Esin yine çok geç saate kalmıştı. Defalarca patronuyla konuşup farklı bir vardiyaya geçmeye çalışmış, bu kadar geç saatte kendini şehrin bu kısmında güvende hissetmediğini söylemişti. Ama patronu bu yakarışlarını dikkate almak şöyle dursun çoğu zaman mesaisinin bitiş saatinden de geç çıkmasına sebep oluyordu. İşte yine tüm gün işlerini erken bitirebilmek için dört elle çalışmasına rağmen yine patron gereksiz işler uydurup onu fazla çalıştırmıştı, karşı çıkmak hatta işi bırakmak istiyordu ama henüz aramalarına rağmen başka bir iş bulamamıştı ve zar zor geçindiği için bir hafta bile işsiz kalmaya durumu yoktu.
Bir yandan bu kadar büyük bir şehrin bu kadar bakımsız ve karanlık sokaklara sahip olmabilmesine küfrederken bir yandan da bildiği duaları okumaya çalışıyordu, bu çelişki yüzünden çarpılacağım başıma bir şey gelmese de diye söylendi kendi kendine. Tüm günün yorgunluğu ve stresi ve karanlık bir sokakta yalnız yürüyen bir kadın olmanın verdiği korku sinirlerini yıpratmıştı.
Sokağı döndü, evine yirmi dakikalık yolu kalmıştı, bu sokağı ve sonraki sokağı geçtiğinde caddeye çıkacak ve daha kalabalık ve aydınlık yerde daha güvende olacaktı; sekiz dakika daha karanlık yol, sonra rahat. Ama daha ikinci sokağa ulaşmadan midesinde o soğuk yumruyu hissetti, bilinci daha ne olduğunu anlayamadan bedeni tepki vermeye başlamıştı; yalnız değildi. Gece vakti sokakta yalnız olmaktan daha korkunç bir şey varsa o da yalnız olmamaktı. Arkasına dönüp bakamazdı ama birden fazla kişi olduğunu duyabiliyordu, konuşmuyorlardı ve adımlarını Esin’e uyduruyorlardı. Belki onlar da mesaisinden çıkmış evine giden insanlardır diyerek kendini rahatlatmaya çalıştı ama doğru olmadığını biliyordu, bir avın avlandığını hissetmesi gibi bir telaş vardı içinde; adımlarını eşit ve sakin tutmaya çalışıyordu. Fark ettiğini fark ettirme. Adım sesleri artık daha yakında yankılanıyordu, tüm bedenini soğuk bir titreme kaplarken etrafını inceledi, belki yardım isteyebileceği birileri, ya da bir dükkan; bu saatte hepsi kapalıydı.
Kanını donduran sakin ses arkasından seslendi “Güzelim bir bak buraya”. Esin’in düzenli ritimde tutmaya çalıştığı ayakları birbirine takılıp tökezleyince arkasından gülüşler yükseldi, korkusu onlara komik gelmişti. “Fıstık gel bir tanışalım belki birlikte eğleniriz ne dersin?” diye ekledi diğer ses gülüşmelerden sonra. Esin artık koşar adımlarla ilerliyordu, arkasından gelen adım sesleri de sıklaşmaya başlamıştı. İkinci sokaktaydı artık, sekiz dakikalık yolun yaklaşık beş dakikası geçmişti; caddenin ışıklarını görebiliyordu artık, biraz daha hızlanırsa arkasındakiler yetişmeden caddeye ulaşabilir ve açık bulduğu ilk yere girebilirdi, ya da diğer insanlardan yardım isteyebilirdi. Esin bunları hesap ederken boynunu ağrıtacak kadar sert bir şekilde saçlarından çekildiğini hissetti. Diğer bir el de kolundan tutup onu savurarak duvara doğru itti.
Ama Esin duvara çarpmadı. Kendini bir anda çamur zeminde buldu, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur toprak zeminde yer yer su birikintileri oluşturmuştu ve toprak altında yumuşak hissettiriyordu. Ellerini korku ile yüzüne kapatmış olan Esin yağmuru ve altındaki çamuru hissedince şaşırdı, yağmurun başladığını fark etmemişti. Başka bir darbe ya da ses gelmeyince çekinceyle ellerini yüzünden çekip etrafına baktı, gitmişler miydi? Gözlerini etrafta şöyle bir gezdirince ya öldüğünü ya da korkudan büsbütün aklını yitirdiğini düşündü.
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun kısıtladığı görüş mesafesinde her yer ağaçlar ve çalılarla doluydu; izin günlerinde gezmeyi sevdiği korular ya da doğa parklar gibi değil, el değmemiş bir vahşilikle birbirine geçmiş yekpare bir ormandı önündeki. Çamurun içinde öylece oturarak etrafa baktı, iri yağmur damlaları bedeninin her noktasına çarparken, gözleri suyun altındaymışçasına su ile dolarken öylece oturdu. Zihni içinde bulunduğu mekanı ve anı idrak edemiyordu, gökyüzü şimşeklerle aydınlanırken boğazından bir inilti yükseldi. Titreyerek ayağa kalktı, hala kolunda olan çantasına sıkıca sarılıp etrafa baktı ve hatırlamaya çalıştı. En son o sokaktaydı, caddeye belki iki dakikalık mesafede. Saçından tutup arkaya doğru çekmişlerdi, sonra da kolundan tutup daha karanlık bir köşeye sürüklemişlerdi.
Peki sonra? Burası neresiydi? Nasıl gelmişti?
Titremesi iyice artmıştı, artık sarsılıyordu ve dişleri sertçe birbirine çarpıyordu. Soğuk havada iliklerine kadar ıslanmıştı ve hala yağmurun acımasız kırbaçları altında kalan vücut ısısını da yitiriyordu. O sokakta yaşadığı korku ve kendini bir anda fırtına altında yabani bir ormanda bulmanın dehşeti ile ağlamaya başladı; haykırarak ağlıyor ve titriyordu. Yürümeye başlıyordu, nereye gittiği hakkında bir fikri yoktu; nerede olduğunu bilmeyen bir insanın nereye doğru gittiğinin bir önemi yoktu sonuçta, kayıpken daha fazla kaybolamazdınız.
Bu şekilde ne kadar ilerlediğini bilmiyordu, haykırarak ağlıyor, bazen de “yardım edin!” diye bağırıyordu. Yağmurun ve gök gürültüsünün sesi onun sesini boğuyordu, çalıların arasında düşe kalka ilerlemeye çalışıyordu, kıyafetleri ve elleri paramparça olmuştu, ayakkabılarından biri düşmüştü ne zaman düştüğünü bile bilmiyordu. Arkasından gelen erkek sesi ile irkilip döndü, onu takip etmişlerdi buraya kadar işte! Gökten zift karası iri damlalar halinde dökülen yağmurun altında kapüşonundan yüzü görünmeyen dev gibi bir siluet ona yaklaşıyordu. Fiziksel ve zihinsel olarak sınırlarına dayanmış olan Esin çığlık atarak yere düştü, bilinci kapanırken en son siluetin kollarını uzatarak ona doğru uzandığını gördü.
Esin ağır uykusundan uyanırken sinüslerindeki doluluğu baş ağrısı olarak hissediyordu, tüm başı ağırlaşmıştı ve eklemleri sızlıyordu. İçinden lanetler okuyarak gözlerini açmadan telefonunu bulmaya çalıştı; patronu arayıp hasta olduğunu, gelemeyeceğini bildirmeliydi. Dinleyeceği azarlar ve tiradlar şimdiden baş ağrısına ekleme yapıyordu. Telefonu bulamayınca ağır göz kapaklarını zorlayarak gözlerini açtı ve odasında olmadığını fark etti. Küçük bir odada küçük bir yatakta yatarken buldu kendini, başucundaki pencere tahta ile kapatılmıştı ve dışarıdan yağmurun sesi geliyordu. Yağmur önceki gecenin anılarını getirdi, Esin zorlanarak doğrulup oturdu; başı zonkluyordu. Eklemlerinin itirazlarına aldırmayarak sert yataktan kalktı, üzerinde kaba kumaştan basit kıyafetler olduğunu fark etti. Tüm o yağmur ve soğuktan sonra feci şekilde hastalanmıştı; her yeri ağrıyordu ve ateşi olduğunu tahmin ediyordu. Yine de odanın ortasında durup etrafı inceledi, küçük bir odaydı, pek fazla eşya da yoktu; tek kişilik dar bir yatak, başucunda komodin görevi gördüğünü düşündüğü ufak bir tabure ve üzerinde bir mum ve bir bardak, diğer köşede de bir sandık ve sandığın üzerinde kıyafetleri ve çantası vardı.
Ayağa kalkmak ve çevresini analiz etmek Esin’in zihnini açmıştı, odanın dışından gelen sesleri duydu bir süre sonra. Bir kadın ve bir adamın konuşma seslerine benziyordu,arada bir de bir çocuk sesi geliyordu; bir aile diye düşündü. Bu düşünce ona biraz olsun güven verdi ve odadan çıkacak cesareti kendinde buldu. Ahşap kapının kaba yapıdaki kolunu tutarak kapıyı açtı ve salon olduğunu düşündüğü bir odaya girdi. Odanın bir köşesindeki şöminede yanan ateşin üzerindeki tencereye eğilmiş bir şeyler yapan bir kadın gördü, şömineye yakın konumlanmış masada oturan bir de adam vardı; adam elinde bıçakla sebze doğruyordu. Kapının açılma sesi ile ikisi de yaptığı işlerden başını kaldırıp Esin’e dönmüştü. “Uyandın demek!” kadın yüzünde müşfik bir gülümseme ile doğrulup Esin’e doğru yürüdü, otuzlarının sonlarında görünüyordu; yüzü ve elleri güneş ve havadan yıpranmıştı ama güzelliği tüm bunların altında hala belli oluyordu, konuşmasında Esin’in tam çıkaramadığı bir aksan vardı. O bunları düşünürken kadın yanına gelmiş yüzüne ve alnına dokunuyor, onu muayene ediyordu “Hala biraz ateşin var, kendini nasıl hissediyorsun?”. Esin’i tutup masanın yanına getirip oturttu “İki gündür ateşler içinde baygın yattın, eminim çok açsındır. Yemeğin hazır olmasına az kaldı, biraz otur hemen geliyor” kadın yumuşak ses tonuyla bunları söylerken şömineye doğru yönelip işinin başına tekrar geçmişti ama Esin hala cümlenin başına takılmış haldeydi “İki gün mü?” dedi şaşkınlıkla, sesi berbat çıkmıştı, gerçekten feci hastalanmıştı. Masada karşısında oturan gülümseyen adam cevap verdi “İki gün ya.” Doğradığı sebzeleri kabın içine koyarak kadına uzattı “İki gün önce evin arkasındaki fundalıkta buldum seni, yanlış anlama da berbat haldeydin. Köpeğim huysuzluk edip yağmurun altında evden kaçmasa bulamazdım da. Meğer seni duymuş da sana gitmeye çalışıyormuş.” başıyla şöminenin yakınında yerde yatan yün topağını işaret etti.
“Orada, ormandaki siz miydiniz?” diye sordu Esin ağrıyan boğazına aldırmayarak. “Bendim ya!” adamda içten gelen bir neşe var gibiydi, “Gariban kız, çok korktun tabi. Geçişler her zaman çok korkunç olur. Buraya mutlu düşen görmedim hiç”. Son cümlesinde neşeli gözlerinden bir gölge geçti. Baş ağrısının pusu altında duyduklarına anlam vermeye çalışan Esin “Geçiş mi?” diye soracakken kadın elinde büyükçe bir kase ile masaya yaklaştı “Kızcağızı boğma Sebat,” kaseyi ve tahta bir kaşığı Esin’in önüne koyarken söylenmeye devam etti: “Zor bir süreçten geçti ve çok ağır hastalandı. Şu yahniden biraz yesin kendine gelsin de her şeyi konuşuruz.” Esin’e dönüp sırtını sıvazladı ve nazik gülümsemesi ile “Endişelenme, her şey tuhaf geliyor olabilir ama en azından güvende olduğunu bil. Şimdi karnını doyur sonra konuşalım.” diyerek anaç bir teselli verdi ve adının Sebat olduğunu öğrendiği adama uyaran bir bakış atıp işine geri döndü.
Yemek sıcak ve doyurucuydu; Esin içindeki etin bildiği bir hayvandan olduğunu umdu, ama bunu sorup kabalık etmek istemiyordu, zaten de bunun için enerjisi yoktu.
Kadın haklı çıkmıştı; yahni yoğun aroması ve sıcaklığı ile Esin’e hayat vermişti, son lokmasını da aldıktan sonra başını kaldırıp etrafına baktı, sonunda çevresini algılayabilecek kadar kendine gelmişti. Pencereden gelen gri göğün ışığı ve şöminenin alevleri ile loş bir şekilde aydınlanan geniş bir salonun ortasına konumlanmış büyükçe bir masada oturuyordu, masa ve sandalyeler el işçiliği gibi görünüyorlardı; kaba ama sağlamdılar ve emeğin verdiği zarafetle odanın merkezine kurulmuşlardı. Oda oldukça sadeydi, neredeyse boş da denilebilir diye düşündü Esin; pencerenin önünde aynı ortadaki masa gibi el yapımı görünen ahşap bir divan ve üzerinde dokuma kumaştan minderler vardı, ona anneannesinin köydeki evini hatırlattı ona. Pencerenin tam karşısında şöminenin olduğu tarafta duvarda raflar ve altında da bir taş tezgah vardı; kadın ve adam da oradalardı, adam tahta kapları raflara yerleştirirken kadın da çömlek bir kabın içine bir şeyler karıştırıyordu.
Tüm ev çok da büyük gibi görünmüyordu; bir kendisinin çıktığı odanın kapısı, çiftin yatak odası olduğunu tahmin ettiği diğer bir odanın kapısı ve biraz daha büyük ve daha kalın ahşaptan yapılmış, üzerinde metal kolu bulunan dış kapı olduğunu tahmin ettiği üçüncü bir kapı vardı. Evde görebildiği kadarıyla teknolojik sayılabilecek bir şey yoktu, ne bir elektronik cihaz ne bir televizyon, hatta görebildiği kadarıyla lamba bile olmaması Esin’e çok tuhaf gelmişti, teknolojiyi reddeden şu doğal yaşamcılardan mıydılar?
Esin’in şaşkın şaşkın etrafı izlediğini fark eden kadın yanına yaklaştı “Doydun mu kızım, biraz daha ister misin?” gerçekten de çok anaç bir tarafı vardı. Kadın önündeki kaseye doğru uzanırken Esin mahcup bir şekilde gülümsedi “Hayır yeterli oldu çok teşekkür ederim, elinize sağlık.” yardım etmek için kalkmaya çalışırken kadın nazikçe omzuna dokunarak onu geri oturttu “Dinlenmene bak canım henüz iyileşmedin, bu arada adın nedir? Sana nasıl hitap etmemizi istersin? Benim adım Merjen, bu da kocam Sebat”
İnsanların evinde uyuyorsun, yemeklerini yiyorsun ama adını bile söylemiyorsun diyerek içinden kendini azarladıktan sonra Esin yüzüne en nazik gülümsemesini yerleştirerek “Adım Esin, çok memnun oldum Merjen ve her şey için çok teşekkür ederim” kadın teşekkürünü elinin bir hareketi ve kendi gülümsemesi ile savuşturdu ve “Ben de çok memnun oldum Esin, şimdi eminim bir çok sorun vardır.” elindeki kaseyi yanlarına gelen Sebat’a verip Esin’in yanına oturdu, Sebat bir yorumda bulunmadan kaseyi alıp tezgaha yönelip yıkamaya başlamıştı bile. Esin uyandığından bu yana dikkatini çeken doğal senkronizasyonlarına hayranlıkla baktı ve “Aslında evet o kadar çok sorum var ve kafam o kadar karışık ki nereden başlayacağımı bile bilmiyorum” dedi umutsuzlukla. Merjen anlayışlı bakışlarla Esin’e yaklaşıp elini onun elinin üzerine koydu. “O zaman ben sana yardım edeyim, belki düşüncelerini birlikte bir düzene oturtabiliriz.”
Elini çekip dikleşti “Kendini ormanda bulmadan önce kötü bir olay mı yaşamıştın Esin, hayatını tehlikeye sokacak bir şey belki?”, anılar Esin’in zihnini doldururken yüzü rengini yitirmişti “Evet” diyebildi ancak, devamını anlatabileceğini sanmıyordu. Merjen de devamını sormadı “Anlıyorum, bahsetmek zorunda değilsin.” dedi sadece. “Sebat’ın geçiş dediğini hatırlarsın, nasıl ifade edebilirim tam bilemiyorum ama burası özel bir yerdir Esin” yüzünde artık daha ciddi bir ifade vardı “İnsanlar kendi dünyalarında, kendi hayatlarında başlarına çok kötü bir olay geldiğinde kendini burada bulur bazen. Hatta çoğu öldüğünden ve burasının ‘öbür dünya’ olduğundan emindir.” güldü “O dedikleri her neyse”.
Sebat elinde iki toprak kupayla geldi “Burasının tam olarak neresi olduğunu bilmiyoruz, çoğu kişi Yokyer der buraya” kupaları kadınların önüne yerleştirip kendi bardağını almak için geri döndü. “Yokyer” dedi Merjen düşünceli bir ifadeyle “Eh uygun da kaçıyor aslında.”. Sebat kendi kupasıyla karşılarına oturdu Esin yorum yapamayacak kadar şaşkındı, Sebat bu sessizliği anlatmaya devam etmesine yönelik bir işaret olarak yorumladı “ İlk ne zaman başladığını kimse bilmiyor ama ‘zamanın eskisinden beri’ derler hep, insanlar başı sıkışınca buraya düşermiş, geçiş yapan herkes öyle söyler.” Merjen başını sallayarak onayladı “Bazılarımız da burada doğduk tabi. Sebat geçiş yapanlardan biri, bense burada doğdum” Sebat kendi geçişini hatırlayınca yüzünden bir karanlık geçti, bu konu hakkında konuşmayı sevmediği belliydi, yorum yapmadan kupadan bir yudum aldı.
Çift anlatacaklarını bitirmiş gibi Esin’e bakıyorlardı, onun sorularını bekliyorlardı. Esin aklına gelen ilk soruyu sordu “Ve siz benim buna inanmamı bekliyorsunuz?” bir nefes alıp tekrar denedi, akıllarını kaçırmış olsalar da onunla ilgilenmişlerdi, kaba olmak istemezdi “Afedersiniz. Özür dilerim. Ama pek de mantıklı değil bu anlattıklarınız.” stres ve tedirginlikle daha fazla oturamayıp ayağa kalktı, odada kısa kısa adımlamaya başladı “Benim için yaptıklarınıza minnettarım ama bu pek mantıklı değil, şu an neredeyiz? Telefonunuzu kullanabilir miyim? Aileme haber vermek istiyorum, beni çok merak etmişlerdir.”
Merjen kafası karışmış bir ifadeyle Sebat’a dönüp “Telefon?” derken Esin çantasındaki cep telefonunu hatırlayıp kaldığı odaya doğru ilerlemişti, arkasından Sebat’ın sesini duydu “Anlatmıştım hayatım iletişim için kullanılan hani..”, Esin’in dinlemeye zamanı yoktu, telefonun ne olduğunu bilmeyecek halleri de yoktu ya. Çanta telefonunu yağmurdan korumuştu, hala çalışıyordu ama şebeke olmadığını fark etti. Odadan çıkıp çiftin yanına geri döndü, elindeki telefonu işaret ederek “Şebeke alamıyorum, ev telefonunuz var mı acaba? Ya da arama yapabileceğim bir yer?” sabrı taşmaya başlıyordu ve Sebat’ın şaşkın şaşkın eline bakması da yardımcı olmuyordu. “Nasıl bir yerin şebekesi olmaz ki, artık köylerde bile var, şehrin göbeğinden telefonun bile çekmediği bir yere nasıl gelmiş olabilirim?” Esin kendini ağlayacak gibi hissediyordu, dehşete kapılmamaya çalıştı; iş çıkışı evine yürürken kendini birden telefonun bile çekmediği, teknolojiden bir haber bu köy evinde bulmak ve aradaki hiç bir şeyi hatırlamamak onu dehşete düşürmeye başlamıştı. Sebat Esin’in bu tiradlarını duymuyor gibiydi, elindeki telefona odaklanmıştı, en sonunda “O nedir?” diye sordu, ince ve parlak beyaz renkteki dikdörtgen şey çok garip gelmişti belli ki.
Esin gerçekten aynı anda hem dehşete düşmüş hissediyor hem de sinirleniyordu “Telefon işte, cep telefonunun ne olduğunu bilmiyor olamazsınız artık!” ikilinin yüzü aksini iddia ediyordu “Hadi ama, bırakın ücra köyleri, Afrika'daki Amazonlardaki ilkel kabileler bile cep telefonunun ne olduğunu bilir, beni kandırmaya çalışmayın!” . Sebat hayranlıkla gülümsedi “Benim en son gördüğümde telefonlar evlerimizde, kablolu ve tuşlu olurlardı; mobil telefon diye bir şeyler duymuştum ama telsize benzeyen iri kaba şeylerdi. Eh bu kadar değiştiler demek.” yüzünde hem hayran bir gülümseme hem de bir burukluk vardı, arkadaşlarının onun gelmediği günde çok eğlendiğini duyan bir çocuğun burukluğu.
Daha fazla dayanamayan Esin sandalyeye çöküp ağlamaya başladı, “Neden böyle yapıyorsunuz?” hıçkırıklar ve göz yaşları arasında isyanı göğsünden yükseliyordu “Ben sadece eve gitmek istiyorum, çok korkuyorum.” Merjen yanına yaklaşıp diz çökerek ellerini tuttu ve yüzünde huysuzluk yapan çocuğunu avutan bir annenin müşfik gülümsemesi konuştu “Tatlım biliyorum bu çok korkunç geliyor, tüm bu değişimler, yabancı şeyler.” Sebat’a uzaklaşması için işaret etti, onun merakı ve yorumları Esin’e o an pek iyi gelmiyordu. “Senin dediğin şeyleri biz anlamıyoruz ve bizim dediğimiz şeyler sana pek mantıklı gelmiyor, anlıyorum” Esin’in gözyaşlarını elleri ile silip devam etti “Dışarıda yağmur dinmiş gibi görünüyor, ister misin biraz dışarı çıkalım.” ayağa kalkıp Esin’i de elinden tutup kaldırdı “Açık hava iyi gelecektir, hem bedenine hem zihnine.”
Kadın yine haklı çıkmıştı; açık hava gerçekten iyi gelmişti. Gökyüzü hala koyu gri bir bulut örtüsü ile kaplıydı ama yağmur dinmişti, bir orman köyü olarak adlandırabileceği bu yer çok büyük değildi, belki yüz kadar ev vardı. Hepsi taş ve ağaç kullanılarak yapılan küçük kulübelerdi, dar toprak yollarla birbirine bağlanmışlardı. Esin temiz ve serin havayı ciğerlerine çekti ve tekrar denedi “Burası neresi, gerçekten?”
Merjen yüzünden eksik olmayan müşfik gülümsemesi ve sabırlı bir öğretmen edası ile cevap verdi “İstersen şöyle yapalım,” geçenlere başıyla selam veriyordu, Esin insanların ona merakla baktığını ama yanlarına gelip onu rahatsız etmediklerini fark etti, bundan memnundu. İç çekip hatırlamaya çalıştı “İşten çıkmıştım, hava karanlıktı. İş yerim pek güvenli bir muhitte değil, genelde akşam mesailerinde çok tedirgin olurum.” Merjen’in ilgi ve anlayışla onu dinlemesi anlatmasını kolaylaştırıyordu. “Ana caddeye varamadan arka sokakta arkamdan gelenleri fark ettim, beni takip ediyorlardı, bana seslendiler, bana…” ağlamamak için kendini zorladı, sesi tıkanmıştı, Merjen yürüyüşlerine devam ederken sırtını sıvazladı. Esin bu temasın verdiği güvenle cesaretini toplayıp devam etti “Sonra birinin saçlarımdan tutup çektiğini hissettim, çok acıdı” eli kafasının arkasına gitti “sonra kolumdan tutup beni savurdu birisi, duvara doğru, orada duvar vardı ama ben duvara çarpmadım” Merjen’e döndü, kafası çok karışmıştı; şimdi tüm olanları sırasıyla hatırlayıp anlattığında netleşeceğine daha da karışmıştı.
“Duvara çarpmadım, kendimi çamurun içinde yerde buldum.” zorlukla yutkundu “O gece yağmur yağmıyordu, yağmur havası yoktu. Ama birden kendimi sağanak altında çamurda otururken buldum. Her yerde ağaçlar ve çalılar vardı, yaşadığım yerde, o yürüdüğüm yerde böyle ağaçlar yok.” Merjen’in kolundan tutup durdurdu “Geçiş dediğiniz şey bana hiç mantıklı gelmiyor ama yaşadıklarımı da açıklayamıyorum” Merjen’in kolunu bırakıp adımlamaya devam etti, artık onunla değil kendiyle konuşuyordu “Belki de kafamı duvara çarptım gerçekten de, ve bir beyin sarsıntısı geçirdim. Travmatik olayı da sayarsak beynim kendini korumak için anılarımı silmiştir, amnezi mi diyorlardı ona?”
Merjen Esin’e yetişip onu durdurdu, Esin dolu gözlerle ona baktı “Nedense beyin sarsıntısı geçirdiğimi düşünmüyorum, ne yaşadığımı biliyorum. Bir an o sokaktaydım ve sonraki anda yağmurun altında. Sadece mantığım bunu kabul etmiyor.” Merjen’in ellerini kavradı, yalvarırcasına “Merjen bu nedir, gerçekten? Geçiş dediğiniz şey nedir?” Merjen Esin’in uzun kumral saçlarını okşayıp yüzünden çekti “Her şeyden önce güvende olduğunu bil Esin, artık karanlık sokaklardan korkmana gerek yok” kulübelerin hattının sonuna gelmişlerdi, Esin’in elinden tutup onu ilerideki taşların yanına getirip oturttu ve kendisi de yanına oturup açıklamaya başladı:
“Geçiş’in tam olarak ne olduğunu ve ne zaman başladığını bilmiyoruz. Sebat’ın dediği gibi ‘zamanın eskisinden beri’ olagelmiş bir şey” eşinden bahsederken güldü. “Tek bildiğimiz insanların hayati bir tehlike yaşadıkları bir olay sırasında kendilerini burada bulmuş olmaları. Sebat da geçiş ile burada buldu kendini, o günü hatırlıyorum” yüzünden bir gölge geçti “daha çok küçüktüm, Sebat da benden birkaç yaş daha büyüktü ama o da çocuktu daha. Bir gün ormanda bir çığlık duyduk, sonra da bir ağlama sesi.
Ben o güne kadar hiç geçiş duymadım, büyükler hatırlarmış da, gerçi çok sık olmuyormuş artık eskisi gibi; Sebat’tan sonra ilk geçiş seninki oldu, neredeyse otuz yıl sonra.” Gözleri ormanın gri yeşiline dalıp gitmişti, geçmişten gelen bir sesle anlatıyordu olanları. “Sebat’ın üzerinde kan vardı, gözlerinde de dehşet. Ne olduğunu sadece bana anlattı, o da yıllar sonra. Onun güvenine ihanet edip anlatamam, kusura bakma.” bakışlarını yere indirdi “Yaşlıların dediğine göre geri dönmek için çırpınmayan nadir geçişçilerdenmiş.”
Uzun süre yan yana sessizce oturdular, Merjen anlatacaklarını bitirmişti, Esin de tüm bunların üzerine ne diyeceğini bilemiyordu, üşüdüğünü hissetti. Merjen de bunu fark ettiğinde eve dönmeyi teklif edecekken Esin “Geri dönmek mümkün mü?” diye sordu, kelimeler ağzından düşünmeden çıkmıştı, “Geri dönebilen hiç duymadım canım” Merjen’in yüzünden acımaya benzer bir ifade geçti “Buraya nasıl gelindiğini bile bilmiyoruz, deneyen çok olmuş ama geri dönebilen olmamış. Ben burada doğdum ama annem geçiş yaparak gelmiş, ve babamın babası da geçiş yapmış, babamsa burada doğmuş. Yani anlayacağın” eliyle köyü işaret etti “bu yer bu şekilde oluşmuş, geçiş yapanların kurduğu hayatlarla”
Esin ruhunun acıdığını hissediyordu, Merjen’in son açıklamasından sonra hiç bir şey konuşmamışlardı, sessizlik içinde eve döndükten sonra Esin kendini o sabah uyandığı odaya kapatıp günün geri kalanını ağlayarak geçirmişti. Şimdi hava kararmıştı ve karanlıkta yatakta gözleri açık bir şekilde yatıyordu, başı ağrıyordu.
Yas tutuyordu. Neyin yasını tuttuğunu bile bilmiyordu; kendi hayatının, eski hayatının? Kira ve faturaları ödeyip zar zor karnını doyuracak kadar maaş kazandığı kölelikle eşdeğer işininin? Hiç bir umut beslemediği geleceğinin? Genetik zaruretlerle sürdürdüğü aile ve akrabalık ilişkileri, ya da sosyal bir zorunlulukla devam eden arkadaşlıklarının? Sahi neyin yasını tutuyordu? Belki de içinde alışkanlığın verdiği rahatlıkla gül gibi yaşadığı kafesinin parmaklıklarıydı eksikliğini hissettiği. Bir günde içinden geçilemeyecek bir zihinsel fırtına olduğunu fark etti bunun, uyudu.
Ertesi sabah kuş sesleri ile uyandı Esin, fiziksel olarak kendini daha iyi hissettiğini fark etti. Kalkıp pencereyi açtı; camsız, sadece bir tahta kapakla örtülen bir pencereydi, dışarı baktığında parlak mavi gökyüzü ve inanılmaz parlaklığıyla güneşi gördü. Geldiğinden bu yana ilk kez açık bir hava ile karşılaşmıştı, yaşadığı şehirde hava kirliliğinden dolayı güneşli havalarda özellikle fark edilen bir pus olurdu; ömründe bu kadar berrak görünen ve bu kadar güzel kokan bir havaya denk gelmemişti, tüm başına gelenleri bir kenara bıraksa burada olmaktan mutluluk bile duyabilirdi.
Salona geçtiğinde ev sahiplerini önceki gün ile aynı şekilde buldu; çift sanki huzurlu bir günü bıkmadan tekrar tekrar yaşıyor gibiydi, Merjen ateşin başında yemeğini pişiriyor, Sebat da masada onun için malzemeleri hazırlıyordu. Önceki güne göre bir farklılık gördü Esin bu sabah, Sebat’ın yanında on yaşlarında küçük bir çocuk oturmuş ona yardım ediyordu. Esin’in odaya girdiğini fark eden Sebat neşeli bakışlarını ona kaldırdı “Günaydın Esinkız” gerçekten eşsiz bir neşe ve samimiyete sahip diye düşündü Esin, ama ona yakışıyor. Sebat yanındaki sandalyeyi işaret etti “Gel otur, kahvaltı hazır olmak üzere,” elini gururla yanındaki çocuğun omzuna koydu “Bak bu benim oğlum Erem, ilk geldiğinde sen iyileşene kadar rahatsız etmesin diye teyzesine gönderdik.” Çocuğun gözleri Esin’i incelerken merakla parlıyordu “Sen de babamın geldiği yerden gelmişsin doğru mu?” cümleler ağzından patlarcasına bir heyecanla döküldü, Sebat bir yandan gülerken bir yandan da oğlunu uyarmak için hafifçe omuzlarından sıktı “Ne konuşmuştuk Erem?” Neşesini babasından, nezaketini annesinden aldığı belli olan çocuk utangaç bir şekilde özür diledi.
“Demek senin odanı almışım,” dedi Esin sandalyeye otururken “verdiğim rahatsızlık için özür dilerim Erem, benim adım Esin” çocuğun yanakları güz elmaları gibi kızarırken cevap vermekte zorlandı “Rahatsız olmadım, ilk görünce korktum biraz, çok hasta görünüyordun”Merjen elinde taze ekmeklerle dolu bir sepetle yanlarına geldi. Gülümseyerek ekmekleri masaya bırakırken Esin’e döndü: “Kendini nasıl hissediyorsun? Biraz daha iyi misin?” Esin, önüne konan bu sıcacık sofraya bakıp içindeki huzursuzluğu biraz olsun unutarak başını salladı. “Daha iyiyim, teşekkür ederim. Ama galiba hâlâ buraya alışmaya çalışıyorum.”
Erem hemen lafa atıldı. “Alışmak zor değil! Burada herkes birbirine yardım eder, hem zaten çok fazla insan yok.” Gözlerini heyecanla açıp Esin’e biraz daha sokuldu. “Babamın geldiği yer nasıl bir yer? Orada da böyle ekmek yapıyor musunuz?”Sebat oğluna hafifçe kaşlarını kaldırarak baktı ama gülümsemekten kendini alamadı. “Erem, misafirimize biraz zaman verelim, olur mu?”
Esin içten bir kahkaha attı. “Sorun değil. Aslında...” Hafifçe duraksadı, çünkü artık o dünyayla arasında nasıl bir bağ kaldığını kendisi de bilmiyordu. Bir an düşündü ve başını iki yana salladı. “Orada ekmekleri genellikle fırından alırız, ekmek satılan yerler yani. Evde yapanlar da var ama pek yaygın değil.” Erem kaşlarını çattı. “Ne garip. Neden kendiniz yapmıyorsunuz?”Merjen, oğlunun saçlarını okşadıktan sonra bir sandalye çekip oturdu. “Çünkü orası burası gibi değil, Erem. İnsanlar farklı yaşıyor.”
Esin, Merjen’e minnetle baktı. Çocuğun sorularına yanıt verirken bile onu incitmemeye çalışan bir anne şefkati vardı. Esin de biraz rahatlayarak omzunu gevşetti. “Aslında senin gibi meraklı bir çocukken ben de hep neden böyle şeyler yaptığımızı sorgulardım. Belki de alışkanlıktan böyle.” Erem biraz düşündü, sonra bir karar vermiş gibi başını salladı. “O zaman sen de burada yeni alışkanlıklar edinebilirsin.”
Esin’in kalbinin ortasına ince bir sıcaklık yayıldı. Küçük bir çocuk, büyük bir hakikati ne kadar kolay söyleyebiliyordu; daha kendisi ne olduğunu bile anlamamışken, geleceğini düşünmekten ölesiye korkarken bu küçük çocuk onu yaşamına kabul etmişti bile. Hafifçe gülümseyerek başını eğdi. “Sanırım haklısın.”
Merjen bir tabak peynir uzatırken gülerek ekledi, “O halde bugün kahvaltıda yeni bir alışkanlık edinebilirsin: Bizim peynirlerimizi denemek.”
Esin uzatılan tabağı aldı, içinde bir şeyler değişmeye başlamıştı. Belki de gerçekten yeni bir şeye alışma vaktiydi.
Günün geri kalanı Esin için tanıdık ama yabancı bir rutinin içinde geçti. Önce Merjen’e onun tüm ısrarları ve dinlenmesi gerektiği yönündeki telkinlerine rağmen ev işlerinde yardım etti, sonra onun peşine takılıp Merjen günlük alışveriş işlerini yaparken Yokyer’i keşfetti.
Herkes ona merakla bakıyor ama kimse geldiği yeri ya da nasıl geldiğini sormuyordu, geçiş yapanlara karşı belli bir sempati duydukları ve anlayışla yaklaştıkları belliydi.
Gün yerini akşama bırakırken ve evde gölgeler uzarken Merjen ve Esin eski dostlar gibi masada oturmuş sohbet ediyorlardı. Merjen normalde bu saate kadar bitmeyecek olan işlerinin erkenden bitmesine mutlu olurken bir yandan da henüz tam iyileşmemiş Esin’in iş yapmasından duyduğu huzursuzluğu dile getirirken Sebat içeri girdi. İşten gelmiş olmalıydı, Esin tüm gün süren sohbetlerden onun marangoz olduğunu öğrenmişti, belirli bir para birimi ya da resmi bir yapılanması olmayan bu yerde bu işlerin nasıl işlediğini henüz tam kavrayamamıştı; Merjen alışveriş yaparken takas yöntemini kullanmıştı, tüm yer böyle mi dönüyordu?
“Esinkız, kendini nasıl hissediyorsun?” Merjen’e sarılıp başına bir öpücük kondururken babacan bir ifadeyle misafirinin durumunu sordu. “Tüm gün ona dinlenmesi için yalvardım ama benimle birlikte dışarı çıktı ve tüm işlerimde yanımdan ayrılmadı” Merjen şakayla karışık bir şikayetlenme ile karşılık verdi, Sebat çantasını masanın üzerine bırakırken “Eh iyi etmiş, insan yattıkça hastalık üzerine örtülür derler,” montunu ya da botlarını çıkarmadığı Esin’in dikkatini çekmişti “Biraz daha harekete haliniz varsa meydana gidelim ister misiniz hanımlar?” botların çıkmama sebebi anlaşılıyordu “Geldiğinden bu yana yağmur yağıyordu ve hastaydın, ama bence Yokyer’in gece göğünü de görmelisin, mücevher gibi dizili yıldızları.”
Merjen’in gözleri ışıldadı, gece gökyüzü izlemek sevdiği bir etkinlikti anlaşılan. Esin aslında yorgun hissediyordu ama ev sahiplerinin bu hevesli tavırlarını kıramadı, hem kendisi de yıldızları izlemeyi severdi, yaşadığı şehirde ışık kirliliğinden çok iyi göremese de.
Sebat’ın ‘meydan’ olarak bahsettiği yer evlerin biraz uzağında bulunan biraz yüksekte kalan açıklık alandı, o noktaya gelirken Merjen ve Sebat birbirlerinin cümlelerini tamamlayarak burasını törenler ve toplantılar için kullanıldığını anlatmışlardı. Meydana ulaşırken Esin’in aklına Erem’i tüm gün görmediği geldi, ebeveynler hiç de telaşlanmışa benzemiyordu, bunu sorduğunda Merjen “O artık on yaşında her dakika onu takip etmeme gerek yok, burası güvenli bir yer, çocuklar hepimizin çocukları. Sabahtan öğleye kadar okuldaydı, sonra da arkadaşları ile vakit geçirmiştir.” Esin okul dedikleri şeyin Yokyer’de yetişkinlerin bildiği şeyleri çocuklara öğretmesi şeklinde ilerlediğini öğrendi; okuma-yazma, balıkçılık, marangozluk veya diğer meslekler, Yokyer’in çocukları ilgi duydukları meslekleri yapan yetişkinlerin yanına ‘okula’ gidiyorlardı.
Bunları konuşurken açıklığa vardılar; ortada büyük bir ateş yanıyordu, insanlar ateşin çevresinde taşların dizilmesi ile oluşturulmuş taşlara oturmuş sohbet ediyorlardı. Hava hala serin olduğundan olsa gerek çok fazla kalabalık yoktu, yirmiden az yetişkin ve bir kaç da çocuk gördü Esin, ve çocukların arasında da Erem’i; Erem sevimli gülümsemesiyle Esin’e el sallayıp oyununa ara vermeden devam etti.
“Dostlarım!” Neşeli ve gür sesi ile giriş yaptı Sebat alana, “Yeni dostumuz Esin’le tanışın, kendisi haftanın başında geçiş yaptı.” Gruptan neşeli ve kucaklayıcı sesler yükseldi, buranın havasından mı, suyundan mı geliyordu bu kadar neşe? Odağın ortasında olmaktan asla hoşlanmayan Esin bozulsa da fark ettirmeyip nazikçe grubu selamlayıp kısaca kendini tanıttı ve çoktan kendine arkadaşlarının yanında yer bulup oturmuş olan Merjen’in yanına gidip usulca oturdu.
Merjen’in bakışları gökyüzündeydi “Her zaman yağmurdan sonra çok daha güzel görünürler” kolunu Esin’in omzuna attı bakışlarını gökten indirmeden “Geldiğin yerde de böyle güzel görünürler mi?” Esin bakışlarını göğe yükseltti, tam ışık kirliliğinden ve güzel bir gece göğü manzarasının ne kadar nadir bir şey olduğundan bahsedecekken kafasını çok karıştıran bir şey gördü.
Gökyüzünde; ayın biraz sağ aşağısı diyebileceği bir tarafta, aya çok benzeyen, ondan biraz daha küçük bir şey gördü. Aynı şişkin ay evresinde gibi görünüyor ve parlıyordu. “O nedir?” Esin elini yabancı nesneye uzattı, “Ay?” Merjen’in sesi şaşkın bir tereddütle çıkmıştı, “Hayır, onu demiyorum” diye yanıt verdi Esin “Onun yanındaki” “O da diğer ay?” Merjen hala bu konuşmaya anlam veremiyordu “İkisini hiç yan yana görmedin mi? Bazen ayrılırlar, farklı saatte çıkarlar da, kaçırmış olamazsın.”
Esin kendisini bu yerde bulduğu zamandaki şoku yeni baştan hissetmeye başlamıştı “Diğer ay demekle neyi kastediyorsun? Burada iki tane mi ay var?” Merjen gülüşü Esin’in yüzündeki ifadeyi görünce yüzünde dondu “Geldiğin yerde iki tane değil mi?” Esin cevap olarak sadece başını olumsuz anlamda sallayabildi. Birlikte oturdukları grupta da sohbetler kesilmişti, herkes ona tuhaf bir şekilde bakıyordu; o bir uzaylıymış gibi, Esin kendisinin de onlara o şekilde baktığını düşündü.
Sebat biten bir sohbetin son kahkahasını taşıyarak yanlarına geldi ama ortamdaki garip gerginliği fark etmesi uzun sürmedi, “Hey, bu suratlar ne böyle, öcü mü gördünüz?” gergince kıkırdadı. Esin hızlıca kalkıp Sebat’ın yanına geldi ve fırtınada bir dala tutunurcasına kolunu kavrayıp “Sebat, sen de benim gibi geçiş yaptığını söylemiştin. Geldiğin dünyada da buradaki gibi iki ay mı vardı?” ama daha sorusu biterken tutunduğu bu dalın kendi dünyasına ait olmadığını anladı. Sebat kafası karışmış bir şekilde tekrar güldü ve her zamanki neşesiyle cevap verdi:
“E tabii ki iki taneydi, kaç tane olacaktı ki?”
