Geçmişten gelen bir fısıltıyla irkildi yüreği. Önce yattığı yerden kalkmaya yeltendiyse de neden sonra vazgeçip gövdesini yan döndürdü. Uzun, ince bacaklarını, iki kat olmuş karnına çekerken renksiz gözlerini kapadı. Gözünün önünde canlanıvermişti işte yine.Hiç istemiyordu bu hayali ama hoşuna da gidiyordu. İstememesinin nedeni ise sonrasının ruhunu acıtmasıydı. Ölümsüzlüğü arzularcasına arzulamasına rağmen,hissetmek canını yakıyordu.
Telefonun tiz çınlamasıyla gözlerini açtı; acaba dedi. Sonra kendine gülüp yerinden kalktı, gerindi. Sinirlerine dokunmuştu lili-lili sesi. Babası, telefonun diğer ucundan, bugün geç geleceğini haber veriyordu.
-Kafana göre takıl,tembel kızım. Hadi kalk da kendine gel biraz. Sen tatilin tadını, böyle yatarak mı çıkaracaksın Allah aşkına! İyi de, başka ne yapabilirdi ki? Nereye, kiminle gidebilirdi? Ama bir dakika! Tek başına kafa dinlemeyi çok severdi, evet, böyle yapmalıydı. Sokağa çıktığında sonbaharın isteksiz güneşi, gözlerini kısmasına yetecek kadar parlıyordu. Sağa, sola bakındıktan sonra yürümesi gerektiğini fark ederek hareket etti. Babası haklıydı galiba. Çünkü uyuşmuş bedeni, gün ışığında yürürken, açıldığını hissedebiliyordu. Karşı caddeye geçerken, arabaların geçip geçmediğinin farkında bile değildi. Düşündü ki, bu kadar dalgın olmamalıydı.O sırada cadde boştu ama ya dolu olsaydı? Bir hiç uğruna başına kötü bir kaza gelseydi yok yere! Ne gerek vardı ki buna?
Kız kulesinin esrarlı ve romantik görüntüsünü seyrederken yudumladığı kahvenin tadı her zaman çok hoşuna giderdi. Ve şimdi de o tadı almaya çalışıyordu fakat olmuyordu bir türlü. Neden bu kadar umutsuz, neden düşünceleri bu derece boştu? Oysa her şey yolunda hatta kusursuz işlerken…Babasıyla yalnız yaşıyorlardı. İşinde de iyi denebilecek bir kariyere sahipti. Çok anlayışlı dostları, her zaman derdini, sevincini paylaşabildiği bir babası vardı. Kira dertleri yoktu, kendi evleriydi oturdukları daire. Dahası nezih insanlarla çevrili bir hayat. Çoğunluğun ulaşmak için didindiği ve ulaşamadığı bir hayat hem de. Bazı hafta sonları, baba- kız baş başa çıkılan akşam yemeklerinin mutluluğu da göz ardı edilemezdi. Hayır mutsuzluğu gereksiz, boşunaydı aslında…
- Başka bir isteğiniz var mı?
- Hayır sağ olun. Bir dakika, ateşiniz varsa alabilir miyim? Sağ ol. Seni ilk görüyorum, yeni misin?
Sigarasını derin bir nefesle, yorgun ciğerlerine doldururken, çantasında bir çakmak olduğunu anımsadı. Peki neden bir garsondan ateş istemeye gerek duymuştu ki? Yoksa sıkılmış mıydı da hayatından; yeni, değişik çevreler yaratmaya çalışıyordu kendi kafasınca. Daha önce de bu gibi girişimlerde bulunmuştu. Bir akşam simitçi bir kadınla sohbet etmeye çalışmış, başka bir günde de taksi şoförüyle. İşte bugün de garsonla sohbet havasına girmeye çalışmıştı. Oysa garson, hayat ve iş acemiliğinin yanına kattığı utangaçlıkla; bu güzel bayanın sigarasını yakmış ve arkasına kaçamak bakışlar atarak hemen çekip gitmişti. Birden yerinden kalkıp çantasını, ceketini aldı. Hesabı öderken hala bilinçsizce düşünüyordu. “Şimdi nereye gideyim? Saat daha çok erken, kahvaltı yapsam mı artık? Ama hiç aç değilim ki. Off baba ya! Ne uydum ki senin aklına, evde kös kös oturup bunalım takılmak varken..” Rasgele yürüyordu sahil yolunda.Hafiften esen rüzgarın, denizin kirli mavisini titretişini seyrediyordu. Karşı yakaya geçip orada takılmayı düşündüyse de hemen boşverdi ve bir daha da aklına gelmedi. Bir bankta otururken telefonunu kurcalıyordu. Hani, belki gözüne kestirdiği bir isim olur da ararım diye düşünüyordu.Fakat bundan pek emin değildi. Gözleri bir karabatağa takıldı bir an. Onun dalıp çıkışlarını seyretti bir süre sonra etrafındaki diğer insanları. Yalnız olanlar ne düşünüyorlardı, çiftler ne konuşuyorlardı? Bu kadar kalabalığın içinde en farklı kimdi? Acaba herkes onun gibi mi yoksa o herkes gibi miydi? Düzensiz yaşanan bir hayat nasıl düzeni özletiyorsa, düzenliliğinde tam tersini özlettiğini düşündü. Ve daha birçok şey yemeye başlayınca beynini, bunlardan sıyrılması gerektiğini düşünüp yerinden kalktı. “Bir film seyretsem mi? Kendimi filme verebilecek miyim peki? Ama önce karnımı doyursam hiç fena olmayacak galiba! Yoksa denize atlayıp balıkları canlı canlı yemeğe başlayacağım.” İçinden geçirdiği bu sözlerle kendi kendine gülümseyip, suratını ekşitti.
Artık karnını doyurmuştu. Hem de önündekileri büyük bir iştahla yemişti. Kendisine hayret etmeye başlıyordu: “Bugün ne oluyor bana yaa!..” İçini kaplayan saçma bir heyecanla bir süre sinemanın önünde durdu. Vizyonda adam gibi film yoktu da. Telefonunu çantasından yeniden çıkarttı. Annesini arayıp biraz laf kalabalığı ve özlem sitemlerinden sonra buruk bir mutlulukla yoluna devam etti.
Eve döndüğünde saatin henüz erken olduğunu biliyordu. Yine de daha fazla dışarıda kalmak istememişti. Korkuyordu kendisinden. Aptalca; belki de aptalcanın aksine doğru bir şeyler yapmaktı korkusu. Hayalinde yarattığı aşkın acısını çekmek, gerçek aşk acısından daha ağır geliyordu. Engelleyici bir mantık taşıyordu benliğinde. Yüreği ne kadar dolu olursa olsun, her zaman yeni birine mutlaka yer vardı. Sabah akşam, -hatta bu sabah da- rahatsız eden eski,vefasız bir yarin hayaliyle ömrünü geçirecek değildi ya! Evet, en iyisini yapmıştı kendince; zaman her şeyin ilacıydı..Evden çıkarken ardında bıraktığı dağınıklığı toparladı. Her birini, bir yana fırlattığı eşofmanlarını katlayıp dolaba yerleştirirken çocuksu pijamalarını çıkarttı. Bir süre bakıp, kendi kendine yaptığı, meşhur sırıtık gülüşlerinden attıktan sonra bunları giyip televizyonun karşısına kuruldu. Bir elinde kumanda,bir elinde elma; dopdolu ruhuyla beraber kanallar arasına daldı gitti.
Karabatak
Bata çıka yaşıyoruz. Ruhumuz dalıp gidiyor bir oraya, bir buraya. Sonra bir bakıyoruz ki bambaşka bir yerden çıkıvermişiz yeryüzüne...