Yaşam başlangıcı olmayan bir yolculuktur. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
“Olaylar Önemli Değildir; Onları Algılayışımız Önemlidir.”-Epiktetos- Dondurucu bir kış günüydü… Havada yoğun, göz gözü görmeyecek derecede yağan bir tipi ve termometre eksi 10 dereceyi göstermekteydi… İnsanlar mesai sonrası eve varma telaşındaydılar, birçoğu da yürümeyi tercih etmişti. Çaresizlik diz boyu karın üzerindeyken; bir yanda kaldırımlarda düşe kalka yürümeye çalışan insan manzaralarına tanık olunuyordu… İnsan gözünün çok zor seçtiği görüş mesafesi yarım metreydi. Göz gözü görmeyen tipide araç bulmaksa imkânsızdı. Yürüyebilen insanlar genelde kendine güvenenlerdi. Onlar da trafikten felç olmuş ana caddeyi tercih etmelerinin tek sebebi; belediyenin tuzlamış olduğu caddenin daha güvenilir olmasıydı… Bir gölge gibiydi her yolcu. Ve biri vardı ki; paltosunun yakalarını ensesine doğru kaldırmış, adeta içine gömülmüş, sıkıca giyinip, dondurucu ayazlara kuşanmış bir adamdı… O da düşmemek için temkinli yürümekte. Ayağında Almanya’dan getirttiği, tabanları hakiki kauçuktan, içi hakiki koyun postu kaplı botları… Bir ara duruyor, kararsızca çevresine bakınıyor… Elinde Audi marka otomobilinin gümüşten parlayan anahtarlığı, sokak lambalarının ışığında parıldıyordu… Bir ara durup, sağa sola baktı. Kararsızlığı sürüyordu… Gökyüzüne çevirdi başını daha sonra da yedi katlı iş hanının otoparkına… Belli ki, sabahtan iş yerinin otoparkına bıraktığı aracını düşünmekte. Ani kararla anahtarlarını cebine atıp, yürümeyi tercih etti… Ve işte o anda bir ses kulağına derinden geldi… Önce aldırmadı… Ses bu kez bir çığlığı andırınca dikkat kesilmişti: - Amca ne olur yardım et… Allahın’ı seversen! İçi bir hoş oldu.… Üşüdü. İnançları ile sarsılan yüreği şefkatine teslim olup, sesin geldiği yöne başını çevirdi. Önce bir şey görememişti… Tipi kirpiklerine yağıyor ve ağırlaşmasına neden oluyor, açamıyordu gözlerini…Soğuk acıtıyordu yüzünü. Paltosundaki eldivenli elini çıkartıp, karlı kirpiklerini sildi… O ses nereden gelmişti? Evet, işte oradaydı! Gündüzleri öğlen arası önünden geçtiği duvarın en kuytu yerinde bir kız çocuğunun oturmakta olduğunu fark etti. Hani, sarhoşların meyhane çıkışları sonrası duvara siğdikleri yerdeydi küçük kız… Amonyak kokusu karların altında kalmış olmalı… Şimdi onu düşünememeliydi… Kız çocuğu ona eliyle bir şey uzatmaktaydı… -Ne olur amca al da evime gideyim… Bunu satmadan evime gidemem. Çok üşüyorum amca… İçi kıyılmıştı… Küçük ve donmak üzere olan kız çocuğuna bir iki adımda ulaştı… Ya sekiz ya da 9 yaşlarında var, ya yoktu… Minik elleri mosmor ve titremekteydi. Uzanan çocuk elinden aldı kâğıt mendilleri. Yerde karton kutunun içinde bir kaç paket daha vardı. Çocuğu kısa bir an inceledi. Oturduğu portakal sandığına benziyordu. Küçük kızın üzerinde kırmızı hırka ve göğsüne de üşümemek için bir gazete kâğıdı koymuş olduğunu anladı. Zira gazete kâğıdının ucu, sıkıca sarılmış olduğu kırmızı hırkasının boyun kısmından gözükmekteydi. Küçük kızın dişleri soğuktan birbirini vurmaktaydı. Siyah paltolu adam ona doğru eğildi; -Kutudakileri de ver bakayım. Dondurucu soğuğun ayazı ile morarmış küçük eller, minnetle titredi. Zor duyulan cılız bir sesle. -Amca sağ ol. Çocuğun bu haline içi kıyılmıştı. Elini cebine aceleyle soktu. Sonra da onun kendisine uzattıklarını alıp, cebinden çıkarttığı cüzdanını açtı. İçinden 50 Lira çekip yerde titremekte olan küçük kıza uzattı. -Amca ama bunu bozamam, bende o kadar büyük para yok, bozuk ver, ne olur… Onun o haline acıdı: -Hepsi senin çocuğum, hadi eve koş şimdi. Yoksa donacaksın… -Sahi mi amca! Yani bütün bu para benim mi, şimdi? -Evet, çocuğum. Karlar erimeden sakın dışarı çıkma, diye verdim bu parayı. Ailene de söyle, seni bu karda kıyamette çıkartmasınlar bir daha sokağa… Küçük kız inanamamıştı. Bir elindeki paraya, bir de tam karşısında bir heykel gibi durmakta olan adama bakmaktaydı. Sonra hızla ayağa kalktı. Donmuştu dizleri. Bir ceylan gibi titremekteydi… Yüzükoyun yere kapaklandı… Kim bilir, belki karnı da açtı… Belki de donan çocuk dizleri, daha fazla dayanamamıştı… Siyah paltolu adamın içi yine bir tuhaf oldu. Hemen uzanıp küçük kızı yerden kaldırıp kucağına aldı. O çoktan bayılmıştı… Göğsüne sıkıca bastırdı küçük kızı. Başını dayadı hareketsiz bedenin üst kısmına. Ve fısıldadı, yeni bir umutla; “Oh, yaşıyor Allah’ım, çok şükür sana!” Minik serçe yüreği henüz durmamıştı. Hızla ana caddeye doğru koşmaya başladı. Trafik felç ve tipi şeklinde kar yağmaya devam ediyordu… -Allah’ım yardım et bize, diye fısıldadı. Kirpikleri yine ağırlaşmıştı. Hiç böyle bir çaresiz anı yaşamamıştı. Koskoca Sesin Şirketlerinin Sahibi Feridun Korkutmaz kucağında bir çocukla, hem de hiç adını dahi bilmediği bir kız çocuğu ile Taksim Meydanında aciz durumdaydı. Olacak iş miydi? İşte o an bir ses çalındı kulağına; -Pardon, beyefendi Taksim İlk Yardım Hastanesi ne tarafta? Allah duymuştu sesini… -Bende oraya gidecektim, size tarif edeyim. Arka koltukta orta yaşlı bir kadın karını tutmaktaydı. Belli ki doğum sancıları başlamış ve hastaneye yetiştirmeye çalışan bir eşin çırpınışlarına tesadüf etmişti, eş zamanda… -Geçmiş olsun hanımefendi, dedi. Küçük kızı yavaşça onun yanına uzattıktan sonra kendisi de sürücünün yanındaki ön koltuğa oturdu. Sıra servilerden hastaneye ulaşmaları yarım saatti bulmuştu. Her şey tam bir saatin içinde olup bitmişti. Şimdi siyah paltolu adam sıcacık evinde kaloriferin yanında ayaklarını uzatmış, elinde gündüzden okuyamadığı yerel gazete sayfalarını okumaktaydı. Aynı zamanda yemek sonrası eşinin pişirmiş olduğu, bol köpüklü sıcak Türk kahvesini yudumluyordu. Eşinin sesi ile başını gazeteden kaldırdı: -Canım neden aracınla gelmedin? İşte bu soru ile saatler önce yaşadıklarını bir anda anımsadı. Bir filim şeridi gibi gözlerinin dia perdesinden geçmekteydi, her bir kare… Tek tek o kareleri dondurup düşündü, eşinin sorusunu yanıtladıktan sonra… - Trafik felçti. -Erken çıksaydın canım, haberleri duymadın mı? -Duydum da, çalışanlara izin verdim. Şirketlerimizin tahsilâtları, okunması ve imzalamam gereken dosyaların olması sebebiyle geciktim canım. -Anladım canım. Şömineye odun atar mısın salonumuz soğudu da… Yanmakta olan şömineye bir kaç odun daha atıp, uzun demirle ateşi harlandırdı. Odunların çıtır çıtır yanarken çıkarttığı sesleri hoşuna gitmişti. Ellerini uzatıp ısıttı, ateşin vücuduna yayılışını hissettiği an küçük kızın sesi yeniden kulaklarına çalındı. -Amca ne olur Allah’ını seversen yardım et bana! O anlar gelince gözlerine yeniden… Sanki yüreğine zemheri ayazlar dolmuş gibi zangır zangır titredi. Bir saat içinde iki hazin olaya tanık olmuştu. Trafikten dolayı geciken bir çift ve bebeğin kordonu boynuna dolanıp, ana rahminde ölen bebeğin cansız hali… Bir diğeri de; Kollarında kurtarmak için hastaneye taşıdığı küçük kızın hareketsiz hali… İki hayat çırpınışına tanıktı gözleri ve yüreği… Biri hayat bulmuştu kollarında, bir diğeriyse hayata başlamadan etmişti veda! Emine Pişiren/Edremit-Akçay
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Emine Pişiren, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |