Gecenin ilerleyen saatlerinde huzursuz bir uykuya dalmışsa da, boğazını sıkan ilmek, aklını ağrıtan bir düşünce gri dumanlara sarmalanmış uykusundan etti yine onu. Önce mutfağa gitti, loş ışıkta bir bardağı her zamanki yerinden alıp yarım bardak su içti. Nicedir halkı içi hakkıyla doldurulamamış bir başarıya odaklayarak, hırs afyonuyla yaraladığını düşündüğü “Kişisel Gelişim” kitapları; bardağın dolu kısmına bakılmasını telkin etse de, o bakmaktan ziyade dolu kısmı içmenin daha makul olacağına inanlardandı. Neyse suyu içmişti işte. Ama içi serinleyemezdi elbette yarım bardak su ile. Yüzünü rahat rahat ekşitmeye bir bahane bulmak istercesine geçen gün ekşiliğinden yiyemediği mandalinalardan birine elini attı. Kabuğunu soyarken, “Soyulur muydu hayatın kabuğu, yoksa bütün vitamini kabuğunda mıydı?” diye mırıldandı, zor da olsa gülümseyerek. Sonra mandalinanın üzerindeki ince zarları gayri ihtiyari ayıklamaya başladığını farketti. Yerken rahatsız etse de bu beyaz zarların faydalı olduğunu hatırlayıp durdu. Mandalina dilimlerinde ufak delikler açıp, damağıyla bastırarak suyunu emerken yakın zamanda aklını ağrıtan konuları irdelemeye koyuldu.
Yeni bir iş teklifi gelmişti bir arkadaşından. Huzursuzluğu bundandı. Daha işin mahiyetini bile tam manasıyla bilmediği halde uykuları kaçmaya başlamıştı bile. Saatlerini kiraya verme düşüncesi boğuyordu onu. Saatlerimi kiraya vermek... Zor iş! Bunun farkında olup üstünde iğreti duran bir işte çalışmak. “En iyisi biz saatleri ayarlama enstitüsünü yeniden kuralım; saatlerimizi kiralamak isteyenlerin saatlerini bozalım.” diye hayıflanmaktan kendini alamıyordu.
Henüz bu gel-gitlerden sıyrılıp, kararını huzur duyduğu bir yerede sabitleyememişti. Yine de herzamanki sancılarından öte ruhunu bir kağıt gibi buruşturan, daraltan dönemlerde kendini az da olsa serinletecek bazı sembolik çözümler üretebildiği söylenebilirdi. Mesela, artık saat takmıyordu. 10 gün kadar dayanabildiği son işinde o kadar çok saate bakmıştı ki, miğdesi bulanmış, başı dönmüştü akrep ve yelkovanı kovalayıp paydosu beklerken. Madem ki, saat taşıyan şehirli profiline uymuyordu, kendiyle çelişmemek adına, içinde ve dışında ağırlık yapmaması için çıkartmıştı işte bileğindeki zaman prangasını. İyi de olmuştu. Ama elbette üzerine Allah'ın yemin ettiği zamanı görmezden gelmek değildi bu. Tüm başıbozukluğunun gölgesine rağmen, namaz vakitleri yetiyordu gününü tımar etmeye, ehlileştirmeye.
Ne eve sığabiliyordu ne de dışarılara. Bir sıkışmılıktır gidiyordu. Bunca farkındalığa rağmen düşündüklerinden ister istemez uzak düşmek şakaklarında zonkluyordu. Vaktini akdine uygun doldurabileceği, verdiği emeğe değecek bir iş bulduktan sonra, zamanı isterse ayaklarının altına gecesiyle, gündüzüyle sermek dert değildi elbette. Ama olmuyordu işte. Evi dışlamadan hayata müdahil olabilmek, sevdiğin, üzerinde, ruhunda emanet durmayan, dışarıdan dayatılmayan bir iş... Hep abesle iştigal edişler kalıyordu elinde... Çıkıp sokaklarda dolanıp, kamusal alanın üçgenine sıkışmamış, müdahil olabileceği bir şeyler aramak da işe yaramayacaktı muhtemelen. Bir kitapçı bulup bir yandan kitap satıp, müşterilerden kalan zamanda demli bir çay eşliğinde kitaplara gömülmek güzel olabilirdi belki. Ama bu da nihayetinde bencilce ve geçici bir çözüm olabilirdi ancak. Kitapçılar, sahaflar kale olsa kaç aklı ağrıyan sığardı ki sanki?
Sabahları toplu taşıma araçlarında işe gitmek için yola koyulmuş insanların ve bilhassa yüzlerinde mutsuzluğu makyajları örtememiş genç kızları, kadınları görmek gecelerce ağlamasına ve aklının daha da dayanılmaz sancılar doğurmasına sebep oluyordu. Hele ki lüksün fakirliğini çektiği için kendilerini çalışmak zorunda olduklarına ikna edenler ayrıca yakıyordu canını...
Yani ne olurdu şöyle kendilerine ait bir mekanları olsaydı birkaç dostuyla birlikte. Saat derdi, patron derdi olmayan... Ebette bu bir çözüm değildi. Böyle bir mekana sahip olsalar dahi yine akleden kalpleri bu ve benzeri sorunlara dair ağrımaya devam edecekti. Yine de insanların biraz karınlarını daha çok da ruhlarını besleyen, bol kitaplı, sıcacık bir mekan hiç fena olmazdı. “3 Kuruşa 5 Köfte” isminde, ya da “Göğe Bakma Durağı” gibi bir şey. Hatta kamusal alan dalgasına saat takanları almasalardı içeri. Kapıya prefabrik bir ikna odası yapıp, müşterileri mekana girmeden saatlerini çıkarmaya ikna edebilirlerdi. Gerçi yasakçı zihniyete benzemek istemezlerdi ama bu yasaklar da hayal gücünü geliştirmişti işte. Genelde o işe yarıyorlardı zaten, espiri malzemesi ve daralttıları dünyamızdan öte genişleyen hayal dünyamız... Bir an düşündü “Fazla mı geliştirdiler acaba, ondan mı böyle olduk da uyum sağlayamıyoruz?” diye. Astarı kumaşından uzun hayaller kurmaya alışmıştı haliyle. Yapmayı hayal ettikleri varken yapmaya mecbur olduklarının ağırlığını böyle iç konuşmalarla hafifiletmeye çalışıyordu işte. Bu da kendi çelişkisiydi belki de... Yine de yapmaya mecbur olduklarını yapmaması gerekenlerden uzak tutmaya çalışmaktaydı. İşin hüzünbaz kısmını bir kenarda tutabilirse alsında hedefleri hala ilk günkü tazeliklerini korumaktaydı. Soluklanacak takati her bulduğunda bilincine direniş aşıları yapmaya çalışırken buluyordu kendini. Çünkü o imanının ahlakı olan güvenin beslediği, kırıldıkça çoğalan bir umuda sahipti.
*dilsizmutercim'in karşı yakası ysmnle olan muhabbetinden kurgulanmıştır...