir ses tonuyla silahý ver, diyordum. Yükselle yaptýðýmýz gibi bir þey olabilirdi. Söz konusu adamý hiç tanýmýyor, biraz da merak ediyordum. Ama, sanki içimde bir ses, "gitme" diyordu. Arabadan inmiþ ve biraz ilerde ki binaya girerken, dýþ kapýyý kasten gürültüyle açýp, kapatarak, antrede bekliyordum. Gürültü dolayýsýyla birinin merak edip, gelmesini bekliyordum. Dýþarýda bir yýðýn araba olmasýna raðmen, sanki içerde kimse yokmuþ gibi sessiz ve gelen giden olmuyordu. Sonunda maskeyi takýp, içeri doðru yürüyordum. Lokal kapýsý açýk, bütün masalar boþ, tezgahýn ardýndaki barda bir adam ve önünde üç kadýn duruyordu. Arkalarý dönük kadýnlar beni birden fark edince irkilip, kenara çekilmiþlerdi. Adam pervasýz ve hatta kýzarak;
-Was ist?, was willst du? (Ne var, ne istiyorsun? ) Diye kabaca çýkýþýyordu.
Elinde büyük kalibre silah olan birine karþý yapýlacak hareket deðildi bu.
Ýçimden, bu adam kafadan üþütük olmalý diyordum.
Nitekim sert bir tonla:
-Hande hoch? Diyordum. (Eller yukarý)
- Na und? (E, eh?)
-Sost knalle ich dich gleich ab! (Yoksa patlatýyorum seni hemen)
- Ja, schiess doch dann! (Ha, ateþ et öyleyse)

“Eceli gelen it Cami duvarýna iþer” diye iþte böylesine denirdi. Esasen yapmak istemediðim bir þeye o anda karar vererek; elimde duran silahý ona yöneltip, horozu çekiyordum. Bu hareketime önce þaþýrýr gibi olmuþ, sonra hakir gören bir suratla, yine:
-Schiess doch! (Ateþ et hadi!)
Ona tahakküm ederek dediðimi yaptýrmak ve þayet varsa, bu küstahlýðýndan ötürü onurunu kýrmak istiyordum. Ama bu adam tam bir kafadan çatlaða benziyordu. Sözde, silahtan, yaralanmaktan falan korkmuyordu. Bir Almanýn bu denli cesaret sahibi olacaðýna inanmýyor, yaptýðýnýn bir blöf olduðunu düþünerek, son demine kadar denemek istiyordum. Þayet sonuna kadar dayanmayý baþarýrsa, her þeye raðmen çekip gidecektim. Çünkü buradan bir kaç yüz metre ötede, daha önce benzer tavýrlý bir hurdacýyla karþýlaþmýþtým. Yanýmda Adanalý bir arkadaþým, Hilmi vardý. Hafif kazadan ötürü, arabam için gerekli bazý parçalar almak istiyordum. Etrafý tel örgüyle çevrili hurdacý deposunda bir çok araba vardý. Kapýdan arabayla içeri girmiþtik. Hemen yanda kapýsý açýk tamirhanede birileri olmalýydý ve az sonra gelip ne istediðimizi sorarlar sanýyorduk. Nitekim arabadan inip, hurdalarýn yanýna doðru yürüyorduk. Elimizde her hangi bir alet olmadýðý gibi, üstümüzde takým elbise olup, arabalara uzaktan bakýyorduk. Nihayet adamýn birinin tamirhaneden çýkmýþ, hýzla bize doðru yürüdüðünü ve henüz yolda iken:
-Sofort raus! Raus von hier, sonst rufe ich die Polizei an!” (Hemen defolun buradan, terk edin, yoksa polis çaðýracaðým) diye sesleniyor hemen geri dönüyordu.
Biz þaþýrýp kalmýþtýk. Çünkü yaptýðý tam bir anormallikti. Hemen arkasýndan koþup, durumu izah ederek, bizi ne sandýðýný soracaktým. Nitekim açýk atölye kapýsýndan girdiðimde onu ayakta, bir masanýn baþýnda ve telefon ahizesi elinde buluyordum.
-Moment mal Freund, was soll das, warum tust du so? Was haben wir denn dir gemacht? Wir möhten bloss mal zu sehen, ob da für mein Wagen etwas zu kaufen gibt, das ist alles.(Bir dakika arkadaþ, bu ne iþ, biz sana ne yaptýk da böyle davranýyorsun, sadece benim araba için yarar bir þeyler varsa satýn almak için bakmýþtýk, hepsi bu kadar) Diyordum.
Benim böyle makulane konuþmam karþýsýnda bir an durmuþ, ama sonra yine azarlayarak;
-Warum hast du die Tür nicht zu gemacht? (Kapýyý neden örtmedin? ) Diyordu.
Bunun üzerine hemen koþup, açýk duran kapýyý kapatarak yanýna geliyordum. Fakat bu kez de;
- Nein, ich will dir nichts verkaufen, raus hier? (Hayýr, sana bir þey satmak istemiyorum, dýþarý çýk) Diyor, razý olacak, sanýrken, birden fikir deðiþtiriyordu. Bunun üzerine sabrýmýn sonunu sarf ederek::
- Aber warum denn, was habe ich dir bloss getan? wieso beleidigst du mich? (Neden, sana ne yaptým ki beni böyle tahkir ediyorsun?) Diyordum.
-Raus, sage ich dir! (Sana dýþarý çýk diyorum!)
Böyle derken tekrar ahizeyi eline almýþ, eðilerek telefon numarasýný çevirmeðe baþlamýþtý. Bu bardaðý taþýran son damlaydý. Sinirden deliye dönmüþtüm. Derhal ahize bulunan bileðini yakalamýþ, havaya kaldýrýp, hýzla telefonun üstüne patlatmýþtým. Sonra sol elimle yakasýný kavrayýp, onu geri iterken, sað yumruðum suratýna patlamak üzere geri açýlmýþtý. Orta boylu, týknaz, hafif sakallý sarýþýn, domuz suratlý adamýn suratý çok komik bir þekilde çarpýlýp, yumruðun suratýna inmesini bekliyordu. Ama vurmaktan son anda vazgeçiyordum. Çünkü mekana tecavüz diye þikayet edecek olursa zararlý çýkacaðýmý düþünüyor ve onu býrakýyordum. Bunu fýrsat bilip, birden yana doðru koþmuþ ve oradaki bir kapýdan içeri girmiþti. Hemen ardýndan koþup, kapýyý içerden bastýrmasýna raðmen, iterek açýyordum.
Önümde titreyerek duran adama;
     -Pass auf, jetzt gehe ich, aber wehe dass ich dir auf der Strasse irgendwann und irgendwo begegne, dann zeige ich es dir ganz bestimmt. (Þimdi gidiyorum, ama sana bir gün dýþarda bir yerde rastlarsam bunun hesabýný mutlaka soracaðýmý da bil) Diyor ve dýþarý çýkmaða davranýyordum. Ama o;
- Nein, gehe nicht, nehme es dir, was du da willst! (Hayýr gitme ve, ne lazýmsa al) Diye adeta yalvarmaða baþlýyordu.
- Nein, nein, ich bin nicht blöd. Dann wirst du mich wegen raub anzeigen nicht wahr? (Hayýr, aptal deðilim, çünkü sonra beni gasp etti diye þikayet edeceksin, deðil mi?) Diyerek çýkmak istiyordum. Fakat o, elimi býrakmýyor:
- Nein, das werde ich nicht tun, ehrlich. (Hayýr, bunu yapmayacaðým, samimi söylüyorum)
-Nein, ich glaube dir nicht, ich gehe nun, aber wir sehen uns wieder. (Hayýr sana inanmam, þimdi gidiyorum, ama tekrar görüþeceðiz)
- Bitte, nimm es dir was du für dein Auto braucsht. (Lütfen, araban için ne lazýmsa al) Diyince , bu kez;
-Na gut, gib mir dann ein par Werkzeug, Schraubenzier usw. (Pekala, o halde bana alet ver, Tornavida, pense, anahtar falan)
- Habt ihr nicht mal werkzeug? (Bu aletleriniz de mi yoktu?)
- Nein, was hast du denn gedacaht, dass wir Dieb sind, oder? (Hayýr, ama sen bizi hýrsýz sandýn, deðil mi?)
- Nein, bitte entschuldige. (Hayýr, lütfen baðýþla)

Derken geri dönmüþ gereken parçalarý alýp, yeni fiyatlarýnýn üçte biri oranýnda para vererek, ilerde gene iþim düþerse geleceðimi, tembih ile ayrýlmýþtým. Aramýzda geçenlerden hiç haberi olmayan Hilmi, durumu izah ettiðimde gülmekten kýrýlmýþ, onu nasýl böyle pamuk gibi yapabildiðime çok hayret etmiþti...

Nitekim tezgahýn arkasýnda duran, geniþ omuzlu, uzun boylu, yarým sakallý adama hitaben:
-Pekala, þimdi üçe kadar sayacaðým, sonrasýný görürüz.
Demiþ ve aðýr aðýr saymaða baþlamýþtým. Bir, iki, derken üç olmuþ ama adam hala inadýný sürdürüyordu. Ölmeðe hazýr olan biri, bence yaþamayý hak ederdi. Sadece takibe kalkýþmamasý konusunda ikaz edecektim ki, birden sýrtýný dönüp, oradaki kapýdan içeri giriyordu. Onu durdurmanýn tek yolu, arkadan ateþ etmekti, ama bunu yapamazdým. Ben ne yapacaðýmý düþünürken, kapý tekrar aralanmaða ve aralýktan uzunca bir namlu görülmeðe baþlamýþtý. Galiba iþler hepten karýþýyordu. Elinde 45lik bir tamburalý nagantla dönüyordu. Kafasýna niþan almýþ, tetiðe basmak üzereydim ki, namlunun bana karþý deðil, yukarý yönelik olduðuna dikkat edip, bu tavrýný çatýþma niyetinde olamayýþýna yormuþtum. Ama hala tetikteydim. Ýki adýmda, ilk durduðu yerde gelmiþti. Ben, bunca toleransýmýn deðerini bilip, daha ileri gitmeyeceðini düþünürken, o, tavana doðrulttuðu silahý ateþliyor, hemen sonra ikinci kurþunu suratýma doðru sýkýyordu. Çýkan sesten, onun hakiki mermi deðil, gaz veya kuru sýký olduðunu anlýyor, tetiðe basmýyordum. Ama adam çýldýrmýþ gibi ikinci fiþeði suratýma doðru ateþliyordu. Ben bir adým geri çekilirken, onun ne yapmaða çalýþtýðýný anlamýyordum. Bu kez tezgahý dönerek, üzerime geliyordu. Ýki kadýn benim solumda, biri sað önümdeydi. O gelirken saðdaki kadýn aramýzda kalýyordu. Adamýn bu cüretine sebep ne derken, hiç ateþ etmediðim silahtan kuþkulu olduðunu düþünüp, onu ikna etmek için baþýnýn üzerinden tavana çevirdiðim namluyu ilk defa ateþliyordum. Bu, son ikaz için ziyadesiyle yetmeliydi. Adamýn intihar niyetinde olacaðýný hiç düþünmediðim için, benim silahýn sesinin onu ikna etmeye yeteceðini sanýyor ve maalesef yanýlýyordum. Zira bütün bunlara raðmen, adam hiç umulmayan þeyi yaparak, aramýzdaki kadýný siperlenip, yaklaþarak sol eliyle yakamý kavrarken, aðýr silahla havaya kalkan sað eli olanca hýzýyla baþýma iniyordu. Baþým acýyla yanmaða baþlarken cin tepeme çýkýyor ve ayný þekilde karþýlýk vermeðe davranýyordum. Fakat bunda geç kaldýðý anlayýp, adam ikinci darbeyi indirmek üzere iken namluyu ona yöneltip, tetiðe iki kez basarak, geri çekiliyordum. Karþýmda duran adamýn iki kurþunla göðsünden isabet aldýðýný düþündüðümden, bir anda beni býrakýp uzaklaþacaðýný veya yere yýkýlacaðýný sanýyordum. Fakat o bunu yapmýyor, beni tutarak birlikte geliyordu. Ne bir yerinde kan, ne de yüzünde yara aldýðýna dair emare görmüyordum. Bu durumda ateþlediðim mermilerden kuþku , ona hiç tesir etmediðini sanarak, tetiðe iki el daha basýyor ve nihayet birlikte dýþ kapýsýnýn önünde duruyorduk. Ýlk defa o sýrada beni aþaðý doðru çekiþinden ayakta zor durabildiðini ve dolayýsýyla vurulmuþ olduðunu anlýyordum. Sonra yakamý elinden çekip, onu itiyordum. O yan duvara yaslanarak çökerken, ben kapýdan çýkýyor ve arabanýn bulunduðu yere doðru koþuyordum. Altýndan dere geçen bir yaya köprüsünün ütüne gelince durup, silahý suya atacakken, baþým yaralý olup, baþka silahým olmadýðý için bundan vazgeçiyordum. Zira buna yine ihtiyacým olabilirdi. Kamarat çalýþan arabanýn içinde, kalktý kalkacak gibi zor bekliyordu. Kapýyý açýp, arabaya bindiðimde, baþýmdan akan kaný görmüþ olacak ki, telaþla soruyordu;
-Baþýna ne oldu, silah sesleri duydum?
Yanlýþ anlayacaðýný hiç düþünmeden;
-Adam tabanca ile vurdu. Deyince, panikliyor ve az kalsýn hareket eden arabayý karþý duvara tosluyordu.
- Dikkat et duvara çarpacaksýn, kurþunla deðil, herif tabancayý kafama indirdi. Diye baðýrýyordum.
Bunu duyunca teskin oluyor ve gaza basarak hýzla oradan uzaklaþýyorduk. Yolda giderken düþünüyordum. Gerçi o bunu hak etti, ama Kamarata da çok kýzýyordum. Çünkü beni dinlemeyip, ýsrar etmiþti. Böyle yapmasa bu kesinlikle olmayacaktý. Anlaþýlan o da bunu düþünüyordu ki: “Hep benim yüzümden oldu” diyordu. Madem bunu kabul ve idrak ediyor, o halde her durumda üzerine düþeni yapacak diye yorumluyor, bu açýk teminat karþýsýnda ben de ona “Madem ki bunu biliyorsun, o halde, þayet yakalanýrsak, seni kurtarýrým, ama sen de gereken her þeyi yaparsýn, tamam mý” derken, o bunu baþýyla tasdik ediyordu.
Sonra bana dönerek;
-Peki ne oldu içerde, ne yaptýn, vurulan falan oldu mu?
-Her halde. Adam kafama vurunca tabii ki ateþ etmek zorunda kaldým.
-Kaç el?
-Sanýrým beþ el, ama ilki havaya.
-Sence ölmüþ müdür?
-Ne bileyim ben. Ama olabilir. Þansý varsa ölmez.
-Tuh be lanet olasý kör þeytan...
-Neyse, kapatalým bunu. Ne dersin, hadiseyi polis duymuþ olabilir mi?
-Bilmem ki.
-Ya ilerde yolu kesip, durdururlarsa ne yaparýz, çünkü sadece altý mermim kaldý?
-Sanmam bu yolda durdurma yapýlacaðýný. Ama senin þu kafandaki yara ve kanlar olmasa daha iyi olurdu.
-Bu olmasa, zaten adamý vurmamýþ olacaðýmdan, yakalanmaktan da korkmazdýk her hal.
-Evet.
Bu sýrada Stuttgart-Münih otobanýna doðru hýzla yol alýyorduk. Yolda, üstümde ki kanlý giysileri çýkarýp, saða yaklaþarak pencereden yol kenarýna fýrlatýyordum. Baþýmda kanayan yaraya tuttuðum giysileri atýnca, kuruyan kanlý saçým kalýp gibi duruyordu. Bir an önce bunu temizleyip, yarayý sarmam gerekiyordu. Yaklaþýk bir buçuk saat sonra Zainingen’e varýyorduk. Arabanýn plakasý alýnmadýktan sonra burada yakalanma tehlikesi bulunmuyordu. Ama yine de doðrudan evin önüne gelmeyip, önce ben yürüme o tarafa geliyor, sonra ýslýkla Kamaratý çaðýrýyordum. Eve girdiðimizde herkes uyuyordu. Ben doðruca banyoya girip, baþýmýn icabýna bakmýþtým. Sonra bir merdivenle çýkýlan çatýda silah ve mermileri saklayýp aþaðýya, yattýðým odaya inmiþtim. Kamarat televizyon izliyordu. Baþýmda yaptýðým iþlemi görünce hayli þaþýrmýþtý. Çünkü dýþardan bakýnca artýk her þey normal görünüyordu. Çünkü önce ýlýk suyla baþýmý yýkayýp, sonra biraz tütün ve toz þekeri karýþtýrarak yaranýn üzerine kapatmýþ ve saç kurutma makinesiyle tümünü kurutup, tarayarak o hale getirmiþtim. Yataða yattýðýmda baþým fena aðrýyordu. Gözlerimi yumduðumda bu olayýn yaþanmýþ olamayacaðýný düþünüyordum. Sabaha kadar süren aðrý ancak kýsa aralýklarla uykuya müsaade etmiþ, kalktýðýmda hala bitkindim. Biraz sonra önce Urach’a inmiþ, orada Ýtalyan Rafael’e rastlamýþtýk. Suratý allak bullaktý. Adamýn öldüðünü duymuþ, hemen Ýtalya’ya kaçacaðýný söylüyordu. Kamaratý Metzingende býrakýp, köye geri dönmüþtüm. Evden henüz çýkmýþtým ki, Robert ve Ýhsan Mari’nin Gasthaus’un yanýndaydýlar. Sonra beraber içeri gitmiþ, bira içerek laflýyorduk. Robert daha önce Westernheim olayýný duymuþ, hayretle bundan bahsediyordu.Anlatýrken her nasýlsa benden kuþkulandýðýný sezinlemiþ, ama bunu ona açýklama gereði duymamýþtým. Bu son olayý da iþitmiþ bana sorma ihtiyacý duysa da yapmýyor, eðer fail ben isem bizzat açýklamamý bekliyordu. Fakat ben, ancak kendisi sorarsa tasdik etmeði düþünüyordum. Ola ki, failin ben olmadýðýmý ümit ediyor, aksi olacaðýndan korktuðu için o da bunu soramýyordu. Sadece, bunu kim yaptýysa muhakkak yakalanacaðýný söylüyor, korkarak açýklayacaðýmý düþünüyordu. Bense sadece onu tasdik ediyordum. Gün geçtikçe mantýðým yerine geliyor, bu olayýn yaþandýðýna inanamýyordum. Evdeki pazarlýk çarþýya hiç uymuyordu. Bu kesinlikle bir kabusi rüya olmalýydý. Vicdanen rahatsýzlýðým yoktu. Çünkü gerektiðinden fazla fedakar davrandýðýma emindim. Karþýsýndakinin baþýný ezmek isteyen biri, buna karþýlýk kendi hayatýný gözden çýkarmýþ olmalýydý. Maktule bazen “Behey adam, intiharýna alet edecek beni mi buldun?...” Diye sitem ediyor, kýzýyordum. Ýkinci kýzdýðým tabii ki Kamarat idi. Zira kendi yapamayacaðý bir iþi, hem de tahrik ederek bir baþkasýna öneren kiþi alçaðýn tekidir. Neden sanki ona; “Bak arkadaþ, ben yapmak istemiyorum. Ama eðer sen korkmuyorsan, git yap da, görelim” demedim. Evet, demedim, çünkü bu geri havalenin onu utandýracaðý biliyordum. Demedim, çünkü arkadaþlýðýn kutsiyetine inanarak büyümüþtüm. Demedim, çünkü bütün arkadaþlarýmý kendim kadar onur sahibi ve o kadar korkusuz sayar, onlarý asla deþifre edip, küçük düþürmek istemezdim. Diyemezdim, çünkü bir Türk delikanlýsýnýn þeref kodeksinde yer alan yüce deðerler arasýndaydý bu tarz ve bundan habersiz olan kiþinin asla gerçek anlamda bir arkadaþý olamazdý. Bu ilke ve bilgiler eðer yanlýþsa ben de yanlýþ yapmýþtým. Bu düþünme tarzý doðup, büyüdüðüm topluma ait deðil de, benim doðama özgü ise, o zaman bunu uygulama ve yaþamanýn bütün sonuçlarýna katlanmak da boynumun borcu olsundu. Çünkü gurur ve þereften bahs edebilmenin asýl zemin ve sebebi, var olmanýn mana ve mahiyeti de zaten bundan baþkasý deðildi benim için… Bu anlayýþa sahip olmayan bir milletin büyük imparatorluklar kurmuþ olmasý düþünülemeyeceði gibi, bu gibi anlayýþlarý terk eden nesiller fatih deðil, baþka milletlere uþak olurlardý sadece…
Olayý yazan gazetelerin dikkat çektiði husus, o akþam çalýndýðý ve muhtemelen olayda kullanýldýðý söylenen, biri kýrmýzý Opel Kadet, diðeri portakal renkli BMW olan iki arabaydý. Ýkinci araba tanýmý benimkiyle uyuþuyordu. Ama bu ülkede ayný renkte yüzlerce, hatta binlerce araba bulunacaðýndan yola çýkarak, hemen bana gelebileceklerini beklemiyordum. Hem gelseler ne çýkardý, baþka bir kanýt olmadýktan sonra ki. Nitekim olayýn dördüncü günüydü polisle ilk karþýlaþmamýz. Baskýn vari bir giriþle akþam eve gelerek, beni ve kardeþimi komþu köyün karakoluna kadar götürmüþ, altý saatlik bir sorgulamadan sonra eve býrakmýþlardý. Fakat bu þekilde de olsa, polisin benimle karþýlaþmýþ olmasý baþka kuþku sebepleri oluþturmuþtu. Öncelikle polis dahil, kimseden korkmadýðýmýn anlaþýlmýþ olmasý, faili meçhul tek kiþilik olaylarýn faili olabileceðim kuþkusunu yaratmýþ olmalýydý. Fakat korkacak olsam, bu kez de baþka þekilde olumsuzluklar geliþebilecekti. “Konuþ, yoksa biz de Türk polisi gibi davranýrýz”, dediklerinde “Beni ancak vurabilir, bunun dýþýnda küçük parmaðýnýzla bile dokunamazsýnýz” diye meydan okumamýþ olsam, belki dövmeðe kalkýþacak ve buna müsaade etmeyeceðim için daha kötü sonuçlara yol açýlmýþ olacaktý. O nedenle polisle hiç karþýlaþmamam gerektiðini, aksi halde bu iþin çözülebileceðini baþtan tahmin ediyordum. Resimlerimi çekmiþ, bunu uðradýðým yerlerde belli kiþilere göstermiþlerdi. Bu araþtýrmada onlara en iyi bilgileri verenler kimlerdi, diye sorsam, çoðunuz tahmin edersiniz. Her halde bir Yunanlý, bir Ýtalyan, bir Hýristiyan olacak deðil, bilakis kendi vatandaþlarýmýz, hatta arkadaþ ve akrabaya yakýn kiþilerdi. Çünkü Atalarýmýz boþuna dememiþ; “Çivi çiviyi söker” diye. Ýlki akrabadan birinin dostu, otuz yaþlarýnda bir kadýn. En önemli ip ucu, gürültüye yakýn sesli müzik ortamýnda, anlaþýlmaz sanarak, onun oturmakta olduðu masaya yakýn bir noktada yaptýðýmýz kýsa konuþmayý dinlemiþ olmasý ve anladýðý kadarýný polise haber vermesi idi. Diðeri ise bu bilgiyle kendisini sýkýþtýran polise her þeyi açýklayan bir sözde arkadaþýn itirafý. Gerekçesi de, olayý duyup, devresi akþam bana geldiðinde, ona ve yanýnda ki yosmalara doðruyu söylemeyiþim imiþ. Çünkü son olayý deðil, onlara bir önce ki, o eðlenceli baskýný anlatmýþtým. Ama bu kusur ondan ziyade kendisini gerçek bir Türk Patriotu sayan, Tekir yaylasýnda büyümüþ bir arkadaþa aitti. Zira o yanýmýza gelince ben anlatýyý kesmiþtim. O ise, bunu temin ederek bana; “Bu benim bacanak ve bizdendir, güvenebilirsin” demiþti. Ancak her þeye raðmen ilahi adalet yanýlgýsýz tecelli edip, herkes hak ettiði þekilde cezalara çarpýlacak ve bu adeta gelecek kuþaklara bir ibret vesikasý olacaktý. Vefasýz ve sorumsuzluðun cezasý, en azýndan baþlayýp, ölüme kadar yükselerek, teker teker yerine gelecekti. Öyle ki, ilk önemli ip ucunu veren kadýn birilerince, fazla sürmeden vahþice öldürülecek, aðzýný tutmasýný bilmeyen bacanak, bir cinayetten aldýðý müebbet hapsi 15 sene çekmekle kalmayýp, karýsýný el alacak, kardeþi 10 yýl birlikte yatacaktý. Temin ettiði halde bunun gereðini yapmayan arkadaþ ise, yapmadýðý bir iþten ötürü üç yýl hapiste kalýp, bana içerde rastlayacaktý.

Bu bilgilerle bana tekrar gelen polis, çok nazik bir þekilde merkeze davet etmiþti. Biz Reutlingene giderken, en önemli delil olan silahý bulmak için arama ekipleri harekete geçerek, üç saat taramadan sonra saçakta saklý silahý bulup, arkadan gelmiþlerdi. Bu arada baþýmdaki yara da bulunmuþ olduðundan, bana;“Tamam, fail bendim, ama hemen hapishaneye götürmezseniz ifade vermeyeceðimi bilesiniz” demekten baþka yapacak þey kalmýþtý. Çünkü o geceyi polis nezarethanesinde geçirmek istemiyordum.Söz verdikleri halde, tercümansýz ifade vermeme raðmen, “Tevkif hakimi maalesef yok” diyerek, bunu tutmayýp, beni gene de orada geceletmiþlerdi. Ýþte o gece, nezarethanenin karanlýðýnda ellerimi yukarý kaldýrmýþ ve bütün içtenliðimle þöyle demiþtim; Tanrým, biliyorum, ben bunu hak ettim, ama muhakkak güvendiðim kiþiler, arkadaþlarým ihbar etmiþtir beni. Þu an kim olduklarýný bilmiyorum, ama o her kim ise, benden beter edesin...

ÇOCUKLUK YILLARI

Semalarýnda kartallarýn dolaþtýðý, zümrüt yeþili çamlarla örtülü kara tepeninin eteðinde, çatýlarý güneþle parýldayan kaðir evleri, küçük bahçeleri ile bizim köy kuruluydu. Ýkiyüz adým aþaðýdan vilayete götüren kara yolu geçiyordu. Onun beþ yüz metre altýnda, her iki kenarýný türlü aðaçlarýn taçlandýrdýðý küçük deremiz akar, derin göllerinde sazanlar, alabalýklar, kirpiler, kurbaðalar, su yýlanlarý ile yengeçleri yaþardý...
Sonbahar yaðmurlarý dereyi coþturunca yüzdüðümüz su bentleri yýkýlýr, bunlar her yaz yeniden kurulurdu. Ekili araziyi sulamak için yapýlan bentler iki taneydi. Amansýz yaz sýcaklarýnda yüzmek, serinlemek için onlara ekinler kadar ihtiyacý vardý biz çocuklarýn. Havalide karasal iklimin tipik özellikleri hakimdi. Kýþ boyunca yaðan beyaz karlarý, Aðustos sýcaðýnda karþý daðda gördükçe yüreðimiz yanardý. Her mevsim dört ay sürerdi. Kýþlar dinine kadar soðuk, yazlar messebine kadar sýcak geçerdi. Bahar, Eðrice’den (Hýdrellez) sonra baþlardý. Yeþilin envai tonlarýnýn sergilendiði araziyi, rüzgarlý, yüksek bir tepeden seyrederken, ovalýðý kocaman, serin, yeþil bir göle benzetirdim. Larvalarýndan yeni çýkmýþ kelebeklerin uçuþtuðu çiçekler arasýnda dolaþýrken, kendimi düþte sanýr, bir o yana bir bu yana koþardým. Bir an gelir, zümrüt yeþili sularýn rüzgarla dalgalandýðý bu inanýlmaz göle atlamak isterdim. Yamaçlardan aþaðý, esen yele karþý hýzla koþarken, aðýrlýðýmý tümiyle rüzgara býrakýrdým. O anlar, dünyanýn ayaklarýmýn altýnda dönüþ hýzýný artýrdýðýný sanýr, bir adýmda metreler boyu yol kat ederdim...
Köy dýþýnda gezinirken, elimde hep bir deðnekle dolaþýrdým. Saðlam pelit aðacýndan yapardým deðneklerimi. Kurusu bir baþka, yaþý bir baþka güçlü olurdu bunlanlarýn. Orman yakýn ve meþesi bol olduðu için herkesin bir deðneði olabilirdi. Ormaný uzak köy çocuklarý, örneðin karþý daðýn eteðinde yaþayan Evrenliler, bize gýpta ederdi bundan.. Arazide mal otlatýrken karþýlaþtýðýmýzda deðnek isterlerdi bizden.. Onlar kavak veya söðüt deðnekleri taþýr, bunlar hafif ve dayanýksýz, sert bir darbede kýrýlýrlardý. Evrenli çocuklarýn deðnek sahibi olmak istemeleri, biz dahil, diðer komþu köy çocuklarýyla yapýlan yakýn dövüþler içindi. Bu bakýmdan, bizim saðlam pelit deðneklerimiz stratejik bir malzeme sayýlýrdý. Küçükler hafif ve ince deðnek taþýrken, büyükler ucu goballý (Topuz) uzun ve kalýn olanlarý tercih ederdi. Pelit veya ardýç deðneklerimizi herkese vermez, sadece tanýdýðýmýz, iyi niyetli çocukalara, bizde pek yapýlmayan peynir karþýlýðýnda verirdik...

Her bahar geliþinde, karýn kalkmasýný mütakip, kýrlara çiðdem ve nevruz sökmek için giderdik. Yaban orkidelerine benzeyen, turuncu nevruz yapraklarý ve beyaz yapraklý zarif çiðdemlerden önce taçlar örer, sonra bunlarý kökleri ile yerdik. Çiðdemi yerden sökme iþinde kullandýðýmýz deðneklere kazgýç derdik. Onlarý da pelit aðacýndan yapar, sivriltilmiþ uçlarýný sertleþtirmek için korlu ateþe sokar, kavururduk. Bütün oyuncaklarýmýzý olduðu gibi, kýþýn kaymak için kullandýðýmýz kaykýlarý, kýzaklarý da kendimiz yapardýk. Bizim kayký dediklerimize, þehirliler kýzak derken, bizde kýzak çok daha büyük kaykýlara derler. Onlar daha ziyade at veya öküzlerce çekilir, karda aðýr malzeme taþýnýrken kullanýlýrdý. Kaykýlarýmýz, iyi kaydýðý gibi, görkemli de olurdu. En iyi kaykýlarý, kendine özgü tipiyle, Yusuf amca yapar, ben onunkilere benzeterdim.
Çok iyi bir avcýydý Yusuf amca, ama avcýlarýn piri de büyük kardeþi Muhiddin öðretmen sayýlýrdý. Naci onlarýn çýraðýydý. Omuzlarýnda çifte kýrmalar, kar yaðýnca hemen düþerdi bu üçlü yola. Diz boyu kar ve, soðuk dinlemez, daðlarý dolaþýr, eli boþ dönmezlerdi köye. Mutlaka birkaç tavþan sarkardý bel armalarýndan. Bir kez onlarla birlikte gitmiþtim ava. Ama bir sürü izi nasýl tahlil edip, tavþanýn bulunduð kümeyi nasýl tesbit ettiklerini anlayamazdým. Ya gözleri dürbün misali veya burunlarý koku almada kurttan keskindi bunlarýn.. Ava gittiðimde, bilhassa açýk dallarda öten kayapalarý vururdum. Asýl av kuþu olan etli hopal ve býldýrcýnlar olup, benim vurduklarým sayýlýdýr...
Mart ayýnýn sonlarýnda bir gün, berrak gök yüzünde çalan güneþle karatepe’nin eteklerini tutan kar kitleleri eriyince, yamaçlardan aþaðý küçük derecikler yaratarak akýyor, köyün içinden geçerken neþeli þýrýltýlar yaratýyordu. Köyün tam ortasýnda ki, bizim mahallenin çocuklarý, ellerde kürekler, çamurdan bentler yapýp, bozarak, sularla oynaþmaða koþardýk. Akan sularýn zamanla oluþturduðu bir derecik, köyün orta kýsmýný bölerken, bizim erik bahçesinin yanýnda geçerdi. Böyle günlerde hendek boyunca dizilen çocuklar, bent yapmaða giriþirlerdi. En hoþumuza giden, dolup, taþan bentlerin, bir biri ardýnca yýkýlmalarý ve akarken çýkardýklarý minyatür sel sesini dinlemekti.
En güvenlikli bent, hendeðin üst tarafýna yapýlandý. Kürek ve bilek gücüne güvenen en aþaðýya bent yapabilirdi. Fakat bazen aksi olur, içimizde en güçlü ve iri yapýlý olan Naci, en yukarýya kocaman bir bent yapar, bizim bentlerimizi tam yapýp, bitirdiðimiz sýrada, onu yýkarak, aþaðýda yer alan bütün bentleri yýkmanýn keyfini yaþardý.
Yine böyle bir oyuna dalmýþtýk ki, birden aklýma, kýrlara çiðdem sökmeðe gitmek gelmiþti. Benden iki yaþ küçük kardeþim Ýhsan ve bir yaþ küçük amca kýzý Fehime’ye söyleyince, hemen katýlmak istemiþler, ellerimizde ucu sivriltilip, ateþte yakýlarak sertleþtirilmiþ pelit kazgýçlar, yola düþmüþtük.
Kýrlara gidebilmek için önce bizim köyün deresini geçmek gerekiyordu. Nitekim dereye yüz adým kadar yaklaþýnca suyun çaðýltýsý iyice duyulmaða baþlamýþtý. Bu sýrada amcam ve henüz gurbete çýkmamýþ olan babam, dere kenarýnda ki tarlamýzýn üst tarafýndan geçen ark boyunca kavak fidaný dikiyorlardý. Biraz ötelerinden geçerken bizi görmüþ, ama oralý olmamýþlardý. Az sonra etrafý iri söðüt aðaçlarýyla çevrili bostanlarýn arasýndan geçip, dere kenarýna inmiþtik. Karþýya geçiren bir köprü olmadýðý için, bu maksatla kullanýlan eðri söðüdü kullanacaktýk. Ýki metre kadar yukarýsýndan kesilmiþ bu söðüdün, kesim noktasýndan yukarý, iki yana doðru çaprazlama yükselen çatalý vardý. Biraz yukarýda, yeniden yapýlmayý bekleyen yýkýk bent kalýntýsýndan akan su, burada küçük bir þelale yapýp, sonra bu söðüdün altýnda gölleniyor, burgaçlar yaparak Karadeniz’e kadar uzanan yoluna devam ediyordu.
Çatal dallarýn arasýna ulaþýncaya deðin dikkatle yürüyüp, çatala ulaþýnca, karþý kýyýya ilk atlayan ben olmuþtum. Sonra amca kýzý ve sýra Ýhsan’a gelmiþti. Çatala kadar týrmanan Ýhsan, nedense birden vazgeçip, köye dönmek istediðini söylüyordu. Karþýya atlamaktan kormasý hiç hoþuma gitmemiþ, onu kýzýþtýrmak için;
-Bir kýz olduðu halde Fehime atladý, ama sen korkuyorsun. Ayýp, ayýp, bir de erkek olacaksýn. Utanmýyor musun? Diyordum. Sonra bir an atlayacak gibi olan Ýhsan, yine caymak üzereydi ki bu kez yeni bir cesaret formülü aklýma gelerek:
- Dur lan, dur hele ne diyeceðim, cesaretlenmek için þöyle de, görbak nasýl atlayacaksýn; “Karganýn yüreði hamur, benim yüreðim demir”. Haydi, seni göreyim!
-Karganýn yüreði hamuuur benimki demiiir!
Diyen Ýhsan, gerçekten kendini öne fýrlatýyor ve anýnda karþý kýyýya ayak basýyordu. Bunu yapacaðýndan emindim. Fakat, o da ne idi? Atladýðý noktada bir an öylece durmuþ ve sonra kollarýný yana açýp, hemen arkasýnda daireler çizen soðuk suya sýrt üstü yýkýlývermiþti. Onu þaþkýnlýkla izlerken müdahale edememiþtim. Doðrusu, böylesine beceriksizlik edeceði hiç aklýma gelmemiþti. Hiç sessini çýkarmadan suya batan Ýhsan, kendini derenin akýþýna býrakmýþ, çýkmak için de hiç çaba göstermiyordu. Ayaðýmda ki kara lastikleri hemen çýkarmýþ, pantolon paçalarýmý yukarý sývazlarken, Fehime çýðlýk çýðlýða yardým çaðýrýyordu.
-Dursun emmi, yetiþin! Ýhsan suya düþtü, boðuluyooor!
Atýlýp onu yakalamak ve sudan dýþarý çekmek istiyordum. Ancak o an bulunduðu nokta epey derindi. Oraya dalmam, en azýndan belime kadar ýslanmam demekti. Hem, nasýl olsa birkaç saniyede boðulacak deðildi. Akar suyun onu iki adým daha aþaðýya, nispeten sýðlaþtýðý bir noktaya taþýmasýný bekliyordum. Nitekim hemen aþaðý gelmiþ ve hemen dalarak kolundan yakaladýðým gibi çekip, ayaða kaldýrmýþtým. Fakat o ayakta durmak istemiyor, utandýðýndan olacak, tekrar soðuk sulara batmak istiyordu. Suyun derinliði þimdi apýþ arasýna kadar ulaþýyordu. Debisi hayli yüksek ve anýnda ayaklarýmýzýn altýný oyup, dengemizi bozuyor, ayakta durmamýzý zorlaþtýrýyordu. Ýhsan bir türlü kurtulmak istemiyor, bana direnirken de seslice aðlýyordu. Sonunda onu zar zor kýyýya çekebilmiþtim. Bu sýrada babam karþý kýyýda belirirken, amcamý biraz aþaðýsýndan kýyýya inmiþ, dere yataðýný tararken farketmiþtim. Bir de ne görelim, üzerinden sular sýzan Ýhsan’ýn ayaðýnda ki lastiklerden biri eksikti. Bunu fark edince daha çok aðlýyordu. Çünkü bunlar sadece ona alýnmýþ ve dizayn olarak týpký gerçek kunduraya benziyorlardý. Bana alýnmadýðý için onlarý bilhassa seviyordu. Bir daha öylesini zor bulacaðý için üzülüyordu. Bu arada yanýmýza atlayan babam, bize birer tokat atýp, hemen köye dönmemizi emrediyordu. Geri dönüþ için tekrar karþýya geçmek gerekiyordu. Bu defa, az yukarýda bendin kurulmasýna yarayan kalýn söðütlerin üzerinden geçecektik. Ayaklarýmýzýn ýslanmasý artýk sorun olmadýðý için kolayca karþýya geçmiþtik. Ýhsan’ýn ýslak giysilerini çýkarmýþ, kazgýçlarýn ucuna takmýþtýk. Böylece giysileri kurutmak ve onun üþümesini önlemek istiyorduk. Güneþ olmasýna raðmen hava yeterince sýcak deðildi. Ýhsan diþ diþe çalarak titriyor, bir an aðlamaklý oluyordu. Onu güldürmek için, kazgýçlara asýlý giysilerini bayrakmýþçasýna sallýyor, bizim düðünlerde olduðu gibi, ilahi söyleyerek ilerliyorduk. Nihayet eve vardýðýmýzda annem hemen yatak serip, onu yatýrmýþ, ama üþütüp, birkaç gün hasta yatmasýna engel olamamýþtýk.

O gün bana çok öfkelendiðini tahmin ediyordum. Fakat ilk fýrsatta öç alma niyetinde olduðunu birkaç gün sonra fark edecektim. Ýçinde erik, armut, kavak ve güllerin yetiþtiði küçük bir bahçe bulunan, aþaðý evin damýndaydýk. Ahýrýn ki ile bitiþik olan bu toprak damda Ýhsanla “Dolan kuþ” oynuyorduk. Kollarýmýzý yana açýp, kendi etrafýmýzda fýr fýr dönüyor ve baþýmýz dönünce yere yýkýlarak, yuvarlanmaktan hoþlanýyorduk. Toprak dam gerçi çok geniþti, ama bu þekil yuvarlanmamýn da bir sonu olmalýydý. Ýþte öyle bir esnada kendimi ansýzýn havada ve yere düþerken fark ederek, son anda elimle saçak direðinden yakalamýþ, havada asýlý kalmýþtým. Fakat kendimi yukarý çekip, kurtaracak kadar güçlü deðildi kollarým. Parmaklarýmý bir birine kenetlemiþ, Ýhsandan, annemi yardýma çaðýrmasýný istiyordum. Tamam, diyen Ýhsan gerçi hemen gidiyor, ama anneme haber vermek yerine, yukarý ki evin duvar dibinde bulunan küçük tavuk kümesinin üstünde oturup, biraz bekledikten sonra geri geliyordu. Onu görebildiðimin farkýnda deðildi.
Yanýma gelince:
-Tamam, söyledim. Þimdi gelecek. Diyordu.
Gerçeði yüzüne vurup, bunun hesabýný fena soracaðýmý haykýrmak istediðim halde bunu yapamýyordum. Düþüp, bir yerimi kýrmak veya yaralamaktan kurtulmam için tek umudum anneme hemen haber vermesiydi çünkü.. Bunun için ona tekrar yalvarýyordum. Aþaðýya düþeceðim noktada bahçe çitinin kazýk ve sýrýklarý vardý. Bunlarýn üzerine düþmem an meselesiydi. Fakat Ýhsan gidiyor ve yine ayný sonuçla dönüyordu. Gücüm iyice tükenmiþ, kendimi býrakmak üzeydim ki, oradan geçmekte olan amcamýn karýsý beni görüp, hemen koþmuþ, ayaklarýmdan yakalayarak, önce omzuna, sonra yere inmemi saðlamýþtý. Tabii ki, ilk iþim elime bir çubuk alýp, yavaþ yavaþ oradan sývýþmak üzere olan Ýhsaný yakalamak ve yaptýðý bu vefasýzlýðý ona ödetmek olacaktý. Ben mi daha zorbaydým, o mu çok inatçý söylemek zor, ama iki de bir bozuþuyorduk kardeþimle. Ýki yaþ küçüðüm olmasýna raðmen, akranlarýmýn kardeþleri gibi, onlarýn yanýnda iken bana “Abi” demek yerine, adýmla hitap ediyor, onurumu incitiyor, gücenikliklerim birikiyordu. Bir gün birlikte derenin kýyýsýndan dönerken ansýzýn aklýma bu gelip, elimde söðüt çubuðu, ona;
-     Bundan sonra bana Abi diyeceksin lan, tamam mý? Diye öneriyordum.
O bildik inadýyla;
- Hayýr, demiyorum!
Fakat inadýný kýrmaða kararlýydým. Elimde ki çubukla kýçýna doðru önce hafif, sonra giderek þiddetlenen darbeler indirmeðe baþlayýnca, þaka yapmadýðýmý anlamýþ ve nihayet :
-     Tamam, diyorum.”Abi”! Demiþti.
- Bir kere ile olmaz, köye kadar diyeceksin, haydi baþla!
- Tamam. Abi,….. abi................................, abi...
     Böylece tekrarlýyor ve nihayet “Abi” demeði öðreniyordu. Fakat buna raðmen asilikleri sürüyor, kolay kolay söz tutmuyordu...
Benden altý yaþ büyük bir de ablamýz vardý. Ýki yaz boyunca köyün körpesini (kuzu, dana ve oðlaklar) otlatmaða baþladýðýmýzda henüz beþ-altý Sabah erkenden kalkar, armudun derede toplanan körpe sürüsü ile köyden çýkardýk. Ormanýn eteklerinde, bozlaklarda ve daha arkalardaki kýrsal kesimlerde yayarak köye dönerdik. Akþam olup, dönüþ vaktini önceki çoban geleneðinden öðrenmiþtik. Bu, karþýda yükselen Canbol tepesinin yamacýnda görülen iri bir aðacýn yandaki kayalýða düþen gölgesi idi. Gölge kayanýn üst baþýna ulaþýnca dönüþ vakti geldi, demekti.

Amansýz yaz sýcaklarý bastýrýnca, serin göl ve gölgeleri ile dere boylarý beni daima cezp ederdi. Bunun bir baþka nedeni, daha ziyade platonik bir aþkla sevdiðim kýzlarýn oralarda, mýsýr tarlalarý ve bostanlarda bulunuyor olmalarý idi. Körpe sürüsü ile ekili dere kýyýlarýna yaklaþmak mümkün deðildi. Körpenin yaylým alanlarý dýþarýdaydý. O yüzden, su içmek için dere kýyýsýna iner ve bir daha kim bilir ne zaman dönerdim. Dere boyunu yukardan gören tepelerde, körpenin yanýnda dolaþýrken, gözümü yollardan ayýramaz, kýzlarýn gelmesini beklerdim. Sonra bir bahane ile gittiðimde geri çaðýrmak isteyen ablam olanca sesiyle arkamdan ünler, hemen gelmeyince küfür ve kargýþlar yaðdýrýrdý arkamdan...
Ablamýn sesi de kendisi gibi güzeldi. Caný sýkýlýp, kahýrlandýkça bir yanýk türkü tutturur, engebeli arazide yankýlanan sedalarý aþaðý tarlalara kadar ulaþýr, çapa yapan kadýnlara müzik ziyafeti verirdi. Öðlen vakti olunca, körpeyi daðlardan iki saatliðine düze indirir, dere ve deðirmen arkýnýn geçtiði, içinde iki iri dallý söðüt bulunan çimenlikte dinlenmeðe getirirdik. Buraya Eðrek denirdi. Öðlen azýðýmýzý, ki bu genellikle kuru ekmek, soðan ve bazen tereyaðý olurdu, burada yerdik. Mal yayan diðer çocuklar da orada toplaþýr, yüzülmeðe pek elveriþli olmasa da, çünkü yüzebileceðimiz yerleri genellikle mandalar kapar, biz de serinlemek için bu çortlarý onlarla paylaþýrdýk. Sýcak havada suda yatmaktan pek hoþlanan mandalarýn sýrtlarýna binmek çok zevkli bir oyundu. Bu arada çimenlikte baþlayan boða dövüþleri eksik olmaz, hemen koþar, etraflarýný çevrelerdik...
Körpe yaydýðýmýz daðlar, düzlükler, yamaçlar bahar gelince türlü bitki örtüsüyle bezenir, manzaranýn seyrine doyulmazdý. Bu arada hiç sevmediðim zamanlar, Mayýs ve Haziran aylarý idi. Çünkü danalara tebelleþ olan bir tür iri kara sinek (büvelek) onlarý tedirgin eder, kaçýp uzaklaþmalarýna sebep olurdu. Kaçanlarý geri getirmek benim görevimdi. Bir gün, en çok kaçan iki danayý iple bir birine baðlamýþ, uzun ipin ortasýndan tutuyordum. Ansýzýn tekrar kaçýþmaya baþlamasýnlar mý? Ýkisinin ayný anda ipe asýlmalarý karþýsýnda direnemeyip, ipi salývermek zorunda kalmýþtým. Onlarý tekrar geri getirmem gerekiyordu. Nitekim ilerde ki bozlakta onlarý bulmuþ ve ipin ortasýndan yine yakalamýþtým. Bir an tepkisiz kalan danalar, ansýzýn tezmesinler mi? Önce etrafýmda saða sola kaçýþýp, sonra beni saran ipi ayný yönde çekmeðe baþlamýþlardý. Ben ipten kurtulmaða çalýþýrken sýrt üstü arkamdaki dikenli bir kýzamýk kümesinin üzerine düþüvermiþtim. Dikenler kalýn ve yoðun olduðu için yattýðým yerden hiç kýpýrdayamýyordum. Çünkü en küçük bir kýpýrdanma dikenlerin batmasýna yol açýyordu. Bir süre öylece kalmýþ ve ancak ablamýn gelmesiyle kurtulmuþtum.
Körpe yayarken çok kez caným sýkýlýr ve bir eðlence arardým. En hoþlandýðým þeylerden biri, daðlardan inen sel oyuklarýnda, iri taþlarýn altýnda yýlan, kertenkele ve kuþ aramaktý. Bunun heyecanýna doyamazdým. Yaðmur yaðýp, sel gelmesinden sonra kurþun misketleri aramak için bilhassa buralarda dolaþýrdým. Bazen her adýmda bulur, bunlarý biriktirip, avcýlara satardým. Avcalar bunlarý kendi doldurduklarý fiþeklerde kullanýrlardý. Kurþunlar doksan üç harbi diye bilinen, Osmanlý Rus savaþý sýrasýnda atýlan top mermilerinden saçýlmýþ olmalýydýlar. Bu yöre Rus istilasýna uðradýðýnda alýnamayan tek nokta bu kara tepe olmuþ. Burayý ele geçirmek isteyen düþman, haftalar boyu mermi yaðdýrmýþ buralara. Canbol ile Çimen Daðý arasýnda kalan ovalýk ve engebeli bölgenin en yüksek noktalarýndan biri olan kara tepenin üzeri küçük bir hava alaný olabilecek kadar düz ve geniþti. Düþman saldýrýsý karþýsýnda savunmak için çevresine siperler kazýlmýþ, burada sonuna kadar dayanýlmýþtý. O zamanlar þehit düþen iki nefer hala burada, dallarýna rengarenk, andak bezleri takýlý yaþlý bir ardýç aðacýnýn altýnda yatýyorlardý. Hemen yaný baþlarýnda ve kim bilir kim tarafýndan ilk kez kurulmuþ olan, küçücük kapýsýndan ancak çocuklarýn sýðabileceði derme çatma, minyatür bir taþ kulübe vardý. Uzak köylerden gelen ziyaretçiler hayýr için onun yumuþak topraktan zeminine bozuk para gömerlerdi. Yolumuz bu tarafa her düþtüðünde uðrar, topraðý karýþtýrarak para bulmaða çalýþýr, çoðunlukla bularak sevinirdik. Yaþýmýz büyüdükçe, burada av kuþlarý, keklik, hopal ve tavþan avlamanýn haz ve heyecanlarýný tadardýk. Ormanda dolaþýrken susayýnca eteklerinde bulunan soðuk su kaynaklarýndan içer, acýkýnca bitki yaprak-kökleri ile yabani meyvelerden çeküm, alýç ve palamut yerdik...
Karatepe’nin bende ki anlamý çok farklýydý. Çocukluktan yetiþkinliðime kadar, bütün evrelerimde ona týrmanmýþ, kendimi gece, gündüz onun çetin sýnavlarýna sokmuþtum. Kendimi orada tanýrken, Karatepe adeta kiþiliðimin görgü tanýðý olmuþ, ruhum sanki asli özelliklerini ondan almýþtý. Sýk bitki örtüsü içinde her zaman yabani hayvanlardan ayý, kurt ve domuz sürüleri barýnak bulur, bunlar çoðu kez hayali rakiplerim olurdu. Sýk meþe kümeleri ve çamlar arasýnda yürümek için her adým sonrasýnda çýkabilecek tehlikeyi göze almak gerekirdi. Bu bakýmdan daða gitmek gerçekten cesaret istiyordu...
Körpe yaymaða çýktýðýmýz ilk günü hatýrlýyorum. Henüz köyün baþlarýnda, Kargalarýn Kýraný aþmýþ, ormanýn eteðine varmýþtýk. Ablam birden dehþetle; “Kurt!” diye haykýrýp, onun bulunduðu yeri iþaret ediyordu. Fakat ben nedense göremiyordum. Sadece kurdu deðil, beþ adým ötemdeki hiçbir þeyi göremiyordum. Sanki gözlerim uzaðý görme yeteneðini birden kaybetmiþlerdi. Oysa o güne deðin sadece adýný duyduðum kurdu görebilmeði ne kadar istiyordum. Ablam bir taraftan tutturduðu yaygara ve havarla çalýlarýn arasýnda dolaþan köpekleri çaðýrýp, kurdu kovalamalarý için onlarý kýskýlarken, bir taraftan ona dair, “Kýrçýl, sýpýç, kýrpýk kulak, canavar...” gibi sýfatlar sayýyordu. Ama ben bir türlü göremiyordum onu. O gün duyduðum dehþet, merak ve heyecaný bir daha asla yaþayamadým...
Ýki de bir kendimi denemek, cesaretimden emin olmak isterdim. Bunun baþ nedeni korkudan nefret ediþim, ikincisi ise macera tutkumdu. Tabii ki ben de korkuyordum tüm çocuklar gibi. Ama bunu yenmek için üstüne gitmekten baþka çarem yoktu. O nedenle önce Karatepe eteklerinde yer alan kýranlar ve sýk aðaçlý düzlüklere yalnýz çýkmakla baþlamýþtým. Bu birkaç günde olup, biten bir uðraþ deðildi elbet. Aylar ve yýllara yayýlan bir çabaydý. Daðlara týrmanýrken hem fizik, hem de görgü ve bilgiye dayanan güçlerim geliþiyordu. Çok zaman yaptýðýmýz gibi, yine bir akþam Halil emmilerin evin damýnda, bacanýn duvarýna yaslanmýþ, yaþýtlarýmla sohbet ediyorduk. Her nasýlsa, daða tek baþýna kimin gidebileceði iddia konusu olmuþtu. Kimse buna cesaret edebileceðini açýklamýyordu. Yaþýtlarýmdan ve bilhassa dolaþtýðýmýz Aydýn, bunu yapsa yapsa Hürþad yapar diye önermiþ, ama o dahi bundan tam emin görünmüyordu. Denemeðe o an niyetlendiðim bu ilk gece týrmanýþým olacaktý. Henüz on üç yaþlarýnda idim. Ýddianýn baþarma koþulu; Büyük Düzün üst tarafýnda, iki yolun çatýnda bir çama týrmanmak ve orada kibrit yakmaktý. Nitekim harekete geçmiþ ve köyün içinden bir koþuda Kargalarýn Kýraný aþmýþtým. Büyük düzün alt tarafýný çevreleyen çalýlýða daldýðýmda dýþarýsý dolunayýn ýþýðý ile gündüz gibi iken, orman zifiri karanlýktý. Gerçi daha meþeliðe adým attýðýmda bu iþe giriþtiðime piþman olmaða baþlamýþtým, lakin artýk çok geçti. Dediðimi yapmalý, çam üstünde kibriti yakmayý baþarmalýydým. Orman çok sessizdi. Yavaþ yavaþ týrmanýrken bir yandan düþünüyor, vahþi bir hayvana rastlama ihtimalini en aza indirgemek için kedi kadar sessiz ve pür dikkat olmaða bakýyordum. Gittikçe hýzlanarak yürümüþ ve nihayet kurt, kuþ, in cin duyamadan tepenin böðründeki yüksek bir çama týrmanmýþ, uzun bir ýslýðýn ardýndan kibriti yakmayý baþarmýþtým. O an çok mutluydum. Akranlarým inkar edecek bile olsa, Karatepe ve dolunay þahitti elbet buna. Çok sürmedi, duyduðum büyük mutluluk, gizli bir endiþe ile gölgelenmeðe, zihnime üþüþen yeni gerçekler beni korkutmaða baþlamýþtý. Artýk bu iþi baþarmanýn en mühim þartýnýn köye salimen dönebilmeðe baðlý olduðunu düþünüyordum. Aksi halde bunun anlamý yoktu zaten. Bunca gürültü yaparak, tekin olmayan orman sakinlerine kendini ifþa ettikten sonra aþaðý inmeðe kalkýþmak bir çýlgýnlýk gibi gelmeðe baþlamýþtý. Bu durumda nasýl kurtulacaktým Tanrým... Keþke düþlerimde olduðu gibi yine uçabilseydim. Fakat ne yazýk ki mümkün olmuyordu bu gerçek hayatta... Bence, düþ ile gerçek arasýndaki en mühim fark iþte bu uçamayýþtý. Yaptýðým akýlsýzlýða aðlasam ne yazardý ki. Çaresiz olsalar dahi, melekler bile haþarý çocuklara acýmýyordu iþte. Ama burada sabaha deðin bekleyemezdim. Nihayet çamdan inmeðe karar verdim. Lacivert gök yüzündeki harika mehtap altýnda cýlýz ýþýklarý seçilen asude köyüme son bir kez bakýp, aþaðý inmeðe baþlamýþtým...
Ýnsaný iliklerine kadar korkutmak için tek baþýna yeterli bir karanlýk denizine gömülü çam dibine inerken, onlarca kem göz ve kulak tarafýndan ablukaya alýndýðýmý sanmamak elimde deðildi. O nedenle, her dalýn üzerinde bir an etrafý dinliyor, sora çýt çýkarmadan inmeðe devam ediyordum. Bu arada yeni hal çareleri, cesaret artýrýcý formüller kuruyordum: “Karanlýk her göz için eþit bir engeldir, o halde buradan kurtulmanýn çaresi, gözlerden daha çok, kulak kesilebilmeðe ve bacaklarýmýn gücüne baðlýdýr”... Aþaðýya atýlan her adýmla birlikte hançereme inanýlmaz büyük bir haykýrýþ toplandýðýný hissediyor, bunu tutmakta zorlanýyordum. Kalp atýþlarýmýn dýþarýdan duyulmamasý için olaðan üstü bir çaba sarf ediyordum. Nihayet yere ayak bastýðýmda orman hala bir sessizlik ummanýydý. O an keþfettiðim silah bana müthiþ bir özgüven vermiþti. Bu silah hançeremde biriken büyük çýðlýktý. Öyle sanýyordum ki, onu salýverecek olsam, infilaký þimþekten doðan bir yýldýrým gibi, bu meþum karanlýðý aydýnlýða boðup, çevremdeki bütün tehlikeleri bir anda berhava edecekti. Artýk hiç korkmuyor aðaç kümeleri arasýnda fütursuzca ilerliyordum. Derken az sonra köyü kýsmen gördüðüm bir noktaya eriþmiþ ve artýk o müthiþ silahý tetiklemek ve ne olacaðýný görmek istiyordum. Salýverdiðim haykýrýþla kulaklarým bir anda çýnlarken, yaydan fýrlayan ok misali ileri atýlýyor ve önüme çýkan meþe kümelerinin üzerinden uçarcasýna geçip, saniyeler sonra orman dýþýna, aydýnlýk düzlüðe ulaþýyordum...
Ablam, Mürtezeler’den, babamýn ahbabý Ahmet ustanýn oðlu Yýlmazý seviyormuþ. Kýrlarda körpe yayarken, bazen onu uzaktan geçerken görür, bir kümenin dibinde, kaðýda sarýlý birkaç salkým üzüm, elmayý afiyetle yerken, onlarý Yýlmazýn býraktýðý hiç aklýma gelmezdi. Hakikati ancak yýllar sonra ondan öðrenecektim. Uzaktan uzaða bakýþtýklarý için, meðer Yýlmaz bizi izler ve yaklaþarak kasabadan getirdiði o meyveleri çaktýrmadan bir noktaya býrakýrmýþ. Bense ablamýn nasýl olup da oralarda meyve bulacaðýmý bildiðine akýl erdiremezdim. Zaten fazla da sormazdým. Malum “Üzümünü ye, baðýný sorma” derlerdi...
Ablamýn muhtemel izdivacý söz konusu olunca, annemin aklýndan geçen, onu küçük aðabeyi Selahattin’in oðlu Muammere vermekti. Oysa babam, o kimi isterse ona vereceðini söylüyordu. Bu durumda onu Yýlmaza verme yanlýsýydý. Fakat annem beni; “Dikkat et, bacýn Yýlmaza kaçabilir” diye uyarýyordu. O sýrada çoðunlukla ablamla ayný yataðý paylaþýyorduk. Ben uyurken kaçmaða kalkarsa bunu fark etmek ve gerekirse önlemek için bir çare düþünmüþ ve bulmuþtum; onu geceliðinden kendi pijamama firkete ile gizlice baðlayacaktým. Artýk her gece öylece yapýyor ve sonra uyuyordum. Fakat bir bayram sabahý uykudan uyandýðýmda bir de ne göreyim; firkete açýlmýþ ve ablam yatakta yoktu. Çeþmeye, ahýra, konu komþuya bakýlmýþ, ama ondan eser bulunamamýþtý. Tek ihtimal kalmýþtý, o da Yýlmazla kaçmýþ olmasýydý. Evde, baþta babam, herkesin morali bozulmuþtu. Neden bunu yapmýþtý, kimse anlam veremiyordu. Babamý bilmiyorum, ama ben diðer bütün çocuklar gibi bayram namazý için camiye gitmiþtim. Kafam fena halde bozuktu. Üzgün ve çocuklarýn bakýþýndan tedirgindim. Köyde bilmeyen kalmamýþtý ablamýn kaybolduðunu. Bana ablamý soracaklar diye endiþeliydim. Derken bayram namazý bitmiþ ve cemaat avluya çýkmýþ, bayramlaþmalar baþlamýþtý. O sýrada, namaza gelmiþ olan Yýlmazýn babasý Ahmet ustayý fark etmiþ ve hemen yanýna yaklaþarak;
-Ahmet ici (amca), o oðlun Yýlmaz nerede? Diye manidar sormuþtum. Ahmet usta gayet mülayim bir ses tonuyla:
-Bilmiyorum, onu ne yapacaksýn ki Hürþad?
-Onun anasýný …. ceðim!
Bunu derken gayet ciddi ve asabi olduðum için, Ahmet ustadan öfkeli bir çýkýþ bekliyordum. Fakat o munisçe tebessüm ederek:
-Hürþad onu bul getir, sen de belle anasýný, ben de! Demez mi, apýþýp kalmýþtým. Ahmet icinin verdiði karþýlýk beni hem þaþýrtmýþ, hem de için için güldürmeðe yetmiþ, sessizce oradan ayrýlmýþtým…
Dahaca büyümüþ, artýk yaþýtlarýmla evin bir çift koþum öküzünü otlatýyordum. Bu, körpe yaymaktan daha zevkliydi. Çünkü böylece arazide hareket kabiliyetim artýyor, dere kenarlarýna olabildiðince yaklaþabiliyordum. Ama bir keresinde bu özgürlük bana hayli pahalýya mal olmuþ, korucunun birinden, koruk sayýlan dere kýyýsýna girdiðim bahanesi ile (Bunun asýl nedeni ilgi duyduðu kýzýn beni seviyor olmasýydý) her elime dokuz pelit sopasý vurmuþ, ellerim ateþte yanmýþçasýna ýsýnýp, caným fena yanmýþ, aðlýyordum. Bu durumda bana önerisi, ellerime iþemem olmuþtu acýdan kurtulmak için...
Geleceðe aktardýðým belki ilk öcüm bu olup. Bunu ona:
-Bir gün büyürsem ben de senin çocuklarýný ayný þekilde döveceðim, görürsün. o buna aldýrmayýp, sadece gülmüþtü.
Bilhassa yaðmur yaðdýktan sonra, arazinin yeniden yeþermesine fýrsat vermek için yazýlar yasaklanýp, mal, davar daða sürülürdü. Öyle zamanlarda beþ on kiþi akþamlarý köyde sözleþir, yarýn ormana hep birlikte giderdik. Ormanda yaðmur yaðarsa çam dallarý altýna sýðýnýr, çevrede bol olan kuru odunlardan ateþ yakardýk. Mevsimi ise, iki kiþi seçilip, araziye inerek bostanlardan mýsýr, patates ve yeri belli evleklerden köz mantarlarý getirirlerdi. Ateþin etrafýn sarar, piþen patatesleri, mýsýr ve mantarlarý yemeðe doyamazdýk. Havalar düzelip, güneþlik olunca, bu kez taze otlar bitmiþ araziye inerdik. Hayvanlarý otlaða salar, bize özgü oyunlar oynamaða baþlardýk. Kara kaydýrma, tenme (sektirme), birdirbir sýkça oynadýðýmýz oyunlardandý. Dikkat etmez, oyuna fazla dalarsak, hayvanlar ekili tarlalara zarar verir ve tabii karþý tepelerde dolaþan korucularýn hýþmýna uðrardýk. Hayvanlar tarlaya henüz yöneldikleri sýrada genelde bunu gören korucu, olanca sesiyle baðýrýp, düdük çalarak, hodaklarý uyarmaða çalýþýr, bu iþe yaramazsa gelir ve hayvaný zarar verenleri þiddetle cezalandýrýrdý. Korucu ormaný dolaþýrken yanýna tüfek ve nacak alýr, araziyi kontrole çýkarken pelit çubuk ve ayný aðaçtan bir deðnek taþýrdý koltuðunda. Gerektiðinde çubukla küçükleri, deðnekle büyükler döverdi. Korucu daima köylüden seçilirdi. Babam daha önceleri bir yýl, Rasim amcam mükerrer defalar koruculuk yapmýþlardý. Rasim amcamý anýnca, bir aným hemen aklýma gelir. Bir gün Fýndýklý deresinde aniden bastýran saðanaðýn ardýndan gelen korkunç sele kapýlacaktýk. Böyle þiddetli yaðýþa ilk defa rastlýyordum. Rüzgarla birlikte serpiþtiren yaðmurla karýþýk dolu yaðýyordu. Dereden beriye henüz geçirmiþtik ki, daðdan önce büyük bir uðultu, ardýnda inanýlmaz bir sel gelmeðe baþlýyor, dere yataðýndaki meþe, kýzamýk kümeleri yerinden sökülüyordu. Yerler çamur ve kaygandý. Yüzüme karþý esen yel ve kamçý gibi acýtan yaðýþtan adým atamaz olmuþtum. O sýrada amcam gelip, beni bir kýzamýk kümesinin dibine çekmiþ, ben titreyerek oracýða çömelirken, o iri gövdesini bana siper etmiþti. Amcamýn þansýna, ilk defa ve sadece onun zamanýnda devlet tarafýndan verilmiþ olan korucu üniformasý, o yaðmur ve çamurda berbat olmuþtu. Titreyerek, sýrýlsýklam köye döndüðümüzde, annem endiþeyle bekliyordu. Köyün içinden dahi seller aktýðýný gören annem soba yakýp, yatak sermiþ olduðu için üþütmekten kurtulmuþtum.
Bir sürü sevecen ad takarak bizi seven annem, bütün anneler gibi çocuklarýnýn üzerine titrerdi. Uzun kýþ geceleri ve böyle yaðýþlý havalarda evde ocak baþýnda oturur, etrafýný çevirerek bize hikaye veya masallar anlatmasýný isterdik. Annem, inanýlmaz uzun ve fantezi yüklü hikayeler bilir, anlatýrken ruhlarýmýz kanatlanýp, diyardan diyara uçar, masal kahramanlarýyla aðlayýp, onlarla gülerdik. Þah Ýsmail, Arab-ý Zengi, Çam atan, Tepegöz, Köroðlu, Kerem ile Aslý ve daha niceleri onun anlatý listesine eklenebiliyordu.
Körpe yayarken, Rasim amcamýn yetiþtirdiði çoban köpeði Bölük daima yanýmýzda olurdu. Kýrpýk kulaklarý, siyahtan griye kadar deðiþen don rengi ve güçlü yapýsýyla safkan bir Kangaldý Bölük. Bu köpekler kurttan, ayýdan ve yaban domuzundan korkmaz, hemen saldýrýrlardý. Bölük olmasa körpe yayarken daha çok sýkýlýrdým. Bölükle çalýlarýn arasýnda dolaþýr, kertenkele ve yýlan kovalardýk. Bölük sözümü dinler; “Kýs!” diyerek gösterdiðim her hedefe tereddütsüz saldýrýrdý. Boyun ve göðsünde çengelli tasma takýlýydý. Boynunu kapatan çengel savunmasýna yararken, göðsünde sarkan saldýrý silahýydý. Göðüsle çarptýðý hayvaný ilk anda iþaret parmaðý uzunluðunda üç çiviyle yaralayabilirdi. Çomara çengel takýlmadýðý için, bir gün az kalsýn kurtlara yem oluyormuþ. Gerçi canýný kurtarmýþtý. Ama karnýndan, apýþ arasýndan aðýr yaralar almýþtý.oluyordu. Bir gün onu aðýr yaralý ve kanlar içinde amcamla daðdan geldiðini görmüþtüm. Meðer kasabanýn daðýnda bir kurt sürüsünün ardýndan gitmiþ ve kurtlarýn tuzaðýna düþmüþtü. Aldýðý yaralarý bizzat diken amcam onu ölümden kurtarmýþtý…
Sabahlarý köyün ortasýndaki yaþlý çatal armudun altýna körpeleriyle gelen köylülerin yanýnda daima köpekleri de bulunur, bu anlarda bize it dalaþý seyretme þansý çýkardý. Köyde Bölük ve Çomardan iri ve güçlü bir köpek daha vardý. Bu, akrabadan olan kasabýn celep köpeði Karabaþtý. Gözünün biri dalaþ esnasýnda yaralanmýþ, çevresi kýsmen hasar gördüðü için ona “Kor it” derlerdi. Onun gibisini görmedim. Müthiþ bir köpekti Karabaþ. Bir gün amca oðlu Ýsmail’le caminin yanýnda, eniþtem Yýlmaz gilin evin önünde durmuþ, çiseleyen yaðmuru izliyorduk. Sokak ve harmanlar çamurluydu. Bu sýrada Karabaþ, kýrk adým ilerde, harmanýn öte baþýnda ki kasaplarýn evin önünde yatýyordu. Ýsmail yaramazlýk etmeden duramazdý ya, iki de bir ona taþ atýyor, hayvaný rahatsýz ediyordu. Ben, “Yapma emmoðlu!” yapma diyorsam da dinlemiyordu. Önce sadece ikaz etmek istercesine bir kez havlayan Karabaþ, artýk gýna getirmiþ olacaktý ki, bir daha havlamýþ ve yattýðý yerden kalktýðý gibi üzerimize doðru kopmuþtu. Ýsmail benden iki yaþ büyük ve çok daha hýzlý koþuyordu. Karabaþ arkamýzdan hýzla gelirken, o arayý açmýþtý, ben karabaþýn insafýna kalmýþ gibi, þapýrtýyla kaçmaða bakýyor, geride kaldýðým için de hapý yuttuðumu düþünüyordum. Çünkü köpek, nihayet bir hayvan olup, sormazdý suçlu kim, masum kim diye ve önüne ilk çýkana dalardý. Hem ne de olsa onunla beraber deðil miydim. Fakat o da ne? Beni çok þaþýrtan karabaþ, yanýmdan hýzla geçmiþ ve az sonra Yanýmdan hýzla geçen Karabaþ, durup beni ýsýracaðýna, hýzla ilerliyordu. Derken koþmakta olan Ýsmail’e yetiþip, bir göðüs darbesi ile onu yüzü koyun çamurlu yola sermiþti. Sonra, ancak olgun insanlara yakýþan vakur bir eda ile yanýmdan geçip, geldiði yere dönüyordu. Ýsmail yaramazlýðý sonucunda düþtüðü yerden kalkmýþ, çamura belenmiþ haline piþmanlýkla bakarken, ben sonsuz hayret ve þaþkýnlýktan gülmeði dahi unutuyordum...

Arap ve Karagöz, severek otlatmaða götürdüðüm öküzlerimizin adlarýydý. Arap, adýný renginden alýyordu. Çünkü sim siyah bir donu vardý. Dedemin arada bir tere yaðý sürdüðü, geniþ bir hilal gibi kývrýk, sivri uçlu, parlak boynuzlarý ve güçlü yapýsýyla son derece uysal bir hayvandý. Ama Karagöz tam bir asi ve hatta deliceydi. Don rengi turuncuyla kahverengi tonlarda deðiþiyor, güçlü boynuzlarý öne doðru kývrýlýyordu. Yakýnýnda þemsiye açýlmasýndan hiç hoþlanmaz, ürkerek kulaklarýný diker, kapatýncaya kadar teyakkuzda durur, yoksa kaçýp, uzaklaþýrdý. Ýkinci sevmediði þey, ard arda söylenmiþ iki sözcüktü. Evet, Karagöz bunu duyunca adeta çýldýrýr, zincirle baðlý olsa koparýr, ahýrlarý, çitleri yýkýp gitmek isterdi. Bu iki sözcük; “Guguk ile Ýbik “ten ibaretti. Evin olgun erkeklerinden baþkasýný saymaz, kadýnlar onu boyunduruða koþamazdý. Ben onlarý ekili tarla aralarýnda kalan tumplarda çok semiz otlarla otlattýðýmdan ötürü olsa gerek, bana itaat ederdi. Hatta bir gün samimiyetimiz ileri gitmiþ, Karagöz inanýlmaz bir uysallýkla, sýrtýna binmeme dahi izin verecekti. Nihayet karýnlarý iyice doymuþ, öðlen istirahatý için köye dönerken, önce okþadýðým güçlü boynuna, sonra geniþ sýrtýna geçip, oturmuþtum. Bu inanýlmaz bir geliþmeydi. Bir buçuk km mesafede bulunan Kotanlar mevkiinden hareketle, önce dereden geçmiþ, sonra düz yolda ilerleyerek bizim Eðri tarlanýn hemen yaný baþýndan geçiyorduk. O sýrada tarlada ablam, annem, ninem ve yengem çapa yapýyorlardý. Bir de ne görsünler, Karagözün sýrtýna binmiþ, onlara el sallayarak yaklaþ mý yor muyum?
Ötekiler pek umursamayýp, gülümserken, ablam bu kadarýna sabredemeyip, bir denemeden duramayacaktý. Ne yapacaðýný tahmin ediyordum. Çünkü deli Karagözün bu kadar uysallaþýp, at gibi ehil davranacaðýný havsalasýnýn almayacaðýný biliyordum. Nitekim tam önlerinden geçerken ablam Karagöze hitaben;
-Guguk! Ýbik! Diye sesleniyordu.
Son anda endiþeyle dur, yapma diyordum ki, yine deliliði tutan Karagöz, kulaklarýný dikmiþ, saða, sola zikzaklý zýplayýþlarla koþmaða baþlarken, bizimkiler durmuþ, heyecanlý bir rodeo gösterisi seyrediyorlardý. Öküzün sýrtýnda tutunabileceðim hiç bir þey yoktu. Önce birkaç kez öküzün sýrtýnda kalkýp, inmiþ, son havalanýþý müteakip de tepe üstü yere çakýlýyordum. Az sonra, düþtüðüm yerden kalkmaða çalýþýrken, etrafýmýn karanlýða kestiðini fark ediyordum. O an duyduðum boyun aðrýsýný unutup, daha korkunç bir olayý yaþýyordum. Çünkü gözlerim görmüyordu artýk.
Bir anda kör oldum sanýp, kahýr ve öfkeyle aðlarken, ablama küfürler yaðdýrýyor, ne yapacaðýmý bilemiyordum. Yaþayabileceðim daha korkunç bir felaket olamazdý. Bu müthiþ olay karþýsýnda ne yapacaðýmý düþünürken, bir ara elimi sað gözüme götürüp, parmaklarýmla kapaðýný aralayýnca çok sevinmiþtim. Çünkü bereket versin, kör olmadýðýmý anlamýþtým. Tek sorun, göz kapaklarýmýn o an için felç olmasýydý. Zira kapaklar kendiliðinden hareket etmiyor, elimle açýnca görüyor, býrakýnca görüþüm kapanýyordu. Bu hal hiç görememekten elbet çok daha iyiydi. Bundan sonra, köye kadar elimle kontrol ettiðim göz kapaklarýyla gitmiþ, aradan üç saat kadar geçtikten sonra þükür yine eski halime dönebilmiþtim. Ama Karagözün sýrtýna binmeye tövbe ettiðim gibi, bu yaptýðýný da ona ödetecektim. Öyle bir zaman gelecek ti ki, sað elimin parmaklarý aþýrý güçlenip, böðrüne bir dürtüþ yaptýðýmda, týpký boynuz yemiþ gibi böðürerek iki büklüm olacak, bundan sonra, bir adým mesafeden, sadece omuzlarýmý oynatmam bile ayný dehþeti yaþamasýna yetecekti... Bir gün bu gösteriyi, polis amcamýn yanýnda yaptýðýmda, amcam hayretle: ulan haydut herif, senden öküzler bile korkuyor yav, diyecekti…

ÇATAL YÜREK

Annemin babasý, Hayrý dedem ölmüþ, köyü Zarabotda vefatýnýn elli ikinci gecesi münasebetiyle mevlit okutulacaktý. Sabah erken yola çýkmýþ ve takriben üç saat yürüyerek oraya varmýþtýk. Görünüþe bakýlýrsa o gün dönmeyecek, geceyi orada geçirecektik. Oysa bu köyde gecelemek istemiyor, kendimi huzursuz hissediyordum. Bunun sebebi, baþka bir geliþimizde görmüþ olduðum acayip bir düþ esnasýnda korkmuþ olmamdý. Hani derler ya, “korkulu rüya görmektense hiç uyumamak daha iyidir”. Ben de en iyisinin bu köyden akþam olmadan kaçmak olduðunu düþünüyordum.
Mevlit, akþam namazýný müteakiben camide okutulacak ve cemaate toplu yemek verilecekti. Burada iki dayým ve bir teyzem vardý. Evlerde mevlit için yemekler hazýrlanýrken, biz çocuklar dýþarýda, bir kenarý meþeye kadar uzanan meyilli düzlükte oynuyorduk. Yanýmda büyük dayýmýn oðlu, yaþýtým Þükrü vardý. Onunla çok iyi anlaþýr, becerilerimizle övünür, aramýzda türlü yarýþlara giriþirdik.
Herkesin köyü kendine güzel gelir, ama bana onlarýn ki daha bir tekdüze ve sýkýcý geliyordu. Buna karþýn bizim köyde olan baþkalýklarý anlatýyor, Þükrü'nün merakýný ha bire kamçýlýyordum. Gel þimdi seninle bizim köye gidelim desem, babasýndan korkup, istese bile gelmeyecekti. Tek çare onu bir yolunu bulup kýzdýrmak olabilirdi...
Çünkü kýzarsa yapamayacaðý þey yoktu Þükrünün. Ne de olsa cesurluk konusunda rakiptik. Meydanlýkta bulunan büyük, yaþlý ardýç aðacýndan baþlamýþ, týrmanmadýk aðaç býrakmamýþtýk. Sonra koþu, at binme ve hatta karþý mahallenin çocuklarýna sataþmaða kadar bir çok konuda yarýþmýþ, ama eþitliði bozamamýþtýk. Þimdi ortaya yeni ve farklý bir iddia atmanýn zamaný gelmiþti:
- Þükrü, ben var ya, buradan tek baþýma bizim köye gidebilirim, ya sen?
Þükrü hiç aþaðý kalýr mý?;
-Ben de. Diyordu hemen.
Bunu saðlam zapta baðlamanýn tam sýrasýydý.
-Gitmeyenin anasýný ... mi? Diye sorunca, Þükrü tereddütsüz olumlu cevabý veriyor ve gene;
-Ben de .... im! Diyordu.

Bizim edebiyatýmýzda geri dönülmez türde bir yemindi bu. Çünkü dediðini yapamayan her kim ise, kendi anasýna bizzat sövdüðü gibi, baþkasýnýn sövmesine de razý oluyor demekti. Böylece bizim köye gitme kararý kesinleþmiþti. Fakat elimizi çabuk tutmalý, karanlýk kavuþmadan ve kimseye hissettirmeden yola koyulmalýydýk.
Ýlk etapta, aradaki ormanlýk alaný geçip, Cengeriþ'in göründüðü Günyüzü sýrtlarýna varacaktýk. Derken mevlit hazýrlýðý yapan evlerden birine girip, üçer tane “Biþi” (Yaðda kýzartýlmýþ hamur iþi) alarak dýþarý çýkmýþtýk. Sözde, oynamak için birbirimizi kovalýyorduk. Bu her ikimizin de ilk büyük macerasý olacaða benziyordu. Bu yüzden çok heyecanlýydýk. Biraz yukarýda, ýslak yapraklarýnda birikmiþ su damlacýklarýnýn batmaða meyletmiþ akþam güneþiyle parýldadýðý pelitlerin, çam kümelerinin arasýna dalmýþtýk. Yerler az önce yaðmýþ olan yaðmur nedeniyle ýslanmýþ, fakat zemin türlü otlarla kaplý olduðu için bunun bir zararýný henüz hissetmiyorduk.
Nitekim ormanýn alt tarafýndan geçen yola inip, bunu izleyerek daðýn öte tarafýndan akan ceviz deresine (Göletin baþladýðý yer) varmýþtýk. Fakat burada hiç hesapta olmayan bir þey, korkunç bir sel gürültüyle çaðlýyordu. Kapýlacak olsak, daha boðulmaða bile fýrsat kalmadan taþlara çarpýlarak ölürdük. Ýþin en kötü yaný karþýya geçirecek doðru dürüst bir köprünün de olmayýþýydý. Zaten bizim derelerin çoðunda köprü bulunmuyordu. Burada ki yegane köprü, kýyýdan yükseltilmiþ basit bir duvar ve baþlarý taþlarýn arasýna sýkýþtýrýlarak karþýya uzatýlmýþ olan bir çift pelit sýrýktan ibaretti. Bulanýk akan korkunç sel sularý sözde köprünün beþ parmak altýna kadar yükseliyordu...
Köprünün baþýna gelip durmuþtuk. Bu sýrada muhtemelen ikimizin aklýndan geçen düþünce ayný ve bu geri dönmekti. Kararýmýzý ayný anda açýklarsak yemin zail olabilirdi. Ama bu mümkün deðildi. Çünkü bu her þeyden önce bizim için bir gurur meselesiydi ve kimse korktuðunu ilk açýklayan olmak istemiyordu. Ben ona bakýyordum, o bana. Derken daha cesur olabileceðimi göstermek için bir adým ileri çýkýp, sýrýklara eðiliyordum. Fakat selin baþ döndürücü hýzla akýþý ve kulak zarlarýný zorlayan uðultusu beni orada tutuyordu. Bu iki sýrýðýn üstünden yürümeðe imkan yoktu. Zira ayak basýlan zemin düzgün olmadýðý gibi, yürürken yaylanýyordu. Bu durumda her an dengeyi kaybedebilirdim. En iyi yöntem, ikimizin de çok iyi yaptýðý aðaca týrmanma ve bu durumda sürünme usulüydü....
Derken yüzükoyun sýrýklarýn üzerine abanmýþ ve ileri doðru sürünmeðe baþlamýþtým. Þükrü arkamdan takip ediyordu. Hemen altýmýzda çaðlayan sel suyu ile adeta burun buruna gelmiþ, onun samani köpüklü dehþetengiz yüzeyine ürküntüyle bakýyor, santim hesabý ilerliyorduk. En küçük hata ve istem dýþý bir sarsýntý bizi her an azgýn sulara gark edebilirdi...
Biraz sonra karþý tarafa ulaþmýþ ve yerden sevinçle doðrulmuþtuk. Az sonra küçük derelerden koþar adým geçiyorduk. Nihayet ulaþtýðýmýz sýrttan baktýðýmýzda karþýmýza batmak üzere olan güneþin son ýþýðýnda üç köy görüyorduk.
Ýlk anda çok þaþýrmýþ, karþýda dizi halinde imiþ gibi görünen üç köyden hangisinin bizim köy olduðunu seçemiyordum. Bizim köy olmasý gerekeni önce sol baþta ve uzakta ki sanmýþtým. Zira, arkasýnda kara bir tepe ve ortasýnda iki ulu kavak bulunuyor ve genel büyüklüðü ortada görünen köyle aynýydý. Dikkat edince ötekinin iki misli daha uzakta olduðunu anlýyordum. Þu halde o köy Keradam köyü idi. Bizim köy bana inanýlmaz yakýn gelen, ortada görünen olmalýydý. Çünkü hemen yanýnda yer alan komþu Karaköy bunun somut bir kanýtýydý.
Bu tespite sevinerek Þükrü'ye;
-Tamam, iþte þurasý bizim köy!
Derken, normal yolu býrakýp, en kestirmeden köye çabucak ulaþmak üzere ileri atýlýyorduk. Bu sýrada sýrtýnda erzak torbasý ile önümüzden geçen bir köylü kadýný, bize bu saatte nereye gittiðimizi soruyor, biz de Cengeriþ’e, diye cevaplýyýp, sevinc ve heyecanla yürüyorduk....
Fakat hiç hesapta olmayan þeyi az sonra fark ediyorduk. Çünkü yaðmurdan iyice ýslanýp, çamurlaþmýþ olan tarla topraðý yürürken ayaklarýmýzý sarýyor, giderek büyüyen koca topaklarla yürümek çok zorlaþýyordu. Böylece ilerlerken az sonra güneþ tamamen batýyor ve hava kararýyordu. Biraz ileride önümüzü ikinci bir dere kesiyordu.
Neyse ki, þansýmýza burada sel yoktu. Hemen ayaklarýmýzda ki kara lastik ve çoraplarý çýkarýp, pantolon paçalarýmýzý yukarý kývýrýyor ve yalýn ayak dereyi geçiyorduk.
Karanlýk iyice bastýrmýþ, artýk önümüzü görmekte bile zorlanýyorduk. Fakat çok sürmeden gözlerimiz karanlýða alýþýyordu. Bu arada dolunay da önünü kesen kara bulutlardan sýyrýlýp, bir an görünüp, sonra yine kayboluyordu. Artýk önümüzde sadece bizim dere kalýyordu engeli geçilecek.
Artýk Þükrü ile dilediðim gibi yarýþabilir, onu türlü deneylerden geçire bilirdim. Nitekim ilk deneme fýrsatý çýkmýþtý bile. Ýçinde yürümekte olduðumuz tarlanýn ortasýnda bir kýrk adým ötete bir karartý duruyordu. Önce kaygýsýz yürürken birden durup:
-Þuna bak Þükrü, bu bir ayý deðil mi?
Diye soruyor ve hemen ardýndan kendim cevaplýyor; ana! diye, yalancýktan korku nidasý salýyor ve sözlerime davamla:
- Bence bu bir ayý, baksana. Diyordum.
Þükrü, her ne kadar çok cesur olsa da, benim korkar görünmem, ister istemez ona da tesir ediyordu. Böylece Þükrü'nün cesaretini zorluyor, benimle yarýþa kalktýðýna piþman olsun istiyordum.
Ama Þükrü öyle kolay korkup, panikleyecek biri deðildi. Ne de olsa, Kesimgillerden, orman kolcularýnýn baþ belasý deli Rahmi’nin oðluydu...
Rahmi dayýmý bu havalide tanýmayan yoktu. Belalý biriydi ve kaç kez hapis yatýp, çýkmýþtý. Köyleri bir orman köyü olduðu için atlarýyla daðdan kaçak aðaç getirir, bu yüzden ikide bi rkolcularla çatýþýrdý.
Dayým Hakkýnda çok anlatýlan bir karþýlaþmasý þöyle idi:
Kolcular baskýn verince ormana dalmýþ ve çalýlar arasýnda gizlenmiþti. Kolculardan biri tam önünden geçerken aniden ve elde silah önüne atlýyor ve silahý suratýna doðrulttuðu Kolcuya:
“ Dur Ulan, sakýn kýpýrdayým deme. Bana derler Rahmi Aksoy, aç aðzýný getir salavatýný, çaðýr Allah’ýný, þimdi seni öte dünya postalýyorum...”

Ben durunca Þükrü de durup, ne yapýlacaðýna birlikte karar vermemizi bekliyordu. Geri dönelim desem, dönecek, ileri yürüsem yürüyecekti. Tarlarýnýn orta yerinde ve Karþýmýzda duran karaltýnýn bir ayý olmak ihtimali bence yüzde on bile deðildi. Öylece duruyor ve yerinden hiç kýpýrdamýyordu. Yakýn çevrede bir mýsýr tarlasý falan da yoktu. O halde bu bir ayý olamazdý. Kanýmca o bir kuþburnu, ardýç veya kýzamýk kümesi olmalýydý. Tabii ki bunu açýklamýyor, tam aksine onun bir ayý olacaðýný söylemekle kalmýyor, yalandan da;
-Ben geri dönüyorum, ya sen? Diye soruyordum.
Bu durumda o da:
-Ýyi, dönelim öyleyse. Diyordu.
Bu beklediðim cevap oluyor ve:
-Ne olursa olsun, ben ileri gidiyorum. Diye atýlýrken, Þükrü hemen;
-Ben de, diye, takibe koyuluyordu.
Sonunda yüzde yüz ölüm bile olsa benimle gelmekte tereddüt etmeyeceðine kanaat ettiðim kuzenim Þükrünün cesaret ve sadakatine için için hayran oluyordum.
Nihayet bizim köyün deresine ulaþýyorduk. Lakin aksilik bu ya, burada da dere yataðýný tamamen doldurup, gürültüyle akan bir sel vardý. Ancak karþýya geçmek için gene de bir yol biliyordum. Tek çare, o an bulunduðumuz yerden biraz daha yukarýda ve derenin iki yanýnda yükselen büyük söðüt aðaçlarýndan ikisinin bir birine geçen dallarýndan yararlana bilmekti. Bunu Þükrü’ye açýkladýðýmda gösterdiði hayret bana gurur veriyordu. Çünkü bu yolu bilmemiþ olsam, iþimiz yaþ ve belimize kadar kýsmen ýslanmýþ halde, karanlýkta sabahý bekleyecektik.
Gerçi bulutlar daðýlýp, az ötemizde ay ýþýðý vardý, fakat dere kenarý aðaçlarýn gölgesinde kaldýðý için etrafýmýz çok koyu karanlýktý.
Bu nedenle köprü olarak kullanacaðýmýz aðaçlarý bulmak zorlaþacaktý. Nitekim ilk denememizde yanýndan geçerken göremeyip, deðirmenin önünde bulunan cinli çortun yaný baþýnda durmuþtuk.
Biraz önce ona bu gölle ilgili en meþhur hikayeyi de þöyle anlatmýþtým:
"Bizim köyde eskiden Ozanoðlu adýnda bir adam varmýþ ve günün birinde evinde dolaþan bir peri kýzýný ansýzýn batýrdýðý çatallý iðne ile yakalayarak, kendi itaatý altýna almýþ ve ona ekmek piþirtmek istiyormuþ. Çünkü perilerin piþirdiði ekmekler hiç tükenmezmiþ. Nitekim ekmek piþiren Peri kýzý, ona yalvarýp, kendisini deðirmenin önünde bulunan belli bir çorta býrakmasýný istemiþ. Bu yakarýþlara acýyan Ozanoðlu, bir akþam üstü onu bu çorta býrakmýþ. Fakat peri kýzýnýn koyduðu “Sakýn geriye dönüp, bakma” þartýna, merakýna yenilerek uymayýp, geri bakýnca, o sýrada diz kapaðýna kadar suya girmiþ olan peri kýzýnýn ecinnilerce anýnda parçalanýp, gölün kýzýla boyandýðýný görmüþ."
Burasýnýn iþte o çort olduðunu söyleyince, ayýdan, kurttan korkmayan Þükrü birden panikleyerek:
-Deme ya!? Aman hemen kaçalým buradan! Diyordu.
Nitekim geri dönüyor ve bizi karþýya geçirecek olan köprü söðüdü bu defa þaþmadan buluyorduk. Bu kalýn ve yaþlý bir aðaçtý. Yüksek dallarý neredeyse karþý kýyýya kadar ulaþýyordu. Ben önde Þükrü arkada, bunu týrmanýp, öteki kýyýya iniyor ve ay ýþýðý süt liman, sevinçle köyün yolunu tutuyorduk.
Az sonra þose boyunca uzanýp giden dikili telgraf direklerini ona gösteriyordum. Onlarýn köyde böylesi olmadýðýndan, bu hayli ilgisini çekiyordu. Aðaca týrmanma yarýþlarýmýzda bunlardan bahsederek onu çok merak ettirmiþ, benim yaptýðýmý yapamayacaðýný iddia etmiþtim. Yarýn sabah gelip bunlara týrmanmayý muhakkak o da deneyecekti.
Nitekim bizim eve ulaþmýþ ama onca gürültümüze raðmen ablamý uyandýrýp, kapýyý açtýramýyorduk. Neyse ki, hemen karþý evde oturan halam ve dedem bizi duyup, içeri almýþ, karnýmýzý doyurup, yatak sermiþlerdi. Çok yorulmuþtuk. Yarýn birlikte yapacaklarýmýzýn hayalini kurarak yattýðýmýz gibi uyumuþuz...
Nihayet sabah olup, uyandýðýmda Þükrü’yü yanýmda göremeyiþim ve gece olanlarý duyduðumda çok üzülmüþ, inanýlmaz büyük bir düþ kýrýklýðý yaþamýþtým. Meðer biz oradan ayrýlýp, akþam olduðu halde eve gelmeyince köyde bir þivan, bir velvele kopmuþ ki sormayýn gitsin. Doðru dürüst mevlit bile okutulamadan at binen dayýmlar, komþu köyleri dolaþýp, bizi aramaða baþlamýþlarmýþ. Ceviz deresini geçip, o sýrtta yön tayini yaptýðýmýz sýrada gördüðümüz Günyüzü köyünden olan o kadýndan gittiðimiz yeri nihayet öðrene bilmiþ ve gelip bizi bulmuþlardý.
Bu olaydan sonra sevgili kuzenim Þükrü ile ne yazýk ki bir daha asla görüþemeyecek idik. Çünkü aradan bir iki ay geçmeyip, ceviz deresinin karþý yakasýnda bir gün mal yayarlarken, Selahattin dayýmýn oðlu, büyük kuzenimiz, Muammer'in bir kaza kurþunu ile vurularak, maalesef hayatýný kaybedecekti.
Bu kez annemle onun cenazesine gidecek, yarýþtýðýmýz o yaþlý ardýç aðacýnýn altýna kurulan çardakta otopsi yapan hükümet tabibinden onun bir çatal yürek taþýdýðýný duyacaktým...

MEKTEP
Köyde her kýþ açýlan cami bitiþiðindeki Mektebe ücreti köylü tarafýndan ödenen sarýklý bir Hoca tutulur, genç ve çocuklara Dini bilgiler ile Kuran öðretilirdi. “Korku cennetten çýkmadýr” özdeyiþi Mektepte bilhassa geçerliydi. Evde babamýn, orada hocanýn korkusu ile elife mertek, be’ye tekne, diyerek eski harfleri çabucak öðrenmiþtim. Lakin iþ okumaya gelince bu o kadar kolay deðildi. Babamýn önünde hepten saþýrýr, yanlýþ yaptýkça dayak yer, dayak yedikçe yanlýþ yapardým. Çünkü babamýn kafama indirdiði turalý gümüþ yüzük darebesi canýmý acýtýr, akan göz yaþýmdan, býrakýn okumayý, harfleri dahi göremezdim. Fakat yine de çok sürmemiþ, Elif-Amme cüzleri derken, eski yazýyý sökebilmiþtim.
Okumaya ilaveten öðretilenler asýl iþlevsel olanlarýydý bu bilgilerin. Çünkü bunlar ahiret hayatýnýn giriþ kapýsýna ait ve herkesin mutlaka bilmesi gereken soru ve cevaplarý kapsýyorlardý. Bunlarý gereðince bilemeyenlerin iþi haraptý. Zira aksi halde ölene, kabire definden sonra, bir dudaðý yerde, diðeri gökte, elinde kýllý topuzla gelecek Zebaniden kurtulmanýn hiç baþka yolu yoktu. Yanlýþ cevap verenler topuzu baþýna yer ve yedi kat yerin dibinde ki cehennemi baylardý. Ancak, bilenler kurtulup, ebedi hayatýn sürdüðü, o güzel cennete giderlerdi.
O mühim soru ve cevaplar sýrayla;
- Kimsin, nesin? Elhamdülüllah Müslümaným.
- Rabbin kim? Allah.
- Nebin kim? H.z. Muhammed.
- Kimin ümmetindensin? H.z. Muhammedin.
- Kimin milletindensin? H.z. Halil Ýbrahimin.
- Kimin zürriyetinden Adem aleyhisselamýn.
Önce bu bilgilerle techiz edilip, sonra yeni yazý öðreten okullara gidebilirdik. Köylüler arasýnda bu konuda muhtelif görüþler vardý. Çoðu köylüye göre; yeni yazý denen tarz, eme yarar bir þey deðildi, lakin nedense hükümet, okumak isteyenlere bu yazýyý dayatýyordu. Oysa bu yeni, gavur yazýsýný öðrenip de ne olacaktý? Çünkü mühim olan; eski yazýyý öðrenip, Kuran-ý okuyabilmektir, deniyordu...
OKUL
Bizim köyde henüz okul binasý yoktu. O nedenle Ýlkokula komþu Karaköyde baþlamýþtýk. Bizden önce kimi aðabeylerimiz de orada baþlamýþlardý okula. Okul yolu yürüme onbeþ dakika çekmiyordu. Ýlk gün okula, kivre Kaya ve kardeþi Emrullah, amca oðlu Ýsmail ve yaþýtým Murat ile birlikte gitmiþtik. Karaköylü çocuklar daha yarý yolda ve sevinçle karþýlamýþlardý bizi. Okul, kavak, erik ve söðüt aðaçlarý arasýnda, tahta çatýlý, büyükçe bir evin iki odasýndan ibaretti. Uzun ve art arda dizilmiþ sýralarda oturuyorduk. Elimde biri beyaz, diðeri sarý yapraklý iki defter ve ceviz kavalýma karþýlýk, Nurettin’den aldýðým birkaç kalem ve silgiyle okula baþlamýþtým. Öðretmenimiz Sýtký Bey’in gözetiminde, okuma yazmayý bir ayda ve ilk öðrenen iki öðrenciden biri olmuþtum. Demek ki, bu yazý eski yazýdan daha kolaymýþ.
Ýkinci sýnýfý, amca oðlu Ýsmail ile beraber kasabada okuyacaktýk. Mesafe dört kilo metreyi buluyordu. Önce Mithat Paþa Ýlkokulana gitmiþtik. Sýnýflar çok kalabalýktý. Her teneffüste kavgalar çýkýyordu. Kasaba çocuklarý köylerden gelenlere tat vermiyor, nedense, onlarý sindirmek istiyorlardý. Bana pek takýlan olmaz, daha çok Ýsmail’e arka çýkarken dövüþürdüm. Aradan iki ay geçmemiþti ki, yolumuz üzerinde bulunan, köye daha yakýn olan Atatürk Ýlkokuluna nakledilmiþtik. Yeni okulun, yakýn olmasý haricinde bir avantajý yoktu. Çünkü kavgalar yine sürüyordu. Kara Mýstik, Kökü, Laz Baki, Çarçilli adlarý köylerden gelen çocuklarýn korkulu ruyalarýydý. Buna, dönüþ yolunda Ýneköy ve Karaköyün haþarý çocuklarýný da eklemeliydik. Çünkü çocukluk devrinde gücü gücü yetene, kuralý geçerli ve uygunu baþka köyün çocuklarýna sataþmaktý. Her þeye raðmen derslerde baþarýlý ve bütün derslerim pekiyi idi.
Takip eden yaz tatilinde bizim köye nihayet okul yapýlmýþ ve üçüncü sýnýftan sonrasýný burada okuyabilecektim. Bu arada yeni yazýnýn sanýldýðý kadar kötü bir þey olmadýðýný anlamanýn dýþýnda, bir çok farklý þeyi de öðrenmiþtim. Farklýlýk, mektepte öðretilenlerle ilgili ve onlarla göreceliydi. En dikkatimi çeken, hoca mektebinde Müslüman ve Halil Ýbrahim milletinden olduðumuzun öðrenmiþ iken, burada Atatürk’ü duyup, kendimizin Türk ve Türk milletinden olduðumuz söylenerek, her sabah buna dair ant içiyor olmamýzdý. Bu iþte bir yanlýþlýk vardý, ama nerede olduðunu bilmiyordum. Halil Ýbrahim milletinden olduðumuza dair mektep öðretisi mi, Türk olduðumuz mu asýl gerçekti? Birinci öðretinin yanlýþ olduðuna inansam ve bunu dedem duysa herhalde cinnet geçirirdi. Molla Þirin’in damadý ve son derece dindar bir kiþiydi dedem. Daðlarda beraber öküzleri otlatýrken, o güzel sesiyle durup, ezan okur, namaz kýlar ve din vaizlerinden dinlediði hikayeleri anlatmakla bitiremezdi. Benim okumamý ve hatta doktor olmamý istiyor, bu yüzden doktorunun adýný bana veriyordu.
Beni bilhassa meþgul eden soru; Türkler ve Müslümanlar ayný mý, yoksa gayrý uluslar mýydý? Ya da, kendi milletini yok saymak Müslüman olmanýn gereði miydi? Bunlara ilaveten; Tanrý ile Allah adlarý ayný zata mý, yoksa farklý zatlara mý ait idiler? Milletinden olduðumuz iddia edilen Halil Ýbrahim, acep tek baþýna bir millet miydi? Yok, deðilse, onun da ait olduðu bir millet muhakkak olup, bu milletin adý neydi? Þu durumda o millet Türk milleti olmalýydý. Aksi halde daha neden böyle sayýlsýndý ki? Bu iki öðreti arasýnda çeliþme olmamasýnýn tek þartý, onun da Türk milletine ait olduðunun kanýtlanmasý olmalýydý. Yoksa iþler karýþýyor demekti. Bu sorularýn doðru cevaplarýný arayacak ve bir gün mutlaka bulacaktým...
Ýlkokul ikiye geçtiðim yýlýn yaz tatili baþlamýþ, komþu ve akraba çocuklarý Hüsamettin ve Naci ile Kurun deresine doðru gezmeðe gidiyorduk. Ýçinde tahýl yýkamak üzere, betondan yapýlmýþ, diz boyu derinlikteki dar havuzlara “Kurun” deniyordu. Hemen yaný baþlarýndan geçen arktan kurunlara su baðlar, dolduklarýnda içlerinde oynardýk. Henüz oraya varmýþtýk ki, benden bir yaþ büyük olan Hüsam, aklýna fesatlýk düþüp, Naci’ye hitaben;
-Naci, habu var ya, ne yaptý, biliyor musun?
-Ne yaptý? Diye soruyordu Naci
- Necati’nin ayaðýna bastý!
Bunu derken yüzünde beliren ifade, sanki Necati’nin ayaðýna ayakla deðil, tank paletiyle falan, basýlmýþ olduðunu anlatmak istiyordu. Kaldý ki, bu doðru bile deðildi. Necati benden iki yaþ küçük ve Naci’nin ortanca kardeþiydi. Akraba olduðumuz için sýkça beraber olurduk. Naci benden üç yaþ büyüktü. Deðil mi ki böyle aðýr bir cürüm (!) iþlemiþim, o halde bunun cezasýný çekmeliydim.
Bemen hemen itirazla:
-“Yok öyle bir þey, yalan söylüyor valla!
Dedimse de dinletememiþ, ellerinde bulunan yaþ çubuklar bacaklarýmda, kýçýmda patlamýþtý. Onlara karþý koyacak durumda deðildim. Çaresiz, aðlayarak oradan ayrýlýyor ve öfkeyle söverken, tehditler savuruyor, “Tabanca getirip, bunun hesabýný soracaðým” diyordum.
Onlar bunu ciddiye almayýp, arkamdan gülüyorlardý. Onurum fena halde incinmiþti. Beni böyle þaplak uþaðý yerine koymalarýný mutlaka ödetmeliydim, ama nasýl? Babamýn bir tabancasý vardý ve bunu bir kaç defa gizlice okula getirip, onlara göstermiþtim. Bunun arkaik nedeni iþte böylesi durumlar için idi. Oysa tabanca kullanmayý bilmediðim gibi, o gün evde bulacaðýmda kuþkuluydu. Çünkü günlerden Perþembe deðildi. Babam sadece o günlerde kasabada kurulan Pazara gider ve tabancayý evde býrakýrdý. Bu durumda eve gitmem boþuna olabilirdi. Derken anayolu geçmiþ, köyün önünde yer alan mezarlýða varmýþtým. Yukarý doðru gidildikçe meyil artýyordu. Mezarlýðýn hemen sað yanýndan gidilen patikaya geçmiþ, orada ki tarlanýn kenarýna çömelmiþtim. Kabristanýn yeri yüksek, bulunduðum yer inginde kalýyor, böylece onlarýn görüþ sahalarýndan çýkýyordum. Çömeldiðim yerden önümdeki tarlaya bakarak düþünüyordum. Bu sýrada az ileride duran bir taþ gözüme takýlýyor ve hemen kalkýp onu inceliyordum. Bu bileði taþý, az bir düzenlemeyle tabanca þekline sokulabilirdi. Derken iki taþla hemen iþe koyuluyor, gerekli þekillendirmeði yapýyordum.Az sonra sözde tabancamý kemerime sokup, gömleðimle üzerini örtüyor ve elimle üzerinden kavrayarak, altýnda gerçekten kabza ve namlu varmýþ imajý yaratýyordum. Þimdi tek eksiðim elime yaþ ve saðlam bir aðaç dalý almaktý. Onu yolun altýndaki tarlanýn içinde yükselen bir ahlat aðacýndan kýrýp, düzelterek, pür silah, kurunlarýn oraya doðru seðirtiyordum. Az sonra oraya vardýðýmda, þansýma Hüsam yalnýzdý. Fütursuzca üzerine koþarken, hýrs ve kinimi belirtmek için sövüyor, onlarý vurup, geberteceðime dair tehdit ederken, bir elimle belimde ki sözde kabzayý kavrýyordum. Beni fark edince, çömeldiði yerden ayaða kalkan Hüsam, bir an gördüðüne inanmakta güçlük çekiyor, þaþkýn vaziyette, öylece duruyordu. Böyle yapmayýp, hemen kaçacak olsa, iyi koþtuðu için kurtulabilirdi benden. Fakat adeta yerine mýhlanmýþ gibi duruyordu. Üzerine doðru hiç duraksamadan koþarken, bütün tepkilerini ölçüyor, karþý koyma cesaretinin giderek azaldýðýný fark ediyordum. Artýk kaçmasý gerekiyordu, ama henüz kaçmýyordu. Belki de, arkasýndan ateþ edip, nasýlsa vurabileceðimi düþünüyordu. Son anda kaçmaða davrandýysa da geç kalmýþ, yetiþir yetiþmez sýrtýna, kýçýna kýyasýya vurmaða baþlamýþtým. Duyduðu acýdan dehþete kapýlmýþ, önüm sýra çýðlýk çýðlýða kaçarken elleriyle baþýný korumaða çalýþýyor, bir yandan da “Naci, Naci!” Diye haykýrýyordu.
Onun yakýnda olduðunu duyunca, korkup, býrakacaðýmý sanýyor olmalýydý. Baktýðý yönden, Naci’nin dere kýyýsýnda, söðütlerin altýnda bulunan kaynaktan su içmeðe gittiðini anlamýþtým. Onun feryadýný duyan Naci, az sonra kýyýdaki yüksek kuþburnu kümelerinin arasýndan fýrlamýþ, mýsýr, fasulye ekili, amcamlara ait tarlanýn ortasýna gelmiþti. Önünde, üzerinden arkýn geçtiði iki metrelik bir yükselti vardý. Biz bunun az ötesinde, arkýn üstündeki tarlanýn içinde hareket halindeydik. Orayý týrmanmak için koþmaða yeltenmiþ, fakat Hüsamettin’in, “Tabanca var” sözü, (bu, daha ziyade düþtüðü durumu izah etmek içindi), onu anýnda durdurmuþtu. Bunu deðerlendirmenin tam vaktiydi. Hüsam’ý býrakýp, hemen ona karþý hücuma geçerek arktan atlýyordum. Bu arada Hüsam hýzla köyün yolunu tutarken, tarlanýn içinde tereddütle duran Naci, üzerine korkusuzca koþtuðumu görünce, yanýmda mutlaka silah olduðuna hükmedip, hemen geri dönerek dereden hýzla geçip, öte yakada ki mýsýr Az sonra köye dönerken, Naci’nin yüzünde beliren o ifadeyi düþündükçe katýlasýya gülüyor ve kendimi silahsýz da savunacak duruma gelinceye kadar bu olayý hiç kimseye anlatmýyordum.
Hüsam ile birkaç gün sonra gene barýþýyorduk. Evlerimiz yakýn olduðu için sýkça görüþüyor, birlikte yapmak üzere, türlü planlar kuruyorduk. Bir gün yine bizim evin yanýnda buluþmuþ, ne yapsak diye düþünüyorduk. O birden þeytanca gülerek:
- Haydi Nehar’ý çaðýrýp, daða gidelim. Diyordu.
Bu kez kabak büyük teyzemizin torunlarýndan olan Neharýn baþýnda patlayacak demekti. Neharlarýn ev yukarýda, armudun derenin üst yamacýndaydý. Biraz ötesinde ormana ait ilk çalýlýklar baþlýyordu. Derken, derenin tabanýna gelmiþ, evlerinin önünde oynayan yaþýtýmýz Nehar’a sesleniyorduk;
-Nehar, emice gel hep beraber daða gidek!
Nehar, bizimle oynama fýrsatý çýktýðý için sevinip, annesinin ikazýna aldýrýþ etmeden, bayýr aþaðý koþarak yanýmýza inmiþti. Onu ortamýza almýþ, omuz omuza henüz iki adým atmadan sille tokat giriþmiþtik. Nehar, duyduðu acýdan ziyade, uðradýðý bu hayal kýrýklýðýndan ötürü seslice aðlarken, annesi bayýr aþaðý koþuyor, biz onu býrakýp, kaçýyorduk. Anne arkamýzdan büyük oðlunu kast ederek; “Sizi Ali’ye sordurtmazsam görürsünüz,” diyordu. Çocuklukta iþte böyle zalimlikler yaþanabiliyordu. Kim biraz mazlum ve güçsüz ise vay geldi haline demekti. Gerçi bir fýrsatýný bulup, Ali bizi yakalýyor ve ellerimizi tutarak, Nehar’a” Hadi, gel lan, vur þimdi” diyor, ama biz; ”Vursun, nasýlsa onu gene yalnýz yakalamayacak mýyýz?” diyince, akýbeti bilen Nehar, belki hem böylece dost olur, birlikte oynarýz, ümidiyle “Vuracaðým ama kýyamýyorum” diyerek, baðýþlýyordu. Ali o zaman kýzýp; ”Ne halin varsa gör, ama sakýn bir daha, beni dövdüler diye zýrlanma, tamam mý”, diyip, bizi býrakýyordu…
Baþka bir kýþ günü, kasabadan, okuldan dönüyorduk. Nehar, Emir ve Fýrat üç amca oðlu idi. Müthiþ ayaz vardý. Kitaplarým omuz çantamda, baþýmda annemin elde ördüðü tiftik papak (kalpak) ve ellerimde yine tiftik eldivenler, hiç üþümüyordum. Ötekiler, esasen yeterince varlýklý olmalarýna raðmen, adeta yaz kýyafetinde yola çýkmýþ, soðuktan burunlarý sulanarak yürüyorlardý. Bir konu üzerinde Nehar’la tartýþmýþ, yersiz iddiasýna sinirlenerek, ona bir yumruk atarak, burnunu kanatmýþtým. Amca oðullarý beni haklý bulduklarýndan olacak, önce karýþmamýþlardý. Ama Nehar onlarý bana saldýrtmak için ikna etmekte kararlýydý. Bunun için onlara diller döküyor, vaatler ediyordu;
-Siz ne biçim emmi oðlusunuz, utanmýyor musunuz beni yalnýz býrakmaða? Gelin hep bir olup, þunu dövelim.
Diye ýsrar ediyor, ama bir türlü olumlu karþýlýk gelmiyordu. Çünkü hemen araya girip, onlarý daha sonra nasýlsa tek yakalayýp, bunu nasýl ödettireceðimi hatýrlatýyordum.
Nitekim Neharýn vaatleri sonuç verip, Fýrat ikna oluyor, ama beni dövebilmek için ikisi kafi deðildi. Emir’in katýlmasý da lazýmdý. Karla kaplý köy yolunda yürümeðe devam ediyorduk. Nitekim Ýne köy ve Karaköy arasýnda kalan, nispeten ýssýz bir yere geldiðimizde, Nehar’ýn yaptýðý onca vaatten sonra Emir de ikna olup, bana karþý birleþerek hücuma geçmiþlerdi. Etrafta diz boyu kar vardý. Elleri soðuktan dona yazdýðý için, yere yýktýklarý halde, bana hiç vuramýyor, vursalar da kendi canlarý daha çok yanýyordu.Her birine birkaç yumruk isabet ettirdimse de bana sarýlmalarý ve karlarýn üstüne yýkýlmaktan kurtulamamýþtým. Bütün yaptýklarý beni yerde tutmaktan ibaret kalýyordu. Bu sýrada yine boþ durmuyor, yerden aldýðým kar topaklarýný ellerine, yüzlerine sürerek, iyice üþümelerine yol açýyor, beni býrakmalarýný saðlamak istiyordum. Tam bu sýrada bizim köylü römorklu bir traktör kasaban dönüyordu. Bizi görünce frenlemiþ ve hemen kavgayý býrakýp, duran römorka atlamýþtýk. Ama ben yakalarýný býrakmýyor, bu yaptýklarýný burunlarýndan getirmek için römorktan atmakla tehdit ediyordum. Hele köye inince iþleri hepten yaþtý. Çünkü orada eve gitmek için mecburen ayrýlacaklardý. Ben köyün orta yerinde olan caminin yanýn bekliyor ve iki kiþi kalýnca onlara ne yapacaðýmý söylüyordum. Fýrat ve Nehar yukarý mahallede, Emir aþaðýda oturuyordu. Beni yýkarak onurumu incittikleri bir yana, tekerrürü önlemek için buna piþman etmeliydim onlarý. Nitekim nedametlerini dile getirip, yalvarýyor, akraba deðil miyiz, diyince, daha fazla direnmiyor ve barýþarak ayrýlýyorduk...
MÝYADON
Tek oðlu askere gideceðinden, mallarýný otaracak kimsesi olmayan teyzem, annemden beni göndermesini istemiþti. Bu hizmetime karþýlýk, okul vakti gelince elbisem alýnacak, bir miktar da harçlýðýn yanýnda, babamýn onlardan aldýðý tabancasýndan ötürü olan kalýntý (250lira) da silinecekti. Okullar tatil olunca, bir Perþembe günü, teyzemlerin kamyonla Miyadon köyüne gelmiþtim. Gerçi asýl iþim arazide mal otlatmak olacaktý, ama sað olsun teyzem, neredeyse bir dakikamý bile boþ býrakmýyor, beni bütün iþlere koþturuyordu. Biri benden küçük, diðeri ayný oranda büyük iki de kýzý vardý teyzemlerin. Annemlerin dayý oðlu, teyzemin eþi olan Ýmdat çavuþ kamyon ile seferden sefere gider, ancak ara sýra köye uðrardý. Ýhtiyar anneannem ve þoförün karýsý Ayten haným ile kundakdaki çocuðu birlikte kalýyorduk. Ayten haným þehirde yetiþmiþ olduðundan, köy hayatýnýn tekdüzeliðine alýþmakta zorluk çekiyor, küçük oðluyla beraber kocasýnýn yolunu beklerken sýkýlýyordu.
Yeþil ýrmaðýn kollarýndan biri olan Þiran çayý, ilkbaharda bu köyün arazisinden coþkun akardý. Eski, ahþap köprüsünden sadece yayalar ve hayvanlar geçebilirdi. Bura çocuklarýna, bu çay ve derin göllerinden ötürü gýbta ediyordum. Zira tatlý suyun derin çortlarýnda yýkanmaya bayýlýyordum. Buraya geldiðimde, önceleri tanýmadýðým bir kavramla tanýþmýþtým. Ayný köyün içinde yaþayan insanlarýn diðer mahalledekileri “Düþmanlar” diye , nitelemeleri bana çok yeni idi. Kemal ve Özcan, annemin dayýsýnýn torunlarýydýlar. Çok zaman birlikte olur, göllerde yüzer, daðlarda mal otlatýrdýk. Her ikisi de bana yeni gelen bir çok farklý kabiliyetlere sahiptiler. Þeker pancarý kökleri veya kalýn aðaç kabuklarýný oyarak, kamyon, araba maketleri yapmayý büyük amcalarýnýn oðlu Hasan abiden öðrenmiþlerdi. Ayrýca bunlar, uzaktan gelen kamyon seslerinden, onlarýn markalarýný biliyor, kuþ dili dedikleri tarzda, yek diðeriyle rahatça anlaþabiliyor, suyun akýþýna karþý yüzüyorlardý. Bunlarý öðrenmek için görmem yetiyordu. Aradan geçen üç-dört hafta bana aylar gibi uzun geliyor, her þeyini sevdiðim köyümden uzak kalýþýma üzülüyordum. Ara sýra özlem gidermek için "Gavur Mezarlýðý" denen tepeye çýkar, doðuya bakýnca uzaklarda Karatepenin yer yer çýplak olan batý yamaçlarýný görür, oralarda olma özlemiyle gözlerim yaþarýr, iç geçirirdim. Bazen, uyumsuz hayvanlarý güderken çok bunalýr her þeyi býrakýp kaçmak isterdim. Ama bunu yapmazdým. Çünkü kimseye "Bak, zora dayanamayýp, vaktinden önce geri döndü", dedirtmek istemiyor, bunu bir onur meselesi sayýyordum. Hem ne de olsa okullar açýlýnca köye döneceðime göre, burada öðrendiklerim bir teselli sayabilirdim. Çünkü bunlarý bizim köyde bilen tek kiþi ben olacak ve öteki çocuklara ilk öðreten olmanýn kývancýný yaþayacaktým….
Perþembe günleri kasabada pazar kurulur, o gün Ankara ve Istanbula giden yolcu otobüsleri buradan geçerdi. Bunu bilen köy çocuklarý bu otobüsleri yakýndan görme meraklarý ve bir gün bunlarla büyük þehirlere yolculuk yapma düþleriyle, güttükleri hayvanlarý saat dokuz-on sularýnda bu tarafa, deðirmenin ardýndan geçen þosenin sol kýyýsýndaki çimenliðe sürerlerdi. Otobüsler çokluk orada durur, inen binen yolcular bulunurdu. Ýþte gene böyle bir gün ve ben de oradaydým. Beyaz renkli, önünde "Beytullah Turizm" yazýsý bulunan bir otobüs gelip yanýmýzda durmuþtu. Derken kapýlar açýlýp, kimi yolcular aþaðý inmeðe baþlamýþtý. Ben hemen oracýkta durmuþ, otobüse inip binenlere kenardan bakýyordum. Derken inenler arasýndan uzun boylu, babayiðit birinin gülümseyerek bana doðru geldiðini görmüþ, ama gözlerime inanamaþýtým. Bu gelen babam Tursen çavuþtu. Yanýma gelince eðilip, gözlerimden öptükten sonra, laf olsun diye, burada ne yaptýðýný sormuþ, birkaç gün önce Ýstanbuldan geldiðini ve artýk Almanya'ya gitmekte olduðunu söylüyordu. Ayrýlýrken, “ Kendine dikkat et” diyor ve tekrar hareket etmek üzere olan otobüse biniyordu. Babam o halimi hiç unutamamýþ, bunu yýllar sonra tekrar hatýrlayýnca: "Oðlum, þayet seni orada öyle sefil kýlýk, kýyafet içinde görmemiþ olsam, bir Alman kadýný dostum vardý, onunla yaþamaya devam eder, belki zamanla hepinizi unutur, giderdim" diyecekti…
Buraya geldiðim ilk gün ve araziye mallarla çýktýðýmýz aný hiç unutmam. Güdümümde bir çift öküz, üç dana ve onaltý kuzu vardý. Kemal, Özcan ve diðerleri ile birlikte, ormanýn öte yanýnda kalan "Ballýk" denen sarp kayalýk mevki'e gitmiþtik. Dediklerine göre, kartallarýn yuva yaptýðý bu kayanýn zirvesine kimse týrmanamazmýþ. Madem öyle, o halde hemen ilk olma fýrsatýný deðerlendirip, buraya týrmanmak istiyordum. Fakat kayalýk gerçekten çok sarp ve tehlikeliydi. Derken ayaklarýmdaki kara lastikleri çarmýþ, yalýn ayak týrmanýþa geçmiþtim. Çünkü böylece tutunma yetimi artýrýp, kayma tehlikesini en aza indirgiyordum. Biraz sonra kayaya týrmandýðýmda zirvede gerçekten bir kartal yuvasý ve bunda yeni tüylenmiþ yavrularla karþýlaþmýþtým. Onlara dokunmadan, bir an seyretmiþ, sonra aþaðý inecektim. Çünkü burada durmak tehlikeliydi. Tam bu sýrada, her nasýlsa durumu görmüþ olan anakartal “Gyaak!” diye sesler çýkararak telaþla yaklaþýp, ataða geçmiþti. Yavrulara zarar vermek istediðimi sanýyor olmalýydý. Kartal pençe vurmamýþtý ama, bu tür olasý bir ataða karþý korunma refleksiyle tutunduðum kayadan elimin tekini çözünce bir an dengem kaybolup, hýzla düþmeðe baþlamýþtým. Þansým vardý gene ki, doðal yapý olarak bu kaya üç yüksek basamaktan oluþuyor ve her basamak düþme hýzýmý az da olsa kesiyordu. Aksi halde o yükseklikten bir anda yere düþmem hayatýmýn sonu olabilirdi. Kartallarýn yaþadýðý bu yüksek kayaya o yaþta týrmanmak sýradan bir iþ olmadýðý için yanýmdakiler cesaretime hayran kalmýþ, ama bu iþ bana hayli acýlý kol ve bacak sýyrýklarýna mal olmuþtu…

Bu köyün çocuklarý nezdinde “Canavar”la eþ deðer etkiye sahip olan Karakuþlarý (Kartal) bu olaydan sonra kinlemeðe baþlýyordum. Tabiat ananýn bir þaheseri, iri, kývrak kanatlarý, alýmlý baþlarý, keskin, sivri pençeleri ve haþmetli duruþlarý ile kartallar, daha ziyade günün ikindi sularýnda semalarda daireler çizer, alýcý bakýþlarýyla yeri tarayarak av ararlardý. Bir kartal, metrelerce yukarýdan baktýðý yer yüzünde avlanacak bir yýlan, tavþan veya köstebek fark edince, hemen süser ve çok sürmeden pençesinde sarkan avýyla tekar havalanýrdý. O gün tam zirveye eriþtiðim sýrada, ansýzýn gelerek kayalýktan düþmeme yol açýp, yaralanmam hadi neyse, yanýmdakilere mahcup olmama yol açan bu kuþlara karþý hayranlýktan baþka, hýncým da vardý. Ýlk fýrsatta bunun öcünü birinden almayý tasarlýyor, bir açýklarýný kolluyordum. Nitekim yaz tatili bitip, köyüme dönmeme iki-üç hafta ancak kalmýþtý. Hayvanlarý köyün önündeki yeni biçilmiþ hozanlara vurmuþtuk. Evler yüz adým yukarýda, yer yer köyün içi görülüyordu. Birazdan akþam olacaktý. Hayvanlar köye yukarý meyilli tarlalara daðýlmýþ, ahýrlara kapatýlmadan önce, bahtlarýna ne çýkarsa topluyarlardý. Teyzemlerin iki katlý, toprak damlý evin önünden geçen ana yoldan sapan bir patika, tarlalarýn arasýndan geçerek bostanlara aþaðý iniyor, iki kýyýsý boyunca kuþburnu, kýzamýk kümeleri, kavak ve söðüt aðaçlarý bulunan dere kýyýsýnda son buluyordu. Bu küçük derenin her iki yakasý sulamaya elveriþli olduðundan, bostanlarda soðan, patates, salatalýk, domates, kendir, fasulye, börülce ve lahana yetiþtiriliyor, neredeyse burada herkesin küçük bir bostaný bulunuyordu. Mal hodaklarý bir araya toplanmýþ, kimi bir þeyler anlatýyor, kimi þakalaþarak, saða sola koþuþuyorlardý...
Bu sýrada ben, bir tumpun üstündeki alýç aðacýna yaslanmýþ, pür dikkat bostanlarýn üzerinde daireler çizen bir kartalýn takibindeydim. Kartal yükseklerde turlayýp duruyordu. Oysa avlayacaðý hayvan türleri öyle yüz metreden görüþ vermeyecek denli sýk bitki örtüsüyle siperlenmiþ, fani hayatlarýný olabildiðince güvende tutuyor, görünürde birine rastlanmýyordu. Böyle giderse bizim karakuþ yuvaya boþ pençeyle döneceðe benziyordu. Fakat o da neydi? Görkemli kanatlarý ansýzýnn pike durumuna gelip, o ünlü dalýþýyla yere aþaðý son hýzla süsüyordu. Zemini tarayan keskin gözleri bir ava kilitlenmiþ olmalýydý. Yerde gördüðü her ne ise, zamanýnda deliðine kaçamazsa, vay geldi demekti onun baþýna. Çünkü az sonra tepesine demir pençeli bir kara kuþ, süngü gibi iniverecekti. Yerdeki hedefin ne olduðunu göremeyecek denli uzak olmam bir yana, bunu düþünmüyordum bile. Dikkat ettiðim tek þey kartalýn kendisi ve halen kendir bostanýnýn üzerine olduðuydu. Hýzla buraya dalan kartal, kendirler arasýnda gözden kaybolmuþtu. Bulunduðum yerden onun tekrar havalanacaðý aný beklerken, acaba bu kez ne yakaladý diye merak da ediyordum. Bu bir yýlansa, kartalýn pençelerinde acýyla kývranarak havalanýrken, onu sokup kurtulmayý denemeðe kalkar, ama kartal onu bir an býrakýp, biraz düþüþle iyice sersemledikten sonra havada gene yakalardý. Fakat saniyeler geçiyor, her nedense havalanmýyordu kartal. Aniden aklýma gelen bir fikirle yerimden fýrladýðým gibi kartalýn daldýðý noktaya doðru koþuyordum. Mesafe elli adým var, yoktu. Kendir bostanýnýn baþýna gelince durmuþ, bunun içinden geçen daracýk patikada koþar adým, öteki çýkýþa yönelen kartalý görmüþtüm. Karakuþ, avý yakalayamadýðýný geç, eðer bir mucize olup, hemen uçmayý baþaramazsa yakayý ele verdi demekti bu kez. Kanat açmayý mutlaka denemiþ olmalýydý. Ama insan boyu yükselen bu kendir sokaðýnda buna olanak yoktu. Ola ki, akabinde, avý mavý býrakýp, var gücüyle ilerdeki çýkýþa doðru koþuyordu. En acilinden on adým koþup, açýða çýkabilirse kurtulmuþ olacaktý. Al kanatlarý olmanýn ne önemi olurdu sincap gibi koþmaða ihtiyaç varken. Boyumu aþan kendirler arasýna dalmam ile anýnda yetiþtiðim kartalýn kuyruðuna ayak basýp, eðilerek iki uçlarýndan tuttuðum kanatlarýndan askýya almýþtým. Bir anda neye uðradýðýný anlayamayan kartal, yakalanmýþ olduðunu farkedince buna öfkeyle isyan ediyor, kurtulmaða çabalýyordu. Ama nafileydi bütün uðraþý. Zira kendini ele veren alkanatlarý olmadýk yerinden tutulup, tutsak düþmüþtü insanoðluna. O býrakmadýktan sonra kurtulmasýna imkan ve ihtimal yoktu karakuþun. Demek uzun kanatlara güvenir, göðü saltanatgahýn, yeri avlaðýn sayar, kurda kuþa dar ederdin dünyayý. Þimdi boþlukta sarkan o güçlü pençelerin ve havayý ýsýran keskin gaganla yekun hayvanatýn kabusuydun ey kartal...
Az ötedeki çocuklarla bu olayý paylaþmadan olmazdý. Sað elime aldýðým karakuþla hemen kendirlerin arasýndan çýkýp, onlara doðru yürümüþtüm. Kendimden uzak, yana tuttuðum þeyin bir karakuþ olacaðý hiç akýllarýna gelmediði için, acep nedir, diyerek yanýma koþmuþlardý. Bir karakuþ böyle yakalanmýþ olamazdý. Onu daha önce asla bu durumda görmemiþlerdi çünkü.. O nedenle, düþ görüyorlarmýþçasýna þaþkýndýlar. Kartal öfkeyle baðýrýp, bakýþlarý þimþekler çakarken, keskin pençeleri havayý biçiyor, ama kurtaramýyordu kendini. Onu bir an yakalamak ve önlerinde mahcup olduðum bu çocuklara böyle teþir etmek bana yetmiþti.Nitekim göklerin feriþtahýný daha fazla mahzur ve mahkum tutmaða gönlüm razý olmayýp, varsýn uçup, gitsin, diye ileri doðru fýrlatýyordum. Fakat o da ne, hemen uçup gideceðine, indiði yerde duruyordu karakuþ. Ýhtimal, askýda kalmaktan kanatlarý hareket ettiren kas kökleri aþýrý gerilmiþ, devinmeðe artýk müsaade etmeyecek denli sýzlýyorlardý. Çocuklar etrafýna üþüþmüþ, yerdeki kartalý gülerek izliyor, kimisi elindeki deðnekle ona uzanmak, dürtüklemek istiyorlardý. Ancak, bunun burasý kartaldý ne de olsa; vaziyeti hiç belli etmeden, mücadeleyi kýç üstü sürdürüyor, ateþ saçan gözleri, ileri doðrultulmuþ pençeleri, açýk gagasý ve olanca haþmetiyle etrafýna tehditler savuruyordu. Vahþi sesler çýkararak, etrafýný sarmýþ olan eli sopalý çocuklarý korkutup, baþýndan bir an önce def etmek için her yana ataklar yapýyordu. Manzara çok ilginçti. Çocuklar gard almýþ kara kuþu býrakýp gidemiyor, aksine, etrafýný dahada sarýyorlardý. Kartal bir an, sopasýnýn ucuyla kendisine dokunmaya çalýþan Kemal'e çok kýzmýþ olmalý ki, hemen üzerine atýlarak, açýk pençesini bacaklarýna doðru sallýyor ve dizine rast getiriyordu. Fakat o anda Kemalin bir deðnek darbesi sýrt ve baþ hizasýna deðip, onu kendinden geçiriyordu. Fakat Kemal hala kurtaramýyordu pantolon paçasýný pençesinden, ta ki yeni kadife pantolonu dizden yýrtýlýncaya kadar. Kartal þimdi ölü gibi yere uzanmýþ, kýpýrtýsýz, öylece duruyordu. göklerin hakiminin bu hali gerçekten içimi sýzlatmýþtý...
Böylece kartalýn direniþini bitiren çocuklar, artýk oradan ayrýlmaða baþlýyorlardý. Ben onun ölmüþ olabileceðine inanmýyor, hatta ölü rolü yaptýðýný düþünüyordum. Bu durumda kim olsa öyle yapardý çünkü. Gerçeði görmek için denemek gerekiyordu onu. Bunun için kucaðýma alýp, iri dallý bir söðüt aðacýna yukarý doðru fýrlatmýþtým. Gözü kapalý, ölmüþ gibi kýpýrtýsýz havaya fýrlatýlan kartal, yükselirken deðdiði yapraklý dallara, düþme esnasýnda gene deðeceðini biliyor muydu acep? Zira yukarý çýkarken umulmayan bir þey olmamýþ, düþme noktasýna eriþerek, hýzla baþ aþaðý düþüyordu. Yere çakýlmasýna iki adam boyu kalýp, son dalýn hizasýna gelmiþti. Ya burada tutunur veya iþi tamamen biterdi ki, bu an yaptýðý hareket bana þakrak bir kahkaha attýrmýþtý. Yanýlmamýþtým çünkü. O hýzla yere çarpýnca ne olacaðýný düþünmüþ olan kartal, rol kesmekten son anda vazgeçip, açýlan bir pençesiyle hýzla yanýndan geçmekte olduðu dalý belinden kavrayývermiþti. Þimdi manzara daha ilginçti; sanki ölü bir kartalý birisi tek bacaðýndan buraya asmýþtý da, baþ aþaðý, iki yana sarkýp duruyordu. Bir an onu indirmek için ne yapabileceðimi düþündüm. Bu halde býrakýp gidemezdim. O da böyle sür git duramazdý. Kanatlarýndan bir zoru olmalýydý ve sonunda iki adam boyu yüksekten yere çakýlacaktý. Bu onun ölümü demek olurdu. O halde yapýlacak iþ, onu sað salim yere indirmekti. Lakin bunun için üç bacak bir merdiven olmalýydý. Pençesiyle tutunduðu o dalý býraktýrmanýn baþka bir yolu daha vardý. Nitekim zýplayarak attýðým hafif bir deðnek darbesi buna kafi gelmiþ, pençesi daldan çözülen kartalý havada yakalamýþtým. Kartalcýk hala baygýnlýk rollerinde ve beni pençeliyip, gagalamýyordu. Hayvanlarýný toplayan bütün hodaklar, batan güneþle birlikte evlerinin yolunu çoktan tutmuþtu. Bitkin kartalýn yanýnda benden baþka kimse yoktu. Artýk benim de gitme vaktim gelmiþti. Ama baygýn kartalý ne yapacaktým. Onu þöyle uygun, dulda bir yere koymalýydým. Düþündüðüm gibi bir yeri biraz sonra bulmuþtum. Biraz ilerde, dere kýyýsýnda yarý gövdesi uzun zaman önce kesilip, üstünde yetiþkin üç filiz geliþmiþ olan bir söðüt aðacý vardý. Kartalý bu filizlerin arasýnda kalan zemine býrakacak ve sabah erken, davarlarý çobana kattýktan sonra kontrole gelecektim.
Ertesi sabah gördüðüm geliþme karþýsýnda çok sevinmiþtim. Zira karakuþ, artýk kendine gelmiþ, ayaklarý üstünde ve ayný yerde öylece duruyordu. Fakat en sakin halinde bile ürküten bakýþlara sahip olan bir kartala patadak yaklaþmak tehlikeliydi. Yavaþ adýmlarla yanýna yaklaþýrken onu süzüyor, ataða geçip geçmeyeceðini kestirmeðe çalýþyordum. Derken, elimi dikkatle göðsüne uzatýp, tersi ile ilk temastan sonra onu hafifçe okþamýþ, aksi tepki göstermeyince diðer elimi de uzatarak, onu kucaðýma almýþtým. Anlaþýlan, baþýna gelen bunca inanýlmaz olaydan sonra, kartalcýðýn bir kaç günlük nekahate çok ihtiyacý vardý. Eve kucaðýmda bir kartal ile geldiðimi görenler þaþkýna dönmüþ, onu nereden bulduðumu soruyorlardý.Olayý özetledikten sonra, artýk bunu evde besleyeceðini söylüyordum. Dünden beri bir þey yememiþ olduðu belliydi. Muhakkak acýkmýþ olmalýydý. Acep ne yer, ona ne verebilirim, derken. Önce, kuþ deðil mi, her halde mecbur kalýnca çoðu kuþlar gibi bu da buðday, mýsýr taneleri gibi þeyler yer, sanýyordum. Gerçi ilk tercihinin et olacaðý malumdu, ama istesem de hemen et bulamayacaðýmý biliyordum. Bunun için zemin katta pek kullanýlmayan bir koridora biraz tahýl serpiþtirip, kartalý oraya býrakarak kapýyý kapatmýþtým. Sabah olunca gene mal otlatmaya gidecektim, durumuna baktýðýmda, tahýl tanelerinin arasýnda öylece duruyordu...
Akþam olur olmaz eve dönmüþtüm. Kartalýn öylece durduðunu görünce üzülmüþtüm. Zavallý hayvan bütün gün aðzýna bir lokma koymadan nasýl dururdu. Mutlaka bir þeyler yapýp, ona bir yerlerden biraz et tedarik etmeliydim, ama nasýl? O sýrada evde hazýr et yoktu. Köy yerinde öyle ha deyice et bulunmazdý zaten. Belli zamanlarda bir hayvan kesilir, evin et ihtiyacý bir süre için karþýlanýrdý, o kadar. Derken aklýma bir çözüm yolu gelmiþ gibiydi. Bunun için mal gütmekte kullandýðým ardýç deðneðim ve evin kedisini yanýma alýp, ava çýkmýþtým. Ahýr ve samanlýðýn yanlarýnda ne kadar eskiden kalma iri taþ ve tomruk yýðýntýsý varsa, bunlarý yerlerinden oynatmaya, delikleri deðnekle karýþtýrmaða baþlamýþtým. Fare avlamak istiyordum çünkü. Buralarda her zaman fare bulunduðunu biliyordum. Yaptýðým hareketler onlarý yerlerinden uðratýp, kah kendim bir sopa darbesiyle, kah atýlarak hemen yakalayan kedi yardýmýyla, çok sürmeden bir kaç sýçan avlamýþ ve bunlarý kedi ile kartal arasýnda pay etmiþtim. Önüne attýðým fareleri hemen yiyeceðini sanýyordum. Ama kartal bunlara da ilgisiz kalýyordu. Belki baktýðým sýrada yemeði onuruna yediremiyordu. Kartal, ne de olsa göklerin asil kralý, maðrur bir hayvandý. Onu yalnýz býrakmak için kapýyý çekip, iyice acýkýnca nasýl olsa yiyeceðini düþünerek, gidip yatmýþtým. Sabah ona bakmaksýzýn mallarý alýp, köyden çýkmýþtým. Çünkü bakýnca, kendince utanýp, yine yemek istemeyeceðini düþünüyordum. Derken akþam olup, tekrar geldiðimde düþündüðüm gibi, hepsini yemiþ olduðunu sevinerek görmüþtüm. Böylece aradan üç gün geçmiþti. Kartalý evcilleþtirmek ümidiyle onu bulunduðu yerden alýp, yattýðým odaya taþýmýþtým. Odanýn bir kenarýný tamamen kaplayan, ahþaptan özenle yapýlmýþ tahýl ambarýnýn üzerinde serili yataðýmda yatýyordum. Nispeten geniþ odada serbest býrakýnca, hafif kanat çýrpýþlarýyla, saða sola hareket eden kartal, kendini toparlamaða baþlýyordu. Derken, o baþtan diðer baþa uçmayý baþarmýþtý. Bundan bir gün sonra sabah, onu azat edip, vataný olan mavi göklere uçurmaða karar vermiþtim. Evden kucaðýmda dýþarý çýkarmýþ, uçmasý için salýverecektim. Bu arada ona hitaben;
- Haydi Karakuþum, uç git, ama avlanýrken bundan sonra dikkatli ol! Diyerek, onu ileri doðru havaya atmýþtým.
Kartal hemen kanat açmýþ, birkaç güçlü kanat çýrpýþý ile havalanmaða baþlamýþtý.. Hemen üstümde daire çizerek yükseliyordu. Ve bir an sonra yukardan bana bakarak;
- Gyaaaak!" diye bir sevinç çýðlýðý atýp, ben ardýndan el sallarken, o ormana doðru uçuyordu….

Benden üç dört yaþ büyük Muharrem ve Mitat, bu köyde en çok takdir ettiðim akraba gençlerdi. Muharrem kendi yaþýtlarý içinde herkesten kültürlüydü. Bu bakýmdan, benim bir sinema meftunu olmamda rolü olan bir numaralý suçluydu. Zira salt bu yüzden, ilerki yýllarda yatýlý gideceðim Ýmamhatipte, bir öðretim yýlý boyunca, her akþam sinemaya gidecek ve ta ki bir gün Gözlük Hoca “Ben dövmekten býktým, sen sopa yemekten býkmadýn, dövmüyorum, hadi git” diyinceye kadar bundan vazgeçmeyecektim. Muharrem o sýralar ilçedeki ortaokulda okuyor ve sinemaya gitme imkaný oluyordu. Birlikte mal otlatýrlarken, sinemada görmüþ olduðu yerli filmleri çok güzel anlatýr, hayal dünyamýza farklý bir renk katardý. Ayrýca bize, gerçek bir maç spikeri gibi mahirane, ülkenin ünlü takýmlarý olan Fenerbahçe, Galatasaray veya Beþiktaþta birer oyuncu imiþizcesine, hayali futbol oynatýrdý. Hayvanlarý ormanýn eteðinde ki otlaða salar, hemen etrafýný çevreleyerek, açýk aðýz ve heyecanla onu izlerdik. Bize bu zevki tattýrmasý tamamen karþýlýksýz deðildi Muharremin.. Bilakis, bir görevimiz var ve bu uzaklaþtýklarýnda onun güttüðü mallarý geri getirmekti. Maçta oynayanlardan biri, güya tam gol atacaðý sýrada, maç naklini kesen Muharrem, sýrasý gelene çevirme görevini hatýrlatýrdý. Kendisi gidince maçý bitirir diye “Aman abi, golü atýp sonra gideyim..” diye, direnen çýkarsa, þutu ýskalatýr, asla ona gol attýrmazdý. Týpký "Parayý veren düdüðü çalar" hesabý; görevini anýnda yapan golü atar ve cakasýndan da geçilmezdi. Bu anlatýlar bazan kamerasýz film çevirmeðe kadar gider, ormanýn içinde guruplar halinde kapýþýrdýk. Bu tür mücadeleleri yapmaktan o denli kaviyet kazanmýþtým ki, neredeyse kendimden üç-dört yaþ büyükleri dahi yýkacak duruma gelmiþtim.
Yengemin ortanca kardeþi Mitat, kara yaðýz, sýrým gibi bir gençti. Ara sýra onunla da mal yaymaða giderdik. Esasen, onlarýn mal hodaðý en küçükleri Nusret idi ve bazen de bu iþi ortancalarý Rýfat yapardý. En büyükleri olan Yaþar bu iþlere bakmaz, kýþlarý kasabada okurken, yazlarý þehirlerde çalýþýr, köye nadiren uðrardý. O gün Mitatla Ormanýn batý tarafýnda küçük bir platoyu andýran yüksek arazide mal yayýyorduk. Bir ara, dibinde durduðumuz sarý alýcýn olgun meyevelerini yemeðe fazla dalmýþ olacaðýz ki, hayvanlar uzaklaþýp, ekili bir tarlaya doluþmuþlardý.. Tam o sýrada, müthiþ bir baðýrtý ile kendimize gelmiþ, mallara bakmýþtýk. Tarla sahibi olduðu anlaþýlan adam, bizi henüz görmediði halde, onlarýn sahibine ana avrat düm düz gidiyor, galiz küfürler savuruyordu. Adamýn bizden büyük, yetiþkin oðullarý vardý. Elinde uzun saplý bir nacak, hýþýmla geliþini görünce, ben endiþelenmeðe baþlamýþtým ki, bunu gören Mitat, gayet sakin, hatta gülerek:
-Korkmana gerek yok oðul, bu bizim Ali Kemal. Öyle cayýr etmesine kanma, ödleðin tekidir çünkü. Bak þimdi. Þu tornavidayý da sen al, ben hadi deyince ansýzýn ortaya çýkýp, üstüne hücum edeceðiz. Tamam mý? Diyor ve ben onaylýyordum.
Ellerimizde iki kara saplý, iri tornavida ve ardýç deðneklerimiz olduðu halde alýcýn dallarý arkasýna durmuþ, Ali Kemalin iyice yaklaþmasýný bekliyorduk. Biz onu gördüðümüz halde o bizi henüz gerememiþ, fið tarlasýndaki mallarýn yanýna doðru koþuyordu. Yeterince yaklaþýnca, Mitat hücum komutunu veriyor ve ayný küfür nidalarýyla ileri fýrlýyorduk. Doðrusu, her þeye raðmen ne olacaðýndan emin deðil, ve bu sýrým gibi, kara suratlý, eli baltalý adamla nasýl baþa çýkacaðýmýzý merak ediyordum. Ya bir de Mitatýn sandýðý gibi korkup, kaçmaz ve üzerimize saldýrýrsa ne yapýp, baltalý bir ataðý nasýl atlatacaðýmý da kuruyordum. Tornavidayý býrakýp, bir taþ mý kapsaydým yerden acep? Çünkü bu tür bir saldýrý karþýsýnda taþ daha güvenli geliyordu bana. Fakat durum hiç korktuðum gibi olmamýþ, daha baskýn çýkmamýz karþýsýnda adam birden frene basmýþtý. Biz ataða devam edince ise derhal yüz geri edip, hýzla uzaklaþýyordu. Bu sýrada hemen tarlaya koþup, yeterince fið yemiþ olan mallarý çýkarýyorduk...
Aradan üç yýl geçmiþ ve Ýlkokuldan mezun olan üç kiþiden biri olmuþtum. Okulu ve okumayý seviyor olduðum için, çok çalýþkandým. Çünkü bu sayede hoca mektebine gitmekten kurtulmuþtum.Ýki genç kýz olan öðretmenlerimizden biri Müdürümüz, diðeri sýnýf öðretmenimizdi. Bir defasýnda sýnýfta, kümeler arasý yarýþma yapmýþ, her zaman olduðu gibi, yine bizim, Fatih Kümesi kazanmýþtý. Bu konu üzerinde tartýþýrken, bir ara bana takýlan Nebiye öðretmene;
     -Öðretmenim, þimdiye kadar öðrendiðimiz her konudan, istediðinizi sorun, beni dayandýramazsýnýz! Diyerek, adeta meydan okumuþtum.
Buna çok kýzan öðretmenim;
     -Tamam, ben þimdi sana gösteririm ukalâ!
     Derken ayak üstü, ardý ardýna sormaða baþlýyordu. Sorular genelde Tarih, Coðrafya ve Türkçe aðýrlýklýydý. Sekiz on soruya hiç sekmeden verdiðim doðru yanýtlar öðretmeni çileden çýkarýp, nihayet yüzüme bir tokat atarak sýnýfý terk etmesine yol açýyordu. Bir an þaþýrmýþ, ama hemen gülmeðe baþlamýþtým. Az sonra üçüncü sýnýftan öðretmenim, müdiremiz Nurcan haným þaþkýn, ve öfkeli bir þekilde içeri girip, sýnýfa hitaben;
     -Ne oldu burada, öðretmeninize ne yaptýnýz? Diye sormuþtu.
Ona cevap vermem için bütün gözler bendeydi. Nihayet olayý kýsaca özetlediðimde Nurcan Öðretmen bu kez;
-Hemen git öðretmeninden özür dile. Demiþti.
Sýnýftan çýkýp, soldaki öðretmenler odasýný týklayarak, kapý aralýðýndan baþýmý uzatmýþtým. Öðretmen pencerenin önündeki masada oturmuþ, baþý kollarýnda, öylece duruyordu.
-Öðretmenim, özür dilerim!
Beni duyunca baþýný kaldýran öðretmenin gözlerleri yaþlýydý. Yanýna çaðýrýyor ve þöyle diyordu bana;
-Asýl ben senden özür dilemeliyim. Çünkü senin gibi çalýþkan ve zeki bir öðrencim olduðu için gurur duymam gerekirken, bir anlýk öfkeme yenilip, sana tokat attým...
-Özür dilemeniz gerekmez öðretmenim. Ben çoktan göze almýþtým bunu, ayrýca babamdan yediðim dayaklarýn yanýnda sizin vurduðunuz tokat çok hafif geldi...
      Komþu köylerle aramýzda kalan otlaklarý paylaþýrken, diðer köy çocuklarýyla taþlý, sopalý kavgalara giriþirdik. Öncesine göre kendime çok daha fazla güveniyordum. Yersiz kavgalardan uzak durduðumdan, çevremdeki herkesten büyümüþ muamelesi görüyordum. Bir gün iki arkadaþ atlarla köyden çýkmýþ, arazide bir baþtan, diðer baþa dörtnala dolaþmýþtýk. Bir ara Kotanlar mevkiinde, Canbol tepesinin hemen eteðinde yer alan komþu köyün mal otaran çocuklarýný görmüþtük. Burada çiðdem ve nevruzlarýyla ünlü kýrlar baþlýyor ve ayrýca etraftaki tarlalardan biri de bize ait bulunuyordu. Bu hodaklar çayýrlýða saldýklarý hayvanlarý gözetlerken, kendileri oturmuþ, aralarýnda konuþmaktaydýlar. Yanlarýna varýnca atlardan atlamýþtýk. Verdiðimiz selama yarým aðýz bir karþýlýk vermelerinden bu tavrýmýzý hayli yadýrgadýklarý anlaþýlýyordu. Güya onlarla tanýþýp, belki arkadaþlýklar kuracak, önceleri yaptýðýmýz kavgalarýn bir cahillik eseri olduðunu söyleyecektik. Bunlarý konuþmak üzere henüz yere oturmaða davranmýþtýk ki, içlerinden biri, gözüne kestirmiþ olmalýydý, arkadaþýma meydan okuyup, güreþe davet etmiþti. Fakat o güreþten anlamadýðýný ileri sürüp, bu iþi bana havale etmiþti. Hava gergin olduðu için, istemeyerek güreþi kabul etmiþtim. Aslýnda güreþçi deðildim, ama bu iþlerin biraz güç biraz ataklýk ve zekaya baðlý olduðunu biliyordum. Nitekim, orada biri hariç, zira o çok büyük ve emsalim deðildi, geri kalan on-onbeþ kiþiyi tek tek yýkabileceðimi düþünüyordum. Derken güreþ baþlamýþ ve süratle onu ve izleyen iki kiþiyi yýkývermiþtim. Baþka denemek isteyen çýkmamýþtý. Bu durum hiç hoþlarýna gitmemiþ, aksine suratlarý asýlmýþtý. Nihayet en büyükleri (17-18 yaþlarýnda) bize hitaben kabaca:
-Hadi, yaylanýn artýk! Diyordu.
Bu muameleye bozulmuþtum, lakin yapacak bir þey yoktu. Nitekim oturduðumuz yerden yavaþça ayaða kalkýp, aðýr adýmlarla, ileride otlanmakta olan atlarýmýza doðru yürüyorduk. Oysa bu durumda daha acele edip, hemen atlara binmek gerektiðini kestirmiþtim. Ama kaçýyor gibi görünmeði gururumuza yediremiyorduk. Arkadaþým önde ben arkada, atlarýn yular baðlarýndan tutmuþ, çekerek uzaklaþýyorduk. On adým uzaklaþmýþtýk ki, içlerinden biri, her halde bizi kast ederek sövmeðe baþlýyordu. Bu durumda çok da gerekli olmayan bir davranýþla geri dönüyor ve;
-Söyleyin þuna terbiyeli olsun! Diye çýkýþýyordum.
Cevap yaþlý olandan geliyordu:
-Siz ona bakmayýn, biraz delidir çünkü..
Fakat o sövmeðe devam ediyordu. Artýk dayanamýyor ve karþýlýk veriyordum;;
-Ben de senin ananý ..!
Bu her þeyin baþlangýcý oluyor ve önce yerde oturan büyük ayaða kalkýp, üstümüze doðru gelirken, belinden bir kama çekiyordu. Bunu eli sopalý deðerleri izliyor ve yanýma gelerek, önce hafiften, sonra giderek sertleþen darbelerle vurmaða baþlýyorlardý. Arkadaþým sessizce önden gidiyordu. Aldýðým darbeler giderek canýmý acýtýyor, ama gene de yürümeðe devam ediyordum. Aslýnda, her ihtimale karþý bir silah gibi kullanabileceðim bir alet vardý yakýnýmda. Bu bir koyun kýrkma makasý ve eðersiz atýn sýrtýndaki iki minderin arasýnda gizliydi. Onu bir anda çekip önüme gelene saplamamak için kendimi zor tutuyordum. Ama elinde uzun bir kama olandan çekiniyordum. Zira o benden her bakýmdan daha büyük ve güçlü görünüyordu. Bu durumda dayaðý sineye çekmek ve öcümü ertelemekten baþka çarem kalmýyordu. Bu iþkence sürerken ilerlemeðe devam ettiðimden, saldýrganlarýn çoðu geride kalmýþlardý. Hadiseyi baþlatan sözde deli hala, eceline susamýþ gibi, ardým sýra geliyordu. Ötekiler yirmi adým geride kalmýþlardý. Yanýmda, yýlan sýrtý zinciri kemerimden cebime uzanan bir de iki aðýzlý, nikel kaplý çaký býçaðým vardý. Bu, delinin dikkatini çekmiþ olacaktý ki, bu kez onu almak istiyor ve bunun için küfrederek; “.... koyduðum oðlu ver býçaðý!” Diyordu. Bu çocuðun tipi de çok gýcýktý. Tipi bozuk olanýn demek ruhu da bozuk oluyordu. Bu iðrenç talep, aklýma güzel bir fikir getiriyordu. Hemen durup, býçaðý kemerden çözap, cebimden çýkarýrken, ona hissettirmeden aðzýný açmýþ ve, bunu avucumda saklayarak, ona cevaben;
-Tamam, gel al! Diyordum.
Aldýðým onca darbeden caným iyice yanmýþ, gözlerimden gayri ihtiyari yaþlar sýzýyordu. Fakat az sonra olacaklarý düþününce içimden gülmeðe baþlýyordum. Bu avanak oðlan baþýna geleceði tahmin etmeksizin elini uzatýyordu çünkü. Derken, birden havaya kalkan elim, býçaðýn açýk aðzýný çevirip, uzanan ele bunu hýnçla indiriyordum.
-Ah elim! Yandým!
Bira an böyle ederken, elinden fýþkýran kanla ne olduðunu anlamayan velet, panik içinde geri doðru kaçmaða baþlýyordu. Ýlk anda yapmam gereken þeyi maalesef þimdi yapýyor ve hemen atýn sýrtýna atlýyordum. O denli öfkeliydim ki, her birini at nallarý altýnda ezmek istiyordum. Elimde bir makineli olsa, gözümü kýrpmadan hepsini tarayabilirdim. Ben dört nal yaklaþýrken, onlar uzaktan taþ atýyorlardý, ama aldýrmayýp, çok tehlikeli bir þekilde üstlerine at sürdüðümü görünce peren peren olup, her biri bir yana kaçýþýyordu. Kimisine iyice yaklaþýyordum ama at, mübarek hayvan, insana basmýyor, yakaladýklarýmý çiðnemiyordu. Elimde uygun uzunlukta bir sopa olmadýðý için ucuz atlatýyorlardý. Bir müddet böyle kovaladýktan onlarý, sonra dönüp, köyün yolunu tutuyordum. Bu sýrada tek kaygým, finali görmeden uzaklaþmýþ olan arkadaþýmýn baþýma gelen bu nahoþ olayý birilerine anlatmasýydý. O günden sonra çoðu akþamlarý yataðýma yatýnca bu olay aklýma gelir, elinde kama, beni tehdit eden o çakýr gözlü oðlandan nasýl öc alacaðýmý düþünürdüm...



ORTAOKUL

ORTAOKUL VE LÝSE YILLARI
Artýk þehirde okuyacaktým. Böylece, hem bu dünya, hem öteki dünya için hazýr olacaktým ya, babam Ýmam-Hatipte okumamý istiyordu. Annem buna karþý deðildi, ama Çorum Ýmam-Hatibinde okurken, kalp sektesinden ölen komþunun oðlu Hafýz’ý henüz unutmamýþtý. Bu nedenle korkuyor, bu okula gitmemi istemiyordu. Henüz ilkokul beþinci sýnýfýn þubat tatilinde Almanyadan izne gelen babam, bana bu konuyla ilgili düþüncesini açarken, þöyle demiþti.
-     Oðlum, seni Ýmam-Hatibe vermek istiyorum, orada okuyabilir misin?
Oysa beþ yýl boyunca daima sýnýf, son sýnýfta okul birincisi, olarak mezun olan hiç kimse bu soru karþýsýnda; “Hayýr” diyemezdi. Kendi tercihim olan, normal ortaokulda direnebilirdim, ama sinemasý bile olmayan bir kasabada okumak istemiyordum. Hiç deðilse iki sinema varmýþ ilimizde. Fazla üstelemeden kabul ediyor ve zamaný geldiðinde önce polis amcamla kayýt yaptýrdýðým okula, bu kez dedemle gidiyor, ayný okula baðlý paralý pansiyona yerleþiyordum.
Ayný gün, þehir Ulu Camiinde akþam namazý kýlan dedem, yatmak için oteline, ben güya pansiyona gidecektim. Oysa gitmeðe can attýðým yer pansiyon yatakhanesi deðil, sinema idi. Filmi hala hatýrlarým. Baþrolde Tanju Gürsu ve adý “Dev adam”dý. Devresi gün, okul araç-gerecimi satýn alýp, kýrtasiyeciden yeni çýkmýþtýk ki, baþýmda bu okula özgü þapkayý tanýyan gözlüklü, ablak yüzlü, takým elbise ve kravatlý orta boy bir adam yaklaþarak, bana;
-Ýmam-Hatip okulu ne tarafta? Diye sormuþtu.
Meðer bu, ilerde baþ belamýz olacak Gözlük Hocanýn ta kendisiymiþ. Derken o gün okul müdür muavinine “Eti sizin kemiði bizim” müzmin mantýðý ile, beni teslim eden dedem, sefer yapan minibüsle köye dönmüþtü. Ama okulun resmen açýlmasýna birkaç gün daha vardý. Etrafý bir istinat durvarý ve akasyalarla çevrili, okul bahçesinde toplanýyor, yaþýtýmýz çocuklarla tanýþýp, top oynuyorduk. Bu sýrada bizi uzaktan izlemiþ olan biri, meðer matematik öðretmenimiz “Turan Emeksiz” imiþ, ilk dersinde, tanýþma faslýnda sýra bana geldiðinde;
- Çocuklar, bu var ya bu, daha okul açýlmadan önce tanýdým bunu. Ve bana bakarak ekliyordu; Hulan yaramaz, hulan dalgacý.... Diyordu...
Nihayet 1969-70 öðretim yýlý baþlamýþ, sýnýf mevcudumuz otuz beþti. Normal ortaokula kýyasla altý ders fazlamýz vardý. Sinema tutkuma bir ödül mü, yoksa kaderin bir cilvesi miydi, bilmem, ama Þehir Sinemasý ile bizim sýnýfý bir iç duvar ayýrýyordu. Gündüz matinesinde oynatýlan film seslerini iþitir, sinemaya gitmek için akþam olmasýný iple çekerdim. Okul çýkýþý iki saat boþ vaktimiz olur, akabinde zorunlu etüt için tekrar dönerdik. Namaz vakti gelinceye kadar belli bir sýnýfta ders çalýþýr, namazdan sonra, yatma vaktine kadar mütalaa sürerdi. Akþam namaz ile sinemanýn baþlama saatleri ayný idi. O nedenle, bir kaç kafadar, Zülküf, Adem, Ýlhami ile camiyi teðet geçer, doðruca sinemaya yönelirdik. Gözlük Hoca bazen oralarda bir yerlere saklanýr, namaza gitmeyenleri tespit etmeðe çalýþýrdý. Onu, afiþ asýlan sinema panosunun ardýna saklanmýþ olarak gördüðümüzde, zorunlu olarak camiye yönelirdik. Namazda çoðunlukla Zülküf ile yan yana durur, çevremizde göze çarpan her anormalliðe dikkatimizi çekip, gülmekten kendimizi alamazdýk. Bu tekerrür edince camiden atýlýp, hemen sinema yolunu tutardýk. Þehir Sinemasý’nýn yakýnlýðý avantaj gibi görünse de, öyle deðildi. Çünkü gitmeðe kalksak, hocalar tarafýndan görülme ihtimali fazla olup, bu nedenle daha ziyade Renk sinemasýný tercih ederdik. Orasý nispeten gözden uzak ve ötekiyle kýyaslanamayacak bir konfora sahipti. Yumuþak meþin koltuklarý, kýþýn devamlý yanan kaloriferleri ve perfore döþeme arkasýna gizli aspiratörleriyle havasý daima temizdi. Akþamýn serininde sinema önlerinde dolaþýp, göz alýcý figürlerle bezeli afiþleri incelerken düþlere dalardýk. Dýþarýya monte edilmiþ hoparlörden içerde filmin baþlamasýný iþaret eden gongun çalýþý duyulur, sonra gelecek filmlerin fragmanlarýna ait sesleri iþitirdik. Bazen, sinema sonrasý bizi bekleyen akýbeti düþünür, içeri girmekte tereddüde düþer, son dakikaya kadar karar veremezdik. Ancak bu esasen gösterilen filme baðlýydý. Çünkü, bazý filmleri seyretmek için, deðil el ve ayaklarýmýza birkaç sopa darbesi yemek, baþýmýz kesilecek olsa tereddüt etmez, caymazdýk sinemaya girmekten.. Bu anlar bizi öylesine etkiler, içimiz öyle coþardý ki, bütün korkularýmýz silinir, cennete gidecekmiþiz gibi mutlu, önce bilet giþesine, sonra sinema kapýsýndan içeri doluþurduk. Býraksalardý bizi, bir ömür boyu, sinemada yaþamak isterdik. Bazen bilet parasý olmazdý kimimizin. Alýnan bir veya iki bileti benzer kaðýtla çoðaltýr, kimseyi dýþarýda býrakmazdýk. Sinemada hiç sevmediðimiz þey, beþ dakika ara verilen filmin tekrar baþlamasýný beklemekti, çünkü biz sigara içmezdik. O zamanlarda dakikalar adeta saat gibi uzar, yerlere kadar uzanan kocaman kadife perde açýlýp, baþlama gongu çalmak bilmezdi. Nihayet film baþladýðýnda çok sevinir, sihirli kapýsýndan girdiðimiz macera yolculuðu hiç bitmesin isterdik. Ama her þeye raðmen acý gerçeði bilir, film bitecek diye ödümüz kopardý. Niyet beyaz perdeye yansýyan -son- yazýsý ile bütün hayallerimiz yýkýlýr, az sonra olacaklarý düþünürken, soðuk duþlar yaþardýk. Bu yüzden, yatýlý okumayan öðrencilere daima gýpta ederdik. Onlarýn böyle bir derdi yoktu çünkü. Yol boyunca pek konuþmaz, nöbetçi öðretmenin sorularýna cevaplar hazýrlardýk içimizden.. Sinemaya gittiðimiz gün gibi ortada bile olsa, bunu alenen itiraf etmekten çekinir, baþka bir bahane uydurmayý yeðlerdik. Esasen yasak olan sinema deðil, etüt ve yatak yoklamalarýnda bulunmamaktý. Ters olan bu iþlerin çakýþan saatleriydi. Gece uykusunu tümden haram etmemek için, eski bir kagir yapý olan pansiyona varýr varmaz üst kata çýkar, nöbetçi hocaya hesap verir, sonra gelir deliksiz bir uykuya dalardýk.

Bazen Ýstanbul’dan turneye çýkan sanatçý gruplarý sinemalarda konser verir, salt o zamanlar sinema konusunda gerçeði söylerdik. Çünkü dansözlerin bulunduðu konsere gitmek resmen yasak ve cezasý iki kat daha sert oluyordu. Fakat konser olan sinemada olmadýðýmýzý ispat edinceye kadar akla karayý seçerdik.
Yine böyle bir günde, sinemaya gitmiþ, nöbetçi hocayý o gün göremeyip, yarýný beklemek zorunda kalmýþtým. Bu hesabýn verileceði yer okul müdür muavinin makam odasý olmuþtu. Hocanýn öfkeli bakýþlarý karþýsýnda seyrettiðim filmin adýný unutmuþ, bir türlü hatýrýma getiremiyordum. Soðuk terler döktükten nice sonra “Avare” diyebilmiþtim. Yanýtýmýn geç gelmesi dolayýsýyla kabul görmeyen masumiyetimi ispat için o filmin baþ rol oyuncularýnýn adý sorulmuþ, bunu bildiðim için iki misli dayaktan kurtulmuþtum...
Cumartesi akþamlarý yatak yoklamasý daha erken yapýlýrdý. Haftada bir gün olsun, sopa yemeden sinemaya gitmeyi de denerdik, çünkü bunun tadý daha baþkaydý. Hocanýn geleceðine yakýn, sadece ceket çýkararak yataða sokulur, o çýkar çýkmaz pencereden dýþarý sývýþýrdýk. Yoklama için gelen hoca, öncelikle yatakhanede beni arar, eðer oradaysam çýkýp, giderdi. Çünkü ona göre, eðer ben orada isem koðuþ tam demekti. Pansiyonun iki kanatlý, büyük dýþ kapýsý kapatýlýnca, onu içerden açmak mümkün deðildi. Kapýyý dýþardan açacak kimse bulunmadýðý için, tek çare, iþte böyle, pencereden çýkmak olurdu. Bina bir bayýrýn yüzünde kurulu olduðu için üç katýna toprak zeminden girilebiliyordu. Pencereden çýkýnca önce bitiþik yapý olan mutfaðýn damýna iner, oradan yere atlardýk. Jandarma bölüðü en yakýn komþumuzdu. Koðuþlarýmýz bir birini görebildiði için, bazen sinema için pencereden kaçtýðýmýzý görür, imrenirlerdi. Çünkü onlarýn bu þanslarý bile yoktu. Biz sinemadan dönerken yatakhanedekilerin çoðu uyanýk bulunurdu. Çünkü onlar için asýl filim, bizi sinemadan geldikten sonra izlemek ve dayak sonrasýný görmekti. Deðil miydi ki, istedikleri halde çoðu, parasýzlýktan ziyade, dayak korkusundan sinemaya gidemezlerdi, o halde bunu göze alýþýn neye mal olduðunu görüp, rahatlamak istiyor olmalýydýlar. Onun için dönüþümüzü bilhassa bekler, nihayet geldiðimizde her biri bir yandan atýlarak, Gözlük Hocanýn bize nasýl kýzgýn olduðunu ve nasýl döveceðini keyifle anlatýrlardý. Akþamýn hesabýný hemen kapatmak isteyiþimizin asýl sebebi buydu...
Ýyi bir gözlemci olarak, yerli filmlerde oynayan bütün aktörleri tanýr, hareket ve tavýrlarýný koyu gölge ve siluet halinde bile seçebilirdim. Bu filmlerde oynayan bütün figüran, yapýmcý ve rejisör adlarýný ezbere bilirdim. Ara sýra sinemalara yabancý filmler de getirilir, ancak Hint filmleri hariç, diðer ecnebileri pek sevmezdim. Çünkü yerli senaryolara alýþtýðýmdan olacak, yabancýlar bana, sanki tam olaylarýn ortasýnda iken filmi bitiyormuþ gibi geliyordu. Bu durumu birkaç kez yaþadýðým için hoþlanmýyor, mecbur kalmadýkça yabancý film izlemeðe gitmiyordum. Fakat bir gün Renk sinemasýnda yerli film tekrar edilirken, Þehir Sinemasýnda bir yabancý film gösterilecekti. Adý “Kolsuz Kahramanýn Dönüþü”. Ne aksilikti. Caným sýkýlýyor, baþka türlü bir eðlence ortamý bilmiyordum. Ýstemeyerek de olsa, bilet alýp, sinemaya gitmiþtim. Zoraki gördüðüm bu filmde bütün ön yargýlarým deðiþmekle kalmamýþ, Çin sinemasýnýn gerçek bir tutkunu olmuþtum.
Gerçi “Kolsuz Kahraman” adlý bir filmi daha önce bizim Cüneyt de çevirmiþ, onu da büyük hayranlýkla izlemiþtim. Lakin bu Çinli Wang Yu’nun çevirdiði film bambaþka bir olaydý. Onun kýlýç kullanma konusundaki hünerlerine ek olarak, sahneler o denli üstün bir kamera tekniði ile görüntülenmiþti ki, hakikat olmasý ihtimal harici sahneler bile, sanki gerçeðin týpkýsýydý. Bu filmden çok etkilenip, hatta biraz aþaðýlýk kompleksi duymaða baþlýyorduk. Oysa daha birkaç gün önce Yeþil Çamýn, Malkoçoðlu, Battal Gazi, Karaoðlan, Tarkan serilerini inanýlmaz etkileyici ve gurur verici buluyor, baþ rol oyuncularýna idol biliyorduk.
O zamandan baþlayarak, içime bir kuþku düþüp, “acaba savaþ sanatlarýnda biz gerçekten Çinlilerden bu denli geride miyiz?” diye sormaða baþlýyordum. Bu kuþkudan beni kurtaran soru; “Madem Çinliler harp aletlerini kullanma ve savaþ sürme hususunda o kadar ileriydiler de, daha neden yer yüzünün o en büyük taþ yapýsý, aydan bile görüldüðü söylenen Seti yapma ihtiyacý duymuþlar idi?” Nitekim, bu çeliþki Çin&Amerikan ortak yapýmý olarak çekilen bazý filmlerde iyice ortaya çýkmýþ, zira, nispeten ufak tefek fiziðe sahip olan Çinliler, kendi aralarýnda inanýlmaz usta ve hýzlý hareketlerle dövüþürken, ayný kiþiler, zebella gibi Amerikalýlar karþýsýnda birden yavaþlýyor, adeta el-ayaklarý dolaþýr oluyordu. Böylece sinema sanatý ile realitenin ayný þey olmadýðýný biraz daha anlamýþ oluyordum. Fakat buna raðmen, o filmler benim gözümde deðer kaybetmiyor, sinema sanatý bakýmýndan onlarý zevkle izliyordum.
Hayatta haz aldýðýmýz her iþe karýþarak, dünyayý bize dar eden Gözlük hocaya bütün yatýlý öðrenciler gibi, biz de fena halde gýcýktýk. Arkadaþým Zülküf ile bir gün yine pansiyonun boþ bir odasýnda, kullanýlmayan eski bir kapýyý duvara dayamýþ, bunun üzerinde býçak, jilet ve sapan ile atýþ talimleri yapýyorduk. Mevsim karakýþ ve dýþarýda lapa lapa kar yaðýyordu. Bir an pencereye yaklaþýp, aþaðý baktýðýmda kimi görsem iyiydi? Gözlük hoca, baþýnda bana yasakladýðý Alman iþi yün baþlýðým, çarþýya iniyordu. Zülküf’e haber verip, pencereyi açmýþ ve o sýrada elimde bulunan sapaný ona yöneltmiþtim. Bununla domuz avýnda kullanýlan türden iri misketler atarken, hedefi daima vurmakla kalmýyor, her seferinde misketi tahtadan býçak ucuyla söküyorduk. Hocaya niþan almýþ, arkadaþýmýn fikrini sorarken, aslýnda onu denemek de istiyordum. Gerçi, en az Zülküf kadar ona kin duyuyordum, (bunun birinci nedeni, o sýralara hiç içmediðim halde, beni sormaða geldiðinde, dedeme, sigara içtiðimi söylemesiydi), ama yine de ona kurþun atma niyetinde deðildim. Çünkü bu atýþ onu aðýr yaralar ve kim bilir, belki ölümüne bile yol açabilirdi. Hayat ve memat konusunda karar verme yetki ve sorumluluðu kendisine yüklenince, onun “Evet” demeyeceðini tahmin ediyordum. Nitekim; “Belki çoluk çocuðu vardýr, boþ ver” diyerek, bize fazladan çektirdiklerinden dolayý, onu Allah’a havale ediyorduk. Nitekim, beþ yýl sonra, bir gün Gözlük hocanýn denizde boðulmuþ olduðunu öðrenecektik. Þahsen yüzmeði bizim bentlerde ve tek baþýma deneyerek öðrendiðimde, henüz ilkokula dahi baþlamamýþtým. Arkadaþlarýnýn ýsrarýyla serinlemek için denize giden Hoca efendi, ne yazýk ki, hayatta en mühim becerilerden biri olan yüzmeyi (Peygamberin sünneti olduðu halde) ihmal ettiði için, boðulmaktan kurtulamamýþtý. Bütün vaktini Arap dili ve edebiyatýný tahsile hasredip, disiplini her þeye tercih edeceðine, biraz da yüzme öðrenmeðe vakit ayýrsa olmaz mýydý? Her þeye raðmen, Gözlük hoca için Allah’tan rahmet diliyorduk...
Yoðun ilgimi ders dýþý uðraþlara hasrettiðimden, sýnýftaki notlarým vasat olsa da, öteki alanlarda hep baþý çekiyordum. Nihayet sömestriler bitmiþ, sýnýfý geçerek tatil için köye dönmüþtüm...

Henüz okula baþlamadan önce, siyah-beyaz bir resmini görerek, çok sevdiðim kýz, ailesiyle Zonguldak’tan tatil için yine köye gelmiþti. Bunu duyar duymaz çok meraklanmýþ, görmek için can atýyordum. Giyim kuþamý ve konuþma tarzýyla öteki kýzlardan ayrýlýyor, bütün akran çocuklarýn ilgi odaðý oluyordu. Biliyordum, açýk söylemese de, benden hoþlanýyor, fýrsat buldukça beni görmeðe geliyordu. Bir gün o ve diðer amca çocuklarýyla derenin kýyýsýnda balýk tutmuþ, birlikte köye dönüyorduk. Nereden aklýna estiyse, þehirde okuduðumu duyduðunu ve hangi okulda okuduðumu soruyordu. Yanýtladýðýmda verdiði karþýlýk, zaten pek ýsýnamadýðým bu okuldan iyice soðumama yol açýyor, o günden sonra buradan ayrýlma kararý alýyordum. Çünkü küçümseyerek; “Gidecek baþka okul mu bulamadýn?” Diyordu.

Silahlara karþý, bilhassa çocukluk yýllarýmda büyük bir ilgim vardý. Ýlk önceleri babamýn kamalarýný gizlice alýp, yaþýtým Murat’ýn yanýna koþuyordum. O da babasýnýn kamasýný alýnca hayali düþmanlara karþý, hücuma geçerek, yola düþerdik. Ama çoðunluk yorulur, dikkatimiz daðýlýp, yola niçin çýktýðýmýzý unutarak geri dönerdik. Ayný günlerde, babamýn kamasý yine belimde takýlýydý. El yapmasý, çelik kamalarýyla ünlü Cafer ustanýn eseri bu kama, orta boy, iki tarafý keskin, ortasý kanallý ve ucu çok sivriydi. Kardeþim Ýhsan, babam yanýmýzda olduðu zamanlar bilhassa yaptýðý gibi, gene yanýma yaklaþýp, bana vurup, kaçarak kýzdýrýyordu. “Yapma, yoksa karýþmam” diye birkaç kez ikaz ettiysem de durmuyordu. Kalkýp dövecektim, ama babamdan korkuyordum, çünkü o da beni döverdi. Babama þikayet ettiðim halde ona engel olmamýþ, bu beni iyice öfkelendirmiþti. Ýçimden; “Bir daha yapsýn, ben ona sorarým”, demiþ, kesin tavýrla bekliyordum. Nitekim vurup kaçýyordu ki, kamayý çektiðim gibi sað baldýrýna sallamýþtým. Ýhsan bir çýðlýk atarak yere yýkýlýrken, ben yerimden fýrlayýp, dýþarýya kaçýyordum. Þansý vardý ki, kama kalýn etine deðil, bacaðýn yan kýsmýnda uyluk kemiðine deðmiþ, orada küçük bir delik açýp, durmuþtu. Ayný þeyi bir gün Murat da bana yapýyordu. Onunla köy içindeki bahçelere su baðlamak yüzünden itiþiyorduk. Ansýzýn cebinde taþýdýðý eski býçaðý çekip, bana kafadan atmasýn mý? Hemen kaçmaða baþlamýþtý. Kafamý yaraladýðýný düþünerek çok kýzmýþ, anýnda iri bir taþý iki elle yerden kapýp, var gücümle ardýndan fýrlatmýþtým. Aðýr taþ Muradý tam belinin üstünden yakalayýp, onu yüz üstü yere yýkmýþtý. Hemen yanýna varýp, baþ ucunda dikilmiþtim. Sonra elle vurmadan önce yün örmesi fesi baþýmdan çekip, elimle yokladýðýmda çok þaþýrmýþtým. Çünkü hiç acý duymadýðým gibi, baþýmda hiçbir yara da yoktu. Artýk ona vurmaktan vazgeçip, serbest býrakýyordum...
Köyde, en sevdiðim oyun, akþamlarý karanlýk veya ay ýþýðýnda oynadýðýmýz “Sinme” oyunu idi. Köyde baþlar, giderek yazýlara taþardý. Sinmeðe giden grup, genelde aðaçlara týrmanýr, dallar arasýnda saklanýrdý. Sonra saklanan gruptan biri, baþka bir noktaya giderek ýslýk çalar ve ebe grup aramaða baþlardý. Gerek aranan ve gerekse arayan grup bu arada büyük heyecanlar yaþardý. Çünkü heyecan için gerekli bütün malzeme vardý. Yoðun ay ýþýðýna hedef olmayan kuytu köþeler karanlýktý. Karanlýðýn içinde barýndýrdýðý baþka elemanlar da var ve bunlar kurt, ayý, domuz, yýlan ve cinlerdi. Bütün bunlara raðmen karanlýklarda dolaþmak heyecanýn þahikasýný duyururdu. Kýzlý oðlanlý bütün köy çocuklarý, hasat zamanlarý harmanlara yýðýlan buðday, arpa, yonca, fið öbeklerinin içinde oynamak, döven sürmenin tadýna doyamazdýk. Her türlü yýðýna bir yanýndan girip, köstebek becerisi ile öte yanýndan dýþarý çýkardým. Bunu kýþýn kar yýðýnlarýnda dener, olur ya, bir gün çýð altýnda kalacak olursam, kendimi kurtarmak için neler yapmak gerektiðini öðrenirdim.

On beþ yaþýma girdiðim yaz, amca oðlu Ýsmail’le ava gitmeðe baþlamýþtýk. Onikilik kalibre, tekli av tüfeði ve fiþek dolu armayý ben, sigara, kibrit ve tuzu o taþýyordu. Köy içinde alenen sigara içmediðimiz için, biraz uzaklaþýnca;
-Emmoðlu, hele bir sigara ver! Dediðim halde, o buna kulak asmayýp;
- Biraz ilerde yakarýz. Diye geçiþtirmiþti.
Derken, rakýmý gittikçe yükselen Taþgan yolunu izleyerek, kara tepenin batý yamaçlarýna týrmanmaða baþlamýþtýk. Burasý çok engebeliydi. Palamut kümeleri, çamlar ve gevenler arasýnda ilerliyorduk. Ýsmail bir türlü sigara vermiyor ve hep bir sonraki noktayý hedef gösteriyordu. Ama sözünde durmuyor, tükenmek üzere olan sabrýmý zorluyordu. En son dediði yere bir an önce varmak için hýzla yamacý týrmanýyordum. O iki adým arkamdan geliyordu. Sabrým bittiði için dönüp, onu ikaz etme gereði duyarak;
- Emmoðlu, bak bu defa da verme, vallahi zorla alýrým, ona göre. Demiþtim.
Arkamdan, hiç ses çýkarmadan geliyordu. Dediði yer yamacýn düzleþtiði tepede ki bir çamýn altýydý. Ulaþmamýza iki-üç adým kala, birden geri dönüp, bayýr aþaðý koþmaða baþlamasýn mý!? Cin tepeme çýkýp, onu durdurmak için tetiðe basmaktan baþka yol görmemiþtim...

Fakat, Tanrý’nýn mutlak lütfu, mermi patlamamýþtý. Bu an itibaren zaten piþman olduðum için seviniyor, olana inanamýyor, düþündükçe ürperiyor; “Ya birde patlasaydý?!” diyordum. Hemen peþinden koþturacaðýmý sanýyor olmalýydý ki, bunu yapmadýðýmý fark edince, hemen durmuþ, geri dönüyordu. Yanýma geldiðinde elimde kýrma, hala þaþkýn duruyordum. Sonra tetiði tekrar kurup, namluyu ayaklarýndan iki adým beride, yere doðrultup, tetiðe tekrar basýyordum. Demin patlamadýðýna göre, ayný mermi herhalde patlamaz sanýyordum. Fakat birden “Küüüt!” Diye bir ses duyulup, taþ parçalarý, toz, toprak üzerine doðru saçýlýrken, Ýsmail irkilerek geri sýçrýyor;
-Ne yapýyorsun lan emmoðlu, beni vuracaksýn yav! Diye kýzýyordu…
O böyle konuþurken, benim dilim tutulup, aðzým kurumuþtu. Çünkü demin olanýn gerçek bir mucize olduðunu düþünüyor, içimden Tanrýya dualar ediyordum.
Gerçek bir faciaya ramak kala kurtulmuþtuk. Tanrý her þeye raðmen beni seviyor olmalýydý. Çünkü Ýsmail’i vurmuþ olsam kendimi asla affetmez, bir kurþunda kendime sýkardým. Gerçi fiþekler kuþ avlamak için saçma doluydu. Ama ateþ alacak olsa, tam sýrtýndan yaralanacaðý için kan kaybýndan ölmesi kaçýnýlmazdý. Bunu düþünmeden nasýl basmýþtým tetiðe, inanamýyordum. Bundan sonra asla böyle bir hata yapmamaða söz vermiþ, sigaralarý yaktýktan sonra bütün daðý dolaþtýðýmýz halde bir güvercin dahi avlayamadan köye dönmüþtük.
Bu olaydan iki yýl sonra, babamýn Almanya’dan getirdiði çift kýrma tüfek ve Fransýz onlusu tabancayý alarak ormana, sözde yine avlanmaða gitmiþtim. Bir müddet dolaþtýktan sonra yorulmuþ, daðýn eteðinde çamlarýn altýna oturmuþtum. Manzara çok güzeldi. Karþýda yükselen engebeli, mor nüanslý daðlarda yer yer kar vardý. Etrafta sadece kuþ sesleri duyuluyordu. Alttaki kuru dallarýndan birine tüfeði asýp, gövdesine yaslandýðým çamýn altýnda etrafý seyrediyordum. Bir süre sonra sýkýlýp, belimde ki kýlýfýndan çýkardýðým 7,65 lik, MAB tabancayý manevra yaptýrmaða, þarjörü boþaltýp, yeniden doldurmaða baþlamýþtým. Nitekim bundan da sýkýlýp, tabancayý kýlýfýna koymuþtum. Fakat birden aklýma tabanca tetiðinin düþmediði gelmiþ, onu tekrar çýkarmýþ,. tetiðine basmadan önce “Þeytaný beraberdir” dedikleri için, karþý daðlara doðru yönelterek, tetiðe basmýþtým. Haznede mermi olmadýðýndan emindim. Beklediðim bir “Çýt” sesi iken, çýkan sesle tekrar þok oluyordum. Çünkü duyduðum ses, elimde bomba patlamýþ gibi tesir etmiþ, þaþýrýp kalmýþtým. “Silahýn þeytaný daima beraberdir” diyenler meðer ne kadar haklýlarmýþ. Bu durumun bir kaza ile sonuçlanma ihtimali çok büyük iken, tekrar kurtulmuþtum. Aksi halde ve bu gidiþle, bir gün, ya kaza ile kendimi veya ansýzýn öfkelenip, bir baþkasýný vuracaðým kesindi. Bu durumda yapýlacak en iyi iþ silahlara veda olup, ben de öyle yapacaktým...

Bir gün bizim Hüsamla kasaban dönüyorduk. Bir noktaya gelince, durup bana;
-Hadi demriye paharýna gidelim, diyordu.
     Buna sebep, yüzünde, halk dilinde “Demriye” denen beyaz lekeler oluþmuþ olmasýydý. Adý geçen pýnardan çýkan suyla yýkanýnca bunlarýn kaybolduðu söyleniyordu. Zaten pýnar uzak deðildi. Yolun saðýnda ve biraz ilerideydi. Nitekim suyun baþýna varmýþ ve yüzünü yýkarken, ona;
-     -Bence bir abdest alýp, dört rekat namaz kýlarsan demriyelerin gitmesi kesinleþir, ne dersin? Diyordum.
Ýmam Hatipte okuyordum ya, bundan ötürü olsa gerek, Hüsam bunu hemen kabul edip, bana:
-Tabii, iyi olur ama namazda hangi surenin ne zaman okunacaðýný bilmiyorum, eðer beraber sen de kýlar ve sureleri biraz sesli okursan, kýlardým...
Baþka zaman olsa, Hüsam bunu kesinlikle itiraf etmez ve bildiði gibi yapardý. Benden bir yaþ büyüktü ama okula zamanýnda baþlamadýðý için, bir yýl sýnýf atlatýlanlar arasýnda olmasýna raðmen, henüz ilkokul son sýnýftaydý. Derken ab destten sonra çimenler üzerinde yan yana namaza duruyorduk. Ýlk rekatý kýlmýþ, sonra kýyamda dururken hafif esen rüzgar aklýma bir þeytanlýk getiriyordu. Önce surelere sesli baþlarken, þimdi giderek sesimi kýsýyordum. Bu durumda ne okunacaðýný iþitemeyen Hüsam, önce yanýmda dik dururken, kulaðýný bana yaklaþtýrmak gereði onu saða doðru bükülmek zorunda býrakýyordu. Göz ucuyla izliyor ve gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Birden sesimi yükseltince hangi sureyi okuduðumu anlayýp, tekrar doðruluyordu. Bu böyle üçüncü rekata kadar sürmüþ, lakin bir an dayanamayýp makaralarý koyuvermiþtim. Ben gülmekten katýlarak yere yýkýlýrken, namazý bozulduðu için demriyelerin gideceðinden kuþku duyan Hüsam, bana fena kýzýyordu...
Bir gün evde yalnýz otururken, aklýma boþ deftere çizgi roman yazmak geliyor ve bütün kahramanlarý bizimkilerden seçiyordum. Hüsam, Seyfi, Murat, Aydýn, Kemal, Emrah, Hüseyin. Hepsine uygun roller veriyor ve resimlerle konuþturuyordum. Asýl maksadým Hüsam ve hiç tahammül edemediði Seyfiyi kapýþtýrmaktý. Gerçekte aksi iken, çizgi romanda Seyfi Hüsamý dövüp, hatta burnunu kýrýyordu. On sayfalýk bir bölüm çizdikten sonra hazýr bekliyordum. Sýklýkla yaptýklarý gibi, gene bizim evin yanýnda toplanmýþlardý. Hemen çizgi romaný alýp, yanlarýna geliyordum. Merakla baþýma birikmiþlerdi. Okumaða baþlayýnca, suratýný ekþiten Hüsam, Seyfiyi küçümseyerek ona bakarken;
-     Bu mu benim burnumu kýracak? Diyordu.
Seyfi ayný tarz mimikle ona cevaben;
-Yok, sen mi benimkini kýracaktýn?
Böylece tartýþma sürüp, ötekiler gülerken, olay kavgaya varmadan araya tekrar girip, onlarý yatýþtýrýyordum. Yaz geceleri dýþarýda uygun bir yere yün yataklarý serip, saman yolunu, kayan yýldýzlarý seyrederek uykuya dalmanýn keyfi baþka olurdu. Yaþýtlarýmýzýn çoðu yataðýný dýþarýda, uygun bir yere serer, gece yarýlarýna kadar süren oyunlar oynardýk. Sonra sýra, bize katýlmayýp, erken yatmýþ olanlara oyun yapmaya gelirdi. Kimini, uyanmasýna fýrsat vermeden, çeþmenin yanýna kadar taþýr, sonra içi soðuk su dolu kuruna basardýk. Kimini, yaný baþýnda baðýrarak uyarýr, etrafýna iri taþlar konmuþ yataktan çýkma çabasýný seyrederdik. Kimini yatak serip, üzerinde yattýðý kaðnýyla köyün ortasýna býrakýr, sabah uyandýðýnda halini seyrederdik...
Sonbahar akþamlarý genellikle yazýya gider, mýsýr tarlalarýný yaban domuzlarý ve ayýlara karþý beklerken, heyecan dolu oyunlarýmýzý sürdürürdük. Korkak olanlara ayý oyunu yaparak kaçýrýr, sonra beklediði tarlanýn mýsýrlarýný koparýp, oracýkta yaktýðýmýz ateþte kýzartýrdýk. Güz sonunda tarlalarda sadece lahana toplarý ve gözden kaçmýþ havuç kökleri kalýrdý. Çoðunluk yaptýðýmýz gibi, dört kiþi yine köyden çýkmýþ, yazýya inmiþtik. Bir lahana tarlasýnýn baþýna gelip durmuþtuk. Tarla sahibi, aksi gibi köyden çýkarken bizi görmüþ olan Hakký emmi idi. Yetiþkin lahana toplarýný aðzýmýz sulanarak süzüyor, saldýrmamak için kendimizi zor tutuyor, lakin bir türlü yapamýyorduk. Her þeye raðmen böyle seyredemezdik. Hemen bir plan geliþtirmeli ve yarýn soranlara cevap vermeliydik. Biraz düþündükten sonra bulmuþtum çaresini. Ýki kiþi tarlaya girerken, lahana toplarýna asla el sürmemiþ, diðer iki kiþi onlarýn omuzlarýndan eðilip, toplarý yerinden sökerek dýþarý almýþ ve afiyetle mideye indirmiþtik. Devresi gün hesap sormak isteyen Hakký emi karþýsýnda, herkes kendi durumuna uygun yemini týnmadan etmiþ ve masumiyetimiz kanýtlanmýþtý. Tarlaya ayak basanlar; senin tarlanda ki toplara el sürdüysem yemin olsun, diyor, ötekiler ise; onun tarlasýna ayak basmadýðýna dair her türlü yemin içiyordu...

Yaz tatili bitmiþ, yeni öðretim yýlý için naklimi bu kez Ankara’ya aldýrmýþtým. Orada polis memuru amcam böyle istemiþti. Önderde oturuyor, minibüs veya belediye otobüsleriyle okula gidiyordum. Gazi mahallesinde ki okul yeni ve konforluydu. Ankara’ya kýyasla bizim vilayet kasabadan farksýzdý. Aradýðým her þey vardý burada. En baþta, iki film birden ve devamlý oynatan bir çok sinema vardý. En çok karate filmlerini seviyor ve bazý günler üç sinemaya birden gittiðim oluyordu. Sinema önlerinde satýlan, okunmuþ resimli romanlarý çok ucuza almak mümkündü. Gençlik Parký baþlý baþýna bir atraksiyon olup, Lunapark egzotik eðlence yerleriyle doluydu...
Bu okula baþladýðým günlerde kara yaðýz, týknaz bir çocuðun tutumu beni çileden çýkarmaða baþlamýþtý. Laz olduðumu iddia ediyor ve bunu kanýtlamak için, ikide bir;
-Üç de bakalým? Diyordu.
Ben sabýrla:
-     Üç! Desem de, o piþkinlikle sürdürüyordu iddiasýný;
-     Uç, dedin! Diyor ve alayla gülüyordu.
Bir kez bunu sýnýftaki kýzlarýn önünde yapmýþ, canýmý iyice sýkmasýna raðmen, bir þey yapmadan uzaklaþmýþtým. Ama artýk her þeyin bir sýnýrý olduðunu ona öðretmeðe kararlýydým. Ýnþallah tekrar etmekten kaçýnýrdý. Derken bir gün yine teneffüs zili çalmýþ, hoca sýnýftan henüz çýkmýþtý. Solda, en arkada, pencerenin önünde oturuyordum. Bahçeye çýkmak için yaramaz arkadaþým Ali Durmaz’ýn yanýndan geçiyordum. O, beklediðim gibi yine dalgasýný geçmek üzere, ayný noktada bekliyordu. Nitekim ayný þeyleri sormuþ, her þeye raðmen yanýtlamýþ, ne yapacaðýný bekliyordum. Tam gülmeðe baþlýyordu ki, çenesine ansýzýn yediði yumrukla kýzlarýn oturduðu sýranýn altýna girmiþ, gülmesi bu kez kursaðýnda kalmýþtý. Baþtan ayaða toza bulanmýþtý. Kalkýp karþý saldýrýya geçmesini bekliyordum, ama o böyle yapmayýp, þikayet etmek için idareye doðru koþmuþtu. Vazgeçirmek için uðraþtým ama durmuyordu. Derken zemin katta ki müdür muavininin odasýnýn önüne gelmiþtik. Eli kapý zembereðinde, girmek için týklatmak üzere bekliyordu. Baktým geri gelmiyor, sýrtýna bir itme vurup, o açýlan kapýdan gürültüyle içeriye dalarken, ben çoktan sývýþmýþtým. Bundan ötürü bir sopa da müdür yardýmcýsýndan yiyen Ali, adýmý vermeyi dahi beceremeden dýþarý atýlmýþtý. Bu olay ders olmuþ ve artýk yakamý tamamen býrakmýþtý. Bundan sonra kalaba sýnýftaki itibarým iyice artmýþ, daha büyükler bile benimle bilek güreþi yapmak istiyordu. Büyük dediklerimin kimi on sekiz yaþýný, kimi yirmisini aþkýndý. Onlar hariç, yaþýtlarýmýn hemen hepsini bilek güreþinde yeniyor, o sýra hayli geçerli dal sayýldýðý için, kendimi “Boksör” olarak lanse ediyordum. Ta ki, bir gün öðleden sonra sýra arkadaþlarýmdan Ankaralý Zeki ile spor salonuna ininceye kadar. O gün Beden eðitimi dersimiz var, ama dersin hocasý yine gelmemiþ, eþofmanlar sýrtýmýzda, spor salonuna inmiþtik. Salonda gördüðüm manzara bana çok garip görünmüþtü. Çünkü ilerde, salonun ortasýnda don, gömlek duran üç dört kiþi, sýrayla bir takým garip hareketler yapýyorlardý. Üstlerindeki giysiler týpký bizim oralardaki yaþlý adamlarýn giydiði iç çamaþýrlarýna benziyordu. Bu duruma ben alayla gülerken, arkadaþýmýn tavrý tam aksineydi. Sonra ciddice:
-Bu yaptýklarýna Karate denir ve iyi bir karateci birkaç boksöre eþittir.
Bu sözler karþýsýnda önce:
-Haydi caným sende!
Dediðim halde, biraz sonra Zekinin iddiasý bana da olasý gelmeðe baþlamýþtý. Giydikleri beyaz giysilere “Kimono” deniyordu. Bellerinde kýrmýzý ve siyah renkli kuþaklar baðlýydý. Hareketleri bana önce çok yavaþ, katý ve duraðan gelmiþti. Ama bacaklarý hayli açýlýmlý olup, ayaklarýný el gibi kývrak kullanmalarý ilginçti. Yukarý kaldýrdýklarý ayaklar rakibin kafasý hizasýna rahatça ulaþýp, sonra denge bozmadan geri alýnabiliyordu. Önce ata biner gibi diz kýrarak, durup, sonra ileri adýmla beraber attýklarý yumruklarý da çok garipsemiþtim. Rakibi aldatma hýzý olmayan bu yumruklar ne iþe yarar, diyordum. Sorduðumda, bunun sadece idman hareketleri olduðunu, yoksa müsabaka esnasýnda çok daha hýzlý ve pratik olduklarýný öðrenmiþtim. Takriben onbeþ dakika onlarý izledikten sonra, yaklaþýp bu iþi öðrenmenin þartýný sormuþtum. Cevap; aylýk on lira aidat ödemekti. Bunu kabul edip, hemen idmana katýlmýþtým. Fakat artýk neredeyse yýl sonu gelmiþ ve okulun kapanmasýna bir aydan az kalmýþtý. Varsýn olsundu. Bu bile bana yeterdi. Çünkü bende olan öðrenme istemi bir tutkuydu. Herkesten daha çok çalýþýp, bu iþte mutlaka ilerlemek istiyordum. Derken okulu asýp, haftanýn dört günü idmana katýlýyordum. Okulu bilerek asýyordum, zira sýnýfta kalmaða çoktan karar vermiþtim. O yýl hükümetin çýkardýðý bir yasa Ýmam Hatiplerin orta kýsýmlarýný kaldýrýyordu. Sýnýfý geçenler ayný okula devam edecek, kalanlar normal Ortaokula döneceklerdi. Yaz tatili baþlamýþ, köye gitmiþtim. Sýnýfta kaldýðýmý kimseye söylemiyordum ama, , söylesem de zaten inanmazlardý. O yaz sevdiðim kýz tatil için köye gelmemiþ, bu durumdan haberi henüz yoktu. Haber versem belki bana inanmaz, kim bilir, belki küçümseyerek sevmekten vaz geçerdi. Bunlarý düþündükçe umutsuzlaþmýþ, bana yazdýðý mektuplarý yakmýþtým. Tatil boyunca köyde spor yapmýþ ve yeni öðretim yýlý için vilayete gitmiþtim. Akrabadan ve sanat okulunda okuyan Osmanla beraber kalacaktýk. Bunun için karanlýk bir bodrum kiralamýþtýk. Benim gibiler için ve ayný eski okulun çatýsý altýnda açýlan “I5 Þubat Ortaokulu”na yazýlmýþtým. Burayý bitirdikten sonra normal liseye gitmeði kuruyordum. Ýmam Hatibe özgü dersler çýktýktan sonra, ortaokul bana çok basit geliyordu. Artýk hiç ders çalýþmasam bile sýnýf geçebilirdim. Böylece bütün zamanlarýmý spora ayýrabilecektim. Bu arada, iki haftalýk harçlýðýmý vererek bir de Karate kitabý satýn almýþ, bundan yararlanarak çalýþýyor, öðrendiklerimi arkadaþlarýmda deniyor, onlara da öðretiyordum.
Takip eden öðretim yýlý için þehre bu kez annem ve iki kardeþimle dönmüþtüm. Ýki tarafý yüksek daðlarla çevrili, Harþit Çayý vadisinde kurulu ilimizin ünlü bayýr mahallelerinden birinde iki odalý bir ev kiralamýþtýk. Ayný okulda, ben ikinci sýnýfa, kardeþim Ýhsan bire gidiyorduk. Hocalarýmýzýn çoðunu önceki yýldan tanýyordum. Artýk yatýlý deðildim ya, özgürlük bakýmýndan keyfim yerindeydi. Bana çok komik gelen bir durum, önceleri Kuran ve Akait derslerimize gelen Gözlük hocanýn þimdi resim dersimize geliyor olmasýydý. Branþý resim olan öðretmenimiz yoktu. Öteden beri resim kabiliyetim olduðu için, notum daima on oluyordu. Resimde baþarýlý olmamýn bir baþka sebebi severek okuduðum resimli romanlar olabilirdi. On aldýðým ikinci ders beden eðitimi idi. Zira ne de olsa üç yýldýr yoðun olarak spor yapýyordum.
Ankaralý sýnýf arkadaþým Zeki, sonra adýnýn baþýna “Timuçin” ekleyecekti, içi çimento harcýyla doldurulmuþ olan iki helva kutusu ve ortalarýndan geçen bir demir borudan ibaret olan halteri, bilek güreþlerinde iþime yarar diye bana vermiþti. Onlarý Ankara’da býrakmýþ, köyde toprak damlarý taptamak için kullanýlan loð taþýný ortadan ikiye bölerek yaptýðým halterle çalýþýyordum. Bu arada hem bir hayli boy atmýþ, hem de kaslarým güçlenmiþti. Çin filmlerinin temel konusu Karate sanatýydý. Onlarý dikkatle izler ve gördüðüm her hareketi uygulamaða giriþirdim. Çok aþýrý, mecazi þeyleri dahi gerçek sandýðým zamanlarda, komplekse kapýlýr, onlarýn aynýsýný yapabilmek için kendimi paralardým. Çýplak elle tuðla, kiremit, odun ne bulduysam kýrmaða baþlamýþtým. Artýk kendime daha çok güveniyor, boksör deðil “Karateci” olduðuma inanýyordum. Bacaklarým dövüþ hareketlerinde henüz yeterince kullanýþlý deðildi. Bunlarý uygun vaziyete getirmek için bir hayli uðraþmam gerekmiþti. Derken o yýl sýnýfý ikmalsiz geçip, yaz tatili için köye dönmüþtük. Harmanda, yanýma toplanan çocuklara spor yaptýrýrken, bir de ne göreyim, ortanca kardeþim Kurtuluþ aðlayarak yazýdan köye dönüyordu. Yanýnda olmasý gereken medek de (Diþi manda) yoktu. Ne, oldu diye seslenerek sorduðumda, o aðlamaktan konuþamamýþ, yanýndaki çocuklar mandanýn huysuzlaþarak kaçmýþ olduðunu söylemiþlerdi. Nitekim iþaret ettikleri noktaya bakýnca, onu köyün önündeki tarlalarýn içine doðru, Karaköy arazisi istikametinde koþarken görmüþtüm. Kaybedecek vakit yoktu. Hemen seðirtmiþ, yolun altýndaki buðday tarlasýnda önünü kesecek kadar ona yaklaþmýþtým. Fakat çok dikkatli ve düsturlu davranmalýydým. Sanki onunla hiç ilgilenmiyormuþ gibi, o tarafa bakmadan ilerliyordum. Derken aramýzdaki mesafe beþ adým kadar kalmýþ ve iyice yavaþlamýþ olan hayvan, önümden geçerek yürüyordu. Ardý sýra sürünen ipi koþup yakalarsam belki durdurabilirdim. Yapacaðým baþka þey yoktu zaten. Ansýzýn depara kalkmýþ ve manda hýzlanamadan ipi yakalamýþ, bundan tutunarak baþý hizasýna kadar gelmiþtim. Ancak geri asýlmakla onu durduramýyor, dörtnal koþan mandayla sürgit yarýþamayacaðýmý anlýyordum. Onu býrakmaktan baþka çare görünmüyordu. Lakin, bana bunca zahmetinden sonra ona bir ceza vermeden býrakamazdým. Bunun için Japon Karate profesörü Yoshuma Toju’nun kitabýnda çok övdüðü dirsek vuruþunu deneyecektim. Nitekim hýzla koþarken, bir anda havaya zýplýyor ve olanca aðýrlýðýmý verdiðim dirseði mandanýn beline indiriyordum. Bu darbe övüldüðü kadar tesirli olduðunu anýnda gösteriyor ve dörtnala koþan manda zýnk, diye duruyordu. Bir an, aman sakýn ölüp, mölmesin diye korkup, sýrtýna masaj yapýyordum. Bereket versin bir þey olmamýþtý. Fakat önüne düþüp çeksem gelmiyordu. Ýlla onu bir arkadan süren olmalýydý. Bunun çaresini az sonra keþfetmiþtim. Arkasýnda bir süren varmýþ gibi sol ayaðýmý geri atarak ona topukla vuruyor ve böylece getirip, ahýra sokuyordum.
Bundan bir ay kadar sonra bir karate kursuna gitmek gayesiyle Ankara’ya gidiyordum. Devresi gün merkezde dolaþýrken, reklamlarýný gördüðüm, Ankara’da tek isim, diye tanýmlanan Ý.Iraz’ýn Maltepe’de bulunan okulunu buluyordum. Tabelada Karate ve Taekwon-do yazýlýydý. Kapýyý çalýp, kayýt aidatýný yatýrdýktan iki saat sonra ilk idmana katýlarak eve dönüyordum. Gene amcalarýmda kalýyordum. Bu kez iki amcamýn aileleri, kat eklenerek geniþletilmiþ evde birlikte oturuyorlardý. Babam bir süre sonra Hasan amcamý da Almanya’ya götürmüþ, ailesi Ankara’da oturuyordu. Spor yapmadýðým zamanlar, Hasan amcamýn henüz beþ-altý yaþlarýndaki oðlu Selahat’ý yanýma alýp, bütün gün bir sinemadan diðerine dolaþýyorduk. Karate diye baþladýðým kursta esasen Taekwon-do öðretiliyordu. Iraz Hoca her zaman ders vermiyordu. Orada yetiþmiþ Antrenörlerden birine tabelada yazýldýðý gibi, neden burada Karate öðretilmediðini sorduðumda, ayný þey olduðunu söylüyor, ama ben buna itiraz ediyordum. Çünkü ayaklarým henüz o denli iyi olmasa da, ellerim çok iyi idi. Ayak hareketlerinin gerçek kavga ortamýnda el kadar kullanýlýþlý olmadýðýný izlediðim Çin filmlerinden de biliyordum. Üç, dört yýldýr devam eden kursiyerleri müsabakada izliyor, ama tamamen spora yönelik hareketlerini tatminkar bulmuyordum. Seri ve açýlýma dayanan ayak hareketleri yapýyor, hiç temas etmiyorlardý. Birkaç gün "Hyong" adý verilen kalýp hareketleri talim etmiþtik ki, beni birine karþý, sözde müsabakaya çaðýrmýþlardý. Karþýmdaki mavi kuþaklý, ben beyazdaydým henüz. Selamlamadan sonra sýra gard almaya gelmiþti. Aldýðým dövüþ gardý bile karþýmdakini ürkütmeðe yetiyordu. Nitekim antrenör Nuri, imdadýna yetiþip, beni kast ederek; “Arkadaþ galiba Çin filmlerine çok gidiyor” derken, beni müsabakadan çekiyordu. Toplu hyong çalýþmalarýndan sonra, yarým saate yakýn mola verilir ve sonra harekette serbest olurduk. Bu sýrada herkesi denemeden geçirdiðimden, antrenörler bilmese de, kursiyerler aramýzdaki farký öðrenmiþlerdi. Aramýzdaki fiziki kaviyet farký “pelit” ve “söðüt” aðaçlarý benzeriydi. Bu molalar esnasýnda, siyah kuþaklýlarýn kýrýþ denemelerinde, gösteri için kullandýklarý iki santim kalýnlýðýnda kare þeklinde, ortadan ikiye yarýlmýþ tahta parçalarýný atýldýklarý yerden alýp, bunlarýn her birini tek vuruþta ikiþer parçaya daha ayýra biliyordum. Bir gün hepimizden uzun boylu ve hatta uzun sakallý bir beyaz kuþaklý daha gelmiþti. Sanýrým oradaki üçüncü haftamdý. Gene moladaydýk. Bir ara bizim arkadaþlar bana gelerek, yeni gelenin herkese meydan okuduðunu söylemiþlerdi. Onun karþýsýna çýkmam isteniyordu. Fakat burada ciddi vurularak müsabaka yapmak yasaktý. Ama hocanýn yokluðundan istifade edebilirdik belki. Nitekim karþýsýna geçtiðim yeni gelene, nasýl, ciddi vuracak mýyýz, diye sormuþtum. O, kendisi için hiç fark etmeyeceðini söylüyordu. O halde ciddi vurulacak demekti. Karþýmdakinin uzun boyu, bana burada enikonu geliþtirdiðimi düþündüðüm, ama hiç deneme fýrsatý bulamadýðým bir ayak hareketini yapma fýrsatý verebilirdi. Döner tekmeyi deneyebilirdim. Nitekim, önce elimle vuruyormuþ gibi bir hareket yapmýþ, sonra dönerek kalkan sað ayaðýmýn tabanýyla adamýn suratýný bulmuþtum. O, gürültüyle tahta döþemeye serilirken, arkamýzdan Iraz Hocanýn gürleyen sesi duyuluyordu:
     -Durun lan, ne yapýyorsunuz? Size kim izin verdi müsabaka için? Diye sorguluyordu.
Meðer sessizce gelmiþ ve ne yapacaðýmýzý izliyormuþ. Derken bulunduðu yerden yanýmýza inerek, düþende önemli bir hasar olmadýðýný görünce rahatlýyordu. Ama gene de ikazlarýný yineliyordu. Aslýnda bir bakýma haklýydý. Ama burasý da nihayet bir dövüþ okuluydu. Biraz rizikoyu göze almayanýn burada ne iþi vardý. Bunlar benim þahsi görüþlerimdi. Zaten bu yüzden buradaki idmanlardan tatmin olamýyordum. Çünkü þahsen, rakibe hiç temas etmeden gerçek dövüþün öðrenilemeyeceðine inanýyordum. Kaldý ki þahsi amacým sadece spor yapmak olmayýp, gerçek dövüþe dair sanatýn tekmilini öðrenmekti. O nedenle burada daha fazla devam etme niyetim yoktu. Zaten okullar da açýlmak üzereydi. Hocayla konuþarak buradan ayrýlacaðýmý söylediðimde buna çok üzüldüðünü söylüyor, dediðine göre, bu gidiþle çok iyi geliþecek ve ilerde Türkiye þampiyonu bile olacaktým. Bu bir yana, Iraz Hocanýn hepimize söylediði bir söz: ”Bu sporu hakkýyla yapan bir adamýn, hayatta baþaramayacaðý iþ yoktur” Diyordu. Bunda haklý olmasýný dilerdim, çünkü bana hitap eden bu sözü çok tutmuþtum.
Orta üçte yalnýzdým. Annemler bu kez birlikte gelmemiþ, öðrencilerin kaldýðý bir evde bir oda kiralamýþtým. Babam ara sýra para gönderiyordu. Ama bu para ilk zamanlar doðrudan okula, babamýn tanýdýðý Harun isimli müdür muavinine geliyor, gerektikçe ondan alýyordum. Bu bir dönem böyle sürdüyse de, daha sonra param bir banka hesabýna geliyordu. Çünkü Harun hocadan para istemeðe utanýyor, çoðu zaman parasýz kalýyordum. Evde yemek yapmýyor, okula yakýn, orta halli bir lokantada yiyor, hesabý aydan aya ödüyordum. Okul çýkýþý arkadaþlarla piþpirik ve tavla oynamak için kahvehanelere gidiyorduk. Çoðu zaman olduðu gibi gene sýnýf baþkanýydým. Benim bulunduðum sýnýflar nedense okullarýn en haþarý öðrencileri ile doluyordu. Hele bir de “Ha babam sýnýfý”ný seyrettikten sonra onlarý biraz olsun disiplinde tutmak için hocalarýn tercihli baþkaný ben olurdum. Bu biraz da hýrsýzý kasaya bekçi yapmak gibiydi, ama gene de idare ediyorduk. Çünkü bir baþkasýnýn bu iþi yapmasý imkansýz oluyordu. Çoðu yetiþkin olan öðrenciler, deðil baþkaný iplemek, hocalarý bile zor dinliyorlardý. Onlara kendimi kabul ettirmek için ara sýra bir gösteri yapar, sobada yakmak için kullandýðýmýz kol kalýnlýðýndaki odunlarý elle kýrardým. Buna ek olarak, bir düzineyi bulan jileti bir atýþta kontra plak tavana düzenli bir biçimde yan yana saplar, karþýlarýna geçince fýrlatacak biçimde tuttuðum jileti elime alýr, gürültü yapanýn burnunu bununla nasýl uçuracaðýmý söylerdim. Bu gerçi olanaksýz bir þeydi, ama onlarý caydýrmak için hayli etkiliydi.
Bu arada artýk müdür muavinliðine terfi etmiþ olan Gözlük hoca, sýnýfa ulaþan bir habere göre, bütün sýnýflarý dolaþmaða baþlamýþ saç kesiyormuþ. Nihayet gayet ciddi bir suratla elde makas sýnýfa girmiþ, hemen ilk sýralardan baþlamýþtý. Saçý biraz uzamýþ olanlarý kelleþtirip, böylece kestirmeðe zorluyordu. Derken sýra bana gelip, hoca hýnçla baþýma el atýyordu. Sýnýfa uyum saðlamak adýna, esasen hiç müsaade etmeði düþünmediðim þeyi yaparak, ensemi dönüp, kesmesine rýza gösteriyordum. Fakat o tutmuþ tam da Cüneyt tipi taradýðým kaküllerimi kesmeðe kalkýyordu. Derhal elini tutmuþ, enseme çekmek istiyordum, ama ýsrarlýydý. Olacak gibi deðil, adam tepemi attýrmýþtý. Ýki elini birden bileklerinden yakaladýðým gibi baþýmdan aþaðý çekerken makas elinden fýrlamýþ, ayný anda midesine okkalý bir yumruk atmak üzere gerilmiþtim. Bu sýrada karnýna geleceðini sandýðý yumruða fal taþý gibi açýk gözlerle bakan hocanýn nefesi kesilmiþ gibiydi. Arkadaþlarýn kaygýyla; “Dur, yapma, ne yapýyorsun” demeleri ile son anda vurmaktan vazgeçip, sýnýfý terk ediyordum. Doðruca en yakýn berbere gidip, biraz sonra saçým sýfýr numara kesilmiþ olarak okul bahçesindeydim. Bir ara baþýný müdür muavini odasýnýn açýk penceresinden uzatan Gözlük hocayý görmüþtüm. Bana seslenerek, yukarý gelmemi istiyordu. Saçýmý kestirdiðimi gösterdimse de ýsrarlýydý. Yukarý çýkýp, kapýyý çalarak içeri girdiðimde, birinci muavin Veysel Beyde oradaydý. Gözlük hoca beni ona þikayet etmiþti. Veysel Bey gülerek, durumu hayretle karþýladýðýný ve hocaya adýmý tekrarlayarak, bunu yapmayacaðýmý, zira çok efendi bir öðrenci olduðumu söylüyor, sonra olayý benden dinlemek istiyordu. Durumu kýsaca açýklamýþ ve salt onun hatýrý için ve kendisi tarafýndan uygulanmak þartýyla makul bir cezayý kabul edeceðimi söylemiþtim. Gözlük buna hiç razý olmuyordu, beni kendi eliyle cezalandýrmak istiyordu, ama bunu kesinlikle ret ediyordum. Önceki yýllarda yaptýðýyla yetinmeliydi. Sonuçta masadaki bir cetvelle elime vurmasý için uzatmýþ ve her birine ikiþer tane vurulduktan sonra, Gözlük hocanýn itirazlarýna raðmen, odadan çýkýyordum. Veysel hoca Judocuydu, o nedenle çok iyi anlaþýyorduk. Ayný zamanda Ýngilizce dersimize geliyor ve Ýngilizcim sýnýfýn en iyisiydi. Daima iyi olan diðer derslerim Fizik,Tarih, Coðrafya ve Edebiyattý. Geri kalanlar ortalama dahilindeydi. Bütün okullarda futbol en yaygýn spor, voleybol ve basket ikinci sýradaydý. Ben hepsinde ortalamaydým. En az futbol oynuyordum. Çünkü bu oyunda fizik kontak yüzünden genellikle fauller nedeniyle kavga çýkardý. Arkadaþlarýmla bu yüzden bozuþmak istemiyordum. Paydostan bir süre sonra okul bahçesine tekrar geldiðimde arkadaþlar futbol oynuyorlardý. Adama ihtiyaç varmýþ, oynamam için ýsrar etmiþlerdi. Bir ara top bahçe duvarýndan aþýp, Pazar yerine uçmuþ, nereye gitti, diye hepimiz o yöne koþmuþtuk. Bahçe duvarýnýn dibinden itibaren geniþ Pazar yeri baþlýyordu. Ýlerde bir minibüs ve yanýnda birkaç kiþi duruyordu. Ýçlerinden biri, yanlarýna gelmiþ olan topu almýþ, güya bahçeye geri þutlayacaktý. Ama kötü vurmuþ, top sað tarafa doðru uçmuþ, oradan ana yola aþaðý yuvarlanmýþtý, ki bu onun patlamasýna yol açabilirdi. Onu bu beceriksiz vuruþundan ötürü kýnarken, gülerek, ters ayaðýna küfretmiþtim. Fakat orada bir minibüsün baþýnda bulunan altý kiþi koro halinde bana cevap veriyorlardý. Ýlk söven ben olduðum için bunu ciddiye almamýþtým. Bizim arkadaþlardan futbol fanatiði ve krosçu olan Zarif bu duruma bozulmuþ ve yüksek duvardan aþaðý, Pazar yerine inmeðe davranmýþtý. Bahçe tarafýnda bir metreyi bulan istinat duvarý, öte tarafta üç metreye yakýndý. O nedenle buradan hemen atlamayýp, ilerdeki duvara yaslý telefon direðine tutunarak aþaðý inmiþti. O inerken, yaklaþmýþ ve sakýn bir þey yapma, boþ ver demiþtim. Zarif gerçi dediðim gibi yaparak, onlarýn yanýna gitmemiþ, topun tekrar salimen sahaya dönmesiyle bahçe kapýsýna gitmek için onlarýn önünden yürüyordu. Onun biraz külhani yürüyüþüne dikkat eden bir velet, hemen laf atarak,
-Forsun kime lan o....çocuðu!?” Demesin mi.
Zarif hemen sola dönmüþ ve üzerlerine doðru yürümüþtü. Ben kavga beklemezken, karþýdakilerden biri hemen palto ve atkýsýný çýkarmýþ, yanýndakine uzatýrken:
-Tut hele bakayým þu ne diyor”. Derken kavgaya hazýrlanýyordu.
Esasen buna cüret edeceklerini sanmýyordum. Çünkü biz bahçede daha kalabalýktýk. Fakat aksi olmuþ, iki kiþi hemen Zarifin yana açýk duran kollarýný yakalarken, kavgaya hazýrlanan ilk yumruðu sallýyor, sonra hep birlikte çullanýyorlardý. Artýk durulacak zaman deðildi. Derhal duvardan atlayýp, koþmuþtum. Ýlk anda onlara vurmak istemiyordum, çünkü birini vurup öldürmekten korkuyordum. O nedenle, önce ayýrmaða yeltenmiþ ve birini omzundan geri çekmiþtim. Fakat o döner dönmez kanýma bir yumruk atmýþ ve tepemi attýrýrken, yüzünün aldýðý þekil görülmeðe deðerdi. Çünkü daha sert darbelere alýþkýn olduðum için bundan hiç etkileyiþim karþýmdakini þoka uðratmýþtý. Buna karþýlýk olarak suratýna yediði bir yumrukla dengeyi kaybederek geri doðru uçarken, aðzýndan akan kanla beraber diþlerini de tükürüyordu. Böylece baþlayan kavga çok sürmeden bitmiþ, bütün iþtirakçiler hak ettikleri payý almýþlardý. Sayýca kalabalýða karþý bu ilk pratik deneyimimdi. Dayak yiyen gurup merkeze yakýn köydendi. O yüzden az sonra pazar yeri gerçek Pazar gibi insanla doluvermiþti. Duyan gelmiþti. Kalabalýðý yararak bulunduðum yere doðru gelen birine yol açýldýðýný fark etmiþ, tetikte bekliyordum. Gelen orta boylu, býyýklý genç bir adamdý. Ýnsanlar iki yana açýlarak bir koridor oluþturmuþ, bir ucunda ben, diðerinde o duruyorduk. Olanlarý duyunca tehlikeli biri olacaðýmý düþünmüþ olmalýydý ki, üstüme yürümeden önce beline el atmýþtý. Ben refleks olarak gard almýþ, belinden ne çýkaracaðýna göre davranacaktým. Býçaktan korkmuyordum, ama tabanca ise onun da çaresi vardý. Durup kurþun yiyecek halim yoktu. Etrafýmý çevirmiþ olanlardan birini derhal siper edip, yaklaþmasýný bekleyecektim. Bu halimi görünce beline davranmaktan vazgeçmiþ, düþürdüðü ses tonuyla yanýma yaklaþýrken: “Yazýk deðil mi o çocuðun diþleri kýrýlmýþ...” diyordu. Böylece iyice yaklaþmak ve muhtemelen kafa atmak niyetindeydi. Bu hali hoþuma gitmemiþ ve iki adým ötede iken: “Yerinde dur, uzaktan konuþ” diye ikaz ediyordum. Konuþmasýna bir an daha sabretmiþ sonra: ”Haklý olabilirsin ama iþim vardý artýk” Diyerek, önce okul bahçesine çýkýp, oradaki kitaplarýmý aldýktan sonra da eve doðru yollanýyordum. Tam bahçe kapýsýndan çýkarken bu kez ikinci katýn camýndan dýþarý seslenen okul müdürümüz Ýlhan Gümüþ oluyor ve kavgaya katýlanlarý içeri çaðýrýyordu. Bu olay nedeniyle hayatýmýn ilk polis karakolu ziyareti ve iki saat yirmi dakikalýk nezarethanesini deniyor, mahkeme karþýsýna çýkmaktan kýl payý kurtuluyordum.
Ertesi günün akþam saatlerinde þehrin orta yerinde sinema afiþlerine bakýyordum. Yanýma gelen Behsat isimli Bayburtlu bir okul arkadaþým, kavgadan ötürü bir gurubun beni aradýðýný, bir an önce ortadan kaybolmamýn iyi olacaðýný söylüyordu. Beni kimlerin aradýðýný, onlarý tanýyýp tanýmadýðýný sorduðumda. Görürse beni dövmek isteyenin kavgada diþleri kýrýlmýþ olan çocuðun güya Karateci olan amca oðlu Coþkun ve diðer akrabalarý olduðunu söylüyordu. Bayburtluyu iyi tanýmýyordum, o nedenle önce bu sözlerini kýzgýnlýkla karþýlamýþ ve ona;
-Sen beni uyaracaðýna git onlara söyle, erkeklerse gelsinler, iþte buradayým ve akþam da sinemaya gideceðim. Galiba Pazar yerinde yedikleri sopa az geldi. Ýçlerinden birinin karate biliyor olmasýna da sevindim. Çünkü ötekiler zaten çok hafif gelmiþlerdi. Diyordum.
Bu pervasýz tavrým karþýsýnda önce biraz bozulan Behsat, sonra kendisinin de benden yana olduðunu, ama tedbirli olmanýn daha iyi olacaðýný söylüyordu. Biz onunla böyle konuþurken, karþý kaldýrýmda duran bir gurubun kaçamak bakýþlarýna o denli önem vermemiþtim. Oradan sinema yönünde uzaklaþtýktan sonra Behsat’a onlarýn þu an nerede olabileceklerini sormuþtum. Meðer o kaldýrýmdakiler onlarmýþ. Bunu duyunca Behsat’ýn neden öyle kaygýlý olduðunu anlamýþtým. Neyse ki onun bu hali bana sirayet etmemiþ ve aksi tutumum bizi uzaktan izlemeyi yeðleyenleri caydýrmýþ olmalýydý. Zaten daha önce böyle bir kaygýlarý olmamýþ olsa, beni görür görmez saldýrýrlardý. Onu bana göndermelerinin sebebini anlýyordum; saldýrma cesareti bulamadýklarý için, belki bir yararý olur ve hiç olmazsa gözlerinin önünde dolaþmama katlanmak zorunda kalmazlardý.
Bu olaydan sonra çevredeki ünüm birden artmýþ, okulun elitleri arasýna girmiþtim. Daha önceleri bana hiç dikkat etmeyip, gýptayla izlediklerimin açýk iltifatlarýna mazhar oluyordum. Bu hadisenin neden bu kadar dikkat çekmiþ olduðuna dair asýl sebebi daha sonra öðrenecektim. Ýlk olarak davet edildiðim Ülkü Ocaðýnda, kavga ettiðim o kiþilerin merkezin komünistleriyle tanýnmýþ köyünden olduklarýný söylüyorlardý. Meðer ben nelerden habersizmiþim. Bizim okulda dahi Ülkücüler ve Akýncýlar diye iki tür siyasal gruplaþmalar varmýþ. Ne bunlarý, ne de aradaki farký biliyordum. Ama Ülkü Ocaðýnda asýlý tarihi portreler, Bozkurt ve Ergenekon tasvirlerine önceden aþinaydým. Çünkü tarihi macera romanlarý Tarkan, Karaoðlan, Bahadýr, Tolga severek okuduðum eserlerdi. Burada o zamana kadar görüp, bilmediðim bir teþkilat hiyerarþisi, disiplin ve saygý fark etmiþtim. Daha önceleri duyduðum “Dev Genç” kelimesinin komünist, ülkücü karþýtlarý olarak geçmesini hayretle karþýlýyordum. Çünkü ben onlarý vücut geliþtiren halterciler sanýyordum. O nedenle, Ankara’da okurken, bizim ufak tefek yapýlý fizik hocasý kast edilerek “Bu Dev gençmiþ” dediklerinde, buna çok þaþýrmýþ, ama kimseye sormamýþtým. Bizim sýnýfýn en hýzlý ülkücüsü, sýra arkadaþým, kitap kurdu Bilal idi. Derslerde gerçi orta halliydi, ama ders dýþý, sosyo-politik konular açýlýnca, hocalarla en çok laf eden o idi. Konuþmalarýnda sýkça geçen bir kelime çok dikkatimi çekiyordu “Anti parantez”. Parantezi biliyordum, matematikte geçen bir terimdi, ama baþka konularda bununla ne kast edildiðini anlamýyordum. Bilal, güncel dil harici bir çok kelime sarf ederek konuþurken, hayli dikkat çekiyordu. Beni Ocaða ilk davet eden o idi. Daima gözlük takar ve biraz da saralýydý. Bir gün sýnýfta sakin sakin otururken, birden yüzükoyun sýranýn üzerine kapaklanmasýn mý. O an ne olduðunu anlayamamýþ, çok þaþýrmýþtýk. Çenesi kilitlenmiþ, aðzý köpürmeðe baþlamýþtý. Arkadaþlardan biri, nedense, cebinden çýkardýðý ayakkabý çekeceði ile onun diþlerini aralamaya çalýþýyordu. Bundan ötürü müydü bilmem, ama biraz sonra gene kendine geliyordu. Sýrada üç kiþi oturuyorduk. Öteki arkadaþýmýz Bayburtlu, aðýr sýklet güreþçisi Cevat idi. Gerek yaþ olarak, gerekse bünye olarak hepimizden büyüktü. Ona aðabey diyorduk. Geçen yýl da birlikte oturuyorduk. Ara sýra þakadan bilek güreþi yapar ve onda gücümüzü denerdik. Onu yenebilmek için daha bir fýrýn etmek yememiz gerekiyordu. Gerçekten bize göre çok güçlüydü. Öyle ki, kol veya baldýrýmýzý iri pençesiyle kavrayýp, sýkýnca içerdeki kemiðimiz kýrýlacak gibi aðrýrdý. Fakat o, ara sýra güreþ idmaný yaparken, ben gece gündüz demeden çalýþýyordum. Bizim malum kavgadan sonra onun tavrýnda bile deðiþme görülüyordu bana karþý. Adeta inanamýyordu duyduklarýna. Gerçi beni severdi, ama þimdi duyduklarý sevgiden ziyade, insanlarý saygý göstermeðe de zorluyor olmalýydý. O nedenle, ilk zamanlar geçiþtirse de, bir gün beni deneme ihtiyacý duyuyordu. Önce el sýkýþmaktan baþlamýþ, sonra bilek güreþine geçmiþtik. Önceleri elimi sýkýnca kýracak gibi olup, beni baðýrtan Cevat, bu kez az kalsýn kendi baðýracaktý. Sonra bilek güreþine sýra gelmiþti. Tutar tutmaz saniyede beni indiren Cevat, biraz daha bastýrsam gidiyordu. Bunu hissedince hemen býrakýp; “Tamam, sen yenersin abi” diyordum. Ona göre, böyle kýsa zamanda bu kadar güçlenebilmek inanýlýr gibi deðildi. Ama bende onun inanamayacaðý birkaç aþama daha vardý. Bir gün, çok duymuþ ve gene inanamamýþ olacaktý ki, sýnýfta karnýma vuruþ yapmak istediðini söylüyordu. Kurnazlýk edip, ona açýk el ve parmaklarýnýn ucuyla vurmasý þartýný koymuþtum. Olur, demiþ ve karþýma vuruþ için geçtiðinde, hemen yeni þart eklemiþtim;
-Ama yavaþ deðil, çok hýzlý vuracaksýn, tamam mý?
Bu onu hepten þaþýrtýyordu. Çünkü o aksini isteyeceðimi sanýyordu. Nitekim inanamayarak da olsa, tamam, demiþ ve vuruþunu yapmýþtý. Bir güreþçinin, karateye özel bir vuruþ olan pikede ne kadar etkili olabileceðini, daha doðrusu, baþarýlý olamayacaðýný biliyordum. Vuruþ esnasýnda çok basit ama seri iki karýn hareketi yaptýðým için az kalsýn parmaklarý kýrýlýyordu. Parmaklarýnýn ilk temasýnda nispeten yumuþak tuttuðum karýn kaslarým, bir an sonra gerilip, sertleþince bu sonuç oluþuyordu. Bu olaydan sonra Cevat benden emin ve tavýrlarý tam anlamýyla respekt içeriyordu. Bütün bunlar sýnýfta olduðu için, varýn öteki arkadaþlarýn durum ve tutumunu siz düþünün. En kýsa zamanda idman için bir yer bulunup, bu iþi kendilerine de öðretmemi istiyorlardý. Nitekim Milli Türk Talebe Birliði bunu organize edebileceði teklifinde bulunuyordu. Baþkan Yakup, bizim okuldan bir öðrenci ve Cevatýn hemþerisiydi. Beni de ilk yatýlý okuduðum yýl pansiyondan tanýyordu. Derken, önce valiye müracaat edilmiþ, sonra Beden Terbiye Bölge Spor Salonunda idmanlara baþlamýþtýk. Hemen her okuldan gelen öðrencilerle ilk bir hafta doksan kiþiyle baþlayan idman, daha sonra bu iþin o kadar da kolay olmadýðýný gören bazý heveslilerin eksilmesiyle yetmiþe düþüyordu. Bunlar arasýnda iki de hocamýz vardý. Lakin on gün sonra öðrencileri ile ayný seviyede olmayý onurlarýna yediremeyerek, artýk idmana gelemeyeceklerini söylemiþlerdi. Devamlý gelenlerle çok iyi çalýþýyor, onlara öðretirken kendim daha çok tekamül ediyordum. Ýlk yarým saat ýsýnma ve kültür fizik hareketleri, sonra bir o kadar da kalýplarýný bizzat düzenlediðim Kata hareketlerini ve bir buçuk saati ise hepsine karþý, tek tek ve çoðul olarak müsabakaya ayýrýyor, duþ alýp, salondan çýkýyorduk. Bu kurs bedava olmayýp, alýnan elli lira aidatýn %25’i M.T.T.B derneðine, gerisi bana veriliyordu. Ýzleyen 19 Mayýs Gençlik ve Spor Bayramýnda Bölge karatecilerinin gösteri yapacaðý anonsu akabinde ilk defa ve son ekip olarak sahaya biz çýkýyorduk. Yaptýðýmýz kata gösterisine ek olarak, tam temas dövüþün karþýlýðýnda, en çok alkýþýn yanýnda, bir de Hürriyet Gazetesi vasýtasýyla Türkiye ve hatta Avrupa’ya kadar ulaþan bir habere konu olma þerefine eriþiyorduk...
O yýl ortaokuldan mezun olmuþ, ama diplomamý asla göremeyecektim. Çünkü babamýn Almanya’dan verdiði talimat üzerine, bana hiç sorulmadan kaydým yine Ýmam Hatip Lisesi’ne yapýlmýþtý. Öðrenim giderlerini karþýlayan, parayý gönderen babamýn tercihi karþýsýnda yapacak bir þey yoktu. Bu konuyu bir gün babamla tartýþtýðýmýzda, “Ya dediðim okulda okursun veya gider gurbette, benim yaptýðým gibi inþaatlarda amelelik yaparsýn...” diyordu. Nitekim izleyen yýlý gene yalnýz baþýma tuttuðum bir evde ayný þekilde iþtigallerle geçirmiþ ve Ýmam Hatip Lisesi ikinci sýnýfa geçmiþtim. Mezuniyetime üç yýl vardý, çünkü burasý dört yýllýktý. Mezun olunca üniversiteye girme çok zordu. Çünkü okulun daima iftiharla sýnýf geçen mezunlarýnýn dahi üniversite sýnavýnda gerekli puaný tutturamamýþ olduklarýný iþitiyordum. Bunlar ya cami Ýmamlýðý veya Kuran Kursu hocalýðý yapýyorlardý. Bu meslekte çalýþmayý hiç düþünmüyor, ne olursa olsun yüksek tahsil yapmak istiyordum. Bunun en zorlayýcý sebebi askerlik görevi süreci idi. Çünkü askere gidip gelmiþ olanlarýn anýlarýný dinlemiþ ve bu tür muameleye maruz kalmamanýn tek yolunun üniversite mezunu olmak, olduðu öðrenmiþtim. Aksi halde askerlik süresi olan 18ayý bitirememe ihtimalim büyüktü. Bu rizikoya karþý vakit varken önlem almalýydým.
Ýkinci sýnýfa baþlayalý iki ay olmuþtu. Bir gün sýnýf arkadaþým Bahri, ile ilk defa Ticaret Lisesi açýlacaðýný ve kendisinin oraya geçeceðini söylerken, birlikte gelmeyi öneriyordu. Böyle bir imkaný hiç düþünmemiþ, tereddütlüydüm. Çünkü babamýn arzusu hilafýna davranmak istemiyordum. Fakat Bahri yakamý býrakmýyor, bu okulun Kýz Sanat Okulu ile ayný bina içinde öðrenim saðlayacaðýný ve dolayýsýyla her bakýmdan çok avantajlý olacaðýný söylüyordu. Bizim sýnýftan birkaç kiþi, daha þimdiden nakil yaptýracaklarýný söylüyorlardý. En sonunda nakil yaptýrmaða karar vermiþ ve bu yüzden okul müdürü ile bozuþmuþtuk. Müdür kesinlikle, bize nakil vermek istemiyordu. Çünkü bütün okulun gözde öðrencilerinden sayýlýyorduk. Müdür, bizim ayrýlmamýzla okulunun cazibe kaybedeceði kanýsýndaydý. Ricalarýmýzý dinlemiyordu. Milli Eðitim Müdürüne þikayet son çareydi. Nitekim Metin Bey bizim müdürü telefonla arayýnca, tamam, gelsinler, diyordu.
Müdür muavini Ergun Bey, nakil için gereken tasdiknameyi çoktan hazýrlamýþtý. Çünkü o da bir ülkücüydü. Onu ikna etmek için yeni açýlan okula gitmemizin çok iyi olacaðýný, aksi halde burayý solcularýn ele geçirebilecekleri tezini öne sürmüþ ve hemen ikna etmiþtik. Derken ben ve Erdoðan Ticaret Liseli olmuþ, ama Bahrinin hevesi kursaðýnda kalmýþtý. Çünkü büyük abisi duruma müdahale etmiþ ve onu engellemiþti. Gerçi bir sýnýf aþaðýdan baþlamamýz gerekmiþti, ama bizden üstte kimse olmayacak ve Liseyi ayný zaman zarfýnda, yani üç yýlda bitirecektik...
Yeni okulun ilk gününde, tamamý diðer okullardan taþýnma öðrenci topluluðu bahçede toplanmýþ, hatýra resmi çektirdikten sonra, Kýz Sanat okulu ile ortaklaþa kullanacaðýmýz büyük salona geçmiþtik. Burada açýlýþ merasimi yapýlacaktý. Okul müdürümüz Yusuf Bey, öðrenciler adýna açýlýþ konuþmasý bana yaptýrmýþ, yeni sýnýflarýmýza heyecanla girmiþtik. Artýk bir spor salonumuz var ve faaliyetlerimize burada devam edebilirdik. Diðer okullarda sað-sol ayrýmý giderek keskinleþir, hatta kavgalar vuku bulurken, bizim okulda barýþçýl hava hakimdi. Okul sonrasý benimle idman yapmak isteyenler arasýnda saðcý-solcu ayýrýmý yapmýyor, herkese eþit davranarak, bu ortamýn oluþmasýna katký saðlýyordum.
Yeni bir yýl baþý daha gelmiþti. Kimi öðrenciler gibi, ayný odayý paylaþtýðýmýz Kemal de köye gitmek istiyordu. Boþ ver, gitmeyelim, diyorsam da bunda ýsrarlýydý. Sende gel, diyordu. Yalnýz kalýnca canýmýn sýkýlacaðýný düþünüp, hiç istemeyerek de olsa köye gitmek durumunda kalýyordum. Ýl merkezinde havalar sýcak, Sonbahar günleri yaþanýrken, meðer bizim oralarda diz boyu kar ve bol soðuk varmýþ. Kasabaya indiðimizde akþam olmuþ ve köy yolu karla kaplýydý. Ayaðýmýzda spor ayakkabýlarý, omuzda çantalar yola düþmüþtük. Hava çok soðuk deðil, ama kar kaplý yolda ilerlemek güçtü. Tam Ýneköy’ün önlerinde, arkadan bir cipin gelmekte olduðunu görmüþ ve içimden “Bizi de al, almazsan yolda kal” diye geçirmiþtim. Ama Cip durmayýp, gitmiþti. Bir süre sonra þimdi Karaköy’ün altýndaydýk ve az ilerde þarampole batmýþ Jip duruyordu. Biz durup yardým edecek olsak orada çýkabilirdi, ama bu kez de biz onun yaptýðý yapýp, hýzla ve hiç duraksamadan geçip, gitmiþtik. Onbeþ dakika sonra biz köye varmýþtýk, lakin Cip halen ayný yerinde ve battýðý yerden çýkmak için uðraþýyordu.
Dört kilometrelik yürüyüþten sonra eve varmýþtým. Annem beni görünce her zamanki gibi seviniyordu. Sýcak sobanýn baþýnda akþam yemeði yemiþ, yatacaktým ki;
-     -Meliha ve babasý gelmiþler. Diyordu.
Onunla, Ankara’da okuduðum yýldan beri hiç haberleþememiþtik onunla.. Aslýnda bir çok kez yazdýðým halde, aranýn uzamasýna ilaveten sýnýfta kaldýðýmý anlayýp, beni küçümseyeceði endiþesinden, bunlarý postaya vermemiþtim. Fakat, henüz birkaç gün önce, satýr aralarýnda serzeniþ bulunan bir yeni yýl kartý göndermiþtim ona. Ola ki artýk beni unutmuþ ve onu hala unutamayýþýma gülmesinden çekiniyordum. Ona yazmamýn nedeni amcasýnýn oðlu Kemaldi. “yazamazsýn” diyerek, beni kýþkýrtmamýþ olsa, yazsam bile yine göndermeyecektim. Acaba þimdilerde nasýl görünüyor, gönderdiðim kart eline geçti mi, görüþürsek bana karþý nasýl davranýr? Bu gibi sorular ve büyük merakým beynimi kurcalýyor, bir türlü uyku tutmuyordu gözümü. Sabah kalkýp, onlarýn mahalleden geçerek kasabaya gitmiþ, ama onu görememiþtim oralarda.. Akþam, muhakkak bulunacaðý halamlara gidip, adet olduðu üzere, kardeþimle niþanlanmýþ olan gelinimizi görecek ve annemin hazýrladýðý hediyeyi verecektim. Meðer onlar da henüz köye gelmeyip, ilk günü kasabada ki akrabalarýnýn yanýnda geçirmiþlerdi. Nitekim akþam olmuþ, köye dönerek halamlara gitmiþtim. Ýçimdeki duygular kaygý ve heyecan karýþýktý. Eve girdiðimde odada sadece babasý vardý. Beni görmeyeli hayli zaman geçmiþ, hemen tanýyamamýþtý. Kendimi ona, gene bir yolculukta mola restoranýnda birlikte yemek yemiþ olduðumuzu söyleyerek, hatýrlatabilmiþtim. Biraz sonra ilk göz aðrým çýka gelmiþti. Ýlk intibaým; görüþmeyeli beri fazla boy atmamýþ, ama hala eskisi kadar güzel ve sevecen olduðuydu. Ama onun bana karþý duygularýný tam bilmediðim için, bu hislerimi belli etmemeðe, hatta kayýtsýz davranmaða bakýyordum. Þöyle sýradan bir “Hoþ geldiniz” demiþ ve babasýyla olan sohbetimize dönmüþtüm. Arada onu kesiyordum. Derken eski günlerden falan söz açýlmýþ, çantasýndan resim albümünü çýkarmýþtý. Oturmakta olduðu peykede yanýna yaklaþmýþ, bunlara bakýyorduk. Ona daha önceleri gönderdiðim onca mektup, kart ve resimlerden sakladýðý var mý, diye bakýyordum. Ýlk anda bana dair hiç bir hatýraya rastlamayýnca, içimden onu vefasýzlýkla suçluyordum. Derken, açýk çantasýnda bir aný defteri gözüme iliþiyordu. Daha doðrusu bu defterin kalpli kapak penceresi arkasýnda duran tebrik kartý bana hayli tanýdýk geliyordu. Onu alýp, bakabileceðimi sorduðumda, müsaade etmiþ, elime alarak incelemeðe baþlamýþtým. Bu resimde çimenler içinde bir aðaç ve aðacýn altýnda, baþ baþa oturan iki sevgili tasviri vardý. Derken onu yerinden çýkarýp, arkasýna baktýðýmda yazlarýn mürekkeple boyanmýþ ve okunamaz duruma getirildiðini görmüþtüm. Kart, benim gönderdiklerimden biri olmalýydý. Bu, beni unutmamýþ olduðunun bir delili sayýlabilirdi. Fakat çekince ve koþullarým henüz tam anlamýyla saðlanmýþ deðildi. Çünkü, her ne kadar beni unutmamýþ olsa da, acaba bir baþkasýna ilgi duymamýþ mý idi? Bu soru benim için önemli idi. Ýlk fýrsatta bunu soracaktým. Ama yapamýyordum. Halamlarda, sobanýn baþýnda otururken, evde bizden baþka kimse kalmadýðý halde konuþamýyordum onunla. O benden ben ondan bekliyorduk bu giriþimi. Nitekim bu fýrsat, son anda, köyden ayrýlacaðým günün akþamýnda çýkmýþtý. Bu konuya dair ilk görüþmemizi amcasýnýn oðlu ile evli, halasýnýn kýzý Sevgi baþlatmýþtý. Onlarda, akrabadan birkaç kiþi ile oturuyorduk. Önce uygun sorularýyla zemin yoklayan Sevgi, sözü sonra bize býrakmýþ ve vasýtasýz olarak konuþmaya baþlamýþtýk...
Evet, bir birimizi hala seviyor ve unutmamýþtýk. Ama evlenmemiz söz konusu olacaksa, bu onun bir baþkasýna karþý asla gönül baðý kurmamýþ olmasý þartýna baðlýydý. Zira bence buna hiç mahal olamazdý, çünkü onu küçük yaþýnda ve herkesten önce tanýmýþtým. Böyle bir þey olduysa bunu ihanet sayacak ve derhal ondan kopacaktým. Buna dair soruma yaptýðý açýklama beklediðim gibi ve asla bir baþkasýna ilgi duymadýðý þeklinde olmuþtu. Zaman ve konumum evlilik kararý için müsait olmasa da, onunla ilerde evlenmeðe karar veriyordum. Çünkü bu bence önemli bir ilke ve böylesini bir daha asla bulamayacaðýmý düþünüyordum. Bu kararýmýzý izleyecek olan adýmlarýn seyrini kararlaþtýrýp, ayrýlýyorduk. Sabah ben okula, onlarsa bir hafta sonra Zonguldak’a dönüyorlardý...
Aradan bir hafta geçmeden ilk mektubumla bir resmimi ona gönderiyor, ondan yanýt bekliyordum. Fakat inanýlmaz bir hayal kýrýklýðý yaþýyor, yazdýðým bir çok mektuba raðmen, ondan tek satýrlýk bir cevap gelmiyordu. Buna hiç anlam veremiyor, bunalýmlara giriyordum. Ýnsan olumlu veya olumsuz, ama mutlaka bir yanýt yazardý seviyorsa. Býrak sevmesini, insaniyet namýna bunu yapardý. Ama o yapmýyor, gururumu ezip geçiyordu. Bazen lokantaya girip, bir bardak duble votka kola içiyor ve birilerine çatarak, öfkemi bir þekilde çýkarmaya bahane arýyordum. Bu durum yaz tatiline kadar böylece sürdü ve ilk görüþtüðümüzde artýk resmen niþanlýydýk. Çünkü daha önce annesi gelmiþ ve iliþkimizi soruþturduktan sonra aile arasýnda bu karar alýnmýþtý. Bu arada amcasýnýn vurularak ani ölümü üzerine babasýyla birlikte o da gelmiþ ve iki hafta sonra dönmüþlerdi. Neden bana hiç yazmadýðýný sorduðumda, bahanesi annesinin engel olduðu yönündeydi. Bana Ankara’da iken yazarken annesi bir þey demiyordu ama, nedense þimdi buna karþý çýkýyordu. Diyelim ki o istemiyor, ama seni gece gündüz her saat göz altýnda tutmuyordu her halde, insan iki satýrlýk bir kart olsun yazmaz mý. Hatta hiç yazmadan , sadece resim bulunan bir kart bile yeterdi. Ama hayýr, bunu yapmýyor, hayatýmý adeta cehenneme çevirip, intikam yeminleri ettiriyordu. Onca öfke ve kýrgýnlýðýma raðmen gerçi onu affetmiþ, ama hafýzamdan geleceðimizi etkileme ihtimali büyük olan bazý izleri silmem kolay olmayacaktý. Kim bilir, belki de çok önceleri yazdýðý bir mektubunda yer alan þu dizelerinde dediði gibi;
“... Saðýmda bir demet çiçek,
saçýmda bir demet çiçek,
ömrüm seni sevmekle geçecek
bir gün gelecek;
Ay, güneþ hepsi sönecek,
Benim sana olan aþkým asla sönmeyecek... ”
Muhtemel, onu yýllar boyu koca yolu bekletecektim.

Nitekim tatil bitmiþ kayýn validemle birlikte Zonguldaða gitmiþtim. Artýk orada okuyacaktým. Niþanlýmýn kendisinden küçük üç kardeþi daha vardý. Engin ve Mustafa oðlan kardeþleri küçük kýz kardeþleri de Melahat idi. Engin ilkokula gidiyordu. Kayýn peder uzun yýllardan beri E.K.Ý iþletmelerinde çalýþmaktaydý. Kayýn validem, yalnýz baþýma okuduðumu duyunca, türlü nedenlerden ötürü buna razý olmamýþ ve birlikte gitmemizi istemiþti. Derken bu yaðmurlu kentin en güzel semtlerinden biri olan Fener’de bulunan Ticaret Lisesine nakil yaptýrmýþtým. Ýlk düþüncemiz, ayný semtte bana bir oda kiralamaktý. Ama sonra ayný evde, evleninceye kadar birlikte kalmayý yeðleyecektik. Bu iki yýl süre içinde, iki acý olay hariç, kýsa hayatýmýn belki en mutlu zamanlarý olacaktý. Ýlk acý olay, niþanlýmýn cahilliðinin sebep olduðu gereksiz bir itirafýndan kaynaklanmýþtý. Bu, salt onunla evlenmek isteyen, aðabeyi saydýðý amca oðlunu kendisinden uzaklaþtýrmaða yönelik izlediði bir tutumla alakalýydý. Ayný semtte oturan baþka bir çocuða ilgi duyuyormuþ gibi yaptýðýný ve hatta bir keresinde ona mektup yazdýðýný söylemiþti. Bu açýklamasý, her þeye raðmen beni çok yaralamýþtý. Keþke bunu o zaman, ilk ciddi konuþtuðumuzda söylese veya hiç söylemeseydi. Bu yüzden onu terk edip, buradan gitmeði dahi düþünmüþ, ancak babasýnýn hatýrý için bundan vazgeçmiþtim. Çünkü henüz niþanlý olduðumuz halde, evine kabul edebilecek kadar bana güven göstermiþ bir babaya bunu yapamazdým. O günden sonra, çocukluk aþkýmýn gerçekleþmiþ olmasýndan doðan inanýlmaz mutluluðum hýrpalanmýþ, kötü bir nakizaya uðramýþtý. “Her þeyin fazlasý zararlýdýr” veya “Hiçbir þey tam ve mükemmel deðildir” sözleri bu þekilde bir kez daha kanýtlanmýþ oluyordu.
Okulun baþladýðý ilk günlerdi, normalde takým elbise giyer, kravat takarak okula giderken, o gün sabah kalktýðýmda hem havanýn soðuk olmasý ve hem de esen rüzgarla beraber yaðmur yaðmasý, bu kez farklý giyinmemi gerektirmiþti. Üzerime yakasý kürklü ve gizli kukuletasý olan kahverengi anorak ve altýna pantolon paçalarýmý içine koyduðum uzun konçlu turuncu çizmeler giymiþtim. Birinci ders henüz bitmiþ, teneffüs baþlamýþtý. Kara tahtaya bir þeyler yazýyordum. Sýnýfta her kafadan çýkan seslerin oluþturduðu yoðun bir gürültü vardý. Bunlara daha yüksek bir ses eklenmiþ ve arkamda baðýrýp duruyordu.
     -Burasý bingonun ahýrýmý ulan, bu kýlýk kýyafetle nasýl gelirsin okula?
Bu da kim ve kime baðýrýp duruyor böyle, diyerek geri döndüðümde bir de ne göreyim. Takým elbiseli, kravatlý, ablak çehreli týknaz bir adam, anlaþýlan bu sözleriyle beni kast ediyordu.
     -Ne baðýrýyorsun be adam, burada saðýr mý var?
     -Tabii ki sana ulan, bu kýlýk kýyafet nedir, kot ve montla sýnýfa girilir mi, hemen çýk git üstünü deðiþ, yoksa ben atacaðým seni dýþarý.
     -Deme ya, bunu yapabileceðini sanýyorsan hiç durma, görelim ne kadar gücün varmýþ?
     -!
     -Bu kýyafet normal olmayabilir, ama yasak olduðunu da bana kimse söylemedi. Hava muhalefeti nedeniyle tolerans tanýnacaðýný sanýyordum. Ne olursa olsun, bu size bana karþý böyle kaba hitap etme hakkýný vermez …
Bu kuru gürültü ve blöfle disiplin saðlamaða kalkan adam, lakabýna “Deli“ denen bir öðretmenmiþ meðer. Bir an durup, düþünmüþ ve sonra tek laf etmeden, kollar yanda, külhani yürüyüþüyle sýnýfý terk etmiþti. Halk dilinde “Deli deliyi görünce çomaðýný saklarmýþ” diye bir söz vardýr ya, bu adeta onun bir teyidi olmuþtu. Bu hadiseden sonra bir çok sýnýf arkadaþým ona haddini bildirdiðim için beni tebrik etmiþti. Nadir de olsa, milli eðitim camiasýndan birileri çýkýp, resmi statüsünden gelen bir saygýnlýðý, þahsi komplekslerini tatmin için bir araç gibi kullanmaða kalkýþabiliyordu. Halbuki, ayný okulun öðretmenlerinden Ragýp Hoca, ayný zamanda müdür muaviniydi ve gerçek bir öðretmene yakýþan tarzýyla, beni üç kez kravatsýz gelmekten geri çevirmiþ, kravat takmadan da içeri almamýþtý. Mecburi olduðu için olsa gerek, kravat takmaktan hiç hoþlanmýyordum. Baktým olacak gibi deðil, cebimde kancalý kravat taþýmaða baþlamýþtým. Ragýp Hoca göründü mü, hemen bunu cebimden çýkarýp, takardým. Bir keresinde beni okul kapýsýndan çevirmiþ, eve gidip geleceðimi sanýyordu. Göz önünden bir an kaybolduktan sonra kravatlý olarak geçtiðimi görünce, hayretle gülümsemiþ, ama bunu nereden aldýðýmý asla sormamýþtý. Bir süre sonra okuldaki siyasal yapýlanmadan haberdar olmuþ, sað ve sol olarak öðrenciler arasýnda bir denge olduðunu öðrenmiþtim. Sýra arkadaþým Fahri aslen Giresunluydu. Daha ilk günlerde tanýþýp, dost olmuþtuk. Fahrinin saða sola ilgisi yoktu. Onun derdi bir an önce bu okuldan mezun olmak ve sýnavý kazanýrsa yüksek tahsil yapmak, olmazsa hemen bir iþe baþlamaktý. Gerçi benim arzum ondan farklý deðildi, ama gene de siyasetin nabzýný tutmak isterdim. Bu nedenle hemen kimlerin ülkücü, kimlerin solcu olduklarýný öðrenmiþtim. Tabii yapým itibarýyla, kendimi zayýf ve baskýya maruz kalan taraflara yakýn bulurdum. Burada ilk edindiðim intiba ülkücülerin daha sessiz ve azýnlýkta olduðu idi. Fahrinin bir hemþerisi olan Mehmet Ali, ikinci sýnýfta ve boksörmüþ. Buna bir de ülkücü olduðu eklenince tanýþmýþtýk. Bir süre sonra da, Ocakla irtibatý saðlayan Cevat’ý tanýmýþtým. Ancak onlar öðlenci olduklarý için nadir görüþüyorduk. Sabahçýlarý organize edip, düzenli Ocak toplantýlarý yapmamýz isteniyorsa da, bunda pek devamlýlýk oluþmuyordu. Çünkü ne kendim bu tip sýký faaliyetleri sever, ne de baþkasýný iþtirake zorlardým. Gönüllülük taraftarýydým oldum olalý. Bir yere caným ne zaman çekerse o zaman giderdim. Bir süre sonra okul müdürüyle konuþup, akþamlarý okulun spor salonunda antrenman yapma izni almýþtýk. Önce olur demiþ ve kýrk kiþi idmana baþlamýþtýk. Fakat bir ay sonra bu çalýþmalarý bir grup öðretmen izlemiþ, onlar çýkýnca Seyfullah koþarak kapýyý örtmeðe gitmiþti. Meðer yoðun yaðmur damlalarý sýzýp, tam kapý önüne birikmiþti. Seyfullah oraya gelince, en son çýkan Deli hocanýn haline çok gülmüþtük. Çünkü Seyfullahýn ayaðý suda kaymýþ ve camlý kapýya hýzla çarpýp, büyük gürültüyle kapatmýþtý. Bu patýrtý, çalýþmamýzý zaten ürküntüyle izlemiþ olan Deli hocanýn yüreðini aðzýna getirmiþ olmalýydý ki, birden külhani gidiþi deðiþip, saldýrýya uðramýþ gibi neredeyse kaçacak olmuþtu. Bu olaydan birkaç gün sonra, antrenmaný bitirmiþ, çýkarken yanýmýza gelen müdür, çalýþmalarý kesmemizi rica ederken, gerekçesi þöyle idi;
     -Çocuklar, “Ticaret Lisesinde komando eðitimi yapýlýyor” diye, þehirde bir þayia var, o nedenle sizden ricam, bu çalýþmalarýnýzý hemen kesmenizdir.
Fakat ben buna derhal itiraz ederek, bir þayianýn bizi hiç alakadar etmeyeceðini, bu okulun öðrencileri olarak, içimizde hem saðcý hem de solcu olan öðrenciler bulunduðunu ve bu salondan bizi kimsenin çýkarma hakký olmadýðýný söylemiþtim. Arkadaþlar da bunu tasdik edince önce bir þey söyleyemeden giden müdür, daha sonra, koltuðunu kaybetme korkusuyla olacak, beni tekrar çaðýrýp, bu çalýþmayý durdurma konusunda adeta yalvarmýþ, bu yetmemiþ, Beden Terbiyesi Bölge Spor Salonundan özel çalýþma seansý alacaðý sözünü vermiþti. Ancak, bunu tutmamýþ veya tutamamýþtý. Ýþte zamanýn Türkiyesindeki bürokratlarýn zihniyeti bu idi. Öðrenciler devletin tahsis ettiði okullarýnda spor yapmasýnlar da, varsýn kahvehanelere, meyhanelere, veya türlü siyasal örgütleri gitsinler di. Nitekim çok sürmüyor, okullar okunamayacak duruma gelip, anarþi bütün ülkeye yayýlýyordu.
Bir gün idman imkaný var mý, diye bakmak için, Bölge Spor Salonuna gitmiþtim. Yetkili memurla görüþmüþ, birlikte dýþarý çýkýyorduk. Bu sýrada karþýdan gelen uzun boylu, geniþ omuzlu sarýþýn bir adam yanýmýza varýnca memura hitaben, ama beni kast ederek;
-Ne diyor bu delikanlý, spor mu yapmak istiyor yoksa?
-Evet, ama o Taekwon-do veya Karate yapmak istiyor hocam!
Böyle derken o anda elini uzatýnca, karþýlýk verdiðim elimi kavrayan bu babam yaþýndaki adamýn niyeti tokalaþmak deðil, meðer baþka imiþ. Derken kalýn, iri yarý eline kuvvet veriyor ve elimi sýkmaða baþlýyordu. Bunu fark edince elime kuvvet verip, sadece mukavemetle yetiniyordum. Fakat o býrakmak istemiyor, sýkmaða devam ediyordu. Nitekim ben de sýkmaða baþlamýþtým. Az sonra karþýmdakinin sað gözü kýrpýlmaða, önce gülen ablak yanaklarý çarpýlýp, þekillenmeðe baþlýyordu. Baðýrmasý an meselesi haline gelmiþti ki, birden elini iyice gevþetince býrakmýþtým. Bu sýrada memur hayretini artýk gizlemeyerek;
-Ýlk defa Þakir abinin baðýrtamadýðý bir adam çýktý. Vallahi bravo yani!
Derken, sonra Bölge Boks antrenörü olduðu anlaþýlan Muzaffer Bey, bu kez elini yumruk yapmýþ, göðsüme hafifçe vururken de;
     -Býrak onlarý da boks yap oðlum boks! Çok saðlam bir bünyen var, gel seni Türkiye þampiyonu yapýyým.
     -Yok hocam, benden boksör olmaz, denedim, biliyorum. Çünkü unutup, ayakla vuruyorum rakibime.
-Olsun, sen gene de gel, sonra alýþýrsýn nasýlsa.
     -Hiç antrenman yapmamaktan iyidir, gelsem de kültür fizik yaparým bir kenarda. Ýdmanlarýnýz ne zaman?
-Haftanýn üç günü, Pazartesi akþam altýdan sonra gel.
-Tamam, görüþmek üzere hocam.
Böylece ayrýlmýþ, bilahare iki idmanlarýna gitmiþtim. Fakat düþündüðüm gibi, boks bana göre deðildi. Bu arada Ankara’da Iraz Hocanýn okulunda tanýdýðým Erdoðan isimli arkadaþýma rastlamýþtým. Meðer onlar ara sýra burada idman yapýyorlarmýþ. Erdoðan o sýralar çoðu Zonguldaklýlar gibi Ecevitçi olduðunu söylüyordu. Burada tesadüfler bizi gene karþýlaþtýrmýþ, bu karþýlaþmadan memnun olmuþtuk. Bundan birkaç gün sonra bana gene M.T.T.B’ inden hocalýk teklifi gelmiþ ve kabul etmiþtim. Ara sýra Erdoðan’la görüþüyorduk. Bir gün bana,”Gel bir de bizim derneðe gidilim” deye önermiþ, kabul ederek içeri girmiþtik. Buranýn tabelasýnda “Karadeniz Dev Genç” yazýlýydý. Geçip bir masaya oturmuþtuk. Zaten içerde dört masa var ve birinde altý kiþi oturmasýna mukabil, diðerleri boþtu. Altý kiþinin oturduðu masadaki görüntü ilk anda dikkat çekiciydi. Zira Kara Deniz Dev Genç’te toplanmýþ bu kiþilerin tamamýnýn Güneydoðu menþeli olmalarýydý. Konu, kronik Kürtlük davasý ve Kürdistan meselesiydi. Yadýrgadýðým þey, konuþtuklarý deðil, bunlarýn açýkça Türkiye ve dolayýsýyla Türklerden söz ederken “Düþman” demelerine karþýn, aralarýnda Türklerin de bulunmuþ olmasýydý. Gerçi Ülkü Ocaklarýnda da Kürt asýllýlar vardý. Anlaþýlan, böylece bir denge saðlanmýþ oluyordu. Benim için bu tartýþmaya iþtirak zemini görünmüyordu. Oysa Ülkü Ocaklarýnda Kürtlerden düþman taraf, diye kesinlikle söz edilmediði gibi yabancý millet de sayýlmazlardý. Kendini Kürt olarak bilen insanlarýn menþeine saygý duyulurken, bunun inkarý durumunda “Aslýný inkar eden haramzadedir”, deniyordu. Bunlar, belki bilmeyerek, bu tavýrlarýyla memleketin tamamýnýn sömürülmesine zemin hazýrlarken, öyle bir yer varmýþ gibi de, “Kürdistan sömürülüyor” diyor ve bunu bir ayrýlma bahanesi sayýyorlardý. Oysa vataný bölmek bir çözüm olamayacaðý gibi imkansýzdý da. Daha fazla dayanamýyor ve arkadaþa:
-Bunlarý duyuyorsun, o halde bir Türk olarak, benim iþim yok burada. Diyor ve ayaða kalkarak, diðerlerine hitaben; Hadi bana eyvallah, sizinle savaþ alanýnda görüþürüz! Diyip, dýþarý çýkýyordum.
Onlar arkamdan þaþýrmýþ ve hayretle, “Bunu kim buraya getirdi, diye soruyorlardý.” Kayýn pederimin devresi yýl geçirdiði trafik kazasýnda hayatýný kaybetmiþ olmasý yaþadýðým ikinci acý olaydý. Asfaltta, karþýdan karþýya geçerken bir kamyon çarpmýþtý merhuma.. Sürücüyü o an bulsam öldürebilirdim. Soruþturmanýn selameti dolayýsýyla tutuklandýðý için kurtulmuþtu. Yüce Yaratanýn takdiri, insan oðlu fani ve her þeye raðmen hayat devam edecekti. Merhum kayýn pederimin emekliliðine zaten az bir süre kalmýþtý. Mesai saatlerinde ve ayný þirketin bir aracý tarafýndan kazaya kurban gittiði için bu olay “Ýþ Kazasý” sayýlýp, emekli aylýðý ailesine verilecekti. Nitekim okul bitmiþ, babam gelerek, düðünümüzü orada yapýp, tatil için memlekete geri dönmüþtük. Bu arada üniversite sýnavýna girmiþ ve okumak istediðim okula “Ankara 19 Mayýs Gençlik ve Spor Akademisi” kayýt için yeterli puaný almýþtým. Fakat, henüz kayýt koþullarýný bakmak için gittiðim okulun önünde, burada okumaktan vazgeçecektim. Çünkü yüksek okullarda anarþi iyice keskinleþmiþ, normal þartlarda okumak artýk olanaksýz hale gelmiþti. Buna mukabil Almanya’da bulunan babamýn yaptýðý araþtýrma, orada okuyabileceðim yönündeydi. Kayýt için okula gittiðim esnada, buraya girecek olursam gelecekte beni nasýl bir perspektifin beklediðini görmüþtüm; ”Ya hapishane yahut mezar”. Günün sýcaðýna raðmen, sýrtýnda askeri parka bulunan iki kiþi yanýma yaklaþýrken, diðer ikisi uzaktan takip ediyorlardý. Biri yanýma gelerek doðrudan;
     -Kayýt için mi geldin?
     -Evet.
     -Nereli ve necisin?
     -Siz kimsiniz, size ne bundan?
     -Uzatma da söyle bakalým necisin?
     -Bak arkadaþ, bu okul bir Spor, deðil mi, o halde ben bir sporcuyum. Tamam mý?
      -Ya! Peki hangi sporu yapýyorsun?
     Ýþte beklediðim soru gelip, cevabým ilk raundu kapýþmadan kazandýracak nitelikteydi:
     -Sporun her türünü. Ama bilhassa dövüþ sporlarý; Karate, Judo, ve Taekwon-do.
     -Deme ya, peki nerede öðrendin bütün bunlarý?
Bunu da geçerli ismi vererek yanýtlayýnca, tavýrlarý o an için deðiþmiþ, ama gene de;
     -Ýyi, hadi sen kayýt yaptýr, nasýl olsa sonra gene görüþeceðiz.
      Diyerek yanýmdan ayrýlmýþlardý. Bu olaydan sonra kayýt yaptýrmaktan vazgeçmiþ, Almanya’ya gitme niyetim kesinleþmiþti. Burada kalýrsam ister istemez rakip taraflardan birine katýlacaktým. Tarafsýz kalma þansým yoktu. Açýkça, dost ve düþman ayýrýmý yapmakla yüz yüze kalacak, þimdiye kadar olduðu gibi, baþýna buyruk, özgür biri olarak deðil, grup kurallarýyla davranmam gerekecekti. Bu gibi durumda, önyargýlarýn bulunmadýðý bir yabancý ülke bana daya uygun okuma yeri gibi geliyordu.
Yurt dýþýna çýkýþ için gerekli pasaportum henüz yoktu. Bunu edinmek için, iki yýl aradan sonra, gene Ýl merkezine gidecektim. Fakat oradan son zamanlarda gelen haberler pek iç açýcý olmayýp, bilakis kaygý verici idi. Eski durumlarýn deðiþip, vilayetimize baþka yörelerden nakledilen yüksek okul öðrencileri yerleþtirilmiþ, bu militan gruplar, nüfusu zaten az olan merkezi adeta iþgal etmiþler, diye, duyuyorduk. Yýl 1978, bizim ilçede genel seçimler nedeniyle yapýlan bir parti mitingi esnasýnda çýkan kimi olaylar, solcularca buradan giden herkesin “Faþist” diye nitelenip, saldýrýlmalarýna yetiyordu. Gün geçmiyordu ki, türlü yerlerinden yaralananlar gelmesindi. Artýk normal sayýlacak türde kavga dönemleri de bitmiþ, silahlar kullanýma geçmiþti. Giderken yanýma silah almayý düþündümse de, bundan vazgeçmiþtim. Kimseye yapmadýðým bir þeyin bana yapýlmasýna razý olamayacaðýma göre, yeni duruma uyacak bir silah türü bulmalýydým. Bu bir Tabanca olamazdý. Çünkü onun üzerimde bulunmasý bile her þeyin alt üst olmasýna yetebilirdi. Bu durumda Zonguldak’tan getirdiðim vinç göbek bilyelerini yanýma alacaktým. Gerek parmak idmaný, gerekse zor durumda rahatça kullanabileceðim üç bilye cebimde olmak üzere minibüsten il merkezine inmiþtim. Hemen yakýnda bulunan, eskiden solcu arkadaþlarýn devam ettiði Çiçek Palas adlý kahveye gitmiþtim. Ýçerde bildiðim manzara vardý. Giriþ kapýsýnýn hemen saðýnda kurulu masada maça kýzý oynayan grubun tamamý eski tanýdýklardý. Beni iki yýldýr görmedikleri halde, kapýda görür görmez tanýmýþ ve çaya buyur etmiþlerdi. Ama gerek yüzlerinde gördüðüm laubali ifade, ve gerekse kullandýklarý müstehzi ifade tarzý hemen içeri girmek yerine, þu yasak caddede bir volta attýktan sonra gelmemi icap ettiriyordu. Bunu yapacak cesareti tekrar göstermeden gerçek saygýyý hak etmeyecektim anlaþýlan. Bunu uygun lisanla onlara açýklayýp, kapýdan geri dönmüþtüm. Beni çaya davet edenler; “Eski devirler artýk mazide kaldý” der gibiydiler çünkü. Oldukça kalaba, ana cadde boyunca, elimde çevirdikçe “Þakýrt, þakýrt, þakýrt” diye ses çýkaran, gümüþi pýrýltýlý çelik bilyelerim, dikkat çekici deðil sadece, resmen provokatif bir tarzla yürüyordum. Kafam bozulmuþ, varsýn nereden inceyse oradan kýrýlsýn diyordum. Bu, kimilerince zapt edilmiþ, çok tehlikeli sayýlan bölge boyunca ilerlemiþ, PTT binasýnýn önünde duraksamýþtým. Bir ara arkadan bir elin omzuma dokunduðunu hissetmiþ ve yavaþça geri dönmüþtüm. Bu bir polis memuruydu. Elimdeki bilyeleri iþaret ederek;
-O elinizdekilere bakabilir miyim? Diyordu.
-Tabii, buyurun.
Dedikten sonra, onlarý açýk, bana uzanan eline býrakývermiþtim. Bunlarý, çeviriþ hýzýmdan yanýlarak, baya hafif þeyler sanýyor olmalýydý ki, elini gevþek tutmuþ ve bilyenin teki parmaðýný eðerek asfalta yuvarlanmýþtý. Biraz bozularak ve hayretle eðilip, onu yerden alýrken;
     -Bunlarla ne yapýyorsunuz? Diye, sormuþtu.
     -Hiç, el ve kol idmaný için kullanýyorum. Yasak mý?
     -Hayýr, ama sadece bu dediðiniz amaçlar için kullanýlacaðýný pek sanmýyorum bunlarýn.
     Diyen memurun kuþkusuna bir anlamda hak vererek, tebessümle þöyle demiþtim.
     -E, tabii, bu durumlara göre (Ortamý kast ederek) gerekirse çok yönlü kullanmak da mümkün olmalý, deðil mi?
Bu diyalogdan sonra teþekkür ederek bilyelerimi veren memur ayrýlmýþ, ben de bir lokantaya, yemek için girmiþtim. Baradan çýktýktan sonra, ortaokul döneminden samimi arkadaþým, Torullu Ercan’a rastlamýþtým. O dönemden, Ercan adlý iki arkadaþým olup, bunlarýn her ikisi de solcuydu. Ama aramýzdaki konuþmalar asla fikri tartýþma dozunu aþmaz, bir birimizi sever, sayardýk. O gece ona misafir olmuþ, eskilerde olduðu gibi, gene sinemaya gitmiþ, geç vakitlere kadar eskisi gibi tartýþmýþtýk. Hemen yanýnda ki daha büyük odada bulunan öðrenci grubu da Torullu ve ayný görüþte kiþilerdi. Bunlar, istisnai olarak, saðcýlara ait bölgede oturmaktaydýlar. Çünkü asýl solcu militanlar geçiþlerin kontrolde tutulduðu ana cadde üzerinde yer alan öðrenci yurtlarýnda kalýyorlardý. Oradaki iþimin ilk kýsmý ikinci gün bitmiþ, artýk geri dönecektim. Ercan da köyüne dönecekti. Fakat benim minibüs öðleden sonra, onunki sabah dokuzda kalkmýþtý. Hareket saatimi beklerken biraz daha dolaþmýþ ve meþhur yurdun tam karþýsýnda bulunan, camlarý kýrýlmýþ olduðundan, pencereleri saçla kapalý Ülkü Ocaðýna uðramýþ, eskilerden kimler var diye bakmýþtým. Burada biraz oturmuþ, gelenlerin çoðunda yaralanmalar nedeniyle sargýlar taþýdýklarýný görmüþtüm. Bir çok yeni yüzler olsa da, eski tanýdýklar da vardý aralarýnda. O gün geri döneceðimi söylediðimde, içlerinden birisi gülerek; “Hemen gitme, bir dayak da sen ye de öyle git” diyordu. O nedenle deðil ama, yakýndaki sinema afiþinde, yeni gelen bir filmi görmeden gitmek istemiyor, dönüþü yarýna erteliyordum. Caddelerde dolaþýrken dikkatimi bir þey de, öceleri saðcý geçinip, çengel býyýk býrakan esnafýn, þimdilerde Stalin tipi, posbýyýk býrakmýþ olduklarýydý. Derken vakit gelmiþ ve sinemaya gitmiþtim. Film bitince bizim çevre köylerden gelen öðrencilerden dört kiþi ile beraber çýkmýþtýk. Sinemaya, gerek sahiplerinin saðcý olmasý ve gerekse saðcýlarýn kesiminde kalmasý nedeniyle, çoðunluk saðcýlar geliyordu. Çýkýþta bir araya toplanýp, yasak ana caddeyi toplu halde geçiyorlardý. Çünkü böylesi daha güvenceli oluyordu. Elli kiþilik bu gurup önden, biz dört kiþi yirmi adým geriden yürüyorduk. Onlarla gitmemi bizimkiler rica etmiþ, kendi otellerinde belki bana yer de bulunacaðýný söylemiþlerdi. Yoksa, yalnýz gitmem, onlarla yürümemden daha güvenceli olabilirdi.Büyük gurup önde biz arkada olmak üzere tehlikeli bölgeye girdiðimizde, bu aný kollayan militanlar üçer beþerli takýmlar halinde kaldýrýmlarý doldurmuþ, saldýrý için elveriþli ortamý kolluyorlardý. Bu sýrada bizimkiler böyle durumlarda sýkýþýnca kullanmak üzere yanlarýnda taþýdýklarý býçak ve tornavidalarý avuçlarýna alarak, ceket yenlerinde gizliyorlardý. Ne olur ne olmaz, diyerek, ben de bilyelerimi çýkarmýþtým. Etrafta dolaþanlar köpeklere ýslýk çalarmýþ gibi, yaparak gurubu taciz etmeðe çalýþýyor, ara sýra saldýrýya geçiyorlarmýþ gibi ani hareketler yapýp, rakipleri korkutmayý deniyorlardý. Fakat büyük gurup bunlara alýþýk olduðundan, bir birine kenetlenmiþ bir þekilde, istifini bozmadan ilerliyordu. Bir ara sað tarafýmýzdaki kaldýrýmda, arkadan koþar adým gelirken “Vurun faþistlere!” diyerek yaklaþan eli sopalý üç kiþi, bir metre arkamýza kadar sokulmuþ, saða dönerek onlara baktýðýmda ani frene basýp, sola çark etmiþlerdi. En önde gelen eski arkadaþlarýmdan solcu Hüseyin’in küçük kardeþiydi. Tabii o da tanýmýþtý beni hemen. Böylece ilk saldýrý denemesi savuþturulmuþ, bu arada Atalay otelin önüne ulaþmýþtýk. Bizimkiler orada kalýyorlardý. Birlikte yukarý çýkýp, benim için yatak sormuþtuk. Maalesef boþ yokmuþ. Ayný yolu bu kez tek baþýma geri dönmüþ, yol üstündeki otellere sorarak, gene Garajýn yanýndaki ilk uðradýðým kahveye girmiþtim. Ola ki kýlýk kýyafetim, uzun saçlarým, omuz ve sýrtýmda dikkat çeken yumruk ile uçar tekme amblemlerim gerektiðinden ziyade dikkat çekip, otelciler bana yatak vermek istemiyordu. Bu durumda bana yardým edecek kiþiyi olsa olsa gene o kahvedekiler arasýnda bulabilirdim. Gerçekten, içerde eski dostlarýmdan Hakan’ý görmüþtüm. Uzun sarýþýn saçlarý, minyon tipiyle, sola daha yakýn duran, zarif bir gençti Hakan. Beni görünce hemen yanýma gelmiþ ve birlikte dýþarý çýkmýþtýk. Yol boyu eskilerden bahsederek gezerken, rastladýðýmýz otellere boþ yer soruyor, sonra gene devam ediyorduk. Hakan dahil, diðer solcu arkadaþlar beni gerçek kavgada hiç görmemiþ, her zaman nasýl dövüþtüðümü merak ediyorlardý. Ama salt onlara gösteriþ olsun diye de kavga baþlatamazdým. Mutlaka bir saldýrýya uðramak gerekirdi. Bu kendim olabileceðim gibi, iyi bir dostum veya savunmasýz bir baþkasý da olabilirdi. Solcularýn önceleri bazen dayak yedikleri zamanlarda, benimle gezenlere bundan muaf olur, hiç kimse laf dahi söylemezdi onlara. O günleri þimdi unutanlar olduðu gibi, baþka duygular içinde olanlar da olabilirdi. Biz dolaþa dururken vakit ilerlemiþ, sokaklar iyice ýssýzlaþmýþtý. Derken sað kaldýrýmdan gelerek, saldýrgan militanlarýn barýndýðý yurdun hizasýndan geçecektik. Dükkan eþiklerine üçerli, dörderli oturmuþ, gelip geçenleri izleyen bu militanlar bizi otuz metrede fark ettiklerinde, aralarýnda geçen bir fýsýltý telefonu dikkatimi çekmiþti. O ana kadar Blucin montumun cebinde duran bilyeleri yeniden elime alýyor ve sanki hiçbir þey olmamýþ gibi, konuþarak yürümeðe devam ediyordum. Gerçi beladan olabildiðince kaçýnýyor, ama gene de çoðu baþka illerden gelmiþ olan bu militanlarýn kendi memleketimde estirmekte olduklarý terör havasýný kolay hazmedemiyordum. Hemen her yerde olduðu gibi, burada da nüfus iki guruba ayrýlýyor, iç savaþ için gerekli ortam hýzla hazýrlanýyordu. Rastladýðým çoðu solcu arkadaþým, uygulanan baskýdan ötürü, benden baþka hiçbir eski tanýdýk ülkücüyle konuþmadýklarýný söylüyorlardý. Derken tam hizalarýna gelmiþ, geçiyorduk ki, birden alýþýldýk ýslýklar baþlamýþtý. Bunu kulak ardý edip, kanýksayýp, üstümüze alýnmadan devam etmek niyetindeydik. Ýki gündür bu caddelerde dolaþtýðým halde ilk defa bu gün, hem de bir solcu ile beraberken, bana da iþittirme yapýyorlardý. Bunda henüz bilmediðim bir bit yeniði vardý, ama ne. Dikkat çeken bir þey, þayet saldýrmayý göze alacak olsalardý tam karþýlarýnda ve firar þansý en az iken bunu yapacak olmalarýydý. Ancak bunu yapmamýþlardý. Bunun iki anlamý vardý, ya saldýrmak istemiyor veya bundan çekiniyor olmalýydýlar. Biraz daha ilerlediðimizde kaçma þansý yüzde yüz hale gelmiþti. Bu durumda artýk bir saldýrý beklenemezken eþik timleri aksini yaparak, oturduklarý yerden fýrlýyor ve “hücum, ölüm faþistlere” naralarýyla ataða geçiyorlardý. Bu sýrada gayelerini kesin olarak anlamýþ ve onlara bir oyun oynaða karar vermiþtim. Sandýklarý gibi kaçmayacak, epeydir alýþa geldikleri þeyi yapmalarýna izin vermeyecektim. Bunu yaparken mevcut nefesimin sadece yarýsýný kullanacak, kalan kýsmýný kendimi emniyete almak için sarf edecektim. Ben hareket planým hazýr beklerken, militanlar, ellerindeki sopa ve hortuma sokulmuþ demir çubuklar, taþlarla saldýrýya geçerken, ben Hakandan birkaç adým ayrýlarak geriye doðru yürümüþ ve asfaltýn ortasýnda durmuþtum. Bütün hýþmýyla üzerime gelen zorba sürüsünü soðuk kanlý bir hesapla beklerken, elimde fýrlatmaða hazýrladýðým çelik bilye sað elimde, diðer ikisi sol elide bulunuyordu. Hesabým, ellerinde sopalar en önde atýlanlarý ilk etapta avlamak, sonra sýrayý yumruklara geçirmekti. Derken aramýzdaki mesafe en uygun zamana gelince ilk bilyeyi fýrlatmýþ ve önde gelen iki kiþiden önce birine, hemen sonra ötekine kafadan tam isabet kaydetmiþtim. Bunu “Ah kafam ve ah anam!” nidalarý izlemiþti. Üçüncü bilyeyi son anda kullanmak üzere avucumda tutarken, sýra makineli gibi iþleyen yumruklara gelmiþti. Öndekilerin saf dýþý edilmesiyle bir anda çok yakýnlaþtýðým rakiplerin yumruklarýmdan korunma þansý hiç yoktu. Düzenli olarak saða ve sola dönüþlerle salladýðým yumruklar her defasýnda bir hedefi buluyorlardý. Bu yumruklar, tür olarak çökertici olmaktan ziyade, hýz ve sertliði ile þok edici tesir özelliðini haizdiler. Bu vuruþma bir kaç dakika ancak sürmüþtü ki, kýsýk gözlerimi aralayarak duraksadýðýmda karþýmdaki manzara görülmeðe deðerdi. Etrafýmý bir yarým ay gibi çevrelemiþ olan saldýrganlar, ellerindeki sopalarý birer kalkan gibi yüzleri hizasýna tutmuþ, ben kýyasýya saða sola yumruk üþürürken, onlar öylece kýpýrtýsýz bekliyorlardý. Benim bir anlýk duralamamla adeta bulunduklarý uyuþuk halden dirilerek, yeniden saldýrýya geçiyorlardý. Onlarýn arkasýnda duranlar ise bu duruma gülüþüme iþtirak ediyorlardý. Karþýmda en azýndan altý sopa yukarý kalkmýþ ve baþýmý hedef seçmiþlerdi. Benim istediðim bundan baþkasý deðildi. Hesabým, son salisede yer deðiþtirip, yapýlan ataklarý bir an için boþa çýkarýrken, en solumda, bir buçuk adým ötemde hiç saldýrý beklemeyen bir baþkasýný daha avlamak ve böylece ikinci aþamaya geçmekti. Bu aþama, vuruþarak çekilme ve olay merkezinden uzaklaþmaktan ibaret olacaktý. Fakat hesapta olmayan bir þey zuhur edip, arkamdan sokulan birinin beni omuzlarým hizasýndan yakalamýþtý. Bu tutuþ beni bir an duraksatsa da, bu sadece soldaki hedeften vazgeçmeme yol açmaktan öte gidememiþ, yer deðiþtirmemek için dönüþ yapmama engel olamamýþtý. Böylece az önce bulunduðum noktaya geldiði için de, inmek üzere olan darbelere hedef olmuþ ve bu defa beni tamamen býrakmak zorunda kalmýþtý. Bu durumda yaydan fýrlamýþ ok misali içlerine dalmýþ, aralarýndan mahir futbolculara özgü çalýmlarla yol alýyordum. Bir ara yanýndan geçmekte olduðum birinin topuz vari bir nesneyle belime indirdiði bir darbe, durup son bilyeyi bunun için kullanma fikrine gelmeme yol açsa da, durumun kritik olmasý devam etmeði ehven kýlmýþtý. Nitekim kalabalýktan baþkaca darbe almadan sýyrýlmýþ, önce sol kaldýrýma yakýn duran çadýrlý kamyonu ardýmdan atýlan taþlara karþý siper etmiþ, sonra tekrar asfaltýn ortasýna yönelerek, dört adým sonra duralamýþtým. Geri dönüp baktýðýmda ne takibe yeltenen, ne de taþ atan vardý. Az sonra karþýdan gelen dört polis yanýmda duraksayarak, orada ne olduðunu sorduklarýnda, sanki olayla hiç alakam olmamýþ gibi davranarak;
-Bilmiyorum, galiba gene birine saldýrdýlar.
Diye geçiþtirip, ýslýk çalarak yürümeðe devam etmiþtim. Ancak tam bu sýrada Hakan gelmiþti aklýma. Acaba ona ne olmuþtu? Bunu araþtýracak durumda deðildim. Temennim, uygun zamanda oradan uzaklaþmayý akýl etmiþ olmasýydý. Saat hayli ilerlemiþti. Baþýmý sokacak bir barýnak bulmalýydým. Aklýma biraz ilerdeki Gül Palas gelmiþti. Sahipleri tanýdýktý. Hatta bir zamanlar ocak baþkanlýðý yapmýþ olan Cevatlara aitti. Ne var ki o sýrada otelde babasý bulunuyordu. Durumun aciliyetini açýkladýðým halde boþ yatak olmadýðýný söylüyordu. Aklýma biraz aþaðýda bulunan Ercan’ýn komþu ve arkadaþlarý gelmiþti. Giderek kapýlarýný çalmýþtým. Hemen kapý açýlmýþ ve beni karþýsýnda gören genç biraz þaþkýn, samimiyetle gülümserken, sonra biraz sitemle þöyle diyordu;
-Ya abi, bu gün sizinkilerin saldýrýsýna uðradýk. Belki buralardasýndýr diye gözlerimiz seni aradý ama yoktu.
     -Deme ya, ama neyse ödeþmiþ olduk öyleyse, çünkü az önce de sizinkiler bana saldýrdý. Bu sözlerim birden havayý þenlendirmiþti.
     -Yok ya, ciddi misin sahiden?
     -Ýnanýn ki, ciddiyim. Belime bir taþ yedim ki, valla hala müthiþ aðrýyor.
Esasen sabah dokuz sularýnda Ercan’ý yolculadýktan sonra gelip Gül Palasta oturmuþ ve bir arkadaþla tavla oynuyorduk. Tam bu sýrada içerden birisi, dýþarýda birilerine saldýrýlacaðýný söylemiþ, bunun üzerine az sonra kalkarak dýþa çýkarak etrafa göz gezdirmiþ, ama kimseyi göremeyerek geri dönmüþtüm. Çünkü ilk aklýma gelen bunlar olmuþtu. Meðer ilerdeki ara sokaða geldiklerinde birkaç kiþi saldýracak olmuþ, içlerinden birinin býçaða davranmasý sayesinde yara almadan kurtulmuþlarmýþ. O geceyi her þeye raðmen rahat geçirmemiþ, sabah erken kalkarak dýþarý çýkmýþtým. Ýlk uðraðým olay mahalli olmuþ, etrafý süpürmekte olana çöpçülere, elimde kalan son bilyeyi göstererek, bunun benzerlerini yerde görüp görmediklerini sormuþtum. Gören, bulan olmamýþtý. Sonra dönüp pastanede kahvaltý etmiþ ve oradan berbere geçmiþtim. Berberde saçlarýmý kýsalttýrýp, biraz eþkal deðiþtirmeði düþünüyordum. Meðer berber kalfasý akþamki “ Faþist Karateci Devrimcilere saldýrdý” þeklinde yayýlan þayiayý duymuþ ve tariflere uyan kiþinin ben olup olmadýðýmý soruyordu. Ýnkar ettiysem de inanmamýþtý. Berberden çýkýp, hemen küçük terminaldeki bir ofisten dönüþ bileti almýþtým. Sonra Hakaný akþam aldýðým kahveye girmiþtim. Hakan henüz gelmemiþti. Onu eni konu merak ettiðimden, burayý iþleten arkadaþa onu sormuþtum. Hakaný akþam nasýl gördüðünü þöyle anlatmýþtý:
-Elimde çay tablasý, ocaktan yeni çýkmýþ, kapýnýn yakýndaki masalara çay getiriyordum. Bir baktým pat diye kapý ardýna kadar açýlýp, saçlarý yukarý dikilmiþ, suratý allak bullak birisi hýzla içeri dalmýþtý. Arkamý döndüðümde gözden kaybolmuþtu. Ocaða geldiðimde Hakaný etrafý karýþtýrýrken bulmuþtum. Beni görünce hemen benim makineyi (silah) vermemi istemiþti. Dur hele, ne oldu, ne yapacaksýn onu, diye sorunca yurdun önünde saldýrýya uðradýðýnýzý, gidip hepsini vurmak istediðini söylüyordu. Neyse ki zor bela teskin edip ve yolladým.
Biraz sonra da Hakan çýkagelmiþ ve kendi yaþadýklarýný anlatmýþtý:
- Sen geri dönünce ben kaldýrýmda hala durmuþ, bekliyordum. Yakýna geldiklerinde sizin kapýþma baþlamýþ, sen vuruþurken, ben öylece seyrediyordum. Sonra guruptan biri ayrýlýp bana doðru geldi ve elindeki sopayý açýlýp, bana kafadan atmaða kalktý. Fakat ben hala put gibi duruyordum. Bu halim adamý þaþýrtýp, sopayý aþaðý indirmiþti. Sonra ne düþündüyse bilmiyorum, ikinci defa hamle yapýnca, bu kez ben elimi kaldýrýrken sýrtýmý dönmüþ ve sopa sýrtýma inmiþti. Ýþte o anda kahveye koþup, Fahrinin tabancayý istedim, ama vermedi. Verse ..mýna koyacaktým ibnelerin. Derken biraz oturup, çay içtikten sonra iþi çýkan Hakan gitmiþti. Gerek geceyi birlikte geçirdiðimiz arkadaþlarýn sondalamalarýndan ve gerekse diðer eski solcu tanýdýklarýn verdikleri bilgilerden hakkýmdaki geliþme ve gidiþata dair malumat ediniyor, ona göre tavýr alýyordum. Denildiðine göre, beni vurmasý için birini görev verilmiþ, ama onun kim olduðunu bilen yoktu. Kahveden çýkýp, garaj meydanýnda, yazýhanenin önünde gezeliyordum. Gün ilerledikçe ortalýk kalabalaþýyordu. Tam karþýda TÖBDER. Binasý vardý. Eskiden olsa bir çok tanýdýk olurdu, ama þimdi kimseyi göremiyordum. Fakat oranýn balkonundan beni görüp, tanýyanlar, yanýndakilere çaktýrmadan beni gösteriyorlardý. Gezinerek gelen guruplardan beni tanýyanlar çýkýp, arkam dönük iken parmakla bilmeyenlere beni iþaret ediyor, birden döndüðümde bakýþlar yön deðiþtiriyordu. Akþamki olayýn kitleyi nasýl etkilemiþ olduðunu görüyordum. Aslýnda beni bir güzel pataklamak istiyor, ama ilk darbeyi kimse göze almak istemediðinden olacak, buna bir türlü kalkýþamýyorlar, aksine, tanýmazlýktan gelmeði yeðliyorlardý. Yerli solcular beni tanýyor olduklarýndan, bu þayiaya gizlice seviniyor, konuþtuklarýyla lehte propagandaya yol açýyorlardý. Benden bahsederken, demokratik, barýþ ve özgürlükçü bir kiþi olduðumu ve kimsenin fikrine müdahale etmediðimi söylerken aslýnda doðruyu söylüyorlardý. Tabii aksi tutumda olanlara karþý da öyle çok tehlikeli olduðumu ekliyorlardý. Saldýranlarýn dediklerine göre, bana baþýmdan tam altý darbe indirmiþler, lakin hiçbir þey olmamýþtý. Bu durumda her halde demir gibi, deðil, tamamen demirden bir kafam olmalýydý. Öðlene doðru gelen bilgileri topladýðýmda durumun tamamen lehime dönüþtüðünü öðreniyordum. Bir saat sonra minibüsüm kalkacaktý. Son bir volta daha atmak üzere yasak uzun caddeye yeniden yönelmiþtim. Yurt binasýnýn biraz aþaðýsýnda bir otelin önden geçiyordum. Bu sýrada içerden çýkmýþ, çömelerek ayakkabýsýný baðlayan birini fark etmiþtim. O da beni görmüþ, nasýlsa tanýmýþ olmalý ki, dikkatle bakýyordu. Tam önünden geçerken gülümseyerek ona” Merhaba!” demiþ ve devam etmiþtim. O ayný þekilde “Merhaba” demiþ olmasýna raðmen doðrulup, arkama takýlmýþtý. Biraz sonra sað elinde bir þey gizlediðini ve bunun muhtemelen bir býçak olduðunu anlamýþtým. Yürürken onu daima göz altýnda tutuyor, çapraz vitrin camlarýndan aramýzdaki mesafeyi ölçüyordum. Çok yaklaþýp, tehlikeli olmaða baþladýðýnda ise karþý kaldýrýma geçiyordum. Böyle bir iki zikzak yaptýktan sonra, hala takibimde olan bu kiþiyle hesaplaþma zamaný için elveriþle yer saydýðým PTT’nin önünde durmuþtum. O, bu sýrada biraz geride, karþý kaldýrýmdan asfalta inmiþ, güya çaktýrmadan yaklaþmaktaydý. Tam karþýmda ise eski solcu okul arkadaþlarýmdan biri olan Bahaddin’lere ait lokanta bulunuyordu. Takipçime gerekli karþýlamayý yapmak üzereydim ki, bir an Bahaddin ve yanýnda bir iki kiþinin gülümseyerek el salladýklarýný görmüþ, karþýya geçerek yanlarýna gitmiþtim. Ýlk defa görüþtüðümüz için samimiyetle kucaklaþtýktan sonra;
-Geçmiþ olsun ya, akþama saldýrýya uðradýðýný duyduk. Kafana vurmuþ olduklarýný söylüyorlardý, ama görünen o ki sana bir þey olmamýþ. Zaten inanmamýþtýk.
-Sað olun. Gördüðünüz gibi, þükür bir þey olmadý. Ucuz atlattýk.
Ben böyle derken takipçim de oraya gelmiþti. Gördüklerine adeta inanamayarak, bana hitaben;
     -Durun hele ya, sen faþist deðil miydin?
     -Nerede faþist varsa...Diye küfrü bastýktan sonra. Sen þunun ne iþe yaradýðýný biliyor musun? Diyerek iki parmaðým arasýnda tuttuðum son çelik bilyeyi ona gösteriyordum. Sonra sözlerime devamla; Dua et ki bunlara rastladýk. Yoksa az sonra senin iþini bitirecektim.
     -Amma tehlikeli adammýþsýn be!
Diyerek oradan ayrýlýyordu. Bu arada bizi gören baþýmýza toplanýyor, inanamayan bakýþlar üzerimde odaklaþýyordu. Akþamki olaya katýlan var mý aranýzda diye sorduðumda, buna önce hiç kimse ses çýkarmazken, belime vurulan taþtan bahsedince, hemen biri bunu üstleniyordu.
     -Peki nasýl yaptýn bunu ya?
     -Ýkinci katýn balkonundan attým.
     -Deme ya, bravo valla. Ýçlerinde en uyanýðý demek senmiþsin.
     -Peki baþka kimse yok mu akþamkilerden, ötekiler nerede? Bir geçmiþ olsun demek istiyorum. Çünkü biliyorsunuz bir yanlýþlýk oldu. Beni faþist sanýp, onun için saldýrmýþlardý.
     -Evet. Ben ötekilerin yerini biliyorum. Seni onlarýn yanýna götürebilirim.
     -Buna memnun olurum.
     -Ýyi, haydi gidelim öyle ise.
Derken Bahaddinlerden ayrýlmýþ, yurt binasýna doðru yönelmiþtik. Biraz aþaðýdaydý. Derken açýk kapýdan içeri girmiþtik. Yerler, merdivenler inanýlmaz bir haldeydi. Ortalýk, her an ele gelebilecek þekilde serpiþtirilmiþ olan taþ, tuðla, kýrýk briket ve kiremit parçalarýyla doluydu. Merdivenin altýna kurulmuþ olan bir çay ocaðý vardý. Nöbet tutarken burada oturup, sýkýldýkça çay içiyor olmalýydýlar. Merdivene yönelince herkes saðýna soluna sakladýðý sopasýný çýkarýyordu. Bunlardan birini elime almýþ ve bir sopanýn nasýl daha iyi kullanýlabileceðini anlatýyordum. Esasen, ne olur ne olmaz, elimde bir sopa bulunsun diye düþünüyordum. Ýkinci kata çýktýðýmýzda kapýnýn önünde durmuþtuk. Kapýyý açan uzun boylu refakatçim içeri girmiþti. Ben tam eþikte durmuþ, içeri bakýyordum. Orta büyüklükte bu odada üç tane çift katlý ranza ve bunlarda kah yatan, kah oturan kiþiler vardý. Çoðunun baþýnda gözünde sargýlar, burunlarda tamponlar vardý. Yüzleri tanýnamayacak halde þiþmiþ olan iki kiþi yatýyorlardý. Refakatçim;
     -Bakýn size kimi getirdim? Dedikten sonra hususi bir ton yükleyerek; Akþamki! Diye, beni takdim ediyordu.
Ýçerdekilerin tavrý tam bir inanmazlýktý. Ne akþamkinin ben olabileceðime, ne de ben olsam bile buraya kadar gelebileceðime ihtimal veriyor olmalýydýlar. Fakat benim;
     -Anlaþýlan siz henüz inanmýyorsunuz , ama dün Akþam on buçuk sularýnda, bir arkadaþýmla bu yurdun önünden geçiyorduk. Sonra bir gurup hücuma geçerek bize saldýrdý. Kendimi korumak zorunda kaldým. Arkadaþ onlarýn burada olduklarýný söyleyince, uðrayýp, bir geçmiþ olsun demek istedim.
Yaptýðým açýklama yeterli olup, akþamki olduðuma inanmýþlardý. Fakat geçmiþ olsun dileðime, sað ol, diyemiyorlardý. Zira halleri gerçekten haraptý. Ama bunu hak etmiþlerdi. Fýrsat bulsalar, beni daha beter edecekleri kuþkusuzdu. Dýþarýdan bizimle gelenlerden biri, Faþist olmadýðýma inanmalarý için ispat istiyor, ayný þeyi saðcýlara da yapmamý öneriyordu. Fakat cevabýmý çoðunluk makul bulup, kendilerine karate öðretmemi yeterli buluyorlardý. Böylece oradan ayrýlýp, iki saat sonra da köye dönmek üzere hareket etmiþtim. Bir ay sonra, bir günlüðüne oraya tekrar geldiðimde, ayný caddede bir arkadaþýmla yürüyorduk. Bu sýrada, karþýdan gelip, yanýmýzdan geçen dört kiþiden biri diðerlerine þöyle diyordu:
     -Bu çocuk gene geldi yav!?...
*** ***

ÝÇERDE ÝLK GECE

Ancak devresi günün akþam sularýnda tevkif hakimi için Tübingen’e ve sonra saat gecenin onunda ünlü olduðu kadar da korkulan Stammheim cezaevine götürülmüþtüm. Ününü, orada tutsakken baþlarýna kurþun sýkýlarak, öldürülen Alman Kýzýl Ordu teþkilatý (Bader Meinhof ) ekibini barýndýrmýþ olmasý ve yapý tarzýndan alýyordu. Kimileri orayý hiç tanýmazken, kimi yüz metre ötesinden geçerken bile dehþete kapýlýp, titriyordu. Bu gerçekten meþum binayý planlayan baþ mimarýn dahi buraya düþüp, hayatýna kendi eliyle son verdiði söyleniyordu… .
Ýlk geceyi bir Yugoslav (Sýrp) vatandaþýyla ayný hücrede geçirecektik. Ýçeri ayný saatte girmiþ, banyo yapýp, battaniye, havlu ve nevresim alarak, bodrum katta çift yataklý bir odaya kapatýlmýþtýk. Ýlk iþimiz hazýr bulunan sünger yataklara nevresim, çarþaf geçirmek olmuþtu. Yugo Türk olduðumu öðrenince yüzünü buruþturmuþtu. Meðer onu yakalayýp, polise teslim eden Türklermiþ. Suçu ise onlara ait olan mekanda bulunan oyun otomatlarýný soymaða kalkýþmak. Gürültüyü duyup gelmiþler, kaçmak istediyse de koþup yakalamýþ, sonra polis çaðýrmýþlar. Bir biri üstüne yaktýðýmýz sigaralarla biraz daha konuþarak yatmýþtýk. Ama uyumak o kadar kolay deðildi. Uykunun en tatlý yerinde sabah olmuþ, kapýmýz açýlarak kahvaltý almamýz istenmiþti. Biraz sonra hazýrlanýp yukarý çýkacaktýk. Kucaðýmda battaniye, nevresim ve sair eþya olmak üzere, üçüncü katta demir kapýlý bir odanýn önünde durmuþtuk. Gardiyan kapýyý açarak önce kendi girmiþ ve içerden birine seslenerek “Vatandaþýn geldi” demiþti. Karþýda oturduðu masanýn baþýndan kalkýp, bana hoþ geldin, diyen orta boylu esmer genç bir Zonguldaklý ve adým Nevzat diyordu. Öteki üç kiþi ise Almandý. Ýlk gün Nevzat’a rastladýðýma sevinmiþtim. Cezasý toplam 36 ay ve bu durumda tahliyesine bir buçuk yýl vardý. O akþamý kolay unutamayacaktým. Gece ilerlediði halde giysilerimi çýkarýp, yataða yatmýyor, burada geceleyeceðime inanamýyordum. Dýþarýyý kafamdan silmem gerekiyordu. Bunu baþaramadýkça acý çekeceðimi biliyordum. En çok Türkiye’de yolumu bekleyen eþim için üzülüyordum. Bu durumu öðrendiðinde acaba ne yapacaktý. Kuþkusuz çok üzülecekti. Ama olan olmuþtu artýk. Ona bir mektup yazýp, durumu açýklayacak ve bundan sonra ki hayatýnda serbest karar verebileceði ve isterse kendisine yeni bir yol çizeceðini söyleyecektim. Nitekim düþündüðüm gibi bir mektup yazýp, önce savcýlýða gitmek üzere, özel postaya vermiþtim. Bu mektup da, bütün mektuplarým gibi ancak iki hafta sonra postaya verilecekti. Hapishanede yaþamak zorunda kalýþýmdan ziyade, þu prosedürlerden nefret ediyordum. Suçumu söylemiþtim iþte, daha saklayacak ne vardý ki mektuplarým denetlenmek isteniyordu. Bir an önce bu iþ bitip, cezamýn kesinleþmesini istiyordum. Çünkü ona göre davranacak, adaletsiz bir karar çýkarsa firar edecektim. Emniyetten hapishaneye gelinceye kadar buna fýrsat çýkmamýþ olmasý, hep böyle olacaðýný göstermiyordu. Biraz soruþturduðumda, ilerde bunun mümkün olabileceðini öðrenmiþtim. Ziyaretime ilk gelen babam ve annem olmuþtu. Bana avukat tutacaðýný söylüyorlardý. Buna hiç lüzum olmadýðýný, çünkü sonucun deðiþmeyeceðini söylediysem de ýsrarlýydýlar. Babam, sonra piþman oluruz diyordu. Ben onun kadar korkulacak bir þey görmüyordum. Çünkü nasýlsa idam cezasý yok ve beni sonuna kadar tutabileceklerine ihtimal vermiyordum. Dýþarýdan gelecek küçük bir yardýmla firar baþarabilirdim. Ýlk yapacaðým iþ, kendimi dýþarýdan soyutlayýp, buradaki günleri verimli geçirebilmenin yolunu bulmaktý. Evdeki kitaplarýmýn gönderilmesini söylemiþtim. Babamýn, yeterli Almanca bilmediði öne sürülerek, ziyaretlerde paralý tercüman getirmesi isteniyordu. Her ziyaretçimden sonra mahkumluðum adeta yeni baþtan baþlýyor, ilk günün acýsýný yaþýyor, bu nedenle hiç ziyaret edilmek istemiyordum.
Ýdareden verilen yemekler kalite olarak iyi, ancak miktar olarak sýnýrlý kalýyor, ek olarak bir þeyler yeme ihtiyacý duyuluyordu. Sabah ve akþam birer maþrapa çay-kahve veriliyordu. Tütünü kendimiz edinmeliydik. Nevzat takriben bir buçuk ay sonra hükümlü ceza evi olan, Heilbronn’a gidecekti. Dediklerine göre, oralardaki koþullar çok daha iyi imiþ. Ben gelinceye kadar caný sýkýlan Nevzat, geliþime çok sevinmiþti. Sabahlarý birlikte büyük avluya iniyor, hava müsaitse bir saat boyunca sekizyüz metrelik bir daire etrafýnca tur atýyorduk. Buranýn en kötü tarafý yirmi üç saate yakýn içerde kalýnýrken, gece on iki olunca elektriðin kesilip, ýþýklarýn söndürülmesi kuralýydý. Zira henüz uykumuz gelmiyor ve karanlýkta öylece kalýyorduk. Bu durum karþýsýnda idare lambasý yapma fikri yeni deðildi. Ýçimizden biri, yemek için verilen margarini içi aðzýna yakýn su ile dolu eski bir neskafe þiþesine uygun þekilde koyarak, buna havlu kenarýndan bir fitil yapýp, kibriti çakýnca çözüm bulmuþtu. Ben bu cýlýz ýþýkta kitap okurken, Nevzat dinliyordu. Ancak bu çözüm þekli yasak ve biz avluda iken odaya gelen gardiyan onu bulup, götürüyordu. Tabii biz tekrar yapýyorduk. Gündüz akþama kadar kitap okuyor, hem Türkçe’mi, hem Almancamý geliþtirmek istiyordum.
Hazýr sigaraya alýþkýn olduðumdan, tütün sarmasýný pek bilmiyordum. Zaten ilk giriþte aldýðým dört paket tütün bitmek üzereydi. Burada, hesabýnýzda para varsa, her iki haftada bir alýþveriþ edip, sigara vs. almanýz mümkündü. Zamanla sarmayý da öðrenecektim. Sohbet ederken kahve ve çay içebilmek ancak elektrikle çalýþan bir termoplonjör vasýtasýyla mümkündü. Kaçak yapýlanlar yasaktý. Bu olmazsa çay içmemiz zorlaþýyordu. Kendi yaptýklarýmýzýn çay suyu kalitesiz oluyordu. Bir hafta sonra iþe gitmeðe baþlayan Nevzat, artýk akþam olunca geliyordu. Ýþ için müracaat edeyim dedim, ama bana içerde bile çalýþma izni yoktu, ne alakasý varsa, savcýlýk izin vermiyordu. Bütün gün boyu okuyor veya içerde arkadaþlarla satranç, dama ve kaðýt oyunlarýyla vakit geçiriyorduk. Derken Nevzat gitmiþ, onun yerine sýrasýyla, Mersinli Memed Ali, Çarþambalý Sabahattin ve Yozgatlý Ali Osman gelmiþlerdi. Böylece aradan beþ ay geçmiþ, adli bir muayene için Tübingen’e gitmem gerekmiþti. Giderken yanýmda Memed Ali vardý. Odadan çýkýnca dayanamayýp, kýrk iki yaþýna raðmen aðlamaða baþlamýþtý. Oysa siyaset tartýþýrken veya dama oynarken, bazen neredeyse yaka yakaya gelecek kadar birbirimize kýzdýðýmýz olurdu. Memed Ali, hiç denecek kadar az Almanca bildiðinden, her türlü dil sorununda yardýmcý oluyordum. Hatta mahkemede vereceði, býçakla adam yaralama konusundaki ifadesi eksik ve dolayýsýyla çeliþki yaratan hususlarý tespit edip, bunu akla mantýða uygun bir vaziyete getirerek, daha az ceza almasýna yardým etmiþtim. Mahkemeden döndüðümde birkaç gün daha birlikte kalmýþ ve toplam üç yýllýk cezasýnýn infazý için Mannheim’a gönderilmiþti. Baktým gelen gidiyor ve caným daha çok sýkýlýyor, bunun bir çaresini bulmaða, gerekirse tek kiþilik odaya geçmeðe karar vermiþtim. Ama iþin doðrusu, bundan bayaðý çekiniyor, yalnýzlýða dayanamayýp, çýldýrmaktan korkuyordum. Zira böyle uzun süreli bir deneyimim hiç olmamýþtý. Derken bir gün koridorda açýk duran bir kapýdan içeri bakýnca, orada kara kalem resimler yapan Franko adlý bir Ýtalyan’a rastlamýþ ve tek kiþi kalmanýn nasýl olduðunu, buna nasýl tahammül edebildiðini sormuþtum. Daha sonra, o bunu baþarýyorsa, bende baþarabilirim, diyerek, tek kiþilik odaya geçmiþtim. Aldýðým yüksek cezaya raðmen umut, cesaret ve moralimde bir çöküntü olmamasý çoðunu hayrete düþürürken, bu halim yüksek ceza bekleyenlere cesaret veriyordu. Tek kiþi kalmanýn esasen o denli zor olmayýp, hatta bir çok bakýmdan daha iyi olduðunu anlýyordum. Zira böylece bütün zamanlarýmý eðitsel iþlere ve mektuplara hasrede biliyordum. Bu arada Elke ile de yazýþýyorduk. Ziyaretime gelmesine savcýlýk ancak iki hafta sonra izin vermiþti. Bundan sonra artýk gelmemesini rica etmiþtim. Ama yazýþabilirdik. Bir mektubunda, Türkçe’ye çevirdiðim þu þiir yazýlýydý.


     KARANLIK SAATLER
Ah! þimdi,
çalmalýydý birisi,
Çalmalýydý bir hafif,
Ta uzaklardan esen bir rüzgar gibi
Serin, þirin eski bir melodi.
Belki o zaman benim,
Tümü ile sende kaybolan ruhum
Bulurdu yeniden kapýlarýný
Yeni baþlayan bir yaþamýn...

Artýk çalýþma yasaðým kalkmýþ, ayakkabý atölyesinde iþe baþlamýþtým. Ýþ yurtlarýnda çalýþmakta olan bir çok Türk vardý. Önceleri, özel nedenler, örneðin, konsolosluktan gelenler ile görüþmek için veya ayda bir Türk filmi izlemek üzere sekizinci katta bulunan büyük salonda toplanýrken, artýk çoðu ile iþ sonrasý her gün büyük avluda görüþebiliyorduk. Atölyeye ilk gittiðim gün, akþam geç yatýp, sabah erken kalktýðým için, ýþýða duyarlý gözlerime uygun dinlendirici gözlüklerimi takmýþtým. Yanýmda atölye Ustabaþý, atölyeden içeri ilk adým attýðýmda beni gören orta boylu, kývýrcýk, kaba sakallý, kara gözlü, inci diþli birisi, hemen tanýyarak, yanýma gelip, kendi tezgahýna davet etmiþ, onunla asansörde konuþtuðumu hatýrlayýnca, memnuniyetle kabul etmiþtim. Ama ötekiler bana karþý belli belirsiz tavýr alýyor, adet olduðu üzere, içeri girdiðime dair sorularýna, gerçeði söyleyerek cevap verdiðim halde, kimisi inanmadýðýný ima ederken, kimi ispiyonlara dikkat çekip, bunu kimseye açýklama, diye tembihe kalkýþýyordu. Konuþmayanlar hakkýnda herkes istediði yorumu yapabilecekti ya, konuþmam istenmiyordu.
Beni yanýna davet edenin adý Mustafa’ydý. Ama onun, adý çok geçen Mustafa olduðunu daha sonra öðrenecektim. Çünkü ondan bahsedenler çok olmuþ ve nedense çoðu eleþtireldi. Bir þekilde herkese takýlýp, niza, bela arýyor olduðunu söylemiþlerdi. Oysa ben ayný izlenimi edinmemiþtim. Bana karþý, gerçek bir vatandaþa yakýþýr þekilde samimi davranýyor, çay, kahve yaparak ikram ediyordu. Mustafa, içeri giriþine yol açan olayý sorduðumda, önce zarif, beyaz ve muntazam dizili diþlerini göstererek;
-Cinayet gardaþ, üç kiþiyi öldürdüm, þerefsizin biri kaçmasa dört olacaktý leþim... Diyordu.
-Hangi millettendiler peki?
-Türk.
-!
Bu yabancý diyarda Türkler olarak, kendi aramýzda iþin bu raddeye ulaþmasýný tasvip etmiyor, hatta bunu yadýrgýyordum. Acaba ona ne yaptýlar da böyle kötü bir þey yaptý, diye sorarken. Yine içimden ”Vay anasýný be, bu durumda kim bilir ne ceza alacak ve gene de keyfi yerinde, hayret” diyordum. Birkaç gün sonra, dördüncü kattan Hasan Mülazým oðlu adlý Karapýnarlý bir arkadaþ bana bir Hürriyet gazetesi getirmiþti. Bunda benimle ilgili bir haber vardý. Haberin içeriði þaþýrtýcýydý. Haber metninde açýk bir çeliþki vardý. Ýlgisiz olduðu görülmesine raðmen, sanki ik de Türk öldürmüþüm imasý yapýlýyordu. Hasan, peki bu neyin nesi, diye kuþkuyla bakýnca, bir yanlýþlýk, matbaa hatasý olmalý, demiþtim, zaten baþka türlü de olamazdý....
Ýþ sonrasý avluya çýktýðýmýzda, yaz günleri daima kültür fizik yapar, öteki atölye takýmlarýnýn oynadýklarý “Yumruk topu” oyununa katýlmazdým. Ama Mustafa çok ýsrar ediyor, birlikte yeni bir takým kuralým diyordu. Çünkü öteki takýmda oynayanlar onu dýþlýyor, o girerse oyundan çýkýyorlardý. Bu tutumlarý ayrýca dikkat çekiciydi. Çünkü hepsiyle ayný iþ yerinde yan yana çalýþýyor olduðumuzdan, aralarýnda geçen bütün polemikleri görüyordum. Mustafa bir þekilde hepsini ürkütmüþtü. Ya karþý tarafýn bir tutumunu bahane eder, veya kendisi bir tane icat ederek, elinde falçata, veya biz, ayaða fýrlar, onlarý kast ederek;
-Ben adamý dost tutunurum ulan ibneler...!
Diye, sayar döker, ama karþý çýkan olmazdý. Onun bu sözlerine ses çýkarmayanlar, en basit lafýma alýnganlýk göstererek tepemi attýrýyorlar, ama sabrediyordum. Bir kez, kazara, akraným olan bir tanesine “Lan Lütfü” diyecek oldum “Ayýp olmuyor mu ama?” Diyerek, onur kýrýlganlýðýna karþý özür bekliyordu. Bu çifte standart hiç hoþuma gitmese de, þahsi terbiyem icabý “Tamam, kusura bakma arkadaþ” diyor, ama bunu da kayda geçiyordum.
Bütün atölyelerde tek takým, bizde çift. Bir gün yine, önce biz oynayacak, yenilirsek ötekiler sahaya girecekti. Mustafa önde, að sayýlan ipin yanýnda atakta, ben arka savunmada oynuyorduk. Bizimkiler, arkamýzdaki çimenliðe oturmuþ, oyunun tümünden ziyade beni izliyor, kafalarýna göre; ” Bunu kurtaramaz, düþtü, düþtü, düþtü... ayaðý tökezleyecek vs. sözlerle sesleniyor, ne mantýksa, bana takýlýyorlardý. Gene böyle bir anda, kim bilir kaçýncý kritik topu, beklentilerinin aksine kurtarmýþ ve bu kez onlara dönüp, malum el iþaretiyle; “Aldýnýz mý, naber?” diyerek gülüp, oyuna devam etmek üzere sahaya yürüyordum. Bu arada suratlarýnýn aldýðý þekil görülmeðe deðerdi. Bense içimden gülüyordum.
Nitekim Antepli Lütfü arkamdan seslenerek;
-Ayýp oluyor ama, hadi özür dile, özür dile! Diyordu.
Özürlerime fena alýþmýþ olmalýydý. Ama bu gün durum farklýydý. Özür dilemek istemiyordum, zira buna hiç gerek yoktu.. Nitekim bir an geri dönerek;
-Bundan sonra özür, mözür yok. Yerse de bu yemese de!
Diyordum. Hemen arkamda, ayaklarýný çimenler üzerine uzatmýþ, öylece oturan yedi kiþinin suratlarý limon sýkýlmýþ gibi ekþimiþti. Bana en uzakta oturan, yaþý bizden on yaþ büyük olduðu için Abi dediðimiz biri lafa karýþarak;
-Amma da böyük ..raðýn varmýþ oðul, o ..rak herkeste var! Demez mi.
Onun lafa katýlmasýna caným sýkýlmýþtý. Çünkü ötekilerle akran sayýlýrdýk. Þayet alýnacaksa, durumu görüp, tepki göstereceðimi hesaba katmalýydý. Ama yok, insan gibi, nezaketle davranýyor, yeri gelince özür dahi dilemeði biliyoruz ya, o halde daha çok ezilmeliydik. Ýþte büyük saydýklarýmýzýn ariflik ve kültür düzeyi, delikanlýlýk anlayýþý bu kadardý. Ama yaðma yoktu. Bilmedikleri ne varsa öðreneceklerdi. Hapishanede böyle, asker ocaðýnda böyle, meyhanede böyle!... Türkçe davranýþ bu olamazdý!... O nedenle, baþýmý kýsaca döndürüp, ona ters bir bakýþ atmýþtým. Bu ona, sýcak havada çimenlere uzattýðý yalýn ayaðýna aniden köz ve iðne deðmiþ gibi tesir edip, kesinlikle yapmamasý gerek hatayý yaparak, ayaða fýrlamýþtý. Bu benim anlayýþýma göre açýk bir meydan okumaydý ve derhal karþýlýk gerekirdi. Döner dönmez üzerlerine kopmuþtum. Ayaklarýmda terlik olmasa bir uçar tekmenin tam yeri ve sýrasýydý. Bir anda yaný baþlarýna varmýþtým. Yanýnda oturan Ýzmirli, hemen önüne atýlmýþ, ama ilk saðým alýn ortasýnda patlamýþtý. Týknaz, kývýrcýk saçlý ve Taekvondocu olmasý, hemen bayýlýp, yere düþmeyecek kadar saðlam olduðunu gösterse de, sersemleyip, yüzü allak bullak olmuþtu. Anýnda izleyen sol yumruðum ötekinin sað yanaðýnda mor çilek iriliðinde tepecik yaratýrken, ilk yumruðu yiyene hitaben:
-     Sana arkadaþ diyoruz, sakýn karýþma. Diyordum.
Karýþacak ne hali, ne mecali vardý zaten. Hiç deðilse, geri çekiliþine bir teselli sebebi olsun istemiþtim. Fakat bu sözüm ötekinin çok zoruna giderek;
-O arkadaþ da biz neyiz? Diyor ve o sinir esnasýnda beni adeta güldürüyordu. Tanrým, meðer kimlerle karþýlaþmýþým, diyordum.
Bunlar ne dövüþmeðe, ne seviþmeðe geliyorlardý. Bu arada ötekiler, oturduklarý yerden bir an kalkma niyeti aklýndan geçenlere kýzgýn bir bakýþ atýp, yerlerine mýhlarken:
- Sizinle dövüþ bile yapýlmaz be!...
Diyerek oradan ayrýlýyordum. Bir anda patlayan boran, fýrtýna ansýzýn durulmuþ, ortalýk sütliman olmuþ gibiydi. Mustafa durumdan az sonra haberdar olarak, þaþýrýrken, onlar beni onun kýþkýrttýðýný söylüyor, dil sayýyorlardý kendisine. O yemin ediyor, asla böyle bir þey söz konusu olmadýðýný söylüyor, ama dinleyen yoktu. Çünkü bildikleri kurallara göre, Türklerde bu iþ böyle olurdu. Ýlla bir kýþkýrtan veya icazet veren olmalýydý. Avluda en azýndan beþ yüz kiþi vardý, ama kavgayý gören çok olmamýþtý. Bizimkiler yerlerinde duramýyor bir oyana, bir buyana gidip geliyorlardý. Her nedense, yanaðýnda gül biten arkadaþ fikir deðiþtirmiþ, üzerime doðru gelirken:
-     “Seninle bu kez teke tek dövüþeceðim” Diyordu.
-     !?
Bir an þaþýrýyor ve sonra bu hale baþýmý sallayarak gülüyordum. Ola ki, mahut bakýþýmdan celallenerek ayaða fýrlarken, gurubun desteðini hesaba katmýþ olan arkadaþ, bu desteðin gelememesi karþýsýnda duruma düþmüþtü. Kanýmca düþüncesi þöyleydi: Böyle grup halinde týrsýlacaðýna, keþke tek baþýna olup, vara dayak yiyeydim ondan. Zira bu her halde daha onurlu bir davranýþ olurdu.
Artýk vakit dolmuþ, içeri giriþ zili çalýnýyordu. Durup onunla uðraþacak ne vaktim, ne de keyfim vardý. Bu nedenle bir yandan giriþ kapýsýna doðru yürürken, öte yandan gelmekte olana “Tamam, tamam sen döversin” diyordum. Fakat o halen bana doðru gelmeðe devam ediyor, daha fena dayak yemesini isterler gibi, kimse de tutmuyordu. Giriþ kapýsýnýn önünde durmuþ, yanýma gelmesini bekliyordum. Mustafa kalabalýðýn arasýndan sesleniyor, bana vurabileceðini düþünüp, dikkat etmemi söylüyordu. Bu beni iyice çileden çýkarýp, yanýma gelmiþ olana vurmasý için yanaðýmý uzatarak:
- Ýþte yanaðým, hadi vur, gebertmeyenin ... mýna ...yum. Diyordum.
Bu tarza yabancý olduðu için olacak, gene þaþkýn, dönüp, içeri giriyordu.
” ”Bana arkadaþýný söyle, sana kim olduðunu söylerim” Diyenler, bu söze gerektiðinden çok mu itibar etmiþlerdi acaba?. Sakýn beni Mustafa’ya benzetmeðe kalkmýþ olmasýnlardý!?
Lütfü ile ikide bir tartýþan Mustafa, kendisine diklenen Lütfü’ye fena halde kýzarak, önce elinden eksik etmediði çakmak ve tütün paketini verecek adam arar, (Bu bendim çoðunlukla ve bu arada onu tutar, býrakmazdým) sonra onun üstüne Ama bu öyle hýrs ve hýþýmlý bir atýlýþ olurdu ki, sanýrsýnýz, þimdi tutup, paralayacak elin garibini. Mustafa karþýsýnda Lütfü’nün sergilediði müthiþ soðuk kanlýlýða daha çok þaþar, hayret ederdim. Fakat iþin aslýný öðrenmem çok sürmedi. Bizim kavgadan bir kaç gün sonra atölye tuvaletinde sigara içerken Lütfü bana sýr, diye bu durumu açýklamýþ, gülmekten kýrýlmýþtým Meðer bunlar tamamen danýþýklý dövüþ olup, aralarýnda anlaþýrken, Mustafa ona; “Hiç korkma Lütfü, ne kadar kýzgýn gelirsem geleyim, sana vurmam, bundan emin ol”. Demiþmiþ. Lütfü bu sýrrý bana açtýðýnda, iþin baþka veçhesi olabileceðin ona söylememiþtim. Zira bu tam aksini yapmak isteyenin planý da olabilirdi. Tabii ki bundan böyle Mustafa’nýn sigara ve çakmaðýný alýp, onu tutmaða yeltenmemiþ ama, bu olayýn aslýný bildiðimi de saklamýþtým. Mustafa ile Lütfünün hapishane avlusunda dikkat çekme yöntemleri buymuþ meðer.
Ýþ sonralarý, her gün, avludan döndüðümde postayý bakar, mektup gelmiþse çok sevinirdim. Gelen mektuplara karþýlýk yazmak benim için hem bir zevk, hem de alýþkanlýk olmuþtu. O kiþi yaný baþýmda olsa bu sohbeti yapamaz, kapým kapanýr kapanmaz mektup yazmaða baþlardým. Mektup yazarak baþlamadýðým akþamlar sýkýcý olur, baþka uðraþlarýma bir türlü geçemezdim. Ayný günlerde eþime yazdýðým bir mektuba þu iki þiiri eklemiþtim.



BÝLÝR MÝSÝN
Ýki satýr da olsa bir mektup
Nasýl sevindirir insaný hapishanede?
Bilir misin?
Þakýrtýyla kapanan demir kapýnýn sesi
Nasýl azap verir gerisinde kalan tutsaða?
Bilir misin tecrit hanede ki ölümcül yalnýzlýðý?
Sabahýn olmayacaðýný,
Güneþin doðmayacaðýný,
Düþünmeði bilir misin?!

Yaþýyor mu, ölü mü?
Rüyada mý, uyanýk mý?
Ne halde olduðunu bilemeden,
Yaþamayý bilir misin?

Çýldýrýp çýldýrmadýðýný bilememeyi,
En kahýrlý anda bile aðlayamamayý,
Kaðýtlarla, kalemlerle
Fýrçalarla, tuvallerle
Dertleþmeyi bilir misin?

Bilemezsin sanýrým
Çünkü ben de bilmezdim hürken
Ýnsan bambaþka bir insandýr özgürken,
özgürken, özgürken!!!
Mannheim 3.4.84


ANILARDA
Sen ve ben vardýk onlarda,
Sevdamýz delicesine
Sevi çaðlýyordu ruhlarýmýzda
Kaderi hiçlercesine

Sen ve ben yokuz artýk
Saadet hicran oldu gönülde
Sabah bize olmayacak artýk
Elemi tadacaðýz yalnýz gecelerde

Büyüyor her gün, büyüyor kinim
Þu kahpe dünyanýn bozuk çarkýna
Düþündükçe maziyi sýzlýyor içim
Sitem ediyorum kara bahtýma
Stammheim 1.1.1982


Gerçi ayrý ve yalnýzdýk yýllardýr. Ama devamlý gelip giden mektuplarýmýz olurdu. O, ben yazmayý sevmiyorum, senin gibi yazamýyorum ama sen sýk yaz, seni ölünceye dek sevecek olan karýn.... Diye bitiriyordu mektuplarýný. Ben, býrak beni, kendine yeni bir hayat kur, dedimse de bunu yapmadý, böyle yazdýðým için de bana çok darýldýðýný yazdý. Fakat ben bunun doðru ve gerekli olduðundan emindim. Aksi halde bekleme olasýlýðýnýn daha az olacaðýný düþünüyordum. Ne de olsa; “Gönül kaçaný kovalar” denirdi. Bir þeyin üzerine ne kadar düþer, onu kaybetmekten korkarsan, bil ki onu istesen de tutamaz ve bir gün muhakkak kaybedersin, diye biliyordum hayatý... Onun için, yeri ve zamaný geldiðinde, ondan bile feragat edebileceðimi hem kendime, hem ona göstermeliydim. Bunu salt göstermelik olarak deðil, gerçekten kabul edebilmeliydim hem. Gerçi bizim hatun, sað olsun, zira o denli iþimi kolaylaþtýrmýþtý ki, sýnýrsýz sevgimi bir anda silip, ölümcül kinlere, intikam yeminlerine dönüþtürebilmiþ, ama yine de ondan vazgeçmemiþimdir.
Bir gün bilgiçliði tutup da bana “Karýn bile olsa güvenme” Diye uyarmaða kalkmasýn mý, bir mektubunda? Bu uyarý önce bir toplu iðne gýdýklamasý iken, zamanla bir kasatura gibi batmaða, içime acý vermeðe baþlamýþtý. Bundan daha kötü hangi hale düþecektim birine güvenipte? Bu tavsiyeyi bana eþim hariç, herkes yapabilir ve asla gücenmezdim. Ýçeri giriþimin ikinci yýlýnda onu bu nedenle sessizce silmiþtim gönül defterimden. Bunun çok kötü bir yanýlýþ olduðunu bilmeliydi. Çünkü bu söz serseri bir bombaya benziyordu içerdeki olanýn beyninde. En iyisi onu tutup pencereden dýþarý fýrlatmaktý. Bunu neden yazdýn, diye sormaya gururum müsaade etmedi ve ne olursa olsun, sebep sormamayý seçtim. Varsýn, o da beni aldatsýndý aldatacaksa. O uyarýsýný bu niyetine yormuþ ve ona teþekkür borçluydum. Ya durup durup da ansýzýn böyle bir þey yapsa, baþkasýný bana tercih etmeðe karar verdiðini yazsaydý ne yapardým? Þimdi, hiç deðilse uyarýlmýþ ve hazýr bekliyordum. Bu durum böylece üç yýl sürmüþtü. Bütün mektuplarýnýn satýr aralarýný didik didik ediyor, bir emare, bir iz arýyor, ama bulamýyordum…
. Nitekim ilk görüþmemiz, içeri giriþimin beþinci yýlý ve Manheimda olmuþ, bunu saklayamayýp, bütün öfke ve nefretimle yüzüne haykýrmýþtým. “Sonra bana kalleþlik yaptýn deme!” Diye de, uyarmýþtým. Fakat tepkisi son derece tabii idi. Yani hiç tepki göstermeyip, hata yaptýðýný kabul etmiþti. Bu durumun, o terk edemediði, tipik münasebetsizliðinin bir eseri olduðunu anlamýþtým. Her ne kadar onu yüreðimden silmiþ, dört yýl boyunca sahte sevi mektup ve þiirleri yazdýðýmý düþünüyor idiysem de, o sözleri aklýma her geldiðinde uykudaysam uyanmýþ, uyumak istiyorsam uyanýk kalmýþtým hep. Ha, bu arada bunun hiç mi faydasý olmamýþtý? Kuþkusuz, baþka mektup arkadaþlarým olmuþtu, ki onlar olmasa üzüntü ve kahýrdan, heyecansýzlýktan bu hayattan göçüp giderdim herhal. Her neyse, mühim olan insanýn her yer ve ortamda ayakta kalbilmesiydi. Hayatta insanoðlunun baþýna her þey gelebilirdi. Beterin her zaman beteri vardý. Düþmez kalkmaz bir Allah’týr, denmesi boþ deðildi. Radyodan duyduðum acý haberler ve onlarý yaþayanlarýn yerinde olmadýðýma þükrettiðim çok olmuþtu. Hapishane olmazsa hastahane veya týmarhane ya da insan ihtiyarlar, sevenleri terk eder ve bimarhane olabilirdi. Hayatta acýlar olmazsa mutluluðu anlamak mümkün olmazdý…
. Bir hikaye vardý, annemin, biz küçükken anlattýðý; avcý Hüseyin.
Ýçerde bazan bu gelirdi aklýma. Avcý Hüseyin, daðda bayýrda dolaþýp, av ararken, kulaðýna gaipten bir ses gelir, ona þöyle nida edermiþ;
” Avcý Hüseyin, avcý Hüseyin, baþýna bir gada bela gelecek, gençlikte mi gelsin, kocalýkta mý?”
Avcý Hüseyin bu sesi iþitince ürperir, korkudan hiç cevap veremez olurmuþ. Çünkü yeni evli ve iki çocuk babasý imiþ. Sonunda dayanamayýp, konuyu karýsýna açmýþ. Karýsý daha cesur olmalýymýþ ki, o sesi tekrar iþitecek olursa, ne gelirse gençlikte gelsin, demesini tembih etmiþ. O da öyle yapmýþ. Ama ondan sonra baþýna çok acý þeyler gelip, ayrý düþtüðü ailesine ancak yýllar sürecek özlem ve acýlarýndan sonra tekrar kavuþabilmiþti…
Bana en çok teselli ve güç veren, okurken bitmesinden korktuðum iki ciltlik “Monte Kristo Kontu” adlý meþhur roman olmuþtu. Ona içeri girdiðimin ikinci senesinin baþlarýnda rastlamýþ ve kendi kendime “O adam gerçek bir zindan, bir kalebentte ondört yýl yaþayabilmiþse, ben o koþullara kýyasla, lüks otel odasý gibi sayýlan bu þartlarda her halde iki katý cezaya dayanabilirim” demiþtim. Buna raðmen ilk dört yýlda yaþadýðým acýlarý unutamam. Onlarý, aþaðýda geçen þiirlerde, abartýlý da olsa, özetlerken, bu arada acýlara karþý baðýþýklýk kazandýðýmý hissediyordum…


GEÇERKEN ZAMAN
Aciz düþer usum, dilim, kalemim,
Anlatamam içimde kor olan özlemleri.
Geldikçe aklýma anam, bacým ve yarim,
Arþa fýþkýrýr ruhumun hasret volkanlarý.

Geçerken zaman eze eze ömrümden,
Kopar yüreðimde özlem fýrtýnalarý
Uyandýkça hüsranla o yalan hayallerden,
Coþar nidalarý intizarýmýn yýrtarak semalarý.

Umut dünyam gurbette inhidam buldu
Seheri görmeden ah gün akþam oldu.
Kader ile kahpe düzen ittifak kurdu;
Bu yalan dünya artýk ah bir makber oldu.

Aylar oldu bir mektubum gelmez sýladan,
Bir kuru selamý bile çok görür dostlar,
Bu zulüm duvarý kalkýp bir gün aradan,
Gurbet mahkumlarý da hür olmaz mý dostlar?
Stammheim' 1982.

SILAYA HASRET
Özlüyorum toprak kokan o yaðmurlu köyümü,
Çamurlu yollarýný yalýn ayak koþtuðumuz.
Hayal ediyorum yeniden dönmüþlüðümü,
Bu kahreden hasretin sonunu bulduðumuz.

Silinmez hafýzamdan hayali yaz akþamlarýnýn,
Coþkunca, çocukça oynaþtýðýmýz.
Ruhumu sarýyor özlemi duru mehtaplarýnýn,
Ýlk sevgiyi, ilk aþký kalplerde tattýðýmýz.

Ah bir görsem o güzel Karatepeyi,
Ruhumla þarkýlarýný dinlesem bülbüllerinin.
Ölesiye koþsam aþmak için yeþil zirveyi
Yaþam rayihasýný koklasam kýr çiçeklerinin.

Duysam yeniden çaðýltýsýný deremizin
Serin gölgelerinde sönse içimdeki hasret ateþi
Yýrtsa dikenleri her yanýmý böðürtlenlerin
Yeniden tatsam hayat iksirini, güneþi..
Stammheim 10.9.1982

Benden bir süre sonra ayakkabý atölyesinde iþe baþlayan arkadaþlardan Darendeli Battal’ý nispeten kendime yakýn buluyordum. Çünkü cezalarýmýz ayný ve ilgi sahalarýmýz yakýndý. Okumayý, þiir, müzik ve edebiyatý seviyorduk. Battal gerçi ilkokul mezunuydu, ama ilgileri dolayýsýyla çoðuna göre edebiyata yatkýndý. Þiir kabiliyeti vardý. Yazýyor, bunlarý getirip bana gösteriyor, eleþtirmemi istiyordu. Battal da cinayetle suçlanýyordu. Fakat o, bir yakýn köylüsünün oyununa geldiðini, esasen masum olduðunu söylüyordu. Boþ vakitlerimizde gazete ve dergilerde çýkan bulmacalarý dolduruyor, bunlar hafif gelmeðe baþlayýnca, daha zorlarýný kendimiz hazýrlýyor, bir birimize veriyorduk. Bunlarýn dýþýnda, bilhassa tek odaya geçeli, sýklaþtýrdýðým kara kalem çalýþmalarý yapýyor, resimde her geçen gün biraz daha mesafe kayd ediyordum. Ýleride, muhakkak okumak ve iyi bir ressam olmak istiyordum. Lise mezunu olmama raðmen, gerekirse önce Alman Real Schule’sini “Lise” bitirecek, sonra Fern Studium “Açýk öðrenim” yapacaktým.


MANNHEÝM
Almanyada, þartlý taammüt ile adam öldürmenin cezai sonucu, týpký þarta þurta bakmadan, sýrf keyfi öyle istediði için birini zýmbalayanýn ki ile ayný idi. Yoksa salt yabancý olduðum için deðildi bu aðýr ceza. Çünkü Almanlar, hele de Hitler zamanýndan kalma yaþlý hakimler, yabancýlarý bilhassa severlerdi. Kanunda yeri böyle olmasa, “Hayatýmý korumak zorunda kalýrsam ateþ de ederim” þeklinde bir þart ileri sürdüm diye, (Bunu polis beyler özel bir cýmbýzla ifademden çekmiþlerdi) hiç böyle yüksek ceza verirler miydi bana. Mahkemede gene de þu soruyu sormadan edememiþtim:
-Ona daha önce hiç dokunmadýðým halde, beni baþýmdan aðýr yaralayan adamýn hiç suçu yokmuydu ölümünde Hakim Bey?
Diye sorduðumda, altmýþýndaki mahkeme reisi Hakim Prinzing;
-Vardý elbet, derken, bir an duraksamýþ, o esanada aklýndan “Seni vurup öldüremediði için ölümü hak etmiþti zaten teres” geçirdiðine kalýbýmý basardým. Nitekim sözünü tamamlayarak;
- Ama, o da bunu hayatýyla ödedi. diyordu.
Hayatta kalmamýn bedeli olan müebbet hapis cezasýný elbette ki seve seve kabul edecektim, çünkü hiç kuþkusuz, eðer idam cezasý kaldýrýlmamýþ olsa bunu vermekte tereddüt etmeyecekti bu mahkeme heyeti. Ama gene de, günün birinde, “Neden yapmadýn?” demesinler diye, bu kararý haksýz bulup, temyiz edeceðimi peþinen söylemiþ, yapmýþtým…
Giriþten itibaren, tutmakta olduðum günlük muntazam ve her güne ait olmayýp, anýlarýmý geliþi güzel yazýyordum. Günlerin önemi yoktu artýk. Yýllar bitiyor ama cezam sanki hiç azalmýyordu. Ne zaman çýkacaðýma iliþkin belli bir tarih yok ve kaç yýl yatacaðým meçhuldü. En azýndan on beþ yýl yazýyordu kanun kitaplarý. Bunu söylerken yüzüme bakanlarýn yüzlerindeki anlam týpký ölüme terk edilenlere bakýþa benziyordu. Bu beni içerden kamçýlýyor ve içimden; “Sadece kendimi ispat ettiðime kani olana ve sabrým tükeninceye deðin burada kalacak, sonra ölü veya diri, ama mutlaka buradan çýkacaðým…” diyordum. Neden bilmem, belki de bu kararýmý daha da güçlendirmek için, memlekette daha küçük bir çocukken býraktýðým kardeþlerimden Selahat’a bir mektupta þöyle yazýyordum;
“ Selahat, oðul, kara tepeye týrman, tam böðründeki çamlardan birine çýk ve oradan sesinin bütün gücüyle þöyle seslen;
-Ey Karatepe haberin olsun, er ya da geç, ama bir gün mutlaka Abim tekrar sana geri gelecektir! “ Acý ve ýstýrapla dolu ilk dört yýlý geride býrakýrken, sabrýmýn tükenmemesi için yüce Tanrýya yakarýyor bu arada, yalnýzlýðýmý sevdiklerimle paylaþmak için þiir yazmaða devam edip, bunlarý mektuplarla gönderiyordum.

BULAMIYORUM
Aðaçlar çiçek açýp ýtýrlanýyor
Can buluyor tabiat yeni baþtan
Her günüm kalbime bir yara neþterliyor
Solacak çünkü güller ben koklayamadan.


Bilmiyorum, güneþ mi soluk,
Yoksa benim fersiz gözlerim mi gamdan
Görüyor dünyayý salt karanlýk?
Maverayý özlüyorum hayata doyamadan

Silik hatýralarýnda þimdi mazinin
Teselli arýyor, bulamýyorum
Karanlýklar sarmýþ güneþlerimi
Bir aydýnlýk yol bulamýyorum.
13.3.1983

BEN
Devran arar iken hüsraný bulan
Kaderin elinde bir oyuncak olan
Gurbet eli diyar diyar dolanan
Bahtýna yenilmiþ bir maðlubum ben.

Hicran otað kurdu gönlümde
Mektuplar avuncum oldu benim.
Genç ömrüm tükenir hücrelerde
Hapishane mekaným oldu benim.

ANAMA
Ah anam, sevgili anam!
Neden doðurdun, deyip sana kýzamam
Alnýma kazýlmýþ bu çile silip atamam
Mahkumum hücrelere seni artýk duyamam...


HER ANIM GECE
Yine oldu bir sabah,
Kahýr dolu bir gecenin ardýndan
Yine baþladý bir gün,
Mahkum ruha özgür güneþ çalmadan
Akþam olacak yine ben günü yaþamadan
Baþlayacak bitmez bir gece
Dönüp duracaðým yataðýmda uyumadan
Duyulacak en acý perdesinden
Ýntizarým hece hece.

Tübingen 12.12.82

DÜÞÜNÜRKEN
Kabarýp ruhumun gam dalgalarý
Taþýyor üstünden dört duvarýn
Yýrtýyor haykýrýþým loþ semalarý
Düþündükçe çöküþünü umut dünyamýn

Tahammülü kalmadý þu mustarip kalbimin
Sýlada mahzun kalan yarin hasretine
Pýnarlarý kurudu artýk gözlerimin
Aðladýkça kan akar sineme yaþ yerine.

Sardý ruhumu artýk kollarý yalnýzlýðýn
Kapandý üzerime kapýsý tutsaklýðýn
Olurmu hiç ey Tanrým böylesi bahtsýzlýðýn
Tükenmiyor gurbette çilesi mahpuslarýn.


BU AKÞAM
Tutsak akþamlarýmdan birisi daha
Yine sensiz, yine hasretim sana
Buluyor ruhum sonsuz çölde bir vaha
Uzanýrken ellerim hayal de olsa sana

Ýçimde kopuyor tufanlarý elemin
Bir baþka kahýrlý gönlüm bu akþam.
Dar hücresi tümden sýktý hapishanenin
Aðlamam hiç, aðlamazsam bu akþam...
Stammheim

ANILARA
Size sesleniyorum ey,
Mazinin makberine gömdüðüm acý anýlar.
Muhayyilemde kokuþan aç kurtlar,
Kemiremezsiniz ruhumu artýk ey!

Hala inadýnýz bilmem ki niye
Yok artýk dünyamda en ufak anlamýnýz
Neden hortluyorsunuz mazinin mezarýndan
Bitti artýk, tükendi o kahreden etkiniz.

Sizi geçmiþe gömdüm
Bir daha çýkmamacasýna bahtýma.
Sizden arta kalan çileli ömrüm,
Varacak atinin nurlu sabahlarýna.

Duyun ey, duyun andýný,
Sizi tekrar anmayacak olan dilimin.
Duyun ey, duyun haykýrýþýný,
Sizi tümden unutan dimaðýmýn.


ÞAÞIYORUM
Tanýyamýyorum kendimi
Ýki ruhlu benliðimi ben
Düþünürken bazen ölmekliðimi;
umutsuzluðun pençesinde inlerken
Bakýyorum ki birden
Bir baþka ben olmuþum ben;
Elemi, çileyi, özlemi sinesinde kül eden
Kadere, feleðe, düzene meydan okurcasýna;
gülen yeniden.
Þaþýyorum kendime ben,
Bu nasýl kalptir bilmem
Daha demin için için aðlarken,
Ölüme bile þu an buyun eðmem.
Mannheim..........


BÝLÝR MÝSÝN
Ýki satýr bile olsa bir mektup
Nasýl sevindirir insaný hapishanede?
Bilir misin?
Þakýrtýyla kapanan demir kapýnýn sesi
Nasýl azap verir arkasýnda kalan tutsaða?
Bilir misin tecrithanede ki o yalnýzlýðý,
Sabahýn olmayacaðýný,
Güneþin doðmayacaðýný,
O anýn bitmeyeceðini,
Düþünmeði bilir misin?!

Yaþýyor mu, ölü mü?
Rüyada mý, uyanýk mý?
Ne halde olduðunu bilemeden,
Yaþamayý bilir misin?

Çýldýrýp çýldýrmadýðýný bilememeyi,
En kahýrlý anda bile aðlayamamayý,
Kaðýtlarla, kalemlerle
Dertleþmeyi bilir misin?
Bilmezsin deðil mi?
Çünkü ben de bilmezdim hürken
Ýnsan bambaþka bir insandýr özgürken ...

Mannheim 3.4.84


NE GÜZEL

Uzaklardan, çok uzaklardan da olsa.
Sevmek ne güzel
Hayal etmek ne güzel
Kalpten kalbe aþk sýzdýran
Kenetlenmiþ elleri
Birleþen dudaklarý
Sevdalý bakýþlarý...
Tasvir etmek ne güzel
Yaðmurda el ele,
Gönül gönüle gezen
Sýrýlsýklam aþýklarý....
Düþlemek ne güzel!
Senle geçen anlarý...


BUNLU BÝR SABAHTA BEN

Gurbet mahpushanesinin
Bir bunlu sabahýnda yine
Havamý buldum, havamý!
Kanýyor içimde bin hicran yaram
Aðlaþmakta özgürlük tutkularým
Havamý buldum, havamý!
Yýllardýr düþkünü olduðum...

Saldýrýrken yorgun yüreðime
Yekun silahlarýyla amansýz özlemlerim
Fýþkýrýyor kalemimden
lavlaþan göz yaþlarým...
Havamý buldum, havamý!!!
Yýllardýr tutsaðý olduðum....
Mannheim 28.6.84




DOÐAYLA BÝZ
Dem olur;
Tomurcuklarý olgunlaþýr umutlarýmýn,
Açarlar gencecik çiçekler gibi baharlarda;
Yeisler, elemler uzuk olur benden;
Dost oluruz doðayla biz!

Dem olup;
Ufuklarý sonsuzlaþýr afaký hayal dünyamýn;
Özlemlerimin vuslatýný yaþarým rüyalarda
Neþe çaðlar ruhum çöle akan ýrmak misali
Seviþiriz doðayla biz!

An olur;
Bir fýrtýna gecesinde bunlanýr gönlüm
Yýrtar sinemi amansýz bir ahý çaresizliðin
Birleþerek asi þimþeklerle arzý titreten
Dertleþiriz doðayla biz...

Ve gün olur;
Bir yanda yedi renkli alkým
Billur ýþýnlarýyla tayflaþýrken güneþin,
Boþaltýr yükünü nemli sirruslarý göklerin,
Ilgýt ýlgýt bir yaðmur baþlar
Bir asudeliktir tutar dünyayý...
Pýnarlarý kabarýr mahzun gözlerin,
Dolar, dolukurum ama,
Aðlayamam,
Boþalamam hiç;
Bozuþuruz doðayla biz .
Bruchsal 7 Temmuz 1986

PENCERESÝNDE TUTSAKLIÐIN
Penceresindeyim bu akþam yine
Buram buram bir özlem
Derin, içli bir ah ile
Ýfadeleþirken suskun dilimde...
Gözlerim usul usul çiseleyen yaðmurun
Puslayýp, hüzünlediði gökleri dalýp,
Daðýlmakta özgürlük tutkulu bakýþlarým
Buðulu ufuklarýnda hürriyetin...

Bu akþam çok doluyum;
Çok dolu, kara bulutlarýndan bile yaðmurun
Onlar sicim sicim katralerini boþaltýp,
Bir çeþit vuslatý yaþýyor, hafifliyorlar
Oysa ben?
Giderek daha çok doluyor,
Depo oluyorum tükenmez elemlere
Ýçimi dökecek vefalý bir kalpten yoksun
Kýskanýyorum yaðmuru bile,
Buakþam
Çelik kafesli penceresinde tutsaklýðýn.


Bu arada insan, tabiat ve Tanrý konusunda tasavvufi, felsefi eserleri okuyor, üzerinde günler, geceler boyu düþünüyordum. Ýþlerin evdeki hesaba ters düþmesi, yetkili mahkeme Türkiye’ye karar vermesine raðmen, (Hani hukuk devletiydi Almanya?) iademin rafa kaldýrýlmasý ve umduðumun çok ötesinde bir cezaya mahkum edilmemden ötürü, çýkacaðým günün meçhul olmasý, fýrsat çýktýðý anda, firarý denemeði dayatýyordu. Ayrýca, bu denememem halinde, bu cezaya kendimi vicdanen müstehak bulduðum anlamýna da gelebilirdi. Henüz bilmiyor, ama bunun baþka olumlu sonuçlarý da olabileceðini düþünüyordum. Nitekim, bu fýrsat belki de çok yakýnda çýkacaktý. Çünkü hapishane doktoru beni dýþardaki bir kliniðe masaj için havale etmiþ ve bunun için tam on bir kez götürülme planý yapýlmýþtý. Bu arada Ýranlý bir mahkum olan Rýza'dan bir de kelepçe anahtarý almýþtým. Ýki yýldýr tanýþtýðým Rýza bir Türk kadýný ile evli ve dokuz yýllýk cezasý vardý…
Ýki yýl önce, mahkeme nedeniyle Tübingen’de bulunan küçük cezaevinde bulunuyordum. O günlerde bir akþam, radyodan duyduðum haberler arasýnda biri þöyle idi: “Eroin diye, polise un satan iki kiþinin tutuklandý.” Nitekim devresi gün, bu olaya karýþan, Ýbrahim adlý Türk’ü yanýma getirmiþlerdi. Meðer o haberde geçenlerden biri de bu Rýza imiþ. Her nasýlsa elde ettiði bu anahtarý, (bir gardiyandan iki yüz Mark’a aldýðýný söylüyordu), karýsýyla yazýþmalarýnda yardýmcý olduðum için bana vermiþti. Ayrýca, dýþarýya telefon etme ve yardým isteme imkaným da vardý. Mutlaka bir gün çýkacaðýný tahmin ettiðim fýrsat, iþte saatine kadar planlanacak þekilde zuhur ediyordu. Dýþarýdan gelecek küçük bir katkýyla bu iþ gerçekleþebilirdi. Her ne kadar, bana bu yardýmý saðlama borcu ve vaadi olan biri varsa da, bunu yapacaðýna güvenim yoktu…
FÝRAR
Nihayet o gün gelmiþti, ama dýþarýdan hiç bir yardým yapýlmayacaðýný da artýk biliyordum. Ne Maçkalý Kamarat ne de Malatyalý Muso vaatlerinde sadýk kalýyorlardý. Biri buna gerekçeymiþ gibi,(Bana küfür etse ancak bu kadar zoruma giderdi) korktuðundan bahsederken, diðeri þarta baðlayarak, ancak kendi mekanýna gelirsem yardým edebileceðini söylüyordu. Oysa o gün öyle demiyor, yaparým diyordu her ikis de. Ýnsan oðlu böyle namert ve bivefa olabiliyordu ne yazýk ki. Zor durumda kalýnca her türlü sözü verir, sonra bu durumdan kurtulunca unuturlardý. Bu durumda bir firarýn baþarý þansý az olmasýna raðmen deneyecektim. Çünkü bu mahkumluðu böyle sürdürmem artýk mümkün deðildi. Ýçinde yaþadýðým cemiyet gerçek yüzümü görüp, gerçek kimliðimi tanýmalýydý artýk. Ne demiþler “Ya olduðun gibi görün, veya göründüðün gibi ol”. Aksi halde istesem de olamýyordum. Þimdiye kadar ki imajým bu tanýmý tam olarak karþýlamýyor, bu da bana yarardan ziyade zarar veriyordu. Böyle sýradan biri olarak hiç yaþamamýþ, yeterince sabretmiþtim. Artýk tabiatýma uymam bir zaruret halini almýþtý. Bu iþ adamýn hayatýna mal olabilir veya bütün mahkumiyet hayatý cehenneme dönüþebilirdi. Ama kendin olmak istiyorsan bu öyle ucuza olacak iþ deðildi. “Konsequent” diyordu böylesine Almanlar. Yani istediðin bir þeye karþýlýk ödeyeceðin bir bedel vardý ve sen bunu göze alýrsan saygý ve kabule layýk olabilirdin, aksi hiç mümkün deðildi. O halde çok ince bir hesap yapýp, asla yanlýþ yapmamalýydým. Yakýn vadedeki amacým, bütün mevcudiyetimi ortaya koymak pahasýna, her türlü keyfi dayatma ve muamelere karþý korunma ve güvence saðlamaktý. Nihai amacým; her türlü pratik ve nazari bilgiyi edinmek ve bununla temayüz ederek, kendimi bir de bu yolla kanýtlamaktý. Tanrý, kuþkusuz yardýmcým alacaktý.
1985 yýlý Aralýk ayýnýn ilk Perþenbe günüydü. Sabah erken kalkmýþ, son hazýrlýklarýmý gözden geçiriyordum. Burada en deðerli eþyam aný defterlerimdi. Þayet firarým gerçekleþirse anýlarýma tekrar kavuþmak istiyordum. Lakin mühim bir karar vermem gerekiyor, bunda ise tereddüt ediyordum. Firar esnasýnda yanýma, özel olarak yaptýðým, T tipi çelik þiþi alsa mýydým almasa mý? Refakatçýlarýmý, beni takip etmekten caydýrmanýn en asli kuralý, her an kullanýma hazýr, somut bir silahým olduðunu onlara göstermekti. Aksi halde onlarla kapýþmam kýçýnýlmaz olur ve silah kullanmasam dahi canlarýný fena halde yakabilirdim. Oysa bu etapta çok gerekmedikçe bundan kaçýnmak istiyorum. Çünkü dýþarda hayatýný bana adamýþ, tekrar dönünceye deðin beni bekleyecek olan biri vardý. Baþýma her þey gelebilirdi, yeterki hayatta kalaydým. Bu firarý baþarma þansýmý yüzde doksanlara kadar artýrmak elimdeydi, ama anýlan sebepten ötürü bunu yapamýyordum.
Oysa ki, hayatta böyle iþleri baþarmanýn baþ koþulu baðýmsýz ve her þeyi göze alacak þekilde kararlý olmaktý. Bu durumda firarý baþarmam tamamen þansa baðlýydý. Çünkü olay mahallinden beni alýp, bir an gözden kaybolmamý saðlayacak her hangi bir araç yoktu. Yardýma ihtiyaç duyduðumu haber verdiðim kiþiler, kendi yapmýyorsa bile, birine elli mark verip, belli adrese, belli saatte göndermeði akýl edemiyor veya etmek istemiyordu. Madem öyle, ben de sýnýrlý bir planý uygulamalý ve olumlu, olumsuz þartlarý göze almalýydým.
Ýçeri ilk girdiðim günlerden beri, çýkmasýný istediðim firar fýrsatý için, gerek zaruri ve gerekse maksatlý olarak yatýrým yapýyor, bel aðrýlarýmdan ötürü sýk sýk revire gidiyordum. Böylece aradan dört yýl geçmiþ ve iþste altýncý bel masajý seansý için dýþarda, bir özel kliniðe altýncý kez götürülecektim. Firarým, bu kliniðin avlusunda baþlayacaktý. Kazara, olay yerinden tamamen kendi imkanlarýmla ve defansiv olarak (Kimseye saldýrmadan), uzaklaþýp, gözden kaybolmayý baþarabilirsem, içerde iken tanýdýðým Malatyalý bir arkadaþýn verdiði adrese gidecektim. Orada küçük bir kýlýk kýyafet deðiþiklikliði yapacak ve sonra ýslýk çalarak çýkýp gidecektim. Kahvaltýdan sonra aný yazýlarýmýn bulunduðu defterleri Kayserili Mustafa’ya vermiþ, beni transport minibüsününe götürecek olan gardiyaný bekliyordum. Bu sýrada dahi þiþi ayaðýmýn altýna, çorabýn içine alýp, almamak konusunda tereddütteydim. Fakat son anda bundan vazgeçmiþtim, çünkü yanýmda silah olmasý durumunda bunu kullanmakta çabuk karar verdiðimi biliyordum. Saat dokuza doðru gardiyan gelmiþti. Kara býyýklý, saçý önden hafif dökük, ortanýn biraz üzerinde saðlam yapýlý ve ilk etapta bir Türke benzeyen Helmut adlý gardiyanla aracýn yanýna gitmiþtik. Benden baþka üç mahkum daha vardý. Kimi diþçiye, kimi göz doktoruna gidiyorlardý. Minibüse binmeden, bilekler üst üste gelecek þekilde herkese kelepçe takýlmýþ, anahtarla kilitlemiþti. Mahkum transportlarý için özel olan, pencereleri çelik kafesle tahkim edilmiþ bir VW Minibüste bulunan öteki mahkumlarýn ikisi Alman biri Yuguslavdý. Þoför ve iki gardiyan hemen önümdeki kafesle bölünmüþ þoför mahalline oturmuþlardý. Kapýlarý dýþardan kilitlenmiþ olan araç gerekli formalitelerin ibrazýndan sonra açýlan büyük, raylý ana kapýdan dýþarý çýkýp, þehir trafiðine katýlmýþtýk. Umduðumun aksine hava son derece güneþlik ve sýcaktý. Ýlk uðranýlacak hastahaneye beþ dakikada varmýþdýk. Orada Yugoslav mahkum inmiþ ve kendisini bekleyen bir gardiyanla içeri girmiþlerdi. Ben sondurakta inecektim. Hiç hesapta yokken, yolda bir de diþçiye uðranmýþtý. Oraya önceden gitmiþ olan bir mahkumla bir gardiyan araca binmiþlerdi. Durulan kalaba pazar yeri firar için esasen çok daha uygun olabilirdi. Lakin buraya uðranýlacaðýndan habersiz, oturduðum pencere kenarý kýsa süra açýlýp, kanan kapýya uzaktý. Orayý seçme nedenim, kelepçeyi çözmek için daha uygun olmasýydý. Hareketten az sonra bunu yapmýþtým. Türlü bahanelerle yaratarak pantolon kemerine saklayýp, bir yara bandýna sardýðým anahtarý çýkarýp, kilidi açýþýmý kamufle etmiþ, kolumdan çýkmasýn diye kelepçeyi artýk elimle tutuyordum. Bir ara, hem firarý daha eðlenceli kýlmak, hem de kendi þansýmý artýrmak için diðer mahkumlara arasýnda sondaj yapmýþ, kaçmak isteyen olursa kelepçesini çözecektim, lakin yazýk ki firar fýrsatý arayan kimse çýkmamýþtý. Derken araç tekrar yola koyulmuþ ve sonduraða varmýþtýk. Önden inen gardiyanlardan þiþmanca olaný kapýyý açmýþ ve nihayet inme sýrasý bana gelmiþti. Heyecanlýydým. Çünkü hayatýmda ilk kez bir firarý deneyecektim. Bu tarz bana çok ters geliyordu, ama baþka çarem yoktu. Araçtan yere inmiþ, her zamanki gibi önden yürüyen iki gardiyanýn ardýndan iki adým atmýþtým ki, birden durup, sol kolumdaki kelepçeyi bir çekiþte açmýþ ve bileðimden sarkan diðer ucunu sað avcuma alýp, hurra! diye haykýrmýþtým. Sessizce sývýþmam mümkün iken, bunu kalleþlik saydýðým için, niyetimi duyurmayý yeðlemiþtim. Nitekim hemen sola dönmüþ, aracýn yanýnda, þaskýn bir þekilde beni izeleyen gardiyanýn önünden geçiyordum. Yirmi adým ilerde olayý gören bir yaya hemen önümü kesmek ve yakalamak için kollarýný yana açmýþ, yaklaþmamý bekliyordu. Fakat kararlý bir þekilde ve süratle üzerine gelmem karþýsýnda bu fikrinden çarkedip, bana yol vermek zorunda kalýyordu. Bu sekilde son sürat ilerlerken baþýmý çevirip, bir an geri baktýðýmda Blatter adlý gardiyanýn koþar adým takibe baþladýðýný görüyor ve ona seslenerek:
-Verfolge mir bloss nicht, sonst?! “Sakýn takibe yeltenme, yoksa karýþmam” Diyordum.
Fakat gardiyan ardýmdan inatla koþmaða devam ediyordu. Yollar hayli sakin, trafik hareketsizdi. Kaldýrýmda koþarken çok karýþýk duygular içindeydim. Yetiþkin olalý ilk kez birinin önünden kaçýyordum. Þeytan bir anda geri dönüp, bu mendebura cezasýný vermemi istiyordu. Fakat bunun henüz zamaný deðildi. Firar planýma göre, doðruya giderek gardan geçip, biraz önce gelmiþ olduðum Marktplatz'a (Pazar yeri) ulaþmalýydým. Hemen yakýnda bir yerde hazýr polis kuvvetlerinin binasý olduðunu da biliyordum. Oraya ulaþýrsam yardým sözü vermiþ olan Malatyalý Mustafa'nýn Gasthaus'una girecek ve uzun zamandýr kesmediðim sakalýmý traþ edip, kýyafet deðiþtirerek dýþarý çýkacaktým. Fakat takip eden biri olduðu sürece bu imkansýzdý. O nedenle yolu karþýya geçmem gerekirken, sola dönerek bulunduðum kaldýrýmda koþmayý sürdürüyordum. Sol dizim voleybolda sakatlanmýþ, menüsküs emaresi, dizim þiþmeðe baþlamýþtý. O gün bir de bunun rontgeni çekilecekti. Aðrý hissedince bir vites geri takmýþtým. Ayný þeyi gardiyanýn da yaptýðýný ayak seslerinden anlýyordum. Giydiðim yarým konçlu, yüksek topuklu çizmeler uzun süre koþmayý güçleþtiriyordu. Start alalý altý yüz metre koþmuþ, baldýrlarým esneme imkaný vermeyen topuklar dolayýsýyla iyice katýlaþýp, uyuþmuþlardý. Nereye gideceðim belirsiz bir halde uzun kaldýrým boyunca koþuyordum. Bu arada takipçime iyice kýzmaða baþlamýþtým. Hemen saðdan dört þeritli geniþ bir asfalt geçiyordu. Lakin yol bomboþtu. Solda binalar yükseliyordu. Bu binalarýn bittiði köþeden öte enorm geniþ bir dörtyol vardý. Birden doksan derece sola dönüþle takipcimin gözünden kaybolmuþtum. Solumda bir kilise duruyordu. Oraya girmem, sivil bir yere girmemden daha ehven olsa da, bunu yapmayý onuruma yediremeyip, kilisenin altýndan dolaþarak, tekrar ayný yola çýkacaktým. Fakat aksilik bu ya, yukarý çýkaran bir geçiþ imkaný yoktu. Takipçi ile aramýzda kýrk elli adým ancak vardý. Bir ara nefes tazelemek için durup ne yapacaðýmý düþündüm. Sonra dönmüþ olduðum, bu geldiðim yola paralel caddenin karþý kaldýrýmýna yürüdüm. Evlerin arasýnda bulunan bir geçitten içeri girmiþtim. Önüme yüksek demir parmaklýklý bir çit çýkmýþtý. Onun arkasýnda futbol sahasý kadar geniþ bir iç avlu ve arkada yükselen kocaman, çok katlý bir blok site vardý. Demir parmaklýtlý, kilitli kapý sahaya geçiþi önlüyordu. Bu yüksek kapýyý týrmanmak gerekiyordu. Fakat bu hareketim yüzlerce pencereden muhakkak birileri tarafýndan görülecekti. Bulunduðum tarafta, giriþin sað ve solunda kalan ikiþer katlý özel konutlarda kimsecikler yok gibiydi. Zemin katlardan birinde bir pencere açýk býrakýlmýþtý. Buradan içeri girmek mümkündü. Fakat þahsi mücadelemde, hiç alakasý olmayan baþka insanlarý taciz etmek istemiyor ve öylece beklemeðe karar veriyordum. Üst üste giydiðim kazak ve eþofman dolayýsýyla çok terlemiþtim. Hemen eþofman üstünü ve sonra kelepçeyi çýkarýp bir kenara býraktým. Artýk takipçilerimi bekliyordum. Bundan sonra nelerin olabileceðini düþünürken, özgürlüðün bu düþsel kapýsýndan geri dönme ihtimali içimi yaralýyordu.
Dört yýl sonra ilk defa hürriyete bu kadar yaklaþýp, bitiþi meçhul bir mahkumiyete geri döndürülme olasýlýðým içimi isyanla dolduruyor, beni yakalayacak olanlarý piþman etmek istiyordum. Nitekim on adýmda geçilen dýþ giriþin önünde acý bir fren sesi duyuluyordu. Arayanlar izimi bulmuþ olmalýydýlar. Gelecekleri varsa görecekleri de vardý. Derken az sonra iki gardiyan koþar adým karþýda belirmiþ ve hýzlarýný kesmeden bana doðru koþmuþlardý. Onlara bu pervasýzlýðýn bedelini ödetmek üzere hemen vuruþ vaziyeti almýþtým. Her birine bir yumruk isabet ettirebilirsem firara devam edebilirdim. Ya da bu duruþ karþýsýnda frene basacak olan gardiyanlar, benimle pazarlýða giriþeceklerdi. Akýllarý varsa zaten böyle yaparlardý. Nasýl olsa þahsi düþmanlýðým da yoktu. Uygun davranarak bu badireden sýyrýlmalarý mümkün olailirdi. Ancak bunu yapmak yerine, gözü kýrmýzý bayrak görmüþ arena boðalarý gibi hýzla üstüme geliyorlardý. H. Denner adlý önde gelen ilk yumruða hedef olup, ilk etapta kaburgasý çatlasa da sýcaðýyla henüz acý duymuyordu. Aslýnda çok þanslýydý. Çünkü esasen ilk darbeyi daha güçlü olan sað yumrukla yapacaktým. Gard alýþým karþýsýnda bir an duraklayacaklarýný düþündüðüm halde, doðrudan üstüme gelmeleri sol yumruðu kullandýrmýþtý. Gövdesinin ortasýna deðil, sol böðrünü sýyýran yumruk, koltuk altýndan girip, öte yanýndan çýkmýþ, ikinci darbeyi hemen indirmem gerekmiþti. Bunu þimdilik kaydýyla erteleyince, can havliyle koluma sarýlmýþtý. Polise çoktan alarm verilmiþ olacaðýndan her an gelmelerini bekliyordum. Bu tereddütümden yararlanan Blatter iki elle sað koluma sarýlýyordu. Beni gerçi yakalamýþ ama bir türlü zapt edemiyor, yere yýkmaða çalýþýyor, lakin kollarýmý bir an dahi býrakamadýklarý için bunu baþaramýyorlardý. Kollarýmý kaptýrmýþ olmama raðmen, teknik bir tutuþla onlarýn birer bileklerini tersten kývýrmýþ, acýtacak þekilde bastýrýyordum. Bir ara duralayýp:
-Tamam, tamam býrakýyorum artýk!
Diyerek reaksiyonlarýný deniyor, deðiþme görmeyince bileklerini burmayý sürdürüyordum. Dakikalar geçiyor, ama nedense polis görünmüyordu ortalýkta. Bir ara gardiyanlara hitaben;
- Cezamýn müebbet olduðunu ve bu durumda kim olsa kaçmayý deneyeceðini neden anlamak istemiyorsunuz. Tamam kaçmayacaðým diyorum size.
Diyerek bu teþebbüsümün makul gerekçesinden bahsetmek istemiþtim. Fakat onlardan yumuþama yerine, daha sýký sarýlma ve “Seni vahþi domuz seni “ dediklerini duyuyordum. Bu ise kin ve öfkemi arttýrýyordu. Bu mücadelede anlaþýlan herkes kendi rolünü hakkýyla oynamak zorunda ve merhamete yer yoktu. Ýþte Denner, iki koluyla tuttuðu tek kolumu, cebinden çýkardýðý anahtar zinciri ile kýskaca almaða ve zinciri kýyasýya bükmeðe baþlýyordu. Bu tür bir bahaneyi zaten bekliyordum, ama gene de son kez uyararak:
-Denner, bak canýmý yakýyorsun, yapma, yoksa karýþmam!?
- Bana vurdun, seni vahþi domuz seni!
Uyarýma aldýrýþ etmediði gibi, ilk darbemi de unutmadýðý anlaþýlýyordu. Yüzünde hakir gören bakýþýyla bana, istesen de artýk bir þey yapamazsýn, diyordu. Oysa çok yanýldýðýný þimdi anlayacaktý. Çünkü ilk darbenin artýk karambole karýþarak unutulacaðýný düþündüðünden güç kullanmayý biraz da bunun için kesmiþtim. Zira nasýl olsa yakalanýp, bütün bunlarýn hesabý verme ihtimali büyüktü. Ne kadar az hasar olursa o denli lehte olur sanýyordum. Fakat o ilk yumruðu bir hata edip, unutmadýðýný aðzýndan kaçýrýnca düþüncem tamamen deðiþiyordu. Nasýl olsa olan olmuþ, nacak kýrýlmýþtý. Bari bütün hýncýmý alayým da, varsýn istedikleri cezayý bana ondan sonra versinlerdi. Nitekim bir anda onu kendime doðru çekerken, suratýna var gücümle kafayý patlatýyordum. Ardýndan hiç duraksamadan baþýmla bir kavis yapýp, çünkü savunmasýz kalan yüzüme darbe geleceðini bekliyordum, saðdan gelen Blattere ait yumruktan sýyrýlýyor ve bu kez kafam onun kulak üzerinde patlýyordu. Arka arkaya duyulan iki toklamadan sonra halleri yaman oluyor, kollarýmý býrakýp, bana giriþmek isteyeceklerini umarken, can havliyle kollarýma sarýlýyordu. Biri sola, diðeri sað yana sarkmýþ, öylece duruyorlardý. Bu arada aldýðý darbenin þiddetiyle kaþý tamamen yarýlmýþ olan Hemutun yüzünden boþalan kan iri damlalar halinde yere saçýlýyor, aðýzlarýndan boðuk sesler dökülüyordu. Onlarýn bu pasif, sýrnaþýk hali beni sinirlendiriyor, öfkem gazaba dönüþüyordu. Beni tutan ellerden kurtulmak için önce saðdakinin kuluna bir diþ basmak istemiþ, ama sentetik kumaþta tutunamayarak kaymýþtým. Bunu bir kez daha denedikten sonra saðýmla sol dizine, ayaðýmýn yanýyla tekme sallamýþ, fakat bunu erken sezinlediði için ayaðýný çekerek kurtulmuþtu. Ayný darbe ikinci kez gene sonuçsuz kalýyordu. Sol ayaðým, dizimde bir haftadýr baþlamýþ olan iç menisküs zedelenmesi nedeniyle faal deðildi. Þimdi üçüncü darbeyi deneyecektim. Ama bunun hedefi farklý olacaktý. Zira daha önce yaptýðým iki darbe bu vuruþun hedefi bulmasý için verilmiþ bir ödün olup, bu kez onu aldatacaktým. Gene aþaðýdan darbe bekleyen Blatter, bu defa karýn hizasýndan baþlayarak, göðsüne ve sonra da çenesine kadar ulaþan dizi vuruþunu yiyordu. Bu darbe onu bitirmiþ, boþ bir çuval gibi yere yýðýlývermiþti. Bir anda serbest kalan sað kolumla solumdaki Denere sadece bir itme vurmam, onu da ayný vaziyete getirmek için yetecekti ki, nihayet altý kiþilik silahli polis timi karþýda belirmiþti. Oradaki manzarayý görünce, aksini istedikleri halde beni yakalamakta ölçülü davaranmak zorunda kalmýþlardý. Çünkü silah kullanmaksýzýn bana bir þey yapamayacaklarýný koluma kelepçe vurmaya çalýþýrken anlamýþ, baþaramayýnca bunun için :
-Kurallara göre sizi böyle kelepçesiz götüremeyiz, lütfen biraz anlayýþlý olun.
Diye adeta yalvarmýþlardý. Keþke buna raðmen kabul etmeseydim. Çünkü teslim olunca, kelepçe demiri bilek kemiðime oturuncaya kadar sýkmýþlardý. Bu arada kendilerinden geçmiþ olan gardiyanlar birer sedye ile acil servise, ben kelepçelerin verdiði acýdan kývranarak hapishaneye doðru yola çýkarýlmýþtýk...
Firar teþebbüsüm ve sonuçlarý hapishaneye çoktan ulaþmýþ, mahkumlar gülerken, gardiyanlar öfkeli ve arkadaþlarýnýn akýbetleri konusunda meraktalardý. Dördüncü kanattan sorumlu olan müdür muavini Bay Hahn (Horoz) bir süre sonra beni çaðýrtmýþ ve dört gardiyan refakatinde yanýna gitmiþtim. Hahn beni görünce þaþkýnlýk ve öfkeden önce ne diyeceðini þaþýrmýþtý. Daha önceki bir karþýlaþmamýzda ona yapmýþ olduðum bir role kötü kanmýþ, beni pasif ve halim, selim biri sanýyordu. Nitekim ilk sözleri:
-     Ah ben olmalýydým orada ki. Diyordu. Fakat artýk onun tanýdýðý kiþi ben deðildim ve olmamalýydým. Nitekim öfkeli bir tebessümle ona cevaben:
-     Bay Hahn, siz olsaydýnýz kendimi size karþý savunamaz mýydým, sanýyorsunuz yoksa?
Bu sözler beklediðim tesiri yaratmýþtý.
- Bay Hüralp, koyun postuna bürünmüþ bir kurtmuþsunuz siz meðer. Her neyse, býrakýn þimdi bunu da, olay nasýl oldu, ellerinizi nasýl çözdünüz, onu anlatýn?
- Nasýl olacaktý, elbette ki bir kelepçe anahtarýyla çözdüm ellerimi.
- Ya? Peki anahtarý nereden buldunuz?
- Gökten anahtar düþmediðine göre, elbette ki onu sizin gibi birinden, yani bir memurdan satýn almýþtým!
Bu sözlerin etrafta nasýl bir etki yaratacaðýný tahmin ediyordum. Nitekim gardiyanlar hayret ve kaygýyla birbirlerine bakarken, Bay Hahn adeta dehþete kapýlarak:
- Siz ne konuþtuðunuzun farkýnda mýsýnýz?
- Elbette, fakat o kiþinin adýný vermem söz konusu dahi olamaz.
Bu açýklama geçerli bir koz ve çok yerinde kullandýðýmý görmüþtüm. Gardiyanlarýn çoðunlukta olduðu hakim takýmý, kimi olasý yanlýþ tutumlardan çark etmeðe zorlamanýn ikinci yöntemi buydu. Bu þekilde onlarý en hassas yerlerinden yakalayýp, arkadaþlarýnýn öcünü alma fikrinden uzaklaþtýrýyordum. Oysa biraz önce ellerinden gelse beni bir kaþýk suda boðmak istedikleri gözlerinden okunuyordu. Zira bu olay, gardiyanlarýn yaralý ve halen acil serviste yatmalarýna ek, mahkumlar nezdinde ki caydýrýcýlýklarýnýn tahrip olmasýna da yol açmýþtý.
Bay Hahn’ýn disiplin kararý; “ bir aylýk hücre cezasý” olmuþtu. Ýlk akþamý revirde geçirmiþ, devresi gün doktor kontrolünden sonra hücreye gidecektim. Yaþlý, uzun boylu bir adam olan Doktor da bana kýzgýndý. Yoksa dizimdeki rahatsýzlýða raðmen hücreye gitmeme onay vermez, bunu þimdilik erteletebilirdi. Dizim halen dahi aðrýyor ve giderek daha çok þiþiyordu. Dört yýldýr ilk defa hücre cazasý alýyordum. Hücre dedikleri yer, esasen tipik ölçülerde bir hapishane odasýydý. Ben daha kötü bir yer sanýyordum. Meðer hücre, bodrum katta, iki kapýlý, ýþýðý dýþardan yakýlan, içinde bir ranza ile yataktan baþka eþya bulunmuyan bir yer Yazmak için kalem ve kaðýda, okumak için yalnýzca dinsel kitaplara müsaade vardý.
Bana, odamda yerini tarif ettiðim bir kitap getirilmiþti. Bu kitabý Kuran-ý kerim sanýyorlardý. Oysa bu, özel yapýlmýþ deri cildinde iki tane demir testere zula edilmiþ bir Türk Ceza Ýnfaz Yasasý kitabýydý. Yaldýzlý kapak yazýlarý ve deri kabýndan ötürü gardiyan onun din kitabý olabileceðine hükmedip, kimseye sormadan bana getirmiþti. Bundan sonra baþka bir gardiyan da, henüz tam okuyamadýðým Ýslam Ýlmihali kitabýný getirecekti.
Akþam yemeðinin verilmesinde refakat eden gardiyanlar beni görünce öfkeleniyor, olayýn nasýl olduðunu öðrenmek istiyorlardý. Bunu kendi arkadaþlarýna sormalarý gerektiðini söylüyor, açýklama yapmýyordum. Kapým kapandýðýnda hemen idmana baþlýþyor, hücreye açýlan iki demir kapýya tekmelerle giriþiyordum.
Mahkum arkadaþlar nerede yattýðýmý biliyor, avlu saatinde, yüzlerimizi sineklikten göremez isek de, durduklarý penceremin önünde kunuþuyorduk. Bir gün sonra akþam karanlýðý bastýðý halde ýþýðýn yanmadýðýný görüp, bunu söylemek için içerdeki çaðrý düðmesine basmýþtým. Biraz sonra gençten iki gardiyan çýka gelmiþti. Demir kapýyý açmýþ, içeri girmeyerek, kapý önünde duruyorlardý. Kýsa boylu olan, ki bu mahkumlar arasýnada karateci, diye biliniyor ve bu bakýmdan meslektaþ sayýlýyorduk, yüzümdeki sakin ifadeden cesaret alarak olayý soracak olmuþ, ben de istisnai olarak, izah edecek olmuþtum. Fakat olayýn sözle anlatýlmasý hem zor, hem de uzun sürecek bölümlerini, fiili olarak üzerinde göstermek isteyince, adam birden helecanlanarak, gard alýp geri sýçramasýn mý. Bu vaziyet gardiyan takýmýnýn benden artýk ne kadar ürküp, nefret edenler bulunduðunu gösteriyordu. Bu hale çok öfkelenmiþ ve ayný þekilde vuruþ durumu alarak;
-     Þimdi sana bir çakýþta sinek gibi þu duvara yapýþtýrmadan hemen defol! Diye haykýrmýþ, sonra da benzi solan adamlara; sakýn ýþýðýmý yakmayý da unutmayýn ha?! Diye sýkýladýðýmda ise;
-     Tama, tamam, olur! Diyerek kapýyý çekip, gitmiþlerdi.
Bizim karateci o tavrýyla, hem beni denemek, hem de arkadaþýna poz yapmak istemiþ, fakat eline yüzüne bulaþtýrmýþtý. Þimdi o deðilse bile, yanýndaki gardiyan bu olayý diðer arkadaþlarýna anlatmýþ olmalýydý. Çünkü bundan sonra gelenler bana karþý daha bir güler yüzlü ve yardým sever davranýyor, bir çok yasak þey, dergi, gazete ve arkadaþlarýn gönderdiði özel demli çaylarý getiriyorlardý.
Bu reaksiyonla geleceðe yönelik kesin hatlar çizdiðimi biliyordum. Bir bakýma, dört yýldýr biriken öfkemi atmýþ, bundan sonraki yýllara yetecek baðýþýklýðý kazanmýþtým. Yataða uzanýp, gün boyu kitap okuyor, aný defterlerime not alýyordum. Bir kaç gün sonra T.C. Karlsruhe Konsolosu'nun cezaevine gelmiþ ve benimle görüþmek istediðini söylemiþlerdi. Bunun üzerine Burhanettin Muz, isimli Konsolos ile yarým saat kadar yalnýz konuþabilmiþtik. Olay ve hareket tarzýmýn gerekçesine dair anlattýklarým Konsolosun takdirine mazhar olup, beni alnýmdan öperek kutlamýþtý. Çünkü, ara sýra birilerinin çýkýp, Türk gibi davranarak, bu yabancý toplumda yaþayan Türklerin de bir izzet-i nefis sahibi olduklarýný hatýrlatmasý gerekiyordu. Bu olaydan bir kaç gün önce bir gazete haberi çýkmýþtý; “ Evinde her nedense gürültü yapan bir Türk, rahatsýz olan komþusunun çaðýrdýðý Alman polislerince göz altýna alýnmak istenirken, boðularak öldürülmüþtü..”.... Bu arada dayak yiyen gardiyanlarýn halen hastanede ve acil serviste müþahede altýnda olduklarýný da konsolostan öðrenmiþtim. Bir hafta ne teneffüse, ne duþa gitmeme müsaade edilmiþti. Daha sonra günde bir saat teneffüse çýkýyor ve sadece beni bekleyen iki gardiyanla sohbet edebiliyordum. Bu sohbetlerde gardiyanlarý iyi kafalýyordum. Çoðu benden karate dersi almalarý gerektiðine inanýyordu. Ýçlerinde yakýþýklý ve babayiðit bir memur var ve sadece o baþtan beri bana karþý sempatiyle bakýyor, davranýþýma hak veriyordu.      Teneffüslerimde nöbetçi olduklarý zaman benimle konuþmak istemeyen iki gardiyan vardý. Ýçeri girme vaktim geldiðinde bana refaket edeceklerdi. Bunlara bir oyun oynamaða karar vermiþ, ne yapacaklarýný deneyecektim. Nitekim:
- Þimdi siz yalnýz baþýnýza benimle bodruma mý ineceksiniz? Diye, buna inanamazmýþ gibi, sorduðumda, esasen bunu düþünen gardiyanlar hemen vazgeçip:
- Yo, yoo!?... Biraz daha takviye alacaðýz.
Derken, telsize sarýlýp, dört kiþi daha çaðýrma gereði duymuþlardý. Gelenler benimle gayet iyi geçinenlerdi. Onlara durumu gülerek açýklarken, bunlarla dalga geçmek için böyle yaptýðýmý, bu nedenle, gelmelerine hiç gerek olmadýðýný söylediðimde kahkahayla gülerek, geri dönüyorlardý.
Hücrenin tek penceresi avlu zeminine bakýyordu. Bütün tanýdýklar oraya yýðýlýp hal hatýr ediyor, bunu yaptýðým için beni kutluyorlardý. Çünkü gardiyan takýmýna çok diþ biliyor, ama bir þey yapamýyorlardý. Akþamlarý pencerelerinden bana sesleniyor, olan biteni haber ediyorlardý. Burada kaldýðým süre içinde dizim iyice þiþip, doktor hastaneye havalem gerekmiþti…


ASPERG HASTANESÝ

Hapishane avlusunda, voleybol oynarken, bir smaç esnasýnda sol dizim içten incinmiþ, giderek þiþmeðe baþladýðý için, akim kalan firar denememe sebep olduðu gibi, bunun sonucunda aldýðým bir aylýk hücre cezasýndan, dokuz gün sonra kurtulmama da yol açmýþ, tedavi için, Asperg’e gönderilecektim. Hohen-Asperg Baden Württemberg eyaletinin mahkumlara özgü olan tek hastanesi idi. Koyu yeþil transport minibüsü bu defa sadece beni götürmek üzere avluda hazýr bekliyordu. Binmeden önce kollarýma arkadan kelepçe vurmalarý yetmemiþ, bir de ayaklarým zincire vurulmuþtu. Hatta bu dahi yetmemiþ, kendi güvenliðim güya, emniyet kemeriyle koltuða sabitlenmiþtim. Üç kiþilik gardiyan ekibi refakatinde doksan km'lik Asperg'e doðru yollanmýþtýk. Mannheim þehir trafiðinden çýkýp otobana girdikten sonra araç hýzlanmýþtý. Koltuða baðlý oturmaktan sýkýlýnca, bir yolunu bulup emniyet kemerini çözmüþtüm. Sonra camla tecrit edilmiþ bulunan þoför mahallinde oturan gardiyanlara seslenerek, yolun ne kadar kaldýðýný sormuþtum. Fakat onlar duymazdan geliyor, yanýt vermiyorlardý bana. Bu duruma öfkelenerek, daha yüksek sesle ayný soruyu tekrarlýyordum. Lakin yine cevap gelmiyordu. Onlardan nasýl cevap alacaðým bir anda aklýma gelerek:
-Ýþte, kelepçeleri gene açtým, aþaðý indiðimizde görürsünüz! Demiþtim.
Bu tehdit hemen etkisini göstermiþ, ara sýra geri dönerek beni kontrol eden sað tarafta oturan gardiyan yarým saat sonra oraya varacaðýmýzý söylemiþti. Nihayet Asperg’e varmýþtýk. Asfalt ve parke döþeli yollardan geçerek, rakýmý hayli yüksek bir rampayý týrmanmaða baþlamýþtýk. Burasý nispeten küçük þehrin damlarýný kuþ bakýþý görecek kadar yüksek bir tepeydi. Esasen eski bir ortaçað kalesi olan Asperg de, ünlü Alman þairi Friedrich Schillerin dahi tutuklu kaldýðýný buranýn tarihçesini okurken öðrenecektim. Büyük demir raylý kapý açýlarak içeri giren minibüs, etrafý çimenlik, yer yer süs aðaçlarýyla kaplý geniþ avluyu geçip, yüz metre ilerdeki üç katlý uzun bir yapýnýn önünde durmuþtu. Aþaðý inen üç gardiyan yanlarýndaki telsizden dýþarýya, takviye gönderilmesini istiyor, uçacakmýþým gibi, minibüsün kapýsýný onlar gelmeden açmaya korkuyorlardý. Yolda yaptýðým tehdidi unutmamýþlardý. Derken uzun binaya açýlan iki ayrý kapýdan þaþkýnlýk içinde, kimi hastane personeli, kimi gardiyan, adamlar çýkmaða baþlamýþlardý. Bu sýrada ben kahkaha ile gülüyordum.
Derken kapý açýlmýþ, ben çýkmaða davranýrken, beyaz giysileriyle doktor olduðu anlaþýlan, siyah saçlý orta boylu, kýsa kesilmiþ kara býyýklý adam yaklaþarak, bana:
-Ne oldu, bir sorun mu var? Diyordu.

Ben gülümseyerek:
-Hayýr, hiç bir sorun yok, bilmem neden buna gerek gördü bu ödlek tavþanlar. Ama ola ki, üç kiþi, eli ayaðý baðlý birinin, umursamazlýklarýna kýzarak yaptýðý bir sathi tehditten korkmuþ olacaklar, Doktor Bey. Aþaðý inebilmem için, söyleyin de bari þu prangayý çözsünler ayaðýmdan.
Bunu iþiten gardiyanlardan kapýyý açana bakan doktor, mimikleriyle gerekeni yapmasýný ifade etmiþti. Nitekim araçtan indiðimde kelepçenin çözülmesini de emretmiþ ve arkamýzda iki hasta bakýcý, gardiyanlarý aþaðýda býrakarak, doktorla yan yana hastaneye kapýsýndan girmiþ, merdiveni týrmanýyorduk. Ýkinci katta koridorun sonundaki kayýt bürosuna girmiþtik. Doktor kayýtlardan ismimi görmüþ ve Türk olduðumu anlayýnca bu kez Türkçe:
- Türk müsünüz?
Fakat ben Almanca cevap vererek, sadece:
-Evet. Demiþtim.
Doktor, muhtemelen Türkiyeli ama gerçekten bir Türk olup olmadýðýný henüz bilmiyordum. Nitekim sakin bir ses tonuyla:
- Benimle Türkçe konuþabilirsiniz.

- Buna gerek yok, Almancam yeterlidir.
- Siz bilirsiniz. Peki ne oldu, hastaneden firar etmiþ, memurlarý, hasta bakýcýlarý fena halde hýrpalamýþsýnýz, doðru mu bütün bunlar?
- Hastaneden deðil, avlusundan firar ettim. Hýrpalamaya gelince, bundan kendileri sorumludur. Beni mecbur etmemeliydiler. Kendimi savunmak zorunda kaldým.
- Ama dövdüðün adamlar, on gün oldu halen yoðun bakým dalarmýþ. Zira siz karate ustasýymýþsýnýz ve adamlara elleriniz çözülünce saldýrmýþsýnýz. Doðru deðil mi?
- Hayýr. Size yanlýþ aktarmýþlar. Ellerimi onlar çözmedi, anahtarla kelepçeleri kendim açmýþtým. Ayrýca doktor bey, anlaþýlan siz de Türksünüz, lakin bu bir þeyi deðiþtirmez, nihayet burada çalýþan biri olarak, sizi dolu bir þýrýnga ile bana yaklaþmamanýz konusunda samimiyetle uyarmak isterim.
- O nedenmiþ peki?
- Bunu siz daha iyi bilirsiniz. Þahsen buraya normal gelip, anormal geri dönen bir çok mahkuma rastladým. Bir çoðu yaþayan bir ölü, bir robot gibi davranýyordu. Çünkü onlara beton iðnesi dedikleri bir iðne burada yapýlmýþtý.
- Onlarýn durumu baþka, sizin ki baþka. Siz salt hadise çýkarmak için böyle davranmadýnýz ve firarý denemek için makul bir gerekçeniz vardý. Öyle deðil mi?
- Kuþkusuz. Böyle düþündüðünüze göre mesele yok demektir.
Bu ilk görüþmeden sonra gerekli kayýt iþlemleri yapýlmýþ ve Chirurgi bölümünde dört kiþilik bir koðuþa götürülmüþtüm. Biraz sonra oradaki temizlik, yemek daðýtýmý gibi iþlere bakan mahkumlardan biri bana depodan yatak çarþafý, iç çamaþýrý vs. getirmiþ, soyunarak ortopedik yataða yatmýþtým. Çok sürmeden ismi Aydýn Erarslan olan, aslen Trabzonlu doktor, elinde iri bir enjektörle gelmiþ, dizime punktion yaparak, kalýn bir iðne ile þýrýnga dolusu sarý yeþil arasý berrak bir sývý çekmiþti. Bu müdahale dizimdeki þiþkinliðin inmesini saðlamýþ, acýmý dindirmiþti. Lakin, Doktorun yazdýðý iki tableti on gün boyunca almýþ ama dizimdeki ponksiyon gerektiren su toplanmasý halen durmamýþtý.
Nitekim son çare olarak sol bacaðým ayak bileðinden baþlayýp, kalçaya kadar uzanan bir alçýya alýnmýþtý. Üç hafta süren bu iþlemin en kötü yaný, duyduðum þiddetli kaþýntýnýn verdiði iþkenceydi. Bu günlerde, yeni tutuklanýp, içeri getirilen bir alman gencinin ruh hali gerçekten üzücü ve garip durumlara yol açýyordu. Beraber yaþadýðý bayanýn hamile olmasý onu kahrediyordu. Geçirmekte olduðu ruhsal buhranýn tesiriyle, geceleri diþlerini o denli gýcýrdatýyordu ki, bu yüzden iki kez parmaklýðýn, muhtemelen, benim tarafýmdan, testereyle kesildiðini sanan gardiyanlar, bizim koðuþa baskýn yapmýþ, ama herkesi yatakta görünce þaþýrmýþlardý.
Bu durum aklýma ikinci denemeyi, hem de gerçek testereyle yapma fikrini getirmiþse de, bacaðýmýn alçýda iken buna hiç imkan yoktu. Yoksa bu çocuðun yakarmalarýna dayanamayýp, firarý bir kez daha deneyebilirdim. Zira yanýmdan ayýrmadýðým, Türk Ceza Ýnfaz Yasasý kitap cildinde gizli çifte testere burada iþe yarayabilirlerdi.
Bir kaç gün sonra hastanenin baþ hekimi de gelmiþti. O da bir Türk ve soy adý Öner di. Sabahlarý koðuþu teftiþlerine geldiðinde bana:
-Günaydýn Aða! Diyordu. Ýstihza olarak aldýðým bu hitabý artýk býrakmasýný söyleyecektim. Beni aný defterlerime not alýrken görünce; ” Ne o, yoksa romancý mý olacaksýn” diyordu. Bazý Alman hastalarýn onlarýn Türk olmasýna tahammülleri yoktu. Kimileri ama, onlarýn ihtisas sahibi, baþarýlý doktorlar olduklarýný söylüyor, bununla gizliden gizliye kývanç duyuyordum. O günlerde Hýristiyanlarýn Noel Bayramý idi. Koðuþlarý dolaþan bir Papaz, herkese birer Ýncil cüzü ile bir hediye paketi býrakýp, sonra gene görüþmek üzere çýkýyordu. Býraktýðý kitaba göz atýyordum ki, bir paragrafta, numaralý bir cümle; “Bizim Tanrýmýz diðer bütün Tanrýlardan daha büyük, daha kudretli ve merhamet sahibidir” diyordu. Bu, haliyle dikkatimi çekip, tekrar geldiðinde Pastörle tartýþmak istiyordum bunu. Zira bildiðime göre, Türkiye’de, Hýristiyanlýk-Yahudilik ve Müslümanlýk tek Tanrýlý, semai dinler olarak sayýlýyorlardý. O halde bu cümlenin anlamý neydi? Bizimkiler mi hüsnü kuruntu ediyordu, yoksa Alman Hýristiyanlýðýna özgü bir þey miydi bu? Çünkü bu cümlede, baþka Tanrýlarýn da olduðu ihsas edilip, tek fark, onlarýn Tanrýsýn ötekilerin hepsinden güçlü olduðu iddiasý idi.




HAYAT ÜNÝVERSÝTESÝNDE
Zaman geçerken, Anadolu Üniversitesinin sunduðu iktisadi konular ve genel kültüre yönelik verilerle yetinmiyor, dýþardan kitaplar getirtiyor, geniþ cezaevi kütüphanesini tarýyor, ilgi duyduðum her eseri, gerektiði kadar inceleme imkaný buluyordum. Bu arada tarih kitaplarýný, ansiklopedileri, dini kitaplarý okuduktan sonra, çok önceleri sorduðum bütün sorulara cevap bulmuþtum.
En mühim sorular: Biz kimdik, Türk mü, Müslüman mý? Türkler ve Müslümanlar kimlerdi?
Þu halde biz, orijinal bir ulus olan Türk nesillerinin devamýydýk. Müslümanlýðýmýza gelince, bu daha ziyade ahlaki ve sosyal davranýþ ilkelerimizde kendini gösteriyordu. Ancak köklü milletlerden biri olarak, tabiyatýyla, Türklerin de daha önceleri kendilerine has dini inanýþ tarzlarý varmýþ. Bunlarý Ýslami kurallarla baðdaþtýrýp, kaynaþtýrarak bugünkü duruma gelmiþiz. Türk inanýþ tarzý ile, Ýslam akidelerini baðdaþtýrýrken, Türki unsurlarýn aðýr bastýðý topluluklara, tarih öncesi Türklerin inanýþ þekliyle “Alevi” demiþlerdi. Ancak Alevilik de kendi içinde bir çok farklý kola ayrýlmýþ. Kimi, Hz. Peygamberin amcazadesi ve dört halifesinden biri olan H.z. Ali taraftarý olarak kendini “Alevi” diye tanýmlarken, kimi ise, insanýn alevden yaratýldýðý tezine dayanan Öntürk inancýndan ötürü bu adý kullanýyordu.
Ýslami unsurlarýn aðýr bastýðý mezheplerden dört tanesi genel kabul görmüþ, bunlara Hanefilik, Þafiilik, Malikilik ve Hambelilik adlarý verilmiþti. Þu halde Türkler, kendilerine has kültürel ve ýrki özellikleri olan ve tarihte bir çok devlet ve imparatorluklar kurarak, bunu kanýtlamýþ bir Ulustu. Ünlü bir Arap gezgini olan Ýbni Hatuta, Türklerin ana yurdu olan Ort Asyayý gezerek, yazdýðý hatýralarýnda Ýslam öncesi Türk boylarýnýn sosyal hayatlarýndan bahsederken son derece övgü nitelemeleri kullanýyordu. Demek ki, Ýslamý kabul ediþ þekillleri ve kültürlerin karýþma tarz-derecesine göre her þey yeniden boyutlanrýla biliyordu. Ýslam kurallarýyla beraber, bütün Arap örf-adetlerini de kabul etmiþ olan boy veya uluslar, kendilerine özgü dilleri hariç, örfi adetlerini de tamamen terk edip, bunun neticesi olarak, sadece eski dinlerini deðil, ayný zamanda milliyetlerini de, terk edip, yitirmiþ oluyorlardý. Kimin milletindensin? Þeklindeki ikinci sorunun karþýlýðý olan, Hazreti Ýbrahim, meðer Yahudilerin atasý, Ýsrail Oðullarýnýn bir peygamberi olup, onun inanç tarzý veya Dinine Haniflik, deniyormuþ.
Zamanýn Türkiyesinde, hangi milletten olduðumuza dair sorunun kesin cevabý resmen göreceliydi. Zira Türkiye’nin ilk ve orta öðretim yapýlan bütün okullarýnda; Sosyal Bilgiler dersinde Türk iken, Din Bilgileri dersinde Arap veya Ýsrail kökenli olduðumuza dair ihsaslar vardý.
Bunun grekçesi ne idi?
Anadolu topraklarýnda, ýrki bakýmýndan, çoðunluk Türk asýllý boylar hakim olmasýna raðmen, (Zira Selçuklular ve Osmalýlar da birer Türk hanedaný idiler) farklý kökenden gelen baþka topluluklarýn da yaþýyor olmasýydý. Birinci Dünya ve takip eden Kurtuluþ savaþlarýndan sonra, Atatürkün önderliðinde kurulan Cumhuriyet düzeni ve bunun temel ilkelerinin Ýkinci Dünya savaþý sýralarýnda çarpýtýlýp, aþýndýrýlarak, Türkler aleyhine iþler bir hale getirilmesi bunun birincil nedeni olmalýydý. Buna göre, sadece yurttaþlýk baðýna güvenilerek, eþit hak ve makam sahibi kýlýnan kiþiler, kamusal alanda görev yaparken, asli kökeni veya vicdani kanaatlerine göre deðil, güya ve bilakis, tarafsýz davranacaklardý. Bu ise, öce saðlam zemin ve temeller üzerine inþa edilen binanýn (Türk Devlet yönetimi), sonradan yapýlan bir takým restorasyonlarla asli yapýsýnýn deðiþtirilmesine benziyordu.
Buna neden ve nasýl cevaz verilmiþti?
Kurtuluþ savaþýný kazanýp, milli adýný taþýyan yeni devletini kuran Türkler’e, sonradan zaafiyet verecek bir takým yapýsal deðiþikliklerin kabul ettirilmesi, silah zoruyla olmasa bile, bunun haricinde kalan bütün yol ve yöntemlerle mümkün olabilirdi. Dýþ kaynaklý, çok yönlü faaliyet kabiliyeti olan gruplarýnýn (Vakýf, þirket, dernek) marifetleri yadsýnamamayýp, bunlarýn siyasi partiler ve dolayýsýyla iktidar hükümetleri üzerindeki etkileri malumdur. Her grubun sahip ve mensup olduðu farklý bakýþ tarzýna uygun davranmasý, yukarýda geçen milli kimlik çeliþkisini yaratmýþ olsa gerek...
Devleti kuran Atatürk, farklý kökenden gelen topluluklarý, aslýndan sapmalarla öz niteliðini yitirmiþ olan Din özlü bir çimento ile bir arada tutmaya yetmeyeceðini görmüþ olduðundan dolayý, dini aidiyete ancak kiþisel özgürlükler bazýnda önem verip, yüz yýllardýr yok sayýlan milliyet baðýný tabii belirleyici sayýp, devleti de milli deðerlere dayalý, laik bir yapý içinde teþkilatlandýrmayý yeðlemiþtir.. Milli ve dini köken bakýmýndan farklý olan azýnlýklara ise, diðer dünya devletlerinde geçerli olan insan hak ve özgürlüklerini tanýma teminatýný vermiþti.

Bir zamanlar, dünya siyasetinin ikinci kutbu sayýlan Sovyet Ýmparatorluðundan gelen çöküþ sinyalleri, yakýn arkadaþlarým dahil, insanlýk aleminin yarýsýnca yýkýlmaz tabu sayýlan deðerlerin inanýlýrlýðýna artýk sekte vurmaða baþlýyordu. Her zaman olduðu gibi, kulaðým arka planda çalmakta olan kýsa dalga radyo yayýnlarýndaydý. Ýþte yine öyle bir anda, inanýlmaz bir olayla karþýlaþmýþtým. Hep duyardýk, biz Anadolu Türkleri, bir zamanlar ana yurdumuz olan Orta Asya’dan buralara, kuraklýk ve çölleþme nedeniyle gelmiþiz. Ancak halen orada yaþayan soydaþlarýmýz var ve onlarý Azeri, Türkmen, Kazak, Kýrgýz, Özbek, Uygur Türkleri olarak anardýk. Onlarla, biraz lehçe farký olsa da, ayný dili konuþup, ayný hissi ve kültürel öðeleri paylaþtýðýmýz kanýsýndaydýk. Fakat bütün bunlarýn ne kadar gerçek olduðunu o sýralar dinlediðim radyo yayýnlarýndan öðrenmiþ, bir örnekte ise hepten þaþkýna dönmüþtüm. Çünkü bir Kazak radyo istasyonun çaldýðý enstrümantal melodi, benim spontan bir þekilde, gitarla çaldýðým melodinin týpkýsýydý. Alman arkadaþlarýmdan Robert’in armaðan ettiði gitarý orijinal akordu ile çalamadýðým için, onu özel bir surette yeniden akort etmiþ ve sadece üç telini kullanarak kendimce melodiler çalmaya muvaffak olmuþtum...
Dört duvar arkasýnda, radyo haberlerini son derece ilgi izlerken, tarihin deðiþimine canlý tanýklýk etmenin büyük heyecanýný duyuyordum. Derken önce Polonya, Doðu Almanya ve diðer Varþova Paktý ülkeleri birlikten kopmaða baþlýyor ve nitekim S.S.C.B parçalanýp, yetmiþ yýldýr esamisi demir perde arkasýnda kalmýþ olan Türk cumhuriyetlerinin baðýmsýzlýk ilanlarý duyuluyordu. O günlerde, bilimsel konularda yaptýðý yayýnlarla tanýnan bir Alman dergisi “PM” ilk olarak “Uyuyan Dev Uyanýyor” baþlýðýný atýyor ve altý sayfasýnda Türkler konu edilerek, dünya uygarlýðýnda ivme kazandýrýcý rollerinden övgü ile bahsediliyordu...


Berlin duvarýnýn yýkýlmasýyla birleþen Almanya’da bir bayram havasý, bir coþku baþlýyordu. Bu tarihi ve inanýlmaz bir þekilde zuhur eden olay, “Genel af” için en uygun gerekçe olduðu için, bunu dile getiren birkaç medya organýnýn uyarýsýyla, ülkenin bütün hapishanelerinde af heyecaný baþlamýþtý. Fakat aradan zaman geçip, bu gecikince bir çok cezaevinde isyanlar patlak veriyordu. Benzeri bir giriþimi bizim hapishanede baþlatmak isteyen arkadaþlar bana gelmiþ, önderlik yapmamý istiyorlardý. Ancak öteki hapishanelerde olanlarý Tv’de izlemiþ, sonucun hiç baþarýlý ve memnun edici olmadýðýný bildiðim için, bu tür giriþimleri yararsýz buluyor, desteklemek istemiyordum. O günlerde avluda dolaþýrken, sinema salonunda cezaevi müdürü Bay Preusker’in sinema salonunda mahkumlarla toplu görüþme yaptýðý haberi gelmiþ, yanýmda iki arkadaþla oraya gitmiþtim. Müdür sahnede mikrofonsuz konuþuyordu:
-Sayýn Baylar, inanýn ki, ben de sizinle ve çýkacak bir genel aftan yanayým. Ancak, bazý cezaevlerinde görüldüðü gibi, bunu bir takým nahoþ eylemlerle zorlamaða kalkýþmanýn hem þahsi ve hem de muhtemel af çýkarma giriþiminin aleyhine olacaðýna dikkatlerinizi çekmek isterim vs...”
Diye konuþuyordu. Ýþin garibi, yanýnda bir tane bile güvenlik görevlisi yoktu. Kendisini öteden beri kinleyip, öç alma fýrsatý kollayanlardan bir mahkum yüksek sesle;
-Arkadaþlar, yalnýz baþýna karþýmýza geçmiþ, böyle ne zýrvalýyor bu adam? Bize hiç mi saygýsý yoktur bunun?
Diyince, onu destekleyen birkaç homurtu duyulmasýn mý? Bizim cesur müdürün yüzündeki ani sararma, yaptýðý büyük hatanýn farkýna varmýþ olduðunu gösteriyordu. Ama artýk çok geçti. Etrafýný saran kindar mahkumlar tarafýndan bir anda alaþaðý edilmesi için küçük bir kývýlcým yeterdi. Bu sýrada arka sýralarda ve ayakta duruyordum. Müdür son bir manevra için bizim tarafa imdat bekleyen gözlerle bakarak;
-Beyler, ben sizleri aklý baþýnda ve olgun kiþiler olarak gördüðüm için bu konuþmayý yapýp, düþüncelerimi sizlerle paylaþmak üzere buraya yalnýz geldim. Eðer amacým göz daðý vermek olsaydý, bunu her halde öteki cezaevi müdürleri gibi yapardým... Diyordu.
Ýsyanýn patlak vermesi an meselesi idi. Aslýnda, önceki bazý tutumlarýndan ötürü ona de çok kýzdýðým olmuþtu. Ama burada tek baþýna ve gerçekten aciz durumda olmasý karþýsýnda düþündüðümün aksini yaparak, yüksek sesle;
-Doðru! Adamýn bizim lehimize konuþtuðunu anlamýyor musunuz. Bizim iyiliðimizi düþünmese hiç yalnýz gelir miydi buraya...?
Diye atýlýnca homurtular bir anda kesilmiþ, Müdür daha ýlýmlý bir tonda konuþmasýný sürdürürken, bizim tarafa bakan gözlerinde minnet ifadesi okunuyordu. Onun hayatýný mahvetmek için susmam dahi yeterli iken, bunu yapmamýþtým. Zaten aksini yapmak da kimseyi kurtaracak deðildi. Halbuki, bu tavrýmýzla, onun esasen pek de inanarak söylemediði sözlerin doðru olduðunu göstermiþtik. Nitekim bundan sonraki mahkum temsilcileri ile yaptýðý oturumlarda, önceleri ret ettiði bir çok talebi onaylamýþtý. O hatayý baþ yardýmcýsý Wolfgang Dresel keþke yapsaydý. Bana karþý yaptýðý bir hatayý, özür dilediði halde affetmemiþtim. Cezaevi hayatýmýn en dehþetli, en kötü anýlarýný yaþatmýþtý bana. Aleyhte duyumdan baþka, hiçbir kanýt olmadýðý halde, firar edeceðim kanýsýyla bir gün beni apar topar Stammheim’a postalatmýþ, üç günü cehennemi olmak üzere, bir buçuk ay orada kalmama sebep olmuþtu çünkü o. Ancak Preusker’e yazdýðým bir mektupla geri dönüp, her þeye raðmen hazýrlandýðým üniversite sýnavlarýna girebilmiþtim. Ona kalsa Freiburg’a nakledilecektim ki, bu bütün düzenimi altüst edecek ve muhtemelen, sonuç hem Almanlara, hem bana felaket olacaktý. O sýralar yüksek öðrenime yeni baþlamýþ ve bir ay sonra ilk sýnavlarým olacaktý. Firar kuþkusuyla baþka bir yere gönderilmem, ayný kuþkunun sürmesine yol açacak ve özel güvenlik altýna alýnmam gerekecekti. Bu arada ise her þey olabilirdi. Neyse ki zamanýnda geri dönmüþ ve bir ay sonra gelen sonuçlar not ortalamamýn yetmiþin üzerinde olduðunu gösteriyordu. Bu grafik dört yýl boyunca böyle sürmüþ, son yýlda Bilgisayar Programlama dersinden kasten kalmýþtým. Amacým, öðrencilik statümün devam etmesi sayesinde bilgisayarýmýn odama verilmesine ek olarak, bir yýl daha öðrenci aylýðý alabilmekti. Hem on yýlý doldurmaksýzýn býrakýlacaðýmý sanmýyor, hem de çalýþýrken dahi bu kadar para alamayacaðýmý biliyordum. Kýsaca, bir yýl önce mezun olmamýn bana yararý deðil, zararý olacaktý. Fakat bunu tahmin eden müdür, yine hinoðlu hinliðini gösterecek ve bilgisayarý odama verdirmeyecekti. Yýl sonunda o dersi de geçerek, “AÖF” Batý Avrupa Programlarýnýn ilk mezunlarýndan biri olmuþtum. Bu vesile ile davet edildiðim diploma töreni için Köln’e gönderilmemi onaylamamýþ, dýþarýya çýkýþýmý sadece resim sergisi açma þartýna baðlamýþtý. Fakat resimlerimi satmak istemediðim için sergilemek de istemiyordum. Hapishanedeki Katolik Rahibin satýlmayacaðý teminatý ile sadece dört tanesini Heidelberg Üniversitesinde açýlan bir karma sergiye göndermiþtim.

Mezuniyet diplomamý aldýktan sonra, atölyelerde çalýþmam isteneceðini bildiðimden, daha önce davranýp, kendim müracaat etmiþ ve buna göre iþ isteminde bulunmuþtum. Az bir olasýlýk, ama belki kütüphanede çalýþmama izin verirlerdi. Fakat bunu da yapmadýlar. Çünkü iþbirlikçi sayýlmadýðým gibi, kütüphaneciliði de çok iyi biliyordum. Bu durumda, hiç deðilse angarya bir iþe zorlanamayacaktým. Dolayýsýyla günlük prosedürün dýþýnda bir konuk gibi ve bundan sonra da o hapishane hücresini özel amaçlarým için kullanmaya devam edebilecektim...
Her yýl olduðu gibi, büyük hapishane avlusunda (içinde futbol, voleybol sahalarý ve yürüyüþ parkuru bulunan) her yýl olduðu gibi, yine açýk görüþ yapýlýyordu. Bu defa kimseyi davet etmemiþtim. Yemek ve oturmak için kurulan çadýrda tanýþtýðým Maria (Bruchsal mahkemesinde sekreter olarak çalýþýyordu) Ressam olduðumu öðrenince, bilhassa ilgilenmiþ, birkaç saat boyunca çay-kahve içip, tavla oynamýþ, tekrar görüþmek üzere ayrýlmýþtýk.
Bir hafta sonra kýsa bir mektup yazan Maria, ziyaretime gelmek istediðini bildiriyordu. Bundan sonra daha sýk yazýþmaða baþlamýþtýk. Ýkinci ziyaretinde, eðer istersem bana Betreuerlik yapabileceðini, böylece daha sýk ve rahat görüþme imkanýmýz olacaðý gibi, ayný zamanda bana tahliyem ve sair konularda yardýmcý olabileceðini de söylüyordu. Ne de olsa mahkeme müdürünün sekreteriydi. Bundan iyi þans olamazdý. Kör talih nihayet gülmeðe baþlýyordu. Buna iliþkin müracaatý yapmýþ, müdürümüz Preusker de bunu hemen onaylanmýþtý. Yasal bir statüsü olan Betreuerler için özel odalar vardý ve burada herhangi bir gözlem olmadan görüþebiliyorduk. Bir Almandan ziyade Yunanlý kadýnlara benzettiðim Maria ilk andan itibaren benden çok hoþlandýðýný söylüyordu. Eþinden resmen ayrýlmýþ ve yeni yaptýrdýklarý evde, hayli yüksek kredi borcunu kira düzeyinde taksitle ödemeyi üstlenerek, yalnýz yaþamaktaydý. Haftanýn iki günü dört saat süren ziyaretime geliyor, ayrýca her gün sayfalar dolusu itinalý mektuplar yazýyordu. Ona yanýt yazarken hem alýþýk olmadýðým konulara dair Almancamý ilerletiyor, hem de boþ vakitlerimi dolduruyordum. Bir gün “Die Natur, die sich liebt” (Seviþen Doða) adlý bir tabloyu ona hediye etmiþtim. Çok sevinmiþ ve bunu iþ yerindekilere de göstermiþti. Bu, iyi bir sanat severolan Mahkeme Müdürünün de çok hoþuna gitmiþ, bana daima selam gönderiyordu. Odamda daha böyle kýrkýn üzerinde resim olduðunu duyduklarýnda bir gün gelip, onlarý da bakmak ve hatta sergilemek istediklerini söylüyorlardý. Satýlmamak kaydýyla buna müsaade edebileceðimi, ama sergiden sonra resimlerin dýþarýda kalma ihtimali olduðu için, buna da pek gönüllü olduðum söylenemezdi. Bütün duvarlarýmý kaplayan tablolarýn içerde o vaziyette kalmalarý esasen yasak ve bu yüzden idare çok rahatsýzdý. Ancak resimlerim çok bence çok önemliydi. Bir gün, onlarý gerekirse zorla indirebileceklerini ima eden müdüre: “ Nur über meine Leiche” (Sadece cesedimi çiðneyerek) diye karþýlýk verdiðimde. “Herr Özgür sie sind verrückt” (Siz çýlgýnýn birisiniz bay Özgür) demiþ ve artýk üstüme gelmekten vazgeçmiþlerdi.

Resim yapmanýn hayatýmda oynadýklarý rol çok büyük ve o denli iþlevseldi. Þöyle ki ; Resimlerim, özgürlüðümü sadece sembolize etmekle kalmýyor, onu büyük oranda yaþamamý saðlýyorlardý. Daracýk bir odayý fizik olarak daha geniþ gösterdikleri gibi, yataðýma uzanýp, ruhen saatler süren uzun seyahatlere çýkmamý saðlýyorlardý. Ýkinci iþlevi dýþarýya yönelikti. Bu yüzden odamdan eksik olmayan ziyaretçilerim, resimler dolayýsýyla konuþmaða baþlýyor, bu, baþka türlü asla mümkün olmayan manevi bir moral dopingi yaratarak, ruhi mukavemetimi arttýrýyordu. Burada, sanata karþý olan umumi saygý bile bir ressamý ömür boyu kiþilikli bir þekilde yaþatabilecek iken, ek yetilerim dolayýsýyla bunun getirisini maksimum düzeye ulaþtýrabiliyordum. Ýzleyicilerimin en çok eleþtirdikleri konu, beðendikleri resimlerimi deðiþtiriyor olmamdý. Buna pek mana veremiyor, hatta bu yüzden bana kýzýyorlardý. Oysa bu benim açýmdan bakýþla çok anlamlýydý. Çünkü deðiþmek ve deðiþtirmek insanýn doðasýnda olan bir ihtiyaçtý. Böyle bir güç ve etkiye sahip olmayan insanlar bilemedikleri bir sýkýntýyý ruhlarýnda yaþar ve kolay atamazlardý. Bunun sebebi iþte bu deðiþme ve deðiþtirememekte gizliydi. Resimlerimde yaptýðým bazen tamamen, bazen kýsmi olan deðiþiklerle bu ihtiyacýmý giderebiliyor, ruhen inanýlmaz bir tatmin saðlýyordum. Ayrýca, böylece izleyicilerin tepkilerini ölçüp, kimden ne gibi bir tepki geldiðine göre türlü sonuçlar çýkarabiliyordum. Ayrýca bir tablo üzerinde deðiþiklik yaparken, önceki halinde görülen objelerin, dýþsal bir etki tatbiki ile nasýl ve hangi yönde etkilendiklerini gözlemleyip, bunu hayatýn baþka alanlarýna teþmil edebiliyordum. Kýsaca resim, ressamýn kabiliyetine göre deðiþebilen türlü iþlevlere cevaz ve imkan veren sihirli bir sanattý.
Hayatý derinden kavrayan sýrlara ulaþmak için gerçi en güzel çaðlarýmý vakfetmiþtim, ama bütün bunlar acaba sadece hapishanede ki bir insanýn zaman ve þartlara karþý direnebilmesine vasýta olmaktan baþka bir iþe yaramayan þeyler olarak mý kalacaktý? Bunu zaman gösterecekti. O çaðlar, nasýl yaþanýrsa yaþansýn, bir gün geçmiþ olacak ve belki geriye bir þey kalmayacaktý. O nedenle bu tecrübe yine de her þeye deðerdi...
Madem ki buradaydým ve farklý þeyleri deneme imkaným vardý, o halde bunu sonuna kadar kullanýp, tecrübelerimi ulaþtýrabileceðim son noktaya ulaþtýrmaya bakacaktým. Bu ereðe ulaþmak için çok yönlü ve konsequvent (sonuçlarý göze alan) davranýþ stratejileri geliþtirmiþtim. Bu amaç için genel geçer anahtarlara sahiptim. Bütün kilitli kapýlarý açabilirdim. Ancak her kapýyý açmak istemediðim gibi, açýlan her kapýdan girmenin bir olumlu bir olumsuz olmak üzere, bedelleri olabilirdi. O nedenle, bir kapýdan girmeden bunlarý bilmek gerekirdi.
Malumdur, bütün toplumlarda ilk önce dýþ görünüþ ve davranýþa bakýlýr. Bunda yeterli puaný alamayan, gereðinden az veya fazla dikkat çeken dezavantajlý duruma düþer. O halde ortalamanýn üzerinde görünmek en uygun ilerleme ve baþarma metodu olacaktý. Mesela herkes formunda kalmak için, devamlý toplu spora giderek, bunu bilfiil göstermek zorunda kalýp, ruh ve bedenen yýpranýrken, ben yýlda bir toplu spora gider ama sanki her zaman spor yapýyormuþ gibi formunda görünürdüm. Bunu nasýl baþardýðýmý merak etmeyen yoktu, lakin söylemediðim gibi, test etme þansý da vermiyordum kimseye. Þakalarý yarý gerçek saydýðým için çok þaka yapmaz, yaparsam ölçüye dikkat ederdim. Kendim yalnýz olduðum gibi, bana karþý da herkes tek baþýnaydý. Buna sebep, bir araya geliþlerin baþlangýcý ve tanýþma içeriðinde gösterdiðim ön hassasiyet ve hedefli tutumlardý. Dostluklarý ebedi olarak düþünsem de, bunu daha ziyade þartlarýn belirlediðini bilirdim. Zira, dostluklarýný yaþam boyu sürdürebilenlerin çok güçlü olmalarý gerekirken, o denli güçlülerin nadir olduðu da malumdu. Dostluklarýn bozulma baþlangýcýnýn benden kaynaklanmamasýna hayati ilke olarak dikkat ederdim. Ýncinmeden kimseyi incitmez, sahip olduðum bir avantajý, buna öfkem de dahil, yok yere harcamadýðým için, daima birikimim olurdu. Zira haklý Öfke = Güç demekti. Þahsi huzurumu muhafaza etmek için ne kadar dikkatli ve muhataplarýma karþý ölçülü olsam da, senede en az iki üç kez fizik gücü kullanmak kaçýnýlmaz olurdu. Ýnsanlar umumiyetle unutmaya meyilli ve kimsenin sorunsuz yaþamasýný hazmedemez, arada bir rahatsýz etmeyi denerlerdi. O nedenle, arada bir, tercihen yumuþak huylu atýn pek tekmesini kullanýrdým. Haklý olmanýn tek yolunun, güçlü olunduðu halde, sabretmekten geçtiðini unutmazdým.
Bu arada bizim kata yeni arkadaþlar gelmiþti. Bir zamanlar Bayern (Münih) eyaletinde restoran sahibi olan Adapazarýlý Hamdi üçüncü kanattan gelmiþti. Çok iyi spagetti yapar, ilave hazýrlýktan sonra beni çaðýrýrdý. Ludwigsburg’da gazino çalýþtýran Erzincanlý Haydar ve Aslen Tokatlý ama Ýstanbul Karaburun’da oturan H. Kepenek dayý Stammheim’dan, Mardinli Memet Freiburg’dan gelmiþlerdi. Üçü beyaz satmaktan, Kepenek dayý ile Freiburg cezaevinde yatan oðlu cinayetten yargýlanmýþlardý. En aðýr cezalý olan Hüseyin dayý ve Mardinli Memet idiler. Kýzýný evlenme vaadiyle kandýrýp, uzun zamandýr dost hayatý yaþadýðý halde, ikaza raðmen evlenmeði reddettiði için bir Almaný býçakla öldürmekten müebbet yemiþlerdi. Memed’in hayat hikayesi çok daha dramatikti. Bir gün üç beþ sayfada yazýp okumam için bana vermiþti. Türkiye’de Ýzmir’de bir kuyumcuda çalýþmaða baþlamadan önce Lübnan’a giderek, orada ki bir kampta gerilla eðitimi almýþ, arkadaþýnýn ateþ ettiði yere ateþ etmiþti. Sonra kuyumcuda çalýþmaða baþlamýþ ve iþi baya da ilerletmiþti. Bir gün tanýþtýðý bir Alman dilberin sözüne uyup, iþini býrakarak Freiburg’a gelmiþti. Ancak kendisini iki hafta kadar barýndýran kadýn, sonra kapýyý göstermiþti. Ýþte bu çaresizlik anlarýnda birileri onun tam da aradýklarý kiþi olduðunu öðrenerek, ona o duruma düþmüþ olan hemen herkesin kabul edebileceði cazip teklifte bulunmuþlar. Sizde, kýzlarýyla evlendirecek ve yeterince de para vereceklerdi. Ancak buna karþýlýk istedikleri bir þey vardý. O da oðullarýný daha önce öldürmüþ olan birinden intikamlarýný almasý. Memet önce her ne kadar evet, demiþ ise de, sonra adamý telefonla arayýp, ikaz ederek “Buradan kaç git, yoksa seni muhakkak vuracaðým” demiþ ise de, adam gitmemekte direnmiþ. Nitekim kaçýnýlmaz son vuku bulup, cadde ortasýnda cinayet iþlenmiþ.

Memet hariç, bunlarýn hepsi benden yaþlý olduklarý halde, onuncu yýlý doldurmam dolayýsýyla bana karþý son derece ihtiram ve hoþgörüyle davranýyor, kendi yaptýklarý Türk usulü yemeklere davet ediyorlardý. Ben de ara sýra idare ile olan iþlerinde yardýmcý oluyordum.
Bir gün Trakya kökenli bir arkadaþý doðruca benim odaya getirmiþlerdi. Adý Refik Korkmaz ve elli yaþýndaydý. Psikolojik sorunlarý var bu ona yapýlan bir ihanetten kaynaklanýyordu. Dediðine göre, dost diyerek yanýna aldýðý bir ilticacý, daha sonra Alman kökenli karýsýna göz koymuþtu. Onlarý öldürmeðe teþebbüs ve yaralamaktan içeri girmiþti. Papaðanlara karþý aþýrý bir duygusallýðý vardý. Kendisinin “Gogo”adýný verdiði bir papaðaný olduðunu söylüyor, onunla yaþadýðý anýlarý anlatýyordu. Refiki getiren gardiyan, benden onu biraz sakinleþtirmemi rica etmiþti. O konuþurken dinliyor ve tanýmaða çalýþýyordum. Saatlerce konuþma imkanýmýz vardý. Daha sonra yan tarafýmdaki boþ odaya yerleþecekti. Konuþurken bazen iyice asabileþip, sinirden aðlýyordu. Hapishanelerde mahkumlar genel olarak, cezayý kendi kendilerine çektirirlerdi. O da bundan nasibini almýþ olmalýydý ki, ara sýra “Ben Boksörüm, Kungfucuyum abi...vs.” diyerek olasý tehlikelere karþý bir caydýrýcýlýk imajý vermek istiyordu. Soyadýný tasdik ettirmek ister gibi, cesur davranýþ örneklerinden bahsediyordu. Günlük týraþ oluyordu, ama zaten köseydi ve týraþlý yüzüyle daha genç görünüyordu. Yaþlýlýðý hiç kabul etmese de, bunun emareleri belirgindi. Onun anlatýlarý karþýsýnda sakin ve fütursuz durmam, hiç alýþýk olmadýðý için, tereddüt etmesine yol açýyor, beni nereye koyacaðýný bilemiyordu. Refik, bir çok bakýmdan inanýlmaz denli ilginç tipti. Konuþma sýrasý nasýlsa bana da gelecekti. Onun için hiç araya girmiyor ve sadece kah güle, kah üzüle onu dinliyordum. Onu þaþýrtan þey, anlattýðý konulara kendini kaptýrýp, çok korkunç göründüðü anlarýnda, sakince gülümsüyor olmamdý. Deliliðini sürdürmek için, beni bir þekilde tazyik altýna almak istediðinin farkýndaydým. Çünkü o an öfkeyle kývýlcýmlaþan mavi gözlerini bana dikiyor ve bende yaratacaðý etkiyi ölçmek istiyordu. Boyu ortanýn üzerinde ve kýr saçlarý çok az dökülmüþtü. Kendisini ünlü bir aktör kadar yakýþýklý buluyor ve buna raðmen onu terk eden Alman karýsýna kýzýyordu. Oysa uzun zamandýr birlikte yaþýyorlardý ve kadýný her þeye raðmen, yine de seviyordu. Duvarlardaki resimlerime bakýnca, ben de Maler meister’im diyordu. Almanca da bu, ben de ressam anlamýna geliyor olsa da, Türkçe’si “Boyacý” demekti. Nitekim söz sýrasý bana gelmiþ ama ben onun gibi hemen hepsini sayýp dökmemiþtim. Daha ziyade belli bir zamana yaymayý yeðleyecektim. Bu arada ona iki de resim yapmýþtým. Biri kendi portresi, diðeri papaðaný. Devamlý spor yapýyor, koþuyor, halter kaldýrýyordu. Bir gün rahatsýzlanmýþ, “Göðsüm aðrýyor ” diyordu. O zaman ikaz etmiþ ve bu iþi biraz abarttýðýný, ýlýmlý olmasý gerektiðini söylemiþtim. Fakat biraz iyileþir iyileþmez gene ayný tarz devam ediyordu. Birkaç gün sonra Mardinli Memet ansýzýn benim odaya dalarak;
-     Refik ölmüþ, duydunuz mu? Diyordu.
Hepimiz þoke olmuþ, neden, nasýl diye soruyorduk, ki o sýrada revirde bulunan kimi mahkumlar, görevlilerin onu gerektiðinden fazla oyalayarak, hastaneye götürmekte geciktirmiþ olduklarýný söylüyorlardý. Bunu iþiten Memet öfkeyle dýþarý çýkmýþ ve az sonra elinde bir sandalye bacaðý ile görünmüþtü. Doðruca kat gardiyanlarýnýn ofisine gidiyordu. Hemen arkasýndan gitmiþtim, ama ona engel olmak için fiili bir þey yapmýyordum. Bu sýrada Memet, gözleri yaþlý ve çýldýrmýþ gibi saldýrýyor;
-     Wo Refik, wo Refik!” (Refik nerede?)
Diyerek ortalýðý bir birine katýyor, etrafta kýrmadýk eþya býrakmýyor, gardiyanlar korkudan allak bullak oluyorlardý. Nitekim Memedi sakinleþtirip, hemen diplomatik ataða geçiyordum. Çünkü ne de olsa halen Mahkum temsilcisiydim ve sessiz kalmak ilerde aleyhimize olabilirdi. Müdürle uygun tonla konuþuyor ve o an görevli gardiyanlarýn ifadelerini alýyordum. Müdür bu bakýmdan tam bir vicdan sahibi gibi hareket etmiþ ve bana her türlü serbestiyi tanýmýþtý. Benim yaptýðým cayýrtý esasen katta yaratýlan zararý örtmeðe yönelikti. Çünkü aksi halde bunu Memede ödettirmek isteyeceklerdi.

O günlerde Macar Jani, bir anlamda tahliye sayýlan, Drogen Terapisi için Berlinde bulunan bir ýslah merkezine gitmiþ, Halil sýnýr dýþý yoluyla Türkiye’ye gönderilmiþti. Bu sýrada Refik’in kaldýðý odaya kýsa boylu, ince yapýlý, hafiften sakal býrakmýþ, Sinan adlý kara yaðýz bir Türk genci getirilmiþti. Akþam Umþulusu için benim odaya gelmiþ, konuþuyorduk. Suçu cinayet ve bir Yunanlýyý öldürmekten müebbet hapse mahkum olmuþtu. Bana:
-     Abi ben seni ta Stammheim’a geldiðim günlerde duymuþ ve hep senin bulunduðun yere gelmek istiyordum.. Diyordu.
Sinan, dilini bilmese de, aslen Kürt olduðunu söylüyor ve Erzincanlý idi. “Osmanlýcý” olma iddiasýndaydý. Bununla ne demek istediðini þöyle izah ediyordu:
- Abi, Osmanlý zamanýnda, gerçi herkes bir adamýn kuluydu, yani Padiþahýn. Þimdi Cumhuriyet olarak, güya kulluktan çýkýp, baþýna buyruk, özgür efendiler, beyler ve oy sahibi bireyler olduk. Ama bana sorarsan bu yanlýþ. Çünkü o zaman hiç deðilse bir adama kul idik, þimdi padiþahlarýmýzýn sayýsý belli deðil. Eline bir devlet mührü verilen herkes Paþa. Her Memur sanki padiþah olmuþ. Hangisi daha iyi?
Diyor ve ekliyordu;

- Hele þu ülkenin haline bak, devlet büyükleri ülke ülke dolanýp, elden bundan para dilenerek, vatandaþýn milli kimliði olan pasaportunun itibarýný sýfýra indiriyor. Çoðu gümrük kapýsýndan hiç geçemezken, geri kalanlardan zorlukla aldýðýmýz resmi vizeyle, ama gene de küçük gören nazarlara muhatap olarak sýnýrdan geçiyorlar. Osmanlý zamanýnda bu böyle mi idi?
Bu ithamlar karþýsýnda bir Türk olarak, önce derin bir iç geçiriyor, sonra da;
-Sinan kardeþ, bir anlamda belki haklýsýn, ama bunda sizin hiç mi menfi katkýnýz olmuyor. Baksana akýn akýn Avrupa’ya iltica eden Kürtlere. Kimisi daðlara çýkmýþ, Kürt devleti kuracaðýz, diye “Eylem” adýný verdikleri gayri insani, tavýrlarla masum insanlara kan kusturuyor, kimi, sanki çare imiþ gibi, yabancý ülkelere giderek, orada sýðýnacaðým diye bizzat kendi kendini tahkir ederek, yabancýya da bu yolda fýrsat veriyorlar. Yanlýþ mý bu söylediklerim?
-Ne yazýk ki doðrudur Abi. Ben de iltica ettim. Baþvuru anýnda o bakýþlar altýnda ne kadar ezildim, ne kadar utandým anlatamam. Ama aksi halde daða çýkmak ve kendi yurttaþýma kurþun sýkmak zorunda kalacaktým. Yani ister o, ister öteki olsun bu kaçýnýlmaz bir hale gelmiþti. Tek baþýma bir þeye engel olacak durumda olmadýðým gibi, bir iþim gücümde yoktu. Buralarda belki bir yol bulur, biraz zaman kazanýrým umuduyla gelmiþtim. Ama ne yazýk ki þeytana uyduk ve iþte buradayýz... Bir insanýn hayatýna kast ettim, onu kendini savunma þansý dahi vermeden vurup, öldürdüðüm için çok piþmaným... Senin olayý anlattýlar, keþke öyle bir þey olsaydý benim ki de, hiç olmazsa vicdan azabý çekmezdim...
-Anlýyorum... Bu çile alnýnýn yazgýsýymýþ demek Sinan. Piþmanlýk da bir erdemdir, ancak asýl olan, buna gerek kalmayacak þekilde davranmayý bilmektir. Zamanla bu azaptan kurtulacaðýna inanmalýsýn. Çünkü burasý bir dünyevi cehennemdir. Cezalar böyle durumlarda insan ruhu için þifa etkisi yapar. Düzelir Ýnþallah... Senin yapacaðýn, bu zamaný hiç deðilse olabildiðince iyi deðerlendirebilmek, beyhude geçirmemektir. Aksi halde buraya girmenin hiç anlamý olmayacaktýr...
-Ben de okuyacaðým Abi. Ortaokul, Lise ve Üniversite, hepsini okumak istiyorum, eðer mümkün olursa tabii.
- Ýlkokul mezunu musun?
- Evet.
- O halde hemen bir dilekçe yazýlýp, okula müracaat etmen gerek.
- Bu mümkün mü þimdi?
- Her halde. Yakýnda Haupschule hazýrlýk sýnýfý baþlayacak. Yani Ortaokul için dil konusunda yeterlik kursu.
Derken gerekli dilekçeyi kendim yazmýþ, imza atýp, idareye vermesini söylemiþtim. Birkaç gün sonra Sinan üzgün bir þekilde gelip;
- Abi beni okula almýyorlar, git önce çalýþ diyorlar.
- Nasýl olur? Kim dedi bunu sana?
- Öðretmen. Senin cezan uzun. Daha sonra yaparsýn bunu, diyor.
- Anladým. Ben konuþur hallederim. Ötekileri hadi neyse, ama Hauptschule’yi onaylamak zorundalar, yasa böyle.
Hemen o gün öðretmenle konuþup, gerekirse müdürle görüþeceðimi söylediðimde, peki gelsin demiþ ve o iþi halletmiþtik. Okula baþlayan Sinan’ýn keyfine diyecek yoktu artýk. Sabah saat sekizde kalkýp zemin kattaki okula gidiyor, öðrenci ödeneðinden her ay verilen parayla ihtiyaçlarýný karþýlýyordu. Bir gün büyük þair Yunus Emre’nin eserlerinin yer aldýðý kalýn kitabý getirip, bundan bir þiiri Almanca’ya çevirmemi istemiþ, olur, demiþtim. Ama akþam saatlerce uðraþtýðým halde tek bir dörtlük dahi çevirmem mümkün olmuyordu. Her bir þiirin açýklamasý yapýlabilirdi, ama ben özünü hiç deðiþtirmeden, sanki Yunus bizzat söylemiþ gibi çevirmek istiyor, lakin bu dilde o tarz bir ifade bulamýyordum. Baþka bir gün gelen Sinan :
- Abi küçük kýz kardeþimin bir resmini yapar mýsýn, ziyaretime geliyor, hep elim boþ gidiyorum, bu defa gelince hediye etmek istiyorum?
     Bir fotoðrafýna bakarak, karþýlýksýz yaptýðým yaðlý boya portreyi Sinana veriyorum, o da kýz kardeþine hediye ediyordu. Bir süre sonra bizim Sino’nun kafasýný baþka konular iþgal edip, baþka aðýzlar kullanmaða baþlýyor ve derken konu Kürt milliyetçiliðine dönüþerek; Biz Kürtüz, dilimiz neden yasaklanýyor, neden geliþtirmemize imkan verilmiyor, okullarda neden Kürtçe öðretilmiyor, ben Türkçe biliyorum da sen niye Kürtçe öðrenmiyorsun?
     Bu ani deðiþime bir hayli þaþýrsam da, beklemiyor deðildim. Nitekim gülerek;
- Sino, bak þimdi saçmalýyorsun. Lütfen mantýklý konuþ. Bir kere, Kürtçe dediðin mazbut bir dil bile yok, aksine Türkiye’de bir çok farklý lehçe var ve serbestçe konuþulmaktadýr, Ben, salt bu yüzden ceza almýþ birini hiç duymadým. Dilimiz diyorsun ama kendi bildiðin birkaç kelime. Zaten topu 530 kökten ibaret imiþ kürtçe dediðin. Hadi yaz þunlarý bir kaðýda, beþ dakikada ezberleyivereyim hatýrýn için...
- Sonra, bu devletin adýný neden “Türkiye Cumhuriyeti” koydunuz? Kurulmasý için birlikte savaþmadý mý atalarýmýz?
- Peki, ne olmalýydý adý sence?
- Anadolu Cumhuriyeti!
- Yahu, Sino, güldürme adamý. Bu ad o denli önemli mi, kaldý ki biz sizi de kendimizden sayýyor, eþit görüp, eþit haklar tanýyoruz, yanlýþ mý, söyle bakalým?
-Hayýr, Kürtler sömürülüyor, kasten geri býrakýlýyor ve geliþmemiz için hiçbir þey yapýlmýyor? Türk ýrkçýlýðý yapýlýyor! Ne demek “Ne mutlu Türküm diyene” biz mecbur muyuz böyle demeðe?
- Bak koçum, sen gerçekten henüz çok cahilsin. Çünkü ne konuþtuðundan haberin yok. Biraz oku, kendini yetiþtir, bak buradayýz, önümüzde daha yýllar var birlikte geçireceðimiz, o zaman her þeyi konuþuruz, olmaz mý? Hem sana anlatmadým mý durumlarý, öyle dediðin gibi, Türkleri düþünen bir devletimiz olsa, hiç böyle gâvurun keyfine býrakýlýr mýydýk biz? Ayrýca, siz geri kaldýnýz da biz çok mu ileri gittik? Git bak, ne yol, ne de su var bizim köyde. Ýþsiz güçsüz bir sürü de insan, zar zor hayatta kalma savaþý veriyorlar. Devletin adýna gelince; bize ait olan yaný sadece o kaldý, müsaade edin de hiç deðilse adý kalsýn, uðruna þehit olan binlerce ecdadýmýzýn namý hatýrýna.
- Peki ama bunda bizim ne suçumuz var?
- Tanrým, bu kadar mý cahil olunur Sinan. Olmayan þeyi var saymak, olan þeyi yok sayarak iftira etmekle ayný þeydir. Hal böyle iken, siz daha neden bunu yapýyorsunuz peki?
- Ýftira mý bu yani, Kürt topraklarýnýn sömürüldüðü?
- Kürt topraklarý dediðin yer neresiymiþ, anlamadým, var mý öyle ayrý bir yer, neden saçmalýyorsun?
-Güneydoðu illeri bizimdir.
-Ya, ama sen Erzincanlýsýn?
- Erzincan da bir Kürt topraðýdýr.
- Edirne’de ve Kars’da da Kürt var ve arada kalan bütün illerde. Desene ki hepsi sizin, ama bizim haberimiz yokmuþ bundan?
-Dalga geçme ya Abi, seninle ciddi bir þeyi tartýþýyoruz.
- Bunu ciddi tartýþma mý sanýyorsun sen yoksa.
- Tabii ki.
- Ýyi, öyleyse sen kazandýn. Haklýsýn, kapatalým artýk bu konuyu , tamam.
- Ya hemen darýlýyorsun sen de Abi. Ne var yani, þöyle sohbet edelim biraz daha.
- Makul olmazsan konuþmanýn anlamý yok. Sizin bu durumlardan hiç suç ve sorumluluðunuz yok mu? Baksana haberlere, PPK adý verilen sözde bir Kürt örgütü, Kürdistan devleti kurmak için silahlý eylemlere baþlayacaðýný açýklamýþ. Hem birlikte yaþarken geri kalmýþlýðýnýzdan yakýnýyor, hem de devleti güç durumda býrakýp, geri götürecek iþlere kalkýþýyorsunuz. Daha önce çýkardýðýnýz isyanlarla neye eriþtiniz ki, bölücülük uðruna gene tehditler yapýlýyor?
- Ben PPK’lý deðilim. Bunu daha önce de söyledim. Ben dostça, demokratik yöntemlerle bize özerklik verilmesini savunuyorum, o kadar.
- Özerklik dediðin neymiþ peki?
- Kendi adýmýzý taþýyan, kurumlarýný kendimiz oluþturduðumuz, kendi bayraðýmýzý göndere çektiðimiz bir bölge?
- Bu dediklerini siz Kürtler olarak, cidden, hiç yapmýþlýðýnýz var mý? Ben tarihte hiç Kürt devletinden bahsedildiðini duymadým da. Yani, daha önce neredeydiniz?
- Olur mu abi, Asurlular Kürttü ama?
- Kürttü de niye kendilerine Asurlu demiþler peki. Öyle deðil, ama hadi diyelim ki doðru, peki bundan bize ne?
- Tarihte devletiniz yoktu diyorsun ya, iþte onun için söylüyorum.
- Peki nerede kalmýþ bu devlet, kim yýkmýþ Asurlularý? Türkler mi, Araplar mý, yoksa Persler mi?
- Persler.
- Bravo, bildin. O halde sorununuz Ýranlýlarla dýr, bizimle deðil. Çünkü biz Perslerin deðil, Oðuz boylarý olan Selçuklu ve Osmanlýlarýn devamýyýz, ve bu ülkeyi de Doðu Roma, yani Bizanslýlardan aldýk, sizden deðil. Anlaþtýk mý koçum?
- Yok, çünkü biz de Alparslan’a Bizans’la savaþýrken yardým etmiþiz.
- Bunu kanýtla peki desem, yapamazsýn ama, ben yine de ; olabilir. Ýþte biz de size bundan ötürü eþit yurttaþlýk ve kardeþlik muamelesi yapýp, birlikte yaþýyoruz bin yýldýr, çünkü bunun hukuk ve mantýki karþýlýðý bundan ibarettir, diyorum. Yanlýþ mý?

Bu tartýþmalar böyle sürüp gidiyordu. Sinanda görülen bu ani deðiþimin, okulda bu konularýn kaþýnmýþ olmasýyla doðrudan alakalý olacaðýný düþünüyordum. Her neden icap ediyor idiyse, zaten T.C. pasaportu taþýyan herkese Kürt mü, Türk mü olduðu soruluyordu. Bu sorunun içerdiði iki türlü maksattan habersiz olanlar hemen düþüyorlardý tuzaða. Diyelim ki aslen Kürt idiniz ve bunu açýkladýnýz. Bir mahkum olarak hapý yuttunuz demekti Alman cezaevi yönetimi karþýsýnda. Çünkü o zaman bunu daima baþ kakýncý olarak kullanabileceklerdi size karþý. Nerede mi? Tabii ki hapishane koþullarýndan þikayetçi olduðunuz her yerde. Size; ” Türkiye’deki cezaevleri çok daha kötü iken buna nasýl itiraz edebilirsiniz? Susun ve halinize þükredin, diyeceklerdi”. Diyelim ki þartlardan þikayetiniz yok ve her þeyi makul ve katlanýlabilir görüyordunuz. O zaman da sizi öteki Türklere karþý kýþkýrtmak için ellerinden geleni yaparlardý. Þöyle ki; siz aslýnda “Ari ýrkýndansýnýz” (Gerçekmiþ gibi) Türklerin ülkenizi iþgal etmesine nasýl razý oluyorsunuz?(Sanki kendileri onca yýldýr baðýmsýz bir ülke ve müttefik askerlerin burada üsleri yokmuþ gibi). Kaldý ki nüfus olarak, Türklerden aþaðý bile deðilsiniz, her yerde Kürt varmýþ Anadolu’da. Baðýmsýz olup, daha müreffeh yaþayabileceðiniz yerde, Türklerin hegemonyasýna katlanmayý yeðliyorsunuz, bu yakýþýr mý hiç Arilere? Yarýn bir gün silahlý savaþ baþlayacak, ama siz kaçýp buraya geldiniz, neden dönüp PKK’ya katýlmýyorsunuz...?”
Sinan bu tür sorgulara muhatap olup, için için iþleniyor, baþka kimse ile konuþamadýðý için de bana geliyordu. Bunlarý yaþamýþ olanlar daha önce de anlatmýþtý. Bir an için Kürdüm desem bana da böyle diyecekleri kesindi. Zaten baþka türlü gururumu kýrmanýn imkaný olmadýðýný biliyorlardý. Bu arada PKK gerçekten silahlý tedhiþ eylemlerine giriþmiþ, Tuzlada onlarca kiþi ölmüþ ve yaralanmýþtý. Artýk bu iþin tadý kaçmýþ, iþ tartýþýlma safhasýndan çýkmýþtý.
Akþamlarý artýk Umschulus yapmýyor, kafamý dinlemeyi tercih ediyordum. Yalnýz caný sýkýlmasýn diye acýyýp, arada bir yanýma çaðýrýyordum, ama yine kafa ütülüyor, konuþmaktan býktýrýyordu. Bir süre sonra Sinan birinci kanatta bulunan baþka bir hemþerisinin yanýna geçmiþ, oraya taþýnmýþtý. Ama bunun acýsýný çýkarmak için her avluya çýkmamda yanýma gelip, gene ayný konuyu açýyordu. Zaten konuþabileceði yegane konu bu idi. Sinir bozucu üslubuna sabýrla cevaplar vermeðe çalýþýyorsam da vazgeçecek gibi deðildi. Onun bana söylediklerinin bir çeyreðini bile daha önce grup olsun, tek olsun, hiç kimseden duymamýþtým. Þöyle dayaða gelecek yaný olsa hiç bakmayýp basacaktým tokatý. Ama çok ufak tefekti. Sonra kýzýp, gücenik bir þekilde;
-Tamam. Kalbimi kýrdýn Sinan. Demek Tuzlada yapýlan o kalleþçe saldýrýyý kýnayacaðýna, memnun oldun. Artýk tartýþma devri geride kaldý, bize resmen silah çektiniz. Sakýn bir daha benimle konuþma ve uzak dur! Diye baðýrýyordum.
Aradan çok geçmeden, bir gün Sinan’ýn intihar ettiðini duyuyordum. Mahkumiyetinin altýncý yýlýnda artýk dayanamýyor, boynuna taktýðý bir kablo ile kendini tuvalet perdesinin askýsýndan asarak, canýna kýyýyordu...

Hapishanenin iki psikologundan bir olan Thomas ile iyi anlaþýyorduk. Zaman zaman odama gelip, sohbet ediyorduk. Bir gün kat gardiyaný beni çaðýrdýðýný söylediðinde gene resim yapýyordum. Bürosu zemin kattaki idare merkezindeydi. Aþaðý indiðimde uzun koridorun merkeze açýlan demir kapýsýnýn önünde beni bekliyor, eliyle acele etmemi iþaret ediyordu. Hýzlanarak yanýna vardýðýmda, telefon, demiþti. Maria beni arýyor, mahkeme müdürü de birlikte, yarýn yanýma gelmek istediklerini haber veriyordu. Durumu Thomas’a söylediðimde çok hayret ediyordu. Bay Reus gibi birinin hücrede bir mahkumu ziyaret ettiði görülmemiþtir. Ýki mahkemede yetkili Müdür ile Mariadan baþka, Karlsruhede bir sanat vakfý sahibi olan, eski ünlü Balerin Ursula Blickle devresi gün birlikte gelmiþlerdi. Odamdaki tablolarý beðendiklerini söylüyor ve ilgiyle inceliyorlardý. Satmak koþuluyla hemen onlarý alýp, sergilemek istiyorlardý. Satma konusuna sýcak bakmadýðýmý gerekçesiyle açýklayýnca, ýsrar etmiyorlardý. Bay Reus, odamý bir cezaevi hücresine hiç benzetemediði için çok þaþýrýyordu. Ýkinci þaþýrma nedeni de bu resimleri yapmak için gerekli onca malzemeyi nasýl temin ettiðimdi. Bu ziyaretinden sonra bir kez daha gelecekti Bay Reus, çünkü bu þereften ötürü kadirþinaslýk olsun diye fotoðraflarýndan bakarak eþi ile kendine birer portre yapýp, hediye olarak göndermiþtim. O nedenle, eþi de benimle tanýþmak istemiþ ve birlikte gelmiþlerdi. Bu defa bana yanýnda, posta için kullanacaðýmý düþündüðü 50 Marklýk pul getirmiþ, ama açýktan vermeðe kalktýðý için, o sýrada yanýmýzda olup, bunu gören kat gardiyaný yasal olmadýðýný söyleyince, Hakim Reus; ” Görüyor musunuz Bay Özgür, burada bana bile yasak var” diye yakýnýyordu. Daha sonra, ýsrar etmesi nedeniyle, yaptýðým portrelere karþýlýk, bana en iyisinden bir takým fýrça ve boya malzemesi göndermesini razý oluyordum...
Böyle bir manzara gerçi tahayyüllerimde yok deðildi, ama bir gün gerçekleþeceðin inanmak çok zordu. Uzun günler, geceler boyu dur durak bilmeden çalýþýrken, böyle bir aþamayý hep amaçlamýþtým. Nitekim vuku bulmuþ, ve dýþarýdaki Almanlara, sandýklarý gibi, beni canlý mezara gömememiþ olduklarýný gösterebilmiþtim. Bunun daha ötesi olduðunu da yakýnda öðreneceklerdi. Yanýma geldiklerinde esasen çok doluydum, ama kendilerini nezaketle karþýlayýp, söylemek istediklerimi uzunca bir mektuba saklamýþtým. Bay Reuse yazdýðým o mektupta, bütün hikayemi özetlemiþ ve sonuç olarak, “Bu benim sizin cemiyetinizden aldýðým çok özel bir intikamýmdýr” diye baðlamýþtým. Hakimden gelen cevap anlayýþýn ötesinde, büyük bir hayret ve hayranlýk ifadeleri içeriyordu. Hakim Reus bu konuyu kendine saklamak istememiþ, bir gün sonra cezaevi müdürü benimle görüþmek istiyordu. Meðer Alman BNN (Baden Würtemberg’in en yeni haberleri) gazetesine baðlý muhabirler benimle mülakat ve bir haber yapmak istiyorlarmýþ, müdür itirazým var mý diye soruyordu. Elbette ki yok ve ben de bunu bekliyordum zaten. Ancak görüþme bu kez kendi odamda deðil, birkaç tabloyu taþýyýp, duvarlarýna astýðýmýz baþka bir görüþme odasý tahsis edilmiþti. Derken biri bay, diðeri bayan iki muhabir gelmiþ ve röportajý yapýp gitmiþlerdi. Bir gün sonra da gazetenin kültür sayfasýnda “Fýrça ve tuval ile dýþarýya köprü kurmak” baþlýðý altýnda, yarým sayfa olarak yayýnlanmýþtý. Bu olaydan hemen sonra, biri Hýrvat asýllý olan birkaç sanat menajeri beni aramýþ ve gelerek görüþme yapmýþtýk. Þayet resimleri sergilemek ve satmak istersem, her türlü katkýyý yapacaklarýný söylüyorlardý. Ancak resim satma konusundaki kararým deðiþmiyordu. Bu haberi, kýrk dakikalýk bir video belgesel çekimi izliyordu. Yýllardýr görüþtüðümüz Hikmet Toprak’ýn birlikte getireceði bir amatör kameramanla odamda çekim yapabilmeleri için müdürden izin alýyordum. Onun gayesi bu çekimin kaydedileceði video kaseti çoðaltarak, ilgili yerlere göndermek ve bu vesile ile erken tahliyeme destek saðlamaktý. Nitekim sekiz nüsha yapýlmýþ ve bunlardan ikisi Türk Medyasýndan Uður Dündar ve Barýþ Manço’ya olmak üzere, ilgili bir çok makama gönderilmiþti. Hemen söyleyelim ki, sonuç onun umduðu gibi olmayýp, bu giriþimin saðladýðý yegane yarar bir daha tekerrürü mümkün olmayan bir aný ve bundan elde edilen bir kasetten baþkasý olmayacaktý. Sonraki yýllarda T.C. Karlsruhe Konsolosluðu Hürriyetin ve Milliyet Gazetelerinin haberlerini duyup, sergi giriþimde bulunmak için görüþmüþlerdi. Zaten tahliyeme nispeten az bir süre kalmýþtý ve nitekim ilk sergiyi Siemens Þirketine ait özel sergi salonlarýnda açmak mümkün olmuþ, ancak ben þahsen katýlmak istememiþtim. Önce bir haftalýðýna gün vermiþ olmalarýna karþýn, aradan üç ay geçmiþ resimleri bir türlü geri vermek istemiyordu Siemensçiler. Ýkide bir de satmam konusunda haber gönderiyorlardý. Resimlerin dýþarý çýkmýþ olmasý cezaevi idaresini önce memnun etmiþ olsa da, arý balsýz kalýr mý, hemen yenilerini yapýp asmýþtým duvarlara. Artýk çýkmalýydým buradan ve ne kadar çok rahatsýz edersem o denli erken çýkarým, diyordum. Tübingen savcýlýðýndaki yetkili savcý ile telefonda görüþtüðümde, “Bay Özgür, bana kalmýþ olsa siz çoktan çýkmýþ olacaktýnýz, fakat maalesef Eyalet Savcýlýðý buna onay vermedi ve ancak on beþ yýlý doldurduktan sonra çýkmanýz mümkün olabilecek” diyordu. Mahut firar denemem nedeni ile ayrýca yargýlanmýþtým. Önce öldürmeðe teþebbüs denilerek, sekiz yýldan baþlayan ceza talep ve iddiasý sonra on sekiz ay ile noktalanmýþ ve bunun yarýsý, devam etmekte olan cezam durdurularak, tatbik olunmuþtu. Oysa ben toplam on beþ yýlý hesap ediyor ve sekiz ay için ayrýca giriþimde bulunmamýþtým. On beþ yýlý tamamladýktan sonra sekiz ayýn ne ehemmiyeti olur, bunun için de ayrýca tutmazlar sanýyordum. Ancak öyle olmayýp, bu olaydan ötürü yargýlandýðým Mannheim savcýlýðýna baþvuruda bulunmam gerekiyordu. Nitekim, onaltýncý yýlýn yedinci ayýnda yazacaðým dilekçeye, hemen uygulanabilir, yanýtý gelecekti.
Bir gün, Maria’nýn bahsetmesiyle, mektupla tanýþtýðýmýz Frankfurtlu üç bayan nihayet ziyaretime gelmiþlerdi. Biri yirmi beþ, biri otuz beþ, diðeri ellisine yakýndý. Yaþlý bayan Herta, ana tanrýça, en genci Erika, pozitif ve negatif enerji ölçer, öteki Doris ise Medyumdu. Trans haline geçip, ruhlarla konuþuyor ve geçmiþten, gelecekten haber veriyorlardý. Maria’ya dediðine göre, güya bundan önce yaþamýnda, ki bu muhtemelen ortaçað imiþ, o kocasýný savaþta yitirmiþ bir kraliçe, bense onun ordu komutaný imiþim ve bir savaþta ansýzýn saf deðiþtirip, ona karþý savaþmýþým. Bu hikayeyi teyit edebileceðim hususunu soruyorlardý, ama bu tabii ki mümkün deðildi. Gerçi gerek kendi ruhi derinliklerimden gelen belli belirsiz sinyaller ve gerekse reenkarnasyon hakkýnda duyup, okuduklarým bu konuda az da olsa bir ihtimali var saymama vesile oluyordu. Ancak, yer, zaman, kiþiler ve fonksiyonum gibi detaylar hakkýnda hiçbir kanaate sahip deðil ve kuþkuluydum. Onlar halbuki, gayet emin konuþuyorlardý. Bu konularý yüz yüze görüþmek için, üç ay sonra ve iþte nihayet gelmiþlerdi. Harta’da kristal enerji varmýþ. Bana:
-     Ellerini uzat, sana kristal enerjimden vereceðim.
Demiti. Bana uzattýðý ellerinin üzerine avuç avuca gelecek þekilde uzatmýþtým ellerimi. Sonra devamla:
-Gözlerini yum ve ne görüyorsan söyle. Demiþti.
Gözlerimi yummuþ, ama henüz olaðandýþý bir þey görmüyordum. Onlar ve bir masanýn çevresinde oturduðumuz aynalý ziyaret odasýydý gördüklerim. Yan taraftaki aynanýn arkasý karanlýk ve izleyici memurlar orada oturuyordu. Nitekim:
-Bir þey göremiyorum ki, ne söyleyeyim? Diyordum. Ama o:
-Etrafýna baksana, iyi bak, çevrendeki altýn çerçeveli evlerde camlar açýk ve karanlýkta bir kenara çekilmiþ olan, yarýnlardan ümitsiz, hedeflerini, hayatlarýnýn anlamlarýný kaybetmiþ insanlarý görmüyor musun? Diyordu.
Bu tanýmlamadan sonra istesem elbette bir þeyler ilave edebilirdim. Ama bu gerçeði yansýtmayacak, samimiyetten uzak olacaktý. Bu yüzden konuþmak istemiyordum. Ama o ýsrarla:
-Onlar senin insanlarýn, sana ihtiyaçlarý var, onlara yol göstermen gerekiyor, bunun için sen seçildin. Diyordu.
Ben ise buna ironi ile karýþýk;
-Neden yol gösterici ben olayým, madem altýn pencereli evlerde oturuyorlar, o halde bir sorunlarý olmasa gerek, belki size öyle geliyordur, sessiz oturup, kafa dinlemeði yeðlemiþlerdir
O yine ýsrarla:
-Hayýr, onlara sen yol göstermelisin, bunu ancak sen yapabilirsin” Diyordu.
Nitekim gözlerimi açýp, ellerimi çekiyor ve bu komediye bir son vermek istiyordum. Ama onlar hala ciddiydi.
Herta;
-Sana bir koruyucu melek tahsis ettim, daima koruyacak seni. Diyordu. Buna tebessüm ediyor ve;
- Çok teþekkürler, ama buna ihtiyacým olacaðýný sanmýyorum. Þimdiye kadar olduðu gibi, gene kendi kendimi koruyabilirim çünkü. Diyordum.
Bu, onlara göre çok özel bir lütuf olup, geri çevirmiþ olmam aðýr bir hakaret sayýlmýþ olacak ki. nitekim üçü birden hüngür hüngür aðlamaða baþlamýþlardý. Baktým olacak gibi deðil.
- Tamam, tamam, bütün önerileri kabul ediyorum, lütfen susun artýk.” Diyordum ve aðlamayý kesiyorlardý.
Oysa ki daha baþtan, çok zor inanan biri olduðuma dikkatlerini çekmiþ, dolaylý olarak uyarmak istemiþtim onlarý. Buna raðmen bunlarý söylediklerine göre, þahsen inanýyor olmalýydýlar. Veya kim bilir, belki de söylediklerine inanmalarý benim onlara inanmama baðlýydý. Öyle ise iþleri zordu. Çünkü aradýklarý adam bir baþkasý, kolaycý ve biraz da kaçýk olmalýydý. Onlarla, yine yazýþmak üzere vedalaþýp, ayrýldýktan sonra doðruca odama gelmiþ ve sýrt üstü uzanarak, bu garip olayý yeni baþtan tahlile koyulmuþtum:
“Onlara daha baþtan inanmamakta haklý mýydým? Yanlarýna peþin yargýyla gitmem objektif bir tutum olmayýp, bilimselliðe aykýrý deðil miydi? Dediklerinde hiç mi doðruluk payý olamazdý? Ýnsanlarýn genelde inançsýz ve sadece güce taptýklarý konusunda þartlanmýþ olamaz mýydým? Somut olgular harici konularda, dýþardan gelen telkinlere kolay inanmadýðým bir hakikatti. Zira insanlarýn bazen, çok gereksiz yerlerde bile, yalana tenezzül edebildiklerini çok görmüþtüm. Bu durumlar karþýsýnda duyduðum iðrentiler, bende saðlýksýz bir ön eleme süzgeci oluþmasýna yol açmýþ olamaz mýydý? Ýstisnasýz, bütün peþin yargýlarýmýn doðru ve isabetli olacaðýný var saymam ne derece doðruydu?...
Bu sorulara kendi adýma samimi karþýlýklar verebilecek durumdaydým. Çünkü kendimi kandýrmak istemeyeceðim gibi, buna ihtiyacým da yoktu. O halde, o çok emin olduðum “Hayatta hiçbir tesir altýnda kalmadýðým, Tanrý’nýn yarattýðý ne ise, onu koruduðum, herkesten baðýmsýz olduðum” þeklinde ki inancým, belki de bir yanýlgýydý. Farkýnda bile olmadan, genel kabul görmüþ toplumsal yargýlara, hem de aþýrý baðýmlý olamaz mýydým? Baþka bir ifadeyle, bu, toplumsal vicdanýn bende yaþamasý ve bunun bir tezahürü olamaz mýydý?...
Thomas’la bir gün avluda dolaþýyorduk, dinler konusunda benden görüþ almak istiyordu;
- Sence en inanýlýr, en doðru din hangisidir?
Ben bir an düþünüp;
-Toplumsal mutluluk için Ýslamiyet’tir, ama bireysel saadet için belki Budistlik de kýsmi rahatlýk saðlayýp, tercih edilebilir. Demiþtim.
Bunun üzerine Thomas, sanki gizli bir þifre çözmüþ edasýyla:
-Sen var ya sen, özel olarak eðitilip, buraya da salt Ýslam’ý yaymak için gönderilmiþsin! Diyordu.
Bu eda ve sözler karþýsýnda çok gülmüþtüm.
- Hah, hah haaa! Olacak iþ deðil bu Tom.. Gerçekten böyle mi sanýyorsun? Oysa ki,Oysa ki sana daha önce, bu konuda eðitilmem için zoraki baþladýðým okulu bitirmeden ayrýldýðýmý söylemiþtim ve bu doðruydu…
Buna raðmen Thomas dahi, bütün Almanlar gibi, nispeten bireyci (Egoist) olduðu için, daha sonra din olarak Budizm’i tercih ettiðini söyleyecekti.
Geri dönecek olursak, bana kalýrsa, son derece bireyseldim. Ama toplumun Ýslam yoluyla daha güvenli ve mutlu olabileceðine dair güçlü bir telkinle büyüdüðüm de bir vakýa idi. Zaman zaman, Kuran surelerinin olaðanüstü tesirlerini, bilhassa çocukluk yýllarýmda, düþte ve pratikte görüp, yaþamýþtým. Rüyada, mahiyetini bilemediðim varlýklarla, bir kez Cinlerle karþýlaþýnca, çok korkmuþ, ezberimde olan bir sureyi okuyarak, o durumdan anýnda kurtulmuþtum.
Pratik hayatta ise, onüç-ondört yaþlarýmda iken, sol dizime bir þey olmuþ, yürümekte zorlanýyor, koþarken ansýzýn içerden saplanan bir acýyla tepe taklak gidiyordum. Bunun üzerine etraftan çare sorduðumda, kimdi unutmuþum; Karaþehy köyünden Hüseyin dayý halleder, Cuma günü git, yanýnda bir çile kullanýlmamýþ temiz iplik götür” diye salýk vermiþti. Birkaç gün sonra oraya arkadaþým Aydýnla birlikte ve topallayarak gitmiþtim. Anýlan kiþiyi camiden çýkan cemaatten sorarak bulmuþ, ayak üstü derdimi açarak, ipliði ona uzatmýþtým. O ise iplik çilesini açmýþ ve üzerine bir þeyler okuyarak düðüm atmaða baþlamýþ ve belli bir sayýdan sonra, bunu dizime baðlamak üzer, kalan kýsmýyla birlikte bana vermiþti. Dediðini hemen yapýp, dönerek yürümeðe baþlamýþtým. Önce yavaþ, sonra koþarak daðdan aþýp, köye geri dönmüþtüm.
Þimdi bütün bunlarý yeniden inceliyor, neyin ne olduðunu anlamak istiyordum. Þahsen, Din mefhumunu, bencil amaçlar için sarf edilemeyecek kadar deðerli, insan ile Tanrýsý arasýnda kalmasý gereken, son derece özel bir konu olarak görüyordum. Kanýmca kiþi, toplumda öncelikle ve sadece genel geçer ahlaki normlar dahilinde davranmakla yükümlü olup, bunun ötesine kimseyi karýþtýrmamalýydý. Þahsen, kendimi her ne kadar birey olarak, baðýmsýz görsem ve böyle görülmek istesem de, mensubu bulunduðum toplumun genel kabul görmüþ Din ve inanýþlarýný dýþarýda savunmayý vicdani bir görev olarak sayýyordum. Bence, önerilen bir þeye karþý yeterli gerekçe göstermeksizin itimatsýzlýk göstermek bile muhataba hakaret anlamý gelirdi. Bu nedenle, karþýmda ki kimsenin inanmasýnýn gerekli olabileceðini düþündüðüm, iddia anlamý içeren sözlere çok dikkat ederdim. Bu nedenle, Ýslamiyet konusunda kendiliðimden ona bir þey anlatmamayý yeðlemiþtim. Sorduðunda anlatabilirdim tabii, ama o zaman da, savunduðum þeyi kabul etmemek için bunun daha iyisini ortaya koymasýný, aksi halde kabul etmeðe mecbur olduðunu söylemeliydim. Bunu gurur meselesi yapacaðýný ta baþtan tahmin ettiðim için de iþte, Budizm’i öne sürmüþtüm. Ancak her þeye raðmen emindim ki, ilk önerim kesinlikle aklýnda kalacak ve onun yanlýþ olduðunu düþünemeyecekti. Ýnanýlýrlýðý yüksek olmayan, sübjektif özellikteki konulara dikkat çekip, bundan eminmiþ gibi söz edenleri kuþkuyla karþýlar, samimiyetsiz ve hatta mütecaviz sayar, böylesi kiþilerle tartýþmamayý yeðlerdim. Ýnsanlarýn karþýlýklý güvene ekmek ve su gibi ihtiyaçlarý olduðu muhakkaktý, bunu azaltýcý ve hatta tamamen yok edici tutumdaki bir tür hasta insanlarýn arttýðý bir toplum yýkýlmanýn eþiðine gelmiþ demekti. Ancak, ne yazýk ki günümüz toplumlarýnýn çoðu artýk bu durumdadýr. Bir kýsým masum insan, bu kaos ortamýnda neye ve kime inanacaðýný þaþýrýp, çaresizlik içinde bir kurtarýcý beklerken, bir kýsým kendince uyanýk, vicdansýz da, bunlarý suiistimal ederek, kýsa süreli de olsa, kiþisel yarar saðlamak peþindedir.
Bu arada Hýristiyan inancýna geçmesi saðlanarak, vaftiz edilen bir Türk gencinden bahsetmeden geçemeyeceðim. Adý Kenan olan genç, 26 yaþýndaydý. Teþekkül halinde gasp suçundan sekiz yýla mahkum edilmiþ olan sekiz kiþiden biriydi. Uzun boylu, iri yapýlý, kara yaðýz bir delikanlýydý. Dýþardan bakýlýnca hayli ceberrut görünen bu genç, gerçekte nahiv, düþselliðe meyilli, her genç gibi hamasi olaylarý severdi. Ýlk tanýþtýðýmýz günlerde, kendini ülkücü olarak tanýmlasa da, iki türlü kiþilik arasýnda gidip, geliyordu. Kendini güçlü, zeki ve cesur görürken, ayný zamanda zýt özellikler, zayýf, cahil ve mütevazý davranýþlar sergiliyordu. Bu git gel esnasýnda bir gün þakayla karýþýk bana meydan okumasýn mý. Ona, yanýt olarak:
- Ýçeri geç öyleyse!
Dediðimde, ansýzýn ciddileþip, önünde konuþtuðumuz odama girmiþti. Arkasýndan ben içeri girip, bir adým atarak kafayý patlatmýþtým suratýna. Böylesi durumda en kestirme düzeltmenin ne olduðunu yýllardýr biliyordum. Bir hayli birikmiþ töhmeti olmasa elbette hemen ciddiye almayacaktým. Ama insan oðluydu bunun burasý, þeytan ve melek bunda iç içe yaþýyordu. Onun için asla aþýrý gevþekliðe gelmez, bunu hemen gerçek bir zafiyet sayabilirdi. Bana son derece saygý ve sevgi duyduðunu söylediði halde, bir söz esnasýnda, güya zekamý överek “Du Hund du ” (Seni it seni) demiþ, hadi bunu geçtik, bu kez baþkalarýnýn yanýnda, yýllardýr kurup, koruduðumuz onur ve vakarýmý sarsýcý tutumda bulunurken “Yapma” dediðim halde, pervasýzca; “Yaptým bile” diyebilmiþti... Sabretmiþ ve iþte tam aradýðým türde bir bahane bulmuþtum. Böyle bir þeye cüret (Ona göre bu cesaretten öte bir þeydi) edebileceðimi hiç sanmadýðý için, þoke olmuþ, derhal yelkenleri indirivermiþti. Esasen içeri girdiðimde karþýmda gard almaða kalkmasa yine vurmayacak, öfkelensem de yine sabredecektim. Ama bu durumda mutlaka çekindiðimi düþünecek ve sonuç daha negatif olaylara davet çýkaracaktý. Benden illa ki, fiili bir ispat gereksinimi vardý. Geçmiþim, anlatýlanlar onu tatmine yetmiyor ve hatta belki biraz da tahrik olmasýna yol açýyordu. Nitekim ilk darbeden sonra diþi aðzýndan fýrladý sanýp, hemen eðilerek, niçin lazýmsa, onu yerde aramaða baþlarken, ben zaten durmuþtum. Sonra o denli kötü olmadýðýný görünce hemen barýþmýþ, ama artýk o denli birlikte olmuyorduk. Fakat bu arada uzaktan onu izliyor ve onda bir takým davranýþ deðiþiklikleri, ruhsal dinginlik, uzayan sakalýný kesmeme gibi izlenimler edinip, tekrar yanýna gitmiþtim. Odasýndan televizyonu da kaldýrmýþ, onu ihtiyac duyan bir baþkasýna verdiðini söylüyordu. Bütün tavrýyla bizim derviþlere benzediðini düþünüyordum. Derken o akþam Umschlus yazdýrýp, ona gitmiþtim. Daha önce de odasýnda Ýncil ve sair kitaplar görmüþtüm, ama bu kez durum farklýydý. Yoðun olarak okuduðu sayfa ayraçlarýndan belliydi. Derken çay demlemiþ ve içerken meseleye girmiþti. Gerçi hemen vaftiz olduðunu söylememiþ, daha ziyade bu dine iliþkin hissettiklerini ve onun manevi hazzý ve doðruluðunu vs. bahsediyordu. Toleransla dinlediðimi, hatta kimi noktalarda tasdik ettiðimi görünce, bu konuda daha sýk konuþmak istediðini söylüyordu. Meðerse bizimkinin niyeti beni de o yola çevirmekmiþ. Daha önceki konuþmalarýmýzda gerçi bu yönde bir temayülü olduðunu sezinlemiþtim. Ama iþin gerçekten bu raddeye geleceðini yine de sanmýyordum. Bana, milletimizin ne kadar yanlýþ tutum izlediðini ve ne sahte bir gurur sergilediðini ve sair bir sürü tenkit sayarken, ona, daha önce, bizden sayarak, yaptýðým yakýnmalardan ötürü ne yazýk ki karþýlýk verecek durumda olmadýðýmý düþünüyordum. En son olarak; “Ýþte bu nedenle o kafa olayýný affettim” demesi ile meselenin gerçek boyutu ortaya çýkýyordu. Yani Hýristiyanlýðýn o müthiþ hoþgörüsü (!) olmasa, belki de hayatýmdan olacakmýþým. Kaldý ki, daha önce bunun aksi olduðunu biliyordum. Zira benzeri tutumlarýyla kafamý kýzdýrmýþ olan Afyonlu Seydi ile Aðrýlý Cengiz ayný þekilde tezahür eden tepkimle karþýlaþtýklarýndan, barýþtýðýmýz halde, gizliden kinliyorlarmýþ beni. Bir gün üçün bir araya gelip, dertleþirken, ortak kinde buluþmalarý, bana duþta saldýrma fikrine gelmelerine yol açmýþ. Bu öneri gerçi Aðrýlý Cengiz’den gelmiþ ama, buna sadece Afyonlu Seydi karþý çýkýp, gerekirse kendi iþini tek baþýna yapacaðýný söylemiþ. Bunlarý da sonra bana bizzat itiraf etmiþti. Bu durumda yeniden gücenmeme raðmen, açýklamayýp, ilerde deðiþeceði ümidiyle, tepkisiz olarak yanýndan ayrýlýyordum. Onun ve daha baþkalarýnýn bu dini öðretiye samimiyetle inanabilmelerinin benim tutumuma baðlý olduðunu önceden biliyordum. Çünkü burada görevli Kilise rahipleri beni daha iyi tanýyor ve buna iliþkin bir çok kez, inanýlmaz tolerans ve vaatlerle giriþimde bulunmuþlar ama baþaramayýp, iþi korkutma boyutuna bile taþýdýklarý bir vakýa idi. Bunun için, bir gün Seydi ve birkaç Türk arkadaþla oturduðumuz sýrada, Hapishane Evangelist rahibi, bay Schmit benim serice kapýyý aralayarak;
-Duydunuz mu, Neo-Naziler üçüncü kanatta yabancýlara saldýrmýþ?! Diyordu.
Yüzündeki ifade, paniðe kapýlmadan okuma yetisini haiz olanlar için her þeyi açýklýyordu. “Hapý yuttunuz, iþte burada da baþýnýz dertte” demek istiyordu. Ancak verdiðim yanýt, yüzündeki sevinçli hali tersine çevirmeðe ve kapýyý kapattýðý gibi geri dönmesine yetiyordu.
-Olabilir Bay Schmit, daima açýk olan bu kapýdan elbette içeri girebilirler, ancak sað salim tekrar geri çýkabileceklerini, doðrusu hiç garanti edemem. Demiþtim.
Onun arkasýndan, bizim, atýnca mangallarda kül býrakmayan ünlü Türk kabadayýlarýna dönüp, zira o konuþurken bir an göz ucuyla baktýðýmda, benizlerinin solgunluðumla az kalsýn her þeyi berbat edeceklerini görmüþtüm;
-     -Bu ne hal be? Hani her dalda birinci, cesur Türkler diniz? O suratlarýnýz hali neydi papazýn söyledikleri karþýsýnda? Böyle yapacaksanýz bir daha bu odadan içeri adým atmayýn. Çünkü hiç olmayacak þeylere davet çýkaracaktýnýz az kalsýn! Diyordum...
Tabii ki, ne demek istediðimi ve yaptýklarýnýn nasýl bir hata olduðunu anlamýþlardý. Nitekim hemen kalkmýþ ve hep beraber doðruca üçüncü kanada gitmiþtik. Gerçi bir tartýþma çýkmýþtý mahkumlar arasýnda, ama bu yabancýlarla deðil, Almanlar arasýnda sayýlýrdý. Çünkü tartýþma taraflarýndan Atilla isimli genç, ana tarafýndan Alman olduðu gibi, resmen de bir Alman vatandaþýydý. Durumla ilgilenmemiz Nazi geçinen Almanlarýn yüreðini oynatmýþ, hemen gelerek, olayýn yabancý düþmanlýðýyla falan deðil, aksine özel bir alýþ veriþle ilgili yanlýþ anlamadan öte bir þey olmadýðý teminatýný vermiþlerdi.
Kenan konusuna devamla, güya bizimki gerçek anlamda ve tamamen deðiþip, peygamber gibi hoþ görülü ve üstün erdemlerle donanmýþ olduðu için, artýk kapýya gelen adamýn kim olduðunu dahi sesini duymadan, açýp görmeden tanýyabilecek bir keramet ehli olmuþtu. Ama burasý üç günlük bir karþýlaþma yeri deðildi ne yazýk ki. O nedenle, sonunda foyanýn ortaya çýkmasý kaçýnýlmazdý. Aradan çok geçmeyip, bir gün bizimki gayet öfkeli, o kara gözlerini dondurarak gelip, az kalsýn bir Almaný keseceðini söylüyordu. Bunun benim sözlüðümdeki anlamý baþkaydý ya, kýzarak, kendine hakim olmasý ikazýna ek olarak, böyle þeylerden el etek çektiðini hatýrlatmýþtým. Bu onu daha da kýzdýrýp “Sen karýþma” diyerek, çýkarken, ses tonu açýk tehdit içeriyordu. Bu hali bardaðý yine taþýrmýþ ve tekrar ele almýþtým. Rast gele attýðým birkaç sille, tokada raðmen karþýlýk vermiyor, ama tehdide devam ediyordu. Bu beni daha da kýzdýrýp “Tehdit etme!” derken daha sert vuruyordum. Sonunda dýþarý kaçmaða çalýþýrken, müdüriyete þikayet edeceðini söyleyince yakalayýp, somyaya oturtuyor ve yeniden sakinleþtiriyordum. Önceleri kadar spor yapmasa da, halen saðlam yapýlý ve dayanýklý olduðu için aldýðý darbelerden fazla etkilenmemiþti. Nitekim bu tutumumun önceki sözüyle de alakalý olduðunu, çünkü böylece yalan söylemiþ olduðunun ortaya çýktýðýný yüzüne vuruyordum. Demek ki, güç yetireceðini bilse af maf dinlemeyecekti. Gerçi yanlýþýný anlamýþ, ama vaftizden gene de caymýyordu. Bu tutumuna, sýnýr dýþý edilme durumunda kilisenin yardýmcý olabileceðini sanýyor olmasýnýn rolü olmalýydý. Fakat sonunda cezasý bitmiþ ve sýnýr dýþý edilmekten kurtulamamýþtý. Türkiye’ye intikalinden bir süre sonra bana mektup yazarak, canýný yakmýþ olmama raðmen, sevgileriyle, bir gün buradan kurtulmam yönünde ki samimi temennilerini bildiriyordu. Ben de onun için yüce Tanrýya dua ediyor, vatanýmýzda kendisine uygun bir iþ verecek, iyi insanlarýn hala bulunuyor olmasýný diliyordum...

Ýki yýl aradan sonra Thomas yeniden Bruchsal’a dönmüþ ve tekrar karþýlaþtýðýmýzda barýþmýþtýk. Stammheim’da çok uzun süre tecrit edilmiþ olmasýna raðmen buna dayana bilmiþti. Dokuz gün ayný koþullarda kaldýðým için, tecritin ne demek olduðunu biliyordum. Artýk birinci kanatta kalýyor ve sadece mesai saatinde görüþebiliyorduk. Cezasý iyice azalmýþ olduðu için, bu arada taþ iþleme sanatý olan “Steinmetz” kursuna iþtirak etmiþ, birkaç ay sonra da þartlý tahliye ile salýverilip, üç gün sonra, müdürün özel izniyle (Oysa içerden çýkanlar, aradan altý ay geçmeden kimseyi ziyarete gelemezlerdi), ziyaretime gelmiþti. Daha sonra, önce Prag ve Warþova’dan bana tebrik kartlarý yazan Thomasla epey bir süre haberleþememiþtik. Gerçi her hangi bir þekilde ona ihtiyacým olursa (Buna firar da dahil) kendisini haberdar etmemin yeteceðini söylüyordu. Ama öyle bir niyetim olmayýp, bu durum, ben de çýkýp, Türkiye’ye geldiðimi bildirdiðim güne kadar sürecek, ama devresi gün uçaða atlayan Thomas, Ankara’ya gelip, bir hafta misafirim olarak geri dönecekti...
Bu arada eþim tekrar ziyaretime gelmek için vize baþ vurusunda bulunuyordu. Maria’dan kendisine bahsetmiþtim. Çýkacaðým gün henüz meçhul olduðu için, onun benimle evlenme düþüncesinden de söz etmiþtim. Ancak böyle bir þey olursa erken tahliyem konusunda etkili olabileceðini söylüyordu. On bir yýl sonra verdiðim ilk, sýnýr dýþý edilmek þartýna baðlý, tahliye dilekçem Eyalet savcýlýðýnca ret edilmiþ, en erken on beþ yýl sonra bunun söz konusu olabileceði haberi gelmiþti. Bu durumda katkýsý olabileceði düþüncesiyle, formalite bir evlilik için olsun rýza gösterip göstermeyeceðini sorduðumda, eþim buna asla razý olmak niyetinde olmadýðýný söylüyordu. Bunu, formalite icabý bile olsa esasen ben de arzu etmiyordum, ama ne yazýk ki koþullar bunu sormamý zorluyordu. Sonuçta yanýma gelmiþ ve sadece evli mahkumlarýn yararlanabildiði þartlarda, ayda iki kez ve dörder saat dayalý, döþeli özel bir konteynerde görüþebiliyorduk. Bundan Mania’nýn da haberi var ve anlayýþla karþýlýyordu. Kah annem ve kardeþlerimle, kah kendi kardeþi ile kalan eþim, altý ay sonra, oturma izni uzatýlamayýp, hamile olarak Zonguldaða dönmek zorunda kalýyordu...


DÖNÜÞÜM

Ýnanýlmaz bir þey, üç yýl sonra tahliye edileceðim kesinleþmiþti. Ancak kesin tarih yabancýlar Polisince belirlenecekti. Savcýlýðýn onayý geleli bir ay geçtiði halde haber gelmiyor, çýkacaðým günü öðrenemiyordum. Bu durum, bir çok kez bu nedenle hayal kýrýklýklarý yaþayan eþimi bu kez gerçekten yýkmýþ, bir gün buradan çýkabileceðime iliþkin bütün inancýný kaybetmesine yol açmýþtý. Alman devletini affetmeðe baþlamýþtým ki, yeniden kinlemeðe ve bunun hesabýný sormayý düþünmeðe baþlamýþtým. Benimle þaka yapýlamayacaðýný çok iyi biliyor olmalýydýlar. Yattýðým her yýlýn bedeli olarak, salt Alman olduklarý için, on kiþi öldürecek ve bunu basýn yolu ile bütün Almanya’da duyuracak, gerçek sorumlunun Alman polisi ve Adalet Bakanlýðý olduðunu bütün nedenleriyle açýklayacaktým. Neden hala öðrenmek istemiyorlardý her kiþinin bir olmadýðýný, anlamýyordum. Çok bunalýmdaydým. Eþime kesin tarihi veremiyordum onca yýl geçmesine raðmen.
Bu arada Mannheim’da tanýþtýðýmýz Malatyalý Orhan ansýzýn Bruchsal’a gelmiþti. Firar esnasýnda ve sonra ondan iyilik görmüþtüm. Aradan yýllar geçmiþ (9yýl) Onunla yeniden ve bu defa Bruchsal’da karþýlaþmýþtýk. O, zamanlar kýrk yaþlarýndaydý. Artýk epey yýpranmýþtý. Evet, gerçek dostlar, nadiren de olsa, böyle hiç beklemediðiniz anda çýkýyorlardý karþýnýza. Mannheim’da yedi sene yatmýþ, biz tanýþtýktan iki yýl sonra çýkmýþtý. Beþ yýl sonra ayný suçtan yeniden yakalandýðýný duymuþtum. Heilbronn ve Mannheim ceza evlerinden geçerek, çýkan bazý Türk-Kürt kavgalarý nedeniyle, þimdi buraya, benim kata gelmiþti. Onun dostum olduðunu ve çok nadir yaptýðým þekilde, kimsenin saygýda kusur etmemesini tembih etmiþtim.
Orhan, ne de olsa eski bir hapishaneciydi, gelir gelmez odayý anýnda toparlamýþ, kitap rafýna kadar düzenlemiþti. Oturmuþ çay içip, sohbet ediyorduk ki, rafýnda iki cilt “Kenzül Havas (Gizli ilimler hazinesi)” kitabý gözüme iliþmiþti, Hemen birini alýp, biraz göz gezdirdikten sonra, birlikte götürmeðe karar vermiþtim. Çünkü her soruna cevap vardý bunlarda. Beni ilgilendiren tek þey ne zaman çýkacaðýmdý. Bunu öðrenmek istiyorsam “16641 defa Ya Melik, diye çaðýrmalý olduðum yazýyordu bu kitaplarýn birinde. Bunu o akþam uygulamak istiyordum. Nitekim denileni yapmýþ, þimdi çoklarý inanmayacak ama, devresi sabah saat onda çýkacaðým günü öðrenmiþtim Bu tarih 10.10.1997 olacaktý. Þu halde on gün sonra. 16641 kez ayný þekilde hareket etmek zorunda kalan dilim çok sýzlamýþ ve neredeyse yaralanacak hale gelmiþti. Bu tarih güvenlik gerekçesiyle kimseye söylenmiyor, çoðunluk çýkacaðý günün akþamý öðreniyordu bunu. Ben, akþam yaptýðýmý da unutmuþ olarak, çok ýsrar etmiþ ve üç ayrý telefon numarasý çevirdikten, ve hatta tehdit ederek öðrenmiþtim. Tabii hemen telefon edip, eþ ve dostuma bunu haber vermiþtim...
Bunca yýl yaþadýðým her þey inanýlmaz bir düþ gibi geliyordu. Çýkacaðý kesinleþen mahkumlar, son günler hiç çekilmez oluyorlardý. Ama bende uçaða bineceðim sabaha kadar hiç istifimi bozmamýþ, her zaman oludu gibi, resim yaparak geçirmiþtim zamaný. O sabah odamda ki bütün eþyayý Orhan’a býrakmýþtým. On iki yýldýr bulunduðum 4. kanattan ayrýlýrken, benden hoþnut olan memurlar güler yüzle veda ederken, çýkmamý hazmedemeyen ýrkçýlar gidiþimi görmemek için ortalýktan kaybolmuþlardý. Çünkü onlara dönüp; “Size daima dediðim gibi, gerçek mahkumun kim olduðunu gördünüz mü, hadi bana eyvallah!” diyeceðimi biliyorlardý…

     
HAYDÝ BANA EYVALLAH

19 yýl aradan sonra, Stuttgart hava limanýna tekrar gitmiþ ve polis gözetimi altýnda, bir THY uçaðýna binmiþtim. O sýrada sýnýr dýþý edilen baþkalarý da vardý. Hepsi bundan rahatsýz, tek ben sevinçliydim. Hatta bu yüzden uçaða biniþimizi izleyen askerlere takýlmýþ;
” Bu ne demek oluyor, Almanya sýnýrýna býraksanýz zaten ben kaçacak iken, siz tutmuþ þimdi kaçacakmýþým gibi önlem alýyorsunuz. Bu çok komik.” Diyordum.
Nihayet uçaðýn arka tarafýnda ki koltuklara oturduðumda, yanýma iki genç yabancý polisi elemaný erkek daha oturmuþlardý. Bunlar dört kiþilik bir timdi. Bir de bayan eleman vardý yanlarýnda. Üç kiþilik koltuk dizisinde iki erkek benim yanýma, bayan da onlarýn hemen soluna oturmuþlardý. Bunlarý hava alaný bekleme salonunda iken görmüþtüm. Ara sýra bizi kesiyorlardý. Yabancýlar dairesi görevlileri olmalarý gerektiðini düþünmüþtüm. Anlaþýlan, mutat olduðu üzere bize, Ýstanbul’a kadar refakat edeceklerdi. Cezamý bir ay on gün artýran yabancýlar dairesinde görevli bu ufak tefek tiplerin yanýma oturmaða cesaret etmelerini hazmedemiyor, buna cesaret ediþlerini ödetecektim. Uçak havalandýktan biraz sonra yanýmda oturana;
- Siz yabancýlar dairesindensiniz, deðil mi?
- Evet.
- Kime refakat edeceðinizi biliyor olmalýsýnýz?
- Ha, hayýr. Neden?
- Hiç.
-     !
-Onlara bir mektup, göndermiþ, biri Almanca, iki de gazete kupürü eklemiþtim oysa ki. Demek bunlardan size hiç bahseden olmadý. Hayret?!
- O gazetelerde ne yazýyordu peki?
     - Refakat edilecek kiþi hakkýnda, herkesin bilmesi gereken þeyler tabii ki, bilhassa da sizlerin…
     - Lütfen, bize de açýklar mýsýnýz, olay nedir. Anlayamadýk da. Lütfen!      
- Size bunu mensubu olduðunuz kurum bildirmeliydi, ben deðil.
     - Lütfen... Bize de söyler misiniz kim olduðunuzu?
-     Adýmý istiyorsanýz o kalay, ama bu deðil bilmek istediðiniz, deðil mi?
-     Evet, o gazete haberleri ne yazýyordu hakkýnýzda, onu bilmek isterdik...
- Bu çok uzun bir hikaye. Dönerseniz, öðrenirsiniz
     -Kendiniz anlatýrsanýz çok müteþekkir oluruz, lütfen. Ne oldu, ne yaþadýnýz Almanya’da, neden tutuklandýnýz?

Bana refakat için hiç hazýr deðilmiþ bunlar meðer. Yeþilköy’e varýncaya kadar onlara bütün maceramý anlatacaktým. Uçak hava limanýna indiðinde yüzlerindeki yaþam izi silinmiþ, benizleri solmuþtu gariplerin. Ülkeleri aleyhine söylenilen her sözü, tasdik etmiþ, esef bildirmiþlerdi iniþe kadar. Türk hostesler arada bir geçerken konuþtuklarýmýzý duydukça hallerine acýyor, artýk onlarý rahat býrakmamý rica ediyorlardý. Baþka bir þey yapmayý düþünmüyordum zaten. Önceleri olsa, dönüþe dair çok özel bir planým vardý. Refakatçilerim yere iner inmez benden dayaðý yerken, dönüþüm gazetelere flaþ haberi olsun istiyordum. Ama bundan vazgeçmiþtim. Çünkü yolumu bekleyen, üç yaþýna girmiþ, sadece resimlerinden tanýdýðým dünya tatlýsý bir kýzým vardý. Önceleri o yoktu tabi hesaplarda. Çýkacaðýmý kimse bilmeyecek, ancak yayýlan haberden sonra öðrenecekti bunu herkes. Akþam güneþi Marmara denizinde ýþýk oyunlarý yaparak batarken, uçak limana inmiþ, pasaportlarýmýzýn süresi dolup, yeniden temdit edilmediði gerekçesiyle Polise götürülmüþtük. Meðer bizimkiler çoktan orada ve uçaðýn inmesini bekliyorlarmýþ. Bekleyenler arasýnda Önce bizim Selo ve Cemali fark etmiþtim. Halamýn oðlu Cemal Polis memuru, Selahat Öðretmen olarak çalýþýyordu. Onlarýn yanýnda iki kiþi daha vardý. Bunlarý ise Selahat tanýþtýrýyordu;
-Abi bu arkadaþým Vedat. Senin talebelerden Kara Murat’ýn oðlu ve Polislik mesleðinde Baþ Komiser.
-Öyle mi, çok memnun oldum.
Nitekim Vedat;
- Vay be, demek o, adýný hep duyup, resimleriyle hayalimizde yaþattýðýmýz sendin he Abi?. Nihayet, ve hoþ geldin anayurduna!
Derken yakýn köylümüz olan diðer arkadaþ, Komiser Orhan’la görüþüp, ilk defa olarak tanýþmýþtýk. ( Bir yýl sonra da bir helikopter kazasýnda, Tansu Çilleri korurken þehit olmuþtu Orhan) Hakkýmda yapýlmasý gereken rutin araþtýrma sonuçlanamadýðý için, her þeye kefil olmalarýna raðmen, on altý saatten önce salýverilmem mümkün olamamýþtý. Bekleyen diðer yakýnlarýmla karakol misafirhanesinde görüþmüþ, Selahatla orada sabahlamakla kalmamýþ, devresi gün saat on dörtte savcýlýkça verilen “serbest býrakma tutanaðý”ný alýncaya kadar birlikte beklemiþtik.
O gece polis karakol misafirhanesinde çok ciddi þeylerinde yanýnda, çok konik þeylerde olmuþ, gülmüþtük. Mesela; görevli komiser bana ahvalim hakkýnda soru yönelttiðinde;
- Valla komiserim, on altý yýl Alman cezaevlerinde yattým ve devlet görevlilerine karþý kinli ve öfkeliyim. Ama ne desem bilmiyorum ki. Bildiðim tek þey, þimdi Türkiye’nin bir padiþahý olsa, ilk alnýndan vurmak isteyeceðim kiþi olurdu. Çünkü kullarýna karþý böyle bigane kalan padiþahlara bu yapýlýr ve bütün millet kurtulmuþ olurdu böylesinden. Ama padiþahlýðý yýkýp, onun asli þeref ve gururunu yetmiþ milyona bölmüþüz ve adam baþýna ancak yetmiþ milyonda bir düþüyor. Þimdi ben kimden, ne için ve ne sýfatla hesap soracaðýmý bilemiyorum. En iyisi, bana bir þey sormayýn komiserim...
Oradan ayrýlýr ayrýlmaz, Selo, Mahir ve Ali ile Zonguldaða doðru yola çýkmýþtýk. Devresi gün Selahat Þiran’a, arabasýyla geldiðimiz halamýn oðlu Mahir Ýstanbul’a dönmüþlerdi. Birkaç gün daha eþim ve kýzýmla orada kalacaktým. Büyük kayýn biraderim Enginle her gün bir saunaya gidiyor, biraz rahatsýz eden belimi kültür fizik yaparak tedavi ediyor, akþamlarý balkonda kurduðumuz masada raký içerek, geçmiþ günleri anýyorduk. Nihayet on ikinci gün bizimkileri alýp, önce Ankara’ya, sonra memlekete gitmiþtim. Otobüsle sabah erken kasabaya indiðimizde, anlaþtýðýmýz gibi, Selahat arabasýyla bizi Köye götürmüþtü. O sýrada Öðretmen lojmanlarýnda eþi ve kýzýyla kalýyorlardý. Köye gittiðimiz gün hoþ geldin için gelen giden çok olduðundan, o gün kara tepeye gidememiþtim. Ama devresi sabah erken kalkýp, hazýrlanarak daða çýkmýþtým. Yýllar öncesinde adýma verilmiþ olan bir sözü yerine getirmek için sabýrsýzlanýyordum. Nihayet tepeyi týrmanýp, þehitlerin mezarý baþýnda, nemli topraða diz kurup, alýn koyarak, iki rekat þükür namazý eda ederek yaptýðým o vaadi, hatta müthiþin ötesinde bir iddiayý yerine getiriyordum. Duygularým dile getirilecek gibi deðildi. Yýllar öncesine gidip geliyor, inanýlmaz düþleri art arda görüyordum. Ardýç aðacý hala yaþýyordu, ama onun altýndaki küçük kulübe yýkýlýp gitmiþ, oralar hazine avcýlarý yüzünden delik deþik edilmiþti. Tepenin üzeri meþe aðaçlarýyla daha sýklaþmýþ, önceki kadar meydanlýk yoktu. Etrafý dolaþýyordum ki kulaðýma traktör sesi gelir gibi olmuþtu. Meðer bu bizim Ýhsan’mýþ. O sýra daðlarda teröristler dolaþtýklarý için, yanýnda resmi Kaleþnikofu, traktörle ardýmdan gelmiþ, ama bana rastlayamadan dönmüþtü. Bu týrmanýþ bana sanki þifa vermiþ, belimdeki uyuþukluk iyice azalmýþtý. Sonra kasabaya, askerlik þubesine gitmiþ ve nihayet askere gitmek üzere geldiðimi haber vermiþtim. Nitekim gerekli belgelerin ibrazýyla askerliðime karar aldýrmýþtým. Buna göre, muhtemelen beþ ay sonra, yedek subay aday adayý olarak askere gidecektim. Bu iþlemler dolayýsýyla saðlýk raporu için doktor muayenesine gittiðimde, esasen rahatsýz olduðum halde, bunu belirtmemiþ, askerlik macerasýndan yoksun kalmak istememiþtim...




Devamý var…
Hüsrev Özel




Söyleyeceklerim var!

Bu yazýda yazanlara katýlýyor musunuz? Eklemek istediðiniz bir þey var mý? Katýlmadýðýnýz, beðenmediðiniz ya da düzeltilmesi gerekiyor diye düþündüðünüz bilgiler mi içeriyor?

Yazýlarý yorumlayabilmek için üye olmalýsýnýz. Neden mi? Ýnanýyoruz ki, yüreklerini ve düþüncelerini çekinmeden okurlarýna açan yazarlarýmýz, yazýlarý hakkýnda fikir yürütenlerle istediklerinde diyaloða geçebilmeliler.

Daha önceden kayýt olduysanýz, burayý týklayýn.


 


ÝzEdebiyat yazarý olarak seçeceðiniz yazýlarý kendi kiþisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluþturmak için burayý týklayýn.

Yazarýn baþkaldýrý kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
1.Bölüm: Çatal Yürek

Yazarýn öykü ana kümesinde bulunan diðer yazýlarý...
Askerlik Macerasý...
Açý ve Usta
Ademin Akýbeti

Yazarýn diðer ana kümelerde yazmýþ olduðu yazýlar...
Tanrý Daðlý Akkartal 1. Bölüm [Roman]
Tanrý Daðlý Akkartal 2. Bölüm [Roman]
Tanrý Daðlý Akkartal 3. Bölüm [Roman]
Tanrý Daðlý Akkartal 4. Bölüm [Roman]
[Eleþtiri]


Hüsrev Özel kimdir?

Yazma tutkusu olan herkes gibi, bu yolda bir çok cefayý bedel olarak ödemiþ biriyim.

Etkilendiði Yazarlar:
Bir çok iyi yazar var, lakin H.N.Atsýz ve P.Safa'nýn yeri baþkadýr nezdimde.


yazardan son gelenler

bu yazýnýn yer aldýðý
kütüphaneler


yazarýn kütüphaneleri



 

 

 




| Þiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleþtiri | Ýnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babýali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratýcý Yazarlýk

| Katýlým | Ýletiþim | Yasallýk | Saklýlýk & Gizlilik | Yayýn Ýlkeleri | ÝzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Giriþi |

Custom & Premade Book Covers
Book Cover Zone
Premade Book Covers

ÝzEdebiyat bir Ýzlenim Yapým sitesidir. © Ýzlenim Yapým, 2024 | © Hüsrev Özel, 2024
ÝzEdebiyat'da yayýnlanan bütün yazýlar, telif haklarý yasalarýnca korunmaktadýr. Tümü yazarlarýnýn ya da telif hakký sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadýr. Yazarlarýn ya da telif hakký sahiplerinin izni olmaksýzýn sitede yer alan metinlerin -kýsa alýntý ve tanýtýmlar dýþýnda- herhangi bir biçimde basýlmasý/yayýnlanmasý kesinlikle yasaktýr.
Ayrýntýlý bilgi icin Yasallýk bölümüne bkz.