Yedinci kattayım. Ayaklarımın altında yüksekçe bir boşluk. Buradan bakınca ufacık insanlar...Karıncalar gibi bir yerlere koşturarak, arabayla, bisikletle, yürüyerek yetişmeye çalışıyorlar. Bağırıyorlar, kavga ediyorlar, sarılıyorlar, ayrılıyorlar. Buradan bakınca o kadar ciddi konuşmaları bile çok manasız. Sanki bir çiftliğe tepeden bakıyormuş gibiyim. Ama sürünün sahibi kim? Hepisi çiftlik hayvanları gibi ve çiftliği ayakta tutabilmek için sürünün çoğalması lazım. Daha sonra belli başlı işleri yapmalılar. Çiftlikte neler olur? Bir kısım tarlaları sürer, bir kısım süt verir, bir kısmı et, kimisi yumurta kimi ağaçlarda meyve, kimileri ise sadece ürerler neden olduğunu bilmeden sadece aklında sevişmek daha çok sevişmek..Oysa sevgisiz sevişmelerden doğan çocuklarda sevgisiz olur hatta piç bile olurlar.
Sabahtan beri çıkmış penceremin kenarında oturuyorum kimse başını kaldırıp gökyüzüne bakmıyor. Hepsi bir telaş içinde koşturuyorlar. Ev kuruyorlar, çocuk sahibi oluyorlar ya da olmuyorlar (Bu sahip olmak da bana bir tuhaf geliyor sanki birisi birisine sahip olabilirmiş gibi oysa yanında olmak, ait olmak, destek olmak hayatına almak değil midir?) Sanki Gregor SAMSA oldu herkes. Anlayamadıkları şeylere kızıyorlar, anladıklarını ise reddediyorlardı. Bu canlılar birbirinden üstün olmak için vargücüyle çalışıyorlardı. Buradan bakınca hiçbiri bir diğerinden üstün gibi görünmüyor.
Yaşamın kaynağı, pınarı kadındı. Ama artık o bile neden doğurduğunu bilmiyor. Erkek neden daha çok çalışması gerektiğini bilmiyor. Sadece ezberlenmiş rutin içinde birşeyler yapmaya çalışıyorlar. Aslında artık herkes çiftlik hayvanıydı. Birisi çoban birisi de sürünün sahibiydi. Fazla sevince kızıyorlar, fazla üzülünce hüzüne müptela ya da öfke nöbetlerine tutuluyorlardı ve o kadar ki bazıları hüzüne yapışıp diğer herşeyi uzaklaştırıyorlardı. Zıtlıklar arasında gidip geliyorlardı.
Bu sabah uyandığımda buradan atlama fikri yoktu aklımda. Aslında bu hayatımı sonladırma fikri bende sürekli bir seçenek gibiydi. Bu da beni rahatlatıyordu. İzlerken sıkıldığın bir filmi yarıda bırakıp gitmek gibi. Bir yaştan sonrada herşeyi kabullenmiştim. Yaşamı, insanları, hayvanları ağaçları, doğayı,...
En son ilişkim geldi aklıma. Güzeldi. İnsan hayatında o kadar sevebileceği bir insanı her gün bulamıyordu. Bir defa ya da çok şanslıysan iki. Kimisi hiç bulamıyordu, nehirde süzülen bir damla gibi akıp gidiyordu. Ben şanslıyım bir defa buldum. İçinde arındığım bir ruhtu. Oysa sonra yaşadıklarım sanki ezbere yaşamıştım onları. Onlarda bir beklenti ya da bende bir beklenti ve beklentiler arttıkça hayal kırıklıkları. Sonra acıya tutunmak (Belki mazoşist bir tavır) Hoşlandıklarımı aşk sanıp o heyecana sarılmak. Yeni bir insan tanımak rotasını, nerede olduğunu (belki olup olmadığını) bilmediğin bir şehre varmaya ve keşfetmeye beziyordu. Herkes anlaşılmak istiyor kimse anlamak istemiyordu. Kimisi de Dostoyevski' nin köpeği gibi hemen tekme pozisyonu alıyordu. Ben tekme atmadım ama yaklaşmadım da yaklaştırmadım da. Herkes iyi bir insan arıyordu ama kimse iyi bir insan olmak için çaba sarfetmiyordu. Çok sevdiğim ve ruhunu görünce arındığım oldu. Uzun süredir o yola girmedim. Arındım belki şehevi duygularımdan. Ve böylece ilişkiyi sadece cinsellik üzerinden tanımlamıyorum ama cinselliği de reddetmiyorum.
Kimse farketmedi sabahtan beri bu pencerede oturduğumun. Ayaklarımı sarkıttım aşağıya doğru. Topuğumun pembeliğinden bacağıma doğru uzanan yerçekimi biraz daha arttı. bedenim aşağıya inerken ruhum nereye gidecek? Ya da ruhumun gideceği bir yer olacak mı? Kimse bir sabah uyandığında bugün birşeylere son vereyim diye güne başlamaz zaten. Bir anda oluveriyor. Mesela ben neden bu pencere kenarında oturduğumu halen bilmiyorum. Kimsenin görmemesi de iyi bir yandan. Öyle kalabalıkları da sevmem. Neden birşeyler yapmam gerektiğini ya da yapmamam gerektiğini söylenmesi hoşuma gitmez. Bir insan istediği birşey varsa yapmalı istemediği bişey var yapmamalı değil mi? Yaşamak için sadece kendine tutunabilmeli. Kimsenin olmaması bir yandan iyi.
Buradan bakınca ufacık insanlar. Karıncalar gibi. Ama ihtiyacından fazlasını kovalıyorlar. Arzularının peşindeler. O kadar tuhaf ki bitmeyecek bir yarışın içinde daha çok daha çok istiyorlar. Daha çok görüleyim, insanlar daha çok farketsin beni. Oysa sadece yaşayacaktık ki o da çok uzun bir süre değildi.
Yıkılmak için milyon tane sebep bulabilirken ben ayakta kalmayı tercih ediyordum. Belki de Zülfü LİVANELİ'nin bir şarkısında söylediği gibi " Dünyayı güzellik kurtaracak / Bir insanı sevmekle başlayacak herşey" Benim şu veremli yüreğimde bile bir dönem serinlik veren şarkılar bile alev alev yakarken yüreğimi kurtarılabilecek birşeyler vardır belki. Menfaatler, kavgalar, küsmeler, kinler, nefretler ile kavrulan dünyalarımızda...Öldükten sonra burada bırakacağımızı bilmemize rağmen daha fazlası için birbirimizin boğazına çökmemize rağmen. Dünyanın bir yerinde bir çiçek olanca güzelliği ve ihtişamıyla açıyordu. Bir anne bebeğinin başını şefkatle okşuyordu. Bir baba evladına yönelen kurşunun önüne geçiyordu. Kendi hayatımda sevmek bir devrim gibiydi, bir başkaldırı, elinde hiçbir silahı yokken savaş meydanında önünde duran karanlığa inatla yürümek gibiydi. Ve bazen yorgun hissetmem de normaldi ya da biraz kenara çekilip dinlenmek istemem. Oysa yaşam ve ölüm hakkında konuştuğum (belki de intihar etmemden korktukları ya da ezberledikleri cümlelerle kendilerine söylenenleri terennüm ederek) bunun bir çözüm olmadığı, şunun ya da bunun için yaşamam gerektiği tekrarladı zihnimde...Bu beni çok sıkıyordu ama dediklerine sanki ikna olmuşum gibi yüzlerine bakıp, dinliyormuş gibi yapıyordum. Belki de beni bu pencereye sürükleyen bu dinlenme isteğiydi. Belki aşağıya atlamadan önce bir çay ya da kahve içmeliydim. Belki biraz daha beklemeli ve bunu bir seçenek olarak elimde tutmalıydım (Belki de hiç kullanmayacağım bir seçenek ama bir seçenek olarak) Ve inatla dikilmeliydim. Birçok yakınımı kaybettim. Kimisi de halen yaşamasına rağmen gönlümde gömdüm onları. Bu nezaketsiz dünyada nazik olmak bir devrimdi, bir başkaldırı, bir direniş..."Üzülme" diye geçti içimden, gün sonunda maddi kazançlar onlarda olsa da iyi olan insani kazanımlar bende olacak gerçeğiyle yine bir günü burada pencere üstünde yedinci katta bitirmek üzereydim.
O anda aklıma geldi Charles BUKOWSKİ "En iyiler ölüler genelde, kendi elleriyle / Sadece uzaklaşabilmek için / Ve geride kalanlar / Asla tam olarak anlayamaz / Niye bir insanın / İsteyeceğini / Uzaklaşmayı / Kendilerinden " dedi.
Arkasından kendine meraklı bir bakışın kilitlendiğini hissetti. Omzunun üzerinden arkasına doğru bir bakış attı. Önce dört ayağı üzerinde duran sonra merakla iki ayağının üzerine kalkan meraklı bir fındık faresi gördü. Telaşla bir çığlık attı. Farede aynı çığlıkla karşılık verdi ve koşarak uzaklaştı yanında dikilen kedinin yanından. Oysa kedinin olduğu ya da kokusunun olduğu yere fare gelmez demişlerdi. Ve hayat yine hep olduğu gibi ağzına bir parmak bal çalıp devam etmesini söylemişti. Bir başkaldırı, bir direniş olarak belki...Pencerenin pervazına tutundu ve bir süre daha bekledi. Belki de yaşamak için birkaç sebep daha bulabilirdi ya da bulamazdı... Ne kaybedebilirdi?