İstanbul'dayım.
Güzel cafelerde, güzel müzikler eşliğinde, güzel şeyler içerek, güzel buluşmalara kalan dakikaları doldurmaya çalışıyorum. Güzel porselen şekerliklerin içinden alıp güzel çayların içine attığım güzel şekerlerin eriyişini seyrediyorum güzel güzel.
İçindeki herşeyin çok güzel olduğu bir şehir.
İçindeki her şeyin şeker olduğu, şu güzel porselen şekerliğe benzeyen güzel şehir.
Her birisinin ne denli şeker olduğunu, çayımıza koymadan bilebileceğimiz kadar güzel şekerlerin içinde barınmasından mutluluk duyan, ve -belkide sırf içindeki şekerlerin varlığından duyduğu mutluluktan ötürü- en az içindeki şekerler kadar güzel porselen şekerliklerin içinde barınmasından mutluluk duyan ve -belkide sırf içindeki porselen şekerliklerin ve o şekerliklerin içindeki şekerlerin varlığından duyduğu mutluluktan ötürü- en az diğer ikisi kadar güzel olan şehir ve bu güzel şehrin güzel insanları, güzel martıları, güzel vapurları, güzel simitleri, güzel camileri, güzel kızkuleleri geçiyor gözümün önünden.
Acaba bütün bu güzel şeyleri bu denli güzel yapan şey bu güzel şehir mi, yoksa bu güzel şehri bu denli güzel yapan şey içinde bu kadar güzel şeyin olması mı diye düşünüyorum bir yandan da.
Herşey bu kadar güzel ve bu kadar şekerken, güzel şeyler düşünmeye devam etmeye çalışıyorum fakat, aniden farkediyorum, her zamanki gibi bu güzelliklerin ortasında ne denli çirkin kaldığımı.
Güzel sesler çıkaramadığım güzel bir bass gitarım, o güzel gitardan güzel sesler çıkaracağımı düşünen güzel arkadaşlarım var. Onlara kalsa, çirkinlikler ortasında kalmış bir güzelliğim ben. Kaçasım geliyor hemen o cafeden.
Tüm bu güzelliklere rağmen ne kadar da sıkılmışlar onlar ve ben ne kadar korkağım. Fakat bir gün herkez, herşeyi bilecek.
Herşey yoluna girecek.
Herşey daha şeker olacak.
Herşey daha güzel olacak.
İşte onlar da geldiler... Ne güzel...