Arnavutköy sahilinde yürüyorduk. Saçları rüzgarla dans ediyordu. Bir sürü insan gelip geçiyordu kıyı boyunca uzanan sahil yolundan. Denize bakan banklardan birine oturduk. Gözlerini denize dikti, baktı.
“Aşığım İstanbul’a” dedi…
Eğilip gözlerimi gözlerine diktim :
“Ya bana?” dedim, cevap vermedi sadece alımlı gülümseyişiyle gülümsedi…
Aramızda adeta bir oyun haline gelmiş gibiydi bu. Öyle görünse de benim için bir oyundan çok, can sıkan bir soru işareti, bir kaygı gibiydi.
O gece de Üsküdar’da yürüyor, Kız Kulesi’nin neon lambalarına bakıyorduk. Küçük tekneler geçiyordu birbiri ardınca. İki köprünün kolları sonsuza uzanıyor gibiydi. Bir anlık sessizlik oldu aramızda. Baktım, iri kahve, güzel gözleri takılıp kalmıştı kız kulesinin muhteşem güzelliğine. Nefesini tutmuş görünüyordu.
“Aşığım İstanbul’a” dedi. (her zamanki gibi)
“Ya bana?” dedim bıkkınlıkla ve kocaman bir soru işaretiyle aklımda. Artık bağırarak ağlamak istiyordum. Oysa tebessüm etti. (her zamanki gibi.)
Sohbet etmekten yorgun düştüğümüzde oturduk Kanlıca tepelerinde bir sokağın kaldırımına. Çıktığımız yokuş nefes nefese bırakmıştı bizi. Yanakları al al hala bir şeyler anlatıyordu, gülüyorduk çocuklar gibi. Ve her görüşmemizde biraz daha ben oluyordu içimde ona dair bir şeyler. Zeka pırıltılarının oynaştığı güzel gözleri çok şey anlatıyordu aslında. Heyecanla kurduğu bir cümle yarıda kaldı. İstanbul tam ayaklarımızın altındaydı. Gözleri daldı.
“Aşığım İstanbul’a” dedi…
“Ya bana?”dedim nefes nefese. Oysa gülümsedi yine bembeyaz dişleriyle. O an fark ettim nicedir kıskanır olduğumu yedi tepeli koca şehri.
……..
Bir koca yıl geçti, sahne değişmedi. İstanbul’a aşık güzel gözlü erkek ve şehri ondan deli gibi kıskanan genç bir kız. Bu bir yılda belki yüzlerce diyalog aynı şekilde sonlandı.
“Aşığım İstanbul’aé
“Ya bana?”
“…” Tebessüm.
…......
Sonbahar kendi rüzgarıyla döktüğü yapraklarını yine kendi rüzgarıyla süpürüyordu. Vapurda serin esen rüzgardan dolayı sokulmuştum biraz daha sıcaklığına. Bir Cuma günü öğleden sonra, bir altın gibi parlıyordu güneş denizin mavisi üzerinde. Güneşe inat sonbahar, yerle bir ediyordu ağaçların güzelim yapraklarını. Kadıköy’den Eminönü’ne ilerliyordu vapur denizde salınarak. Alçak sesle bir şarkı mırıldanıyordum. Sevdiğini kaybetmekten korkan bir bestecinin şarkısını… Güzel iri kahve gözlerinde huzurlu tebessümüyle beni dinliyordu. Elleri saçlarımda ceketini üzerime sardı. Sıcaklığı içime işlerken şarkıma devam ettim. Topkapı göründü dümen kırılınca alabildiğine asil. Şarkımı artık dinlemediğinin farkına vardım. Topkapı’dan Beşiktaş’a uzanan koca bir hatta dalıp gitmişti güzel kahve gözler, benim gözlerime dalmak yerine. Öyle aşık, öyle hayran bir dalıp gitmek. Ve benim gözlerimde, öfkenin buğulandırdığı perdeler.
“Aşığım İstanbul’a” dedi…
Hiç cevap vermedim. Nasıl sustuğumu kendim bile anlayamaksızın sustum işte! Oysa tebessüm etti her zamanki alışkanlığıyla… Ve bir an yanıt vermediğimi fark etti, gülümsemesi asil yüzünde durdu. Güzel kahve gözler hayretle gözlerime döndü,
“Merak etmiyor musun ya sana?” dedi… Yine cevap vermedim. Öyle bakmaya devam ettim.
“Öğrenmek istemiyor musun?” dedi. Yanıt vermedim, yine gülümsedi.
“İstanbul demek sen demek güzeller güzel” dedi. (O an elimde bir tuvalim olsa bir de yağlı boyalarım, öyle bir resim çizerdim ki…) “Bu yedi tepeli koca şehir bana seni verdi, aşkı verdi. Sen kendini kıskandın durdun nicedir. İstanbul demek sen demek güzeller güzeli…”
……….
Vapur ağır ağır iskeleye yanaştı. Simitçilerin sesi, sokak çocuklarının seslerine karıştı. Güzeş kahve gözler gözlerimle barıştı, aklımda altı kelimeli bir şarkı takıldı kaldı, ‘İstanbul demek, sen demek güzeller güzeli…’