Anlayamadığım bir şekilde garip bir yakınlık hissediyorum sana karşı.
Nasıl geldiğini hala anlayamadığım gibi, neden gittiğin konusunda da hala en ufak bir fikrim yok.
Uzaktaki, görmediğim, sadece yazdıklarını bildiğim, hakkında hala öylesine çok ki bilmediklerim.
Bir gün mektup kutuma gelen bir mektupla tanıdım seni, birkaç gün içinde farklı titreşimler almamı sadece frekansların uyuşması olarak gördüm, ötesini düşünmedim sorgulamadım, kurgulamadım. Sonra ısrarlı istekler, sanki önceden tanışıyormuş gibi hissetmeler…
Hala böylesi var mı diye sorguladığım, çocuksu, masum, ama “şeker vermiyorsan küstüm sana” diyen halin.
Barış benimle…
Gitmeyi istemekle, gitmesini istemek at başı giden olgular, bir bakıyorsun giden arkasından yas tutmuşsun, bir bakıyorsun gittiğin halde yas tutmuşsun, acaba gittiğin senden önce gitmiş olsaydı, acın nasıl değişecekti?
Şimdi kendimleyken, gidenin ardından bakakalmışken, tekrar burada olsan da yine seninle sanki düne ait konuşmalarımızı sürdürüyor olsak demek geçiyor içimden.
Dokunmadan ne kadar aşk var.
Tutku tendedir.
Teni hissetmekse ancak görmekle olabilir.
Gördüysen onu, dokunduysan tenine, kokladıysan nefesini, bunları yaşayabilirsin görmediğin zamanlarda da.
Görmediysen gördüğün, dokunduğun, kokladığın ancak senin kafandaki imgelemlerdir, ya da benzeştirmelerdir daha önce yaşadıklarını.
Bu ne kadar gerçek olur sorarım sana. Sen giydirdiğin için bugün pembe giyiyorum gözünde, oysa belki de pembeyi hiç giymem.
Sen düşündüğün için gül kokuyorum belki; oysa ben ancak ben kokarım.
Bunu bilmen gerek.
Beni tanıman gerek.