Bedeninin kurak coğrafyasında beni ürperten sevginle birleşik bir ilkbahar vardı dışarıda. Ve kavuşmaların şarkısını söylüyordu o çok sevdiğimiz minik serçeler…
Bense kaybolduğum bir çift gözde yaşıyordum her duygunun en büyüğünü… İçimi acıtan, tüylerimi diken diken eden bir gece yarısı ninnisinin içine akıtmıştım geçmişten damıttığım hüzün gözyaşlarını… Ve ben, içimde benimle savaşan korku ordularına – hani şu seni kaybetme korkusunun ordularına – gecenin bir vakti karşılık dahi veremeyecek denli bitkindim. Ve sen, bir kitabın sararmış herhangi bir sayfasında vakt-i evvelde anlatılmış en güzel iklimin ta kendisiydin. Bundandı bedeninin coğrafyasında seni arayıp duruşum. Ve bundandı keşfe aşık gözlerimin gözlerinde dakikalarca pas tutuşu.
“Bir giden bir seven” diye tarif ettiğimiz o aşkın ta kendisiydi gecenin bir vakti altını imzaladığım… Git-kal, siyah-beyaz, artı-eksi, kuzey-güney, gece-gündüz, sıcak-soğuk… Tezatlar arasında parlayan tek doğaçlama… Sesin, sen, gözlerin bir de… Geceyi üzerimize örttüğüm sıcak yatağın bir tadı sen. Haritanın bilmediğim bir kıtasına varan hisler ve ben. Kurulamaz cümlelerin imlasız sokağı… Yalanlardan korkmuş bir kalbin son durağı… Korkulu düşüncelerin kabus olup yağdığı bir gece karanlığı… Dinmek bilmez yağmurların korkusuz, mahrem ıslaklığı… Sevgi dolu söylediğin her cümlenin içimdeki kekremsi tadı… Doğrularımızın ve sevginin birleştiği bir Güneş ışığının sıcaklığı… Sen, ben, biz biraz da… Yıllar, yollar, yazgılar, ikilemler en çok da.
Oyunsa eğer, ben kaybetmeden ne olur çek git hemen. Oyun değil gerçekse eğer, bir an olsun gitme gönlümden, gözlerimden sen.
Bedeninin kurak coğrafyasında beni ürperten sevginle birleşik bir ilkbahar vardı dışarıda. Ve kavuşmaların şarkısını söylüyordu o çok sevdiğimiz minik serçeler…