Bir haftadır pencerenin önünde kargo bekliyordu, teslim edileceğini iddia ettikleri tarihten sonra iki gün daha geçmişti. Deren zaten kargo yola çıkmadan beklemeye başladığı için ona daha uzun bir süre gibi gelmişti. Bu bekleyişten hem nefret ediyor hem de çok seviyordu. Birbiri ardına akıp giden günlerine bekleyişin kattığı bir lezzet geliyor aynı zamanda bu ayın kitaplarına kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Hayatının en sevdiği rutiniydi bu; her ay en az 3 kitap alıp kütüphanesine ekliyordu, her ay aldığı kadar kitap okuyamadığından okunacaklar listesi birikiyordu ama kendini bundan alıkoyamıyordu. Kendini dağın altındaki ininde altın istifleyen bir ejderha gibi hissediyordu. Bu düşünceyle kıkırdadı, buna bir itirazı yoktu.
Günün meşgalelerine gömüldüğü bir sırada sonunda beklediği sesi duydu, siparişi ulaşmıştı. Hızlıca kutuyu açıp sanki o kitapları sipariş veren kendisi değilmiş gibi bir merak ve heyecanla incelemeye başladı ama bir an sonra sipariş verenin gerçekten kendisi olmadığını fark etti. Kutuda aldığı kitaplar yoktu, sadece bir adet kalın bir kitap vardı, içi hem bu esrarengiz kitaba karşı merakla doldu hem de istediği kitaplara ulaşamamanın verdiği sinirle iç çekti. Normalde yapılması gereken müşteri hizmetlerini arayıp şikayet etmek ve iade talebi oluşturmak olurdu ama Deren için bu işkenceden farksızdı, hayati gereklilik veya yasal zorunluluk olmadıkça arama yapamazdı, o zaman bile panik atak geçirecek gibi olurdu. Maille bir şikayet oluşturmayı düşündü sonra ondan da vazgeçti “Eh kitap kitaptır” diyerek kitabı kütüphanesine yerleştirdi ve istediği kitapları tekrar almayı aklına not etti.
Günü bitirip sonunda özgür kaldığında çayını alıp kitaplığının yanındaki koltuğa kuruldu. Yanlış kargoyla gelen kitap tüm gün aklını kurcalayıp durmuştu, kapakta kitabın ya da yazarının ismi yazmıyordu bu da merağını daha da arttırmıştı.
Kitabı eline alıp incelemeye başladı; yıpranmış, pembe ile kırmızı arası rengi olan sert kapaklı kalınca bir kitaptı. Kapakta sadece iç içe geçen daireler ve o daireleri kesen bir oktan oluşan bir sembol vardı. Gümüşi bir pırıltısı olan sembolün üzerinde parmaklarını gezdirirken bir batma hissetti ve parmağının ucunun kanadığını gördü, kitabın yüzeyinde keskin bir yüzey olup olmadığını kontrol ederken parmağından akan kanın gümüş renkli sembolün üzerine damladığı yerden emilerek kaybolduğunu gördü. Bir an sonra sanki hiç kan bulaşmamış gibi eski haline gelmişti, durumu çok garip bulsa da farklı bir materyal herhalde diyerek incelemeye devam etti, zaten parmağındaki kan da durmuştu.
Yayınevi ve yazar hakkında bir şeyler öğrenebilmek için ilk sayfaları karıştırdı ama hiç bir bilgi bulamadı. İlk sayfa boştu, ondan sonraki sayfada anlamadığı bir dilde elle yazılmış kısa bir yazı vardı, ithaf gibi bir şey olduğunu düşündü. Sayfaları hızlıca çevirdi, bu basılmış bir kitap değildi, elle yazılmıştı, bir günce gibiydi. Merakla ilk sayfaya döndü, bir güncede olması gerektiği gibi bir tarih girdisi yoktu ama hayret uyandırıcı bir girişi vardı:
*“Özür dilerim”
“Bunu tek başıma bitirmeye çalıştım. Onun gücünü karşıma alıp başka kimseye zarar vermeden onu yok etmek için çok çabaladım. Dünyada en son isteyeceğim şey onun başka birine dokunması olurdu. Ama artık tükendim. Kurtuluş umudum yok. Yazmayı bitirdiğimde öleceğimi biliyorum, tek isteğim ruhum ve bedenim yollarını ayırdığında kendi sonlarını huzur içinde karşılamaları. Bedenimin, yazmayı bitirdikten sonra gitmeyi planladığım yerde usulca toprağa karışmasını, ruhumun da o lanetin ulaşamayacağı bir yere gitmesini umuyorum. Tek umudum bu.
O lanet… Adını anmaya korkuyorum, o kadar korkuyorum ki… Sanki düşüncelerim bile güvenli değil. Her anda daha çok yaklaştığını, benliğimi sardığını hissedebiliyorum. Aldığım solukların sesi ile benimle konuşuyor, kendi bedenimden bile korkuyorum. O ve benim aramda bir engel kalmadı artık. En son ne zaman uyuduğumu hatırlamıyorum, parmaklarım kanıyor, kafamı toparlayamıyorum.
Bunu bitirmem lazım. Yazmayı bitirmem lazım.
*