Eskiden geceleri sırt üstü yatağa uzanıp soba deliğinden sızan alevin aydınlığında odadaki nesnelerin şekilden şekile girmesini izlerken, gözlerini tavana dikip zaman çırasının yanarken çıkardığı sesleri dinlerdi. Şimdi bu çıranın bir yerinde, sırtını döndüğü pencerenin demirlerinin karşısındaki duvara yansımalarına bakmakla yetiniyordu. Araba farları virajı her döndüğünde uzayıp, soluklaşan bir iz bırakıyordu odanın içinde. Dışarıdaki gürültü içeri sızıyordu. İçerideki sessizlik de dışarıya bir tavır alış gibi çoğaldıkça çoğalıyordu. Seslerden bir kısmı duvarlara çarpıp geri dönerken, içeride oturmuş eline aldığı bir nesneyi evirip çeviriyordu. İstiyordu ki duyduğu seslere dair bir seçiciliği olsun. Şehrin ve içindeki gürültünün ardındaki anlamı okuyabilsin. Onu düşünce rutinlerinden ayıran sorular, alevlenip sönüyordu belli aralıklarla yüzünde. Sancısı geceye denkti. Diğeri de karşısına oturmuş onun bu halini izliyordu. İçinden çatırtılar duyulmaya başladı. Ayağa kalkıp bu düşünsel balyozu içinde neyin boynuna asacağına kararsız pencere kanarına doğru ilerledi. Belki de, korkuyordu gün ağırdığında bu cürmün üzerine kalmasından. Acele etme, dedi öteki. İnsanlar put kırıcı balyozu kimin boynuna asacaklarının kavgasını zamansızca verdiklerinden sorularını besleyecek ferleri tükeniyor. Hatta bazen onu sabırsızlıkla cevabın boynuna asıyorlar. Diğeri, hak verdi ve durdu. Akleden kalbin pıhtılarını çözmek için ne yapmalı der gibi baktı dostunun gözlerine. Sancılı bir soru su veriyordu aklının madenine. Bu yola koyuluş aklının pıhtılarını çözecek gibiydi onun.
''Dona kalan bir ırmağa benziyordu zaman'' bazen. Soruların çıkardığı sürtünme sesi pek de kafiyeli sayılmazdı. Bu yüzden dışarıdan duyulduğunda iç gıcıklardı pek çok defa. İnsanlar yüzünde soru işaretleriyle gezen çehrelere tüylü bir şeftaliye dokunmuşcasına ekşiyerek bakarlardı. Soru sorma yoldaşlığı yerine, bulunacak olan yeni cevaplarla, hali hazırda var olan cevaplarını tokuşturma kolaylığını yeğlerlerdi. Bu durum örsünü vuruyordu teraziye. Tebbessümüne inşirah içirilmiş çocuklar şaşkınlıkla bakardı bu hale kapı aralıklarından. Çocuklar ve kuşlar eflatun bir fon gibi uğuldardı şehrin gürültüsüne boğdurulmuş can kulağımızda. Fakat şu aşikardı ki, herkesin içindeki karanlık aydınlığını arıyordu. Aranıyorsa bulunacaktı elbet. Bazılarımız pusuda gözlüyorduk aydınlık arayan karanlığımızı. Pütürlü soru işaretleri törpülüyordu hakikatin önündeki duvarı inceden inceye. Yeni anlamlar yumuşak dokuyu geçip, aklın sinir uçlarına dokunup kanatıyordu.
Bir sessizlik oldu tüm bunlar düşünülürken. Köprüler, diye iç geçirdi içlerinden biri. Ötekinin budadığı, berikinin yamadığı. Kelimeler, diye karşılık verdi öteki. ''Gerçeğin beceriksiz avcıları!'' Kelimelerimiz ne kadar örtüşüyorsa O'nun kelimeleriyle hakikate dair o kadar isabetli. Ve köprülerin harcı ne kadar O'nun rızasıysa, o kadar dirençli.
Dilsizmütercim...