Şiirler yazdığını söylerdi; ama kimselere okumazdı, göstermezdi; göstermedi de.
Dünyanın en güzel şarkılarını bestelemek isterdi, ama ıslık çalmayı bile beceremezdi.
Tanıdığım en iyi kâğıt karalayan insandı, yemin ediyorum, hepsi birbirinde hârikaydı çizdiği desenlerin. Ama bir kez bile adam gibi resim yaptığını görmedik.
Dansettiğini de hiç görmedim. Yalnız aklına estikçe, günün o en sevdiği saatlerinde, ikindi güneşine karşı kollarını açıp olduğu yerde dönüp dururdu. Ve de tatlı tatlı gülümserdi. Esrimenin ne demek olduğunu ondan öğrendim.
Karnını, tamir ettiği kunduralar sayesinde doyurabilirdi, kıt kanaat geçinirdi. O kunduralar ki gerçek birer sanat eseri olurdu, inanın bana.
Akşamları kibrit çöpünden köşkler, saraylar yapar, bitirince de yakıp sessiz sessiz ağlayarak hayâllerinin kül oluşunu seyrederdi garip.
Delilikle dehânın arasında ince bir çizgi vardır, derler. Mahallemizden onun dehâsına kafa yoranlar çıktıysa da, kimse ona deli demedi.
Ağırlıkla susar, gereğince konuşurdu. Yaşlı olmamasına rağmen selâmı bile öğüt yerine geçerdi.
Hayatı gibi ölümü de öğüt oldu bize. Ardından birkaç damla gözyaşı dökenler olduysa da, çoğunluk güleryüzle uğurladı onu.
Ömrü boyuca mutluydu da, zayıf kalbi onu yarı yolda bıraktığında da mutlu muydu, bilmiyorum. Bir şey biliyorum: YAŞADI. Çokları bunun anlamını bilmezler.
Bir kapalı kutu gibiydi: yaptığı köşkler kadar ucuz fakat aslında paha biçilmez değerdeydi.
O bize sahip olduklarımızla mutlu olmayı, ne olursa olsun umudumuzu yitirmemeyi; HAYATI öğretti. İşte bu yüzden biz sadık öğrencileri, lâyıkıyla geçirilmiş bu ömrün karşısında saygıyla eğildik ve onu güleryüzle yolcu ettik.
Kunduracının Ölümü
Delilikle dehânın arasında ince bir çizgi vardır, derler. Mahallemizden onun dehâsına kafa yoranlar çıktıysa da, kimse ona deli demedi. Ömrü boyuca mutluydu da, zayıf kalbi onu yarı yolda bıraktığında da mutlu muydu, bilmiyorum. Bir şey biliyorum: YAŞADI. Çokları bunun anlamını bilmezler.