Mavi̇ Kadinlar

Farklı ülke, farklı dil, farklı din, farklı gelenek göreneklere sahip birbirini hiç tanımayan iki kadının inanılmaz iletişimi ve bağı.

yazı resim

MAVİ
KADINLAR

Aydan OKURER

BİRİNCİ BÖLÜM

LARİSA SANDU
2013
Bükreş/ROMANYA

14 aralık

Kırmızı kadife perde ikinci kez açılırken arkadaşlarıyla elele tutuşarak öne doğru üç adım attı. Ayakta alkışlayan seyircilere gülümseyerek baktıktan sonra hep beraber eğilerek selam verdiler. Geri geri giderlerken yavaşça kapanmakta olan perdenin arasından görünen herkese gülümsemeye devam ediyorlardı. Bedenlerini kaplayan ince ter tabakası sahne ışıklarıyla parıldıyor, tenlerinden kostümlerine karışıyor, her nefeslerinde farklı bir ışık, ahenk katıyordu.
Kulise geçerlerken "yaşgünü kızı, pastan neli?" diye sordu Daniel.
"Ne yani, sadece pasta mı var?" diye seslendi Bogdan, "ölüyorum açlıktan!".
"Sen mi, ben mi?" diye yanıtladı Larisa, "hadi, bir an önce gidelim. Çabuk olun, haydi, çabuk! Saat 12 olmadan mumları üflemem lazım!"

Larisa'nın yirmibeşinci yaşgünüydü 14 aralık ve bir gün sonrası hiç yaşamak istemediği, kahrolduğu, her sene ama her sene yüreği yana yana andığı gündü. Onun için de ayın ondördü onbeşine dönmeden mumlarını üflemesi şarttı. Saatine baktı; yirmi dakika kalmıştı. Alelacele kostümünü çıkartıp kot pantolonuyla kazağını üstüne geçirdi, sahne makyajını bile silmeden koşmaya başladı. "Beni seven arkamdan gelir" diye bağırdı arkadaşlarına, "haydi, çabuk olun!"

Onikiye sekiz kala iki katlı pasta maytap ışıkları içinde arkadaşlarının ve bardaki diğer müşterilerin "iyi ki doğdun Larisa" nağmeleriyle masaya geldi. Mumlar pastanın iki katına da yerleştirilmiş, ortasına da "seni seviyoruz Larisa" yazılmıştı. Larisa gözleriyle Raul ve Diana'yı aradı. Onlar barın arkasında durmuşlar, sevgiyle Larisa'ya bakıyorlardı; gülümsediler. Larisa da onlara öpücük gönderdi. Bu güzel pasta onların hediyesiydi.
"Gözlerini kapat ve dilek tut" diye uyardı Maria, "zaman kalmadı, çabuk ol."
Larisa derin bir nefes aldı, dileğini tuttu ve bütün soluğunu vererek mumları üflemeye çalıştı. Arkadaşlarının da yardımıyla saat tam 23:55de yirmidört mum da sönmüştü.

15 Aralık
Alkışlar, kahkahalar, şerefe kalkan kadehler, şarkılar ve danslarla zamanın nasıl geçtiğini anlayamamıştı Larisa. En geç ikide evde olmalıydı. Hayır, bekleyeni yoktu, yalnız yaşıyordu ama her sene o gün, gece ikide yaptığı bir ritüeli vardı. Yapmazsa olmazdı, yapmalıydı.
Arkadaşlarına, Raul ve Diana'ya ve kutlamasına katılan diğer müşterilere teşekkür ettikten sonra aldığı hediyeleri sırt çantasına koydu ve tüm itirazlara rağmen oradan ayrıldı.

Sıcak, samimi ama bir o kadar da boğucu bar havasından çıkıp Bükreş'in kar soğuğu yüzüne çarpınca birden nefesi kesildi. Atkısını gözüne kadar kaldırdı, beresini kulaklarına indirdi; yün eldiveninin bile korumakta yetersiz kaldığı ellerini cebine sokup dikkatli adımlarla yürümeye başladı. Her yer bembeyaz, yerler buz pisti gibiydi. Sokak lambasının ışığında vals yaparcasına ahenkle dönen kar taneciklerine gülümsedi; "teşekkür ederim" dedi, "bende yarattığınız duygular için, huzur ve mutlulukla içimi doldurduğunuz için çok teşekkür ederim."
Gece yarısını çoktan geçmiş olmasına rağmen Lipscani Caddesi'nde hayat tüm canlılığıyla devam ediyordu; ışıl ışıl vitrinler, barlardan yayılan müzik ve kahkaha sesleri, gece kuşlarına atıştırmalık sunan cafeler, doyumsuzlara servis açan lokantalar. Soğuğun enerjilerini düşüremediği, kanı kaynayan gençlik, aslında hayatlarının en zor, en karmaşık dönemini güzelleştirme çabasındaydılar sanki, bilmeden.

Geçmişin anılarını duvarlarında gizleyen eski binaya girerken apartmanın biraz rutubet, biraz yemek ama en çok da nereden geldiği belli olmayan elma kokusunu derin derin içine çekti. Bu koku ona huzur veriyordu, kendini güvende hissediyordu. En çok ihtiyacı olan üç şeyden ikisini, huzuru ve güveni evinde bulabilmek herkese nasip olmazdı; şanslıydı. Evet, şanslı ama aynı zamanda en şanssız, en yalnız, en yoksun, en yorgun.
Sıcacık dairesine girdi, hemen ılık bir duş alıp pijamasını giydi. Çantasından paketleri çıkartıp tek tek açtı, hediyelerini yatağının üstüne dizdi. Hepsine birer birer sevgiyle dokunarak kendisine uğur getirmelerini diledi. Bunu her sene yapardı. Ruhuna iyi geliyordu. Sonra yatağının yanına diz çöktü, gözlerini kapattı ve uzun süre öyle kaldı. Dilekleri ve duası bitince hediye gelen giysi, takı, kitapları yerlerine yerleştirdi. Yatağın üstünde sadece oyuncak hediyeler kalmıştı. Komodininin çekmecesinden çıkardığı küçük bobini aldı, hayalet misinayla oyuncakları pürdikkat birbirine bağladı. Yatağının tam karşısındaki duvara monte edilmiş tahta rafta duran dört oyuncağı sevgiyle kucaklayıp yatağına koyarken "teşekkür ederim" dedi minnetle, "çok teşekkür ederim; tam bir sene bana oradan baktınız, verdiğiniz güzel enerjiyle beni mutlu ettiniz, huzur verdiniz. Her gece uykuya sizinle daldım, her sabah güne sizinle uyandım. Düşmeyin, kaybolmayın diye sizi bağladığım için özür dilerim." Misinaları kesti. "Artık özgürsünüz. Yetimhanedeki çocuklarla doya doya oynayabilirsiniz." Yeni oyuncaklara yöneldi. "Sizin yerinizi şimdi bu güzellikler alacak." Tahta rafın tozunu iyice aldıktan sonra birbirine bağladığı oyuncaklarına sarıldı, raftaki yerlerine dizdi. "Hoşgeldiniz canlarım" dedi, "sizi çok seviyorum ve asla kaybetmek istemiyorum. Siz benim uğurumsunuz. Sakın düşmeyin, olur mu?" Bir pembe, bir mor ayıcıkla bir minik kurbağa ve danseden İspanyol kadın biblosu Larisa'ya baktılar, bir sene gözlerini kırpmadan bakacakları gibi. "Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim. İyi geceler." Özgür oyuncaklarını bir poşete koydu. "Yakında" dedi, "çok mutlu olacaksınız." Ritüelini yerine getirmenin verdiği huzurla yatağına girdi, yorganının altına kayıverdi.

"Burası neresi? Bu kadın kim? Ben neden uçuyor gibiyim; yüksekteyim, ayaklarım yere değmiyor. A, kadın beni gördü! Evet, gördü ve uçmama hiç şaşırmadı! Ne güzel baktı, sevgi dolu. Eliyle ne yaptı öyle? Havaya yazı yazıyor gibi yaptı. Bana yaz mı dedi? Ne? Neden?Ah, bitti!"

Birden kendini yatakta oturur halde buldu. Şaşkın şaşkın bir süre öylece kalakaldı. "Bu da neydi" diye sordu kendine, "bu da neydi? Ben ne yaşadım?"
Saate baktı, dördü geçiyordu. Uyku filan kalmamıştı. Kalktı, bir bardak su içti. Tekrar odaya geçip yatağa oturdu. "Yok" diye düşündü, "yok, hayır, rüya filan değildi bu. Bu, başka bir şeydi; hiç bilmediğim, hiç duymadığım, hiç yaşamadığım bir şey. Kime anlatabilirim, kime sorabilirim, kimden bilgi alabilirim? Benim bunu çözmem, anlamam lazım. Bu... Bu çok acayip, gerçekten çok acayip."
Ekip arkadaşları geçti aklından; hayır, onlar olmazdı. Onların hayatları prova, oyun, sahne ve bardan ibaretti. Kalan zamanda da uyuyorlardı zaten. Hoş, kendisi de öyleydi ya. Başka kim olabilir diye düşündü. Stefan'a hele hiç soramazdı; hem sormaya çekinirdi hem de alacağı cevabı biliyordu "saçmalama Larisa!" Başka, başka? "Ah! Ayşe! Evet, evet, Ayşe!" Evet, Ayşe'ye sormalıydı. Saate baktı, beş olmuştu. "Bu saatte de aranmaz ki" diye düşündü ama bir an önce kendisini içtenlikle dinleyecek, anlamaya çalışacak birine şiddetle ihtiyacı vardı ki, bu da Ayşe'den başkası olamazdı; melek kalpli Ayşe. Odada bir kaç tur döndükten sonra ani bir kararla telefonuna uzandı. Daha üçüncü çalışta açıldı telefon.
"Alo?" Endişeli bir alo.
"Ayşe, çok çok özür dilerim bu saatte aradığım için ama inan ki benim için çok önemli bir konu. Sana ihtiyacım var Ayşe" dedi bir solukta.
"Larisa? İyi misin? Korkutma beni."
"İyiyim, iyiyim. Yani bilmiyorum."
"Ne demek bilmiyorum? Başına kötü bir şey mi geldi? Hasta mısın yoksa?"
"Onu da bilmiyorum Ayşe."
"Bildiğini anlat o zaman ama çabuk anlat Larisa. Ahmet birazdan uyanır."
"Ama telefonda anlatılacak bir şey değil bu. Ayşe, Ahmet gittikten sonra gelebilir misin? Beni bir tek sen anlarsın. Lütfen, evet de."
"Allah Allah! Tamam, olur."
"Teşekkürler, teşekkürler, teşekkürler. Kahvaltı yapmadan gel."
"Olmaz Larisa. Ahmet'le yaparım ben kahvaltımı. Gelirken Türk kahvesi getiririm, kahve içeriz. Ah, senin cezven de yoktur şimdi."
"Fincanım var ama büyük."
"Alem kadınsın ha Larisa! Tamam canım, hadi görüşürüz. Dur, dur; güvendesin, değil mi?"
"Güvendeyim, merak etme benim kanatsız meleğim."
Larisa, "kötü gün dostu Ayşe. Ne harika bir kadınsın sen" diye düşündü telefonu kapatırken. "Kendi güzel, yüreği güzel, herkese, her canlıya verebildiği sonsuz sevgiyle donatılmış, merhametli kadın. İyi ki seni tanımışım."
Onunla yine kendini çok kötü hissettiği bir günde, iki yıl önce tam da bugün tanışmışlardı. Yine bir yaşgünü ertesinde, yine kahırlarla dolu bir günündeydi Larisa. Evde boğuluyor gibi olmuş, biraz yürüyüp hava almak için dışarı çıkmıştı. Kaç sokak, kaç cadde geçtiğini hatırlamıyordu bile. Birden burnuna gelen yemek kokularıyla ne kadar acıktığını farketti. Kokular onu küçük bir lokantaya getirmişti. İçeri girdi, etrafına bakındı. Burası dört masalı, rafları turşu kavanozlarıyla dolu, tezgahında çeşitli ev yemekleri olan şirin, sıcak, insanı sarıp sarmalayan bir yerdi. "Lüks bir yer değil yani hesap kabarık gelmez" diye düşünerek gönül rahatlığıyla boş olan tek masaya oturdu. Kasanın yanında duran Romanya ve Türk bayraklarına gözü ilişince daha da mutlu oldu. Tezgahın arkasında durmuş kendisine bakan kadına gülümsedi. Kadın da gülümseyerek yanına geldi.
"Hoşgeldiniz" dedi yumuşacık bir sesle.
"Teşekkür ederim. Burası Türk lokantası mı?"
"Evet. Sadece Türk yemekleri servis ediyoruz. Size ne verelim? Özellikle istediğiniz bir yemek var mı?"
Larisa, "ah, bilmiyorum" diye yanıtladı kadını, "padişah yemiş, çok beğenmiş yemeği var mı? Bir arkadaşım çok sevdiğini söylemişti."
Kadın minik bir kahkahayla "hünkâr beğendiyi diyorsunuz siz. O yemeğin ana malzemesi patlıcandır." dedi. "Biz mevsimsiz sebzelerle yemek yapmıyoruz ama yazın gelirseniz, seve seve ikram ederiz. Size kuru fasulye, bulgur pilavı, turşu getireyim mi? İster misiniz?"
"Bayılırım" diye yanıtladı Larisa elini guruldayan midesine bastırarak.
Kadın servisini yaptı, "afiyet olsun" diyerek işinin başına döndü.

Larisa, birbirinden leziz yemekleri midesine indirmiş, tok insanların huzurlu gevşekliğiyle müessesenin ikramı olan Türk kahvesini yudumluyorken birden dışarıdan bağıran insanların sesleri gelmeye başladı. Sesler giderek yaklaşıyordu. Bedenlerini makyajla kana, yara ve kesik izlerine bulamış bir gurup insan, korkunç görüntüleriyle lokantanın önünden bağıra çağıra geçip gittiler. Larisa'nın gözleri faltaşı gibi açıldı, eli boğazına gitti ve birden yerinden fırlayarak kapıya atıldı. Orada olmalıydı, o insanlarla olmalıydı. Kendisi de kana bulanmalıydı. Bütün bedeni zangır zangır titriyor, bir türlü kendini durduramıyordu.
"Hanımefendi?" dedi yanıbaşındaki ses. "Hanımefendi, iyi misiniz?" Kadın, Larisa'yı şefkatle omuzlarından sararak masasına getirip oturttu. Ahmet koşup bir bardak su getirdi ama Larisa o kadar titriyordu ki, bardağı tutamadı. Kadın, ona suyu yudum yudum içirdi. Karşısına oturup Larisa'nın ellerini avuçlarına aldı. Tek kelime etmeden eli elinde, gözü gözünde öylece oturdu. Yavaş yavaş titremesi azalan Larisa, gözlerini uzaklardan alıp kadına baktı; kadın anlayış ve şefkatle gülümserken hafifçe elini sıktı. İşte o an Larisa'nın gözlerinden çağlayan gibi akmaya başladı yaşlar. Durmuyordu, durduramıyordu. "Özür dilerim" diye fısıldadı, "çok özür dilerim."
"Özür dileyecek hiç bir şey yok. Lütfen rahat olun, tutmayın kendinizi."
"Çok teşekkür ederim."
"Tanışalım mı?" diye sordu kadın. "Ben, Ayşe."
"Ben de Larisa" diye tanıttı kendini Larisa, "çok memnun oldum."
"Ben de."
Saatlerce Larisa anlattı, Ayşe dinledi; Ayşe anlattı, Larisa dinledi. Birbirlerinin gözyaşlarını sildiler, teselli sözcükleriyle avuttular hem kendilerini, hem biri diğerini. Larisa lokantadan çıkarken kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu Bu bir kaç saat içinde kırk yıllık can dost olmuşlardı, ne güzel.

Ayşe, Bükreş'e gelin gelmiş. Ailesiyle Türkiye'de yaşayıp giderken çok sevdikleri bir ahbapları, yanında hiç tanımadıkları bir aileyle çıkagelmişler; hem de habersiz. Meğer bu iki aile çok eskiden beri tanışırlar, birbirleriyle çok iyi anlaşırlarmış. Tek evlatları varmış, Ahmet. Ahmet, bir çocukluk arkadaşının yanına Bükreş'e gitmiş, burada ne yaparım ne ederim diye düşünmüş. "Bizimkilerle bir konuşayım bakalım ne diyecekler" diye Türkiye'ye dönmüş. Anne, "ne işin var senin oralarda" diye karşı çıkmış; "koca memleketin suyu mu çıktı da el memleketinde iş tutmaya kalkıyorsun, oralara yerleşmeyi düşünüyorsun? Olmaz! Evlenip burada kalacaksın" demiş ve bir telaş gelin adayı aramaya başlamış. Bu arayış içindeyken Ayşe'nin varlığından haberdar olan kadın, arkadaşına ille de gidelim diye tutturmuş. Habersiz gelmişler çünkü bilse Ayşe'nin evi barkı terk edeceğinden eminmiş ahbap kadın. "Tamam" demiş arkadaşına, "çat kapı gidelim ama bak, demedi deme, kibar ve görgülü ailedirler ama bu durum farklı, neyle karşılaşacağımız belli olmaz." Ahmet'e Ayşe'nin fotoğrafını göstermişler, Ahmet "of!" demiş, "bu ne?! Hemen gidelim."
Ayşe, haliyle bu duruma çok sinirlenmiş; anne babası da öyle ama gelenek göreneklere göre misafir baştacıdır diyerek buyur etmişler. Hoşbeşten sonra Ahmet, annesinin kulağına eğilip "bir daha gelmeye gerek yok, şimdi isteyelim, bitsin bu iş anne"diye fısıldamış. Annenin canına minnet. "Allah'ın emri, peygamberin kavli" diyerek söze girecek olmuş ama Ayşe'nin babası "bir dakika, bir dakika!" diyerek kadının lafını kesmiş. "Yangından mal mı kaçırıyorsunuz, hanım? Bu ne acele? Tanışalı daha bir saat bile olmadı efendim!" O zamana kadar gıkı çıkmayan Ahmet'in babası "çok haklısınız beyefendi" deyince böğrüne dirseği yemiş.
Ayşe'nin babası, "oğlunuz ne iş yapar? Oğlum, mesleğin ne?" diye sorunca anne susmuş kalmış, baba başını eğmiş. Ahmet, "efendim" diye atılmış, "ben Bükreş'te Türk lokantası açacağım. Zaten oradaydım, araştırmamı ve değerlendirmemi yaptım, ailemin görüşlerini almak için döndüm."
"Öyle mi? Kebapçı mısın?"
"Hayır efendim, değilim. Zaten kebap değil, Türk ev yemekleri olacak konseptim, efendim."
Ayşe'nin babası kısa bir süre düşünür gibi yapmış, "hımmm" demiş, "sen hele bir dükkanını aç bakalım, sonrasına bakarız."
Anne oradan "olmaz!" diye atlamış, "olmaz! Evlenmeden olmaz!"
Ayşe o kadar eğleniyormuş ki, üzüntüsü de, siniri de o an için geçivermiş. Güldüğünü görmesinler diye mutfağa gitmiş. Mutfakta hem gülmüş, hem ağlamış. Zaten uzun zamandır gözünden yaş hiç eksilmiyormuş ki! "Çok sevmiştim, deliler gibi aşıktım" diye anlatmış o gün Larisa'ya. "O da beni seviyordu sözümona. Gözümün içine baka baka yalan söylemiş, alçak! Meğer o sırada annesi düğün hazırlıklarındaymış. A, bir baktım, adam yok! Sırra kadem basmış. Ailesinin yanına gitti dediler. Ailesi başka şehirdeydi. Ben salak gibi dönüşünü beklerken adam evlenmiş de balayına bile çıkmış. Larisa, bu yapılır mı?! Söyler misin, bu bana yapılır mı?!" İşte tam da o sırada ağlamış Ayşe, kocası görmesin diye arkasını dönerek. O kızgınlıkla Ahmet'in teklifini kabul etmiş; çarçabuk evlenip buraya gelmişler. Sonrası biraz sıkıntı, biraz gerginlik, çokca üzüntü ama ille de hasret.

Zilin çalmasıyla anılarından sıyrılan Larisa, koşup kapıyı açtı.
"Canım arkadaşım, iyi ki varsın. Gel." diyerek Ayşe'yi salonuna aldı. Ayşe'nin elinde süslü püslü ambalajlanmış kocaman bir paket vardı. "Bu da ne?" diye cıvıldadı Larisa.
"Yaşgünü hediyen canım. Hadi, bir an önce aç; içindekilerin acilen kullanılması gerekiyor."
Larisa, bir telaş paketi açtı ve "ah" dedi, "ah benim ince ruhlu arkadaşım. Türk işi değil mi bunlar?"
Bakır dövme askılı kahveci tepsisi, yine bakır işlemeli zarfıyla iki fincanı, cezvesiyle tam takımdı. Bakırın üstündeki işçiliğe baktı, "hem de elişi." Arkadaşına sarılıp öptü. "Çok teşekkür ederim. Harika bir hediye ve çok değerli; her açıdan."
"Güle güle kullan canım. Keyifli kahvelerin olsun ama şimdi onlarla birer köpüklü kahve yapacağız ve höpürdeterek içerken sen de olanı biteni anlatacaksın ama şimdi değil ha, kahvelerimizi içerken." Çantasından iki paket Türk kahvesi çıkarıp mutfağa yöneldi. Peşinden giderken Larisa, "dün gece neden gelmediniz?" diye sordu.
"Hah! Sanki bilmiyorsun!"
"Biliyorum tabii ama yine de bekledim."
Ayşe, kahveyi yaparken "iyi gün dostu çok olur Larisacığım" dedi, "yalnız kalmayacağını biliyordum. Zaten sabahın köründe kalkıp dükkana yemek yapıyorum, biliyorsun. Nasıl gelebilirdim ki?!
"Evet canım, çok haklısın."
Kahvelerini alıp salona geçtiler. "Eh, hadi bakalım" dedi Ayşe, "seni dinliyorum."
Larisa, kahvesinden bir yudum aldı, "oh, çok güzel olmuş; ellerine sağlık."
"Afiyet olsun. Bayağı iyi görünüyorsun; demek ki beni acil çağıracak kadar önemli bir şey yokmuş."
"Olmaz olur mu?! Vardı! Vardı! Çok garip, inanılmaz bir şey yaşadım dün gece. Etkisinden kurtulamıyorum Ayşe. Çok gizemli bir şeydi." dedi. "Uyuyordum. Birden kendimi başka bir yerde buldum."
"Rüyalarda hep böyle olur zaten. Ne tesadüf."
"Hayır, hayır; rüya gibi değildi. Ben havadaydım."
Ayşe, birden dikkat kesildi. "Nasıl havadaydın? Ne kadar havadaydın?"
"Ya, ne bileyim; kadının bir, belki birbuçuk metre kadar üstünde ama tepesinde değil, yine bir metre kadar yan tarafındaydım."
"Kadın mı? Ne kadını? Kim o kadın?"
"Bilmiyorum ki. Hiç tanımadığım bir kadın işte."
Ayşe, iyice ciddileşmişti. "Bir şey dedi mi kadın?"
"Yok, demedi ama sağ eliyle havada yazı yazıyormuş gibi yaptı."
"Allah Allah! Şunu baştan anlatsana."
"Tamam. Birden gittiğim yer, bir evin balkonuydu. Galiba ikinci kattı ya da bana öyle geldi. Kadın balkon demirlerine elleriyle yaslanmış aşağıya bakıyordu ama inanılmaz bir şey Ayşe; kadın başını çevirip gülümseyerek bana baktı. O kadar güzel bakıyordu ki; sevgi dolu ve neşeli. Gülümsemesi de çok samimiydi. Benim orada olmam ve havadan bakıyor olmam kadını hiç şaşırtmadı; çok olağan bir şeymiş gibi baktı, gülümsedi, eliyle havada yazı yazdı ve tekrar başını çevirip aşağıya baktı. Anında ben de kendimi yatakta oturur halde buldum. Bu ne Ayşe? Rüya deme bana çünkü değildi; bu ne?"
Bir süre sessiz kalan Ayşe,"bilmiyorum" dedi, "aklıma bir şey geliyor ama..."
"Ne? Ne?" diye atıldı Larisa; "ben ne yaşadım?"
"Kadını tarif edebilir misin? Nasıl biriydi?"
"Nasıl mı? O kadar kısa süren bir şeydi ki... Bilmem ki... Üstünde mavi, kolsuz bir elbise vardı."
"Aklın fikrin kılık kıyafette Larisa! Böyle bir durumda bile ilk söylediğin kadının elbisesi! Genç mi, yaşlı mı, kara kuru mu, etli butlu mu, saçı uzun mu kısa mı, gözleri ne renk?"
"Dur, hatırlamaya çalışıyorum. Beyaz tenliydi, ondan eminim. Galiba ellili yaşlarındaydı ya da ona yakın bir şey. Zayıf değildi ama şişman da değildi. Saçları... saçları beyazdı sanki. Önler beyaz arkalar koyu renk; öyle kalmış aklımda. Gözlerini hatırlamıyorum."
"Nasıl hatırlamazsın Larisa?! Sevgiyle baktı dedin ya. Düşün."
"Belirgin yeşil, mavi filan olsa hatırlardım herhalde. Bir de yüzüne güneş vuruyordu. Ay, bilmiyorum işte! Bu kadarını hatırlayabiliyorum."
"Anladım" dedi Ayşe, bilirkişi edasıyla. "Kadın kolsuz elbise giymiş yani hava sıcak, mevsimlerden yaz. Beyaz tenli, kır saçlı, balıketinde, orta yaş ya da biraz üstü. Gözü, ağzı, burnu belirsiz. Elimizle koymuş gibi buluruz artık kadını. Dünyanın herhangi bir yerinde, sıradan herhangi bir kadın arıyoruz; farkında mısın Larisa?"
"Arıyor muyuz?" diye endişe içinde sordu Larisa; "aramayalım Ayşe, ben korkmaya başladım. Hem zaten bulamayız ki!"
İkisi de bir süre sessiz kaldılar. Larisa, derin düşüncelere dalan Ayşe'ye gözünü kırpmadan bakıyor, bir şey demesini bekliyordu. Birden başını kaldırıp son derece kararlı bir şekilde "sana ev ödevi veriyorum" dedi Ayşe, "çizeceksin."
"Ha? Ne?"
"Senin resmin on numara değil mi?"
"Eh, evet."
"Ben şimdi gidiyorum. Sen gözlerini kapatıp o yaşadığın şeyi hayalinde canlandıracaksın ve kadını çizeceksin. Sonra da bana getireceksin, tamam mı?"
Şaşkın şaşkın arkadaşına bakan Larisa, "nasıl? Hemen mi? Şimdi mi?" diye sordu.
"Evet, hemen, şimdi. Hadi, görüşürüz."
Çantasını kaptığı gibi evden çıktı. Larisa salonun orta yerinde kalakalmış, şaşkın şaşkın duruyordu.

Ayşe, eve gider gitmez birisiyle telefonda uzunca bir süre konuştuktan sonra büfeden iki ayakkabı kutusunu çıkartıp masanın üstüne boca etti. Masanın üstü fotoğraf yığınıyla doldu. Acele acele onlara baktı, aralarından iki tanesini ayırdıktan sonra kalanları tekrar yerleştirip kutuları da aldığı yere koydu. Ayırdığı iki fotoğrafı da çantasına yerleştirdikten sonra mutfağa yöneldi. Tekrar salona döndüğünde elinde üç katlı sefertası vardı. Sıkıca giyindikten sonra çantasını da alıp evden çıktı. Bu arada Larisa, gözlerini kapata aça karakalemle çizim yapıyor, biraz uzaklaşıp uzun uzun çizimine baktıktan sonra yine gözlerini kapatıyordu. Bu saatlerce sürdü ama resmi bitirdiğinde "evet" dedi, "evet, işte o kadın burada." Ayşeyi aramadan önce koca bir fincan kahve içmeliydi; başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Kahvesini yaptı, resmi karşısına koydu, fincanı kaldırarak "şerefe" dedi, "kimsin, hayatımın neresindesin bilmiyorum ama varsın ve benim için önemlisin; hissediyorum. Bir gün belki karşılaşırız, belki de yollarımız hiç kesişmez; kim bilir. Hayat bu, nelere gebe, değil mi? Yaşayıp göreceğiz. Haydi o zaman, içelim." Kahvesinden kocaman bir yudum aldı.

Ayşe, otobüsten inince doğruca karşısındaki dar sokağa girdi. Sokağın iki yanında eski, dökük evler sıralanmıştı ama evlerin hepsi de yaşını makyajla gizlemeye çalışan ya da bedeni yaşlı ruhu genç nineler gibi renk renk boyanmıştı, sokağın eskiliğini örtüyorlardı.
Ayşe, bir süre yürüdükten sonra çıkmaz sokağın sonundaki tahta kapısı ve pencere pervazları maviye boyanmış yeşil tek katlı evin bahçesine girdi. Daha zili çalmadan "kapı açık, girebilirsin" diye seslendi çatallaşmış kalın ama güçlü bir kadın sesi. Ayşe, usulca kapıyı açtı. "Ayakkabılarını çıkar" dedi aynı ses, "orada terlik var, istersen."
Ayşe, istemiyordu terlik filan. Ayakkabılarını çıkartıp loş alanda iki adım attı. "Gel" dedi ses ama gidemiyordu ki Ayşe. Perdeler sımsıkı kapalıydı, ışık da yoktu; önünü göremez haldeydi; olduğu yerde durdu kaldı. Derken karşısında ölgün kırmızı bir ışık yandı. "Buradayım, gel. O elindekiler de ne?"
"Size yemek getirmiştim."
"Koyuver sehpanın üstüne. Sonra da gel karşıma otur bakalım."
Ayşe'nin gözleri karanlığa yakın loşluğa alışmaya başlamıştı. Sefertasını sahpaya bırakıp kadının karşısındaki koltuğa oturdu. Aralarında küçük tahta bir masa vardı. Kırmızı ışığın ardındaki kadına baktı. En azından seksen yaşında vardı kadın; fosforlu yeşil farla çevrelenmiş içine kaçmış gözleri, çatlamış toprak gibi kavruk, kıvrık, esmer teni, kıpkırmızı rujla abartılmış şekilde boyanmış incecik dudaklarıyla aynı sokağındaki evler gibi eskiliğini, yıpranmışlığını mı örtüyordu yoksa Romanların ruhundaki renklilik miydi dışa vuran? Damarları görünen, bir deri bir kemik elini uzattı, "getirdin mi?" diye sordu pütürlü sesiyle. Ayşe, kadının bileğindekilerle parmaklarındaki takılara takılıp kalmıştı. "Fotoğraf" dedi kadın, "hadi, ver de işimize bakalım."
"A, evet, afedersiniz." Kadına fotoğrafları uzattı. Kadın fotoğrafa baktı, gözlerini yumdu, birden irkilip gözlerini açarak "al" dedi fotoğrafın birini uzatıp, "arkasına adını, soyadını, doğum tarihini yaz. Anne baba adı biliyor musun?"
"Hayır" dedi Ayşe fotoğrafın arkasını yazarken. "Size telefonda anlattığım, rüya gibi ama rüya olmayan şey ne? Onunla ilgili bir şey söyleyebilir misiniz?"
Kadın gülümseyerek "gezmeye gitmiş" dedi, "çok yakınını görmeye."
Ayşe, afallamıştı. "Gezmeye mi? Hem de çok yakınını görmeye! Ama olamaz, kadını hiç tanımıyormuş; öyle dedi."
"Kadın yazı mı yazmış dedin?"
"Evet, arkadaşım 'sanki bana yaz dedi' diye anlattı."
Yaşlı kadın, "o zaman bugünden tezi yok hemen yazmaya başlasın." dedi, "hem de her gün, hiç aksatmadan."
"Peki, gezmeye gitmiş demiştiniz, o ne demek?"
"Astral seyahat" dedi öne eğilerek. Artık gülümsemiyordu. "Herkese nasip olmaz. Önemli. Çok önemli." dedi gizemli gizemli. "Her şeyin bir nedeni var."
Derin bir nefes alıp koltuğuna yaslandı; "hadi, şimdi git."
"Efendim?"
"Git, dedim. Şimdi git, yarın öğleden sonra gel. Hem kabını da alırsın. Bana hediye edecek değilsin ya!"
"Şimdi konuşsak?"
"Güle güle. Güle güle."
Kırmızı ışık sönünce Ayşe ısrar etmenin anlamsızlığını kesinlikle anlamış oldu. Tek kelime etmeden ayakkabılarını giydi, mavi kapıyı usulca kapatıp evden çıktı. Yol boyunca, kadının neden iki çift laf etmeden evden kovar gibi "git" dediğine anlam vermeye çalıştı durdu. Larisa'ya olanı biteni anlatsa mıydı, onu da bilemiyordu. "Yarın ola, hayır ola. Bakalım yarın ne diyecek" diye düşündü ama Larisa'nın hemen bugün yazmaya başlaması gerektiğini ısrarla söylemişti kadın. Bunu Larisa'ya nasıl anlatacaktı? Yarını mı bekleseydi? Kafası karmançorman, ikircikli duygu ve düşünceler içinde evine vardı. Daha üstünü bile değiştirmemişken telefon çaldı. Arayan Ahmet'ti, aksi aksi saatlerdir nerede olduğunu, Larisa denen kadınla bu sıkıfıkılığın altında ne yattığını sorguluyordu. "Kadınsal meseleler" dedi Ayşe aynı aksilikle, "O'nun özeli; anlatamam." Ahmet, homurdanarak telefonu kapattı. Ayşe Larisa'yı arayıp yemeğe beklediğini, gelirken resmi sakın ha unutmamasını söyleyip yatak odasına geçti.

Menüde etli yaprak sarma, peynirli börek, fava ve salata vardı. Larisa sofrayı görünce kendinden geçti. Yalnız yaşadığı için hep kuru yemekler yiyordu; ev yemeklerine hasretti. Kokuları derin derin içine çekti. "Hadi Ayşe" dedi sabırsızlıkla, "hadi, oturalım mı artık sofraya?"
"Beklediğimiz kabahat" diye yanıtladı arkadaşını Ayşe, "bak, ev yoğurdu bu, ben yaptım. Dolmanın üstüne koy istersen; nefis olur."
Yemeklerini büyük bir iştahla ve küçük birkaç konuşmayla yedikten sonra kahvelerini alıp koltuklara geçtiler.
"Bakayım; çok merak ediyorum" dedi Ayşe.
Larisa, sırt çantasından rulo yaptığı kağıdı çıkarıp arkadaşına uzattı; "hatırladığım kadarıyla tıpkısının aynısı" dedi gururla. Gülüştüler. Ayşe, resme baktı, baktı; tekrar rulo yapıp sehpaya bıraktı.
"Resim bende kalsın."
"Sende mi? Tamam, olur da niye?"
"Öyle işte. Yarın oyunun var mı?"
"Yok. Biliyorsun, burada ancak haftada iki gün sahne alabiliyoruz ama yakında turnemiz var; öyle sevinçliyim ki!"
Ayşe, "a, öyle mi? Nerelere gideceksiniz bakalım?" diye sorarken 'ne zaman yazacak bu kız artık ne yazacaksa? Turnedeyken yazamaz ki!' diye düşündü.
Bu arada Larisa, heyecan içinde turneyle ilgili bir şeyler anlatıp duruyordu. Ayşe, arkadaşının sözünü gayet ciddi bir ifadeyle kesti; "bu gece yazmaya başlamalısın Larisa."
"Ne? Niye? Kadın yaz dedi diye mi? Tanımadığım, bilmediğim kadına ne yazacağım Ayşe? Hem... hem bu gece yazamam." Larisa'nın az önceki heyecanından, sevincinden eser kalmamıştı. Gözleri dolu dolu oldu, dudakları titreyerek "biliyorsun" dedi, "bugün 15 aralık."
Ayşe "ah!" diye haykırdı, "çok özür dilerim canım, gerçekten çok özür dilerim. Aptal kafam! Nasıl da çıkmış aklımdan!" Yerinden kalkıp Larisa'ya sarıldı. "Çok üzgünüm canım. Bak, yalnız kalmak istemezsen bu gece biz de/"
Larisa, koltuktan fırlayarak "yok, yok" dedi, "hiç gerek yok. Hem yalnızlık böyle zor zamanlarda bana iyi geliyor. Çok teşekkür ederim ama ben artık gideyim Ayşe. Yemekler için de çok teşekkür ederim. Ellerine sağlık."
"Rica ederim, afiyet olsun. Çok özel bir durum olduğu için kal diye ısrar edemiyorum ama biraz daha otursaydın hiç değilse."
"Yok, yok, daha geç olmadan gideyim. İyi akşamlar Ayşeciğim."
Ayşe, gözden kaybolana kadar Larisa'nın arkasından baktıktan sonra derin bir iç çekişle eve girdi.
Larisa, o gece elinde şarap kadehi, gözleri boşlukta, gözyaşları yanaklarından boynuna süzülerek gün doğana kadar kıpırtısız bir halde salonundaki kanepede oturdu kaldı.

16 Aralık

Ayşe, yine erkenden kalkıp lokantanın yemeklerini hazırlamış, Ahmet'in ekşi suratıyla yüzyüze kahvaltı yapmış, kocası gittikten sonra da evi derleyip toplamıştı. Saatler geçmek bilmiyor gibiydi. O kadar iş yapmasına rağmen saat daha on bile olmamıştı. Eline örgüsünü aldı, birkaç sıra ördükten sonra aklına gelenle yerinden fırlayıp yatak odasına geçti. "Kadın öpücük istemiyor ya! Ay, Allah korusun!" dedi ürpererek. Bir sandalye çekip üstüne çıktı, gardrobun yüklük kısmını açıp elini katlanmış yorganların arasına daldırdı. Küçük Türk işi işlemeli keseyi çekip çıkardı. Sandalyeden inip yatağına oturdu, keseyi açtı. İçinden çıkardığı Leylerin yarısını cebine koydu, kalanı tekrar keseye koyup gizli yerine bir güzel yerleştirdi. Elindeki Romen paralarına bakarak içini çekti. "Kadın inşallah bunu hakedecek şeyler söyler bugün yoksa üzülürüm, gerçekten üzülürüm" diye düşündü. Üzülürdü çünkü geldiklerinden beri oradan buradan arttırarak biriktirmişti bu parayı. Hayır, kocasından para sakladığı filan yoktu ama Ahmet'in ondan sakladığı bir şeyler olduğundan artık adı gibi emindi Ayşe. Başta, insanlık hali, ne olur ne olmaz; işler ters gider filan, bir süre idare edecek para bulunsun düşüncesiyle biriktirmeye başlamıştı ama son üç, dört aydır araları öyle limoniydi ki, 'iyi ki bir kenara atmışım bu paraları, benim memlekete dönüş garantim oldu artık' diye düşünüyordu. Yaşlı kadına ne kadar vermesi gerekiyordu acaba? "Anlattıklarına göre veririm artık" diye düşündü."feda olsun arkadaşıma." Hem kadını kendi bulup gitmişti; Larisa'nın hiç bir şeyden haberi bile yoktu ki!

Otobüsten indiğinde saat tam 12:05ti. "Tamam, öğleden sonra olmuş işte."
Yaşlı kadın Ayşe'yi kapıda karşıladı bu sefer. "Gel kızım" dedi, "sana anlatacaklarım var. Gel, sedire oturalım." Perdeler açıktı; içeri giren gün ışığının altında kadının makyajsız yüzüne baktı Ayşe, "bu kadın dünkü kadın mı?" diye düşündü hayretle. Sonra ellerine baktı, parmağındaki tek yüzükten başka hiç bir takı yoktu. Ayaklarını toplayıp sedire oturan kadın, "sen de topla ayaklarını, pencerenin önünde sohbet edelim biraz" dedi. Ayşe, sevinerek denileni yaptı çünkü ayakları fena halde üşümeye başlamıştı. "Bak kızım" dedi yaşlı kadın, "dün müşterimdin ama bugün farklı. Neden dersen; anlatacaklarım sıradan şeyler değil de ondan ama önce sana bir soru sormak istiyorum. Bu senin meselen değil, bir arkadaşının olayı, öyle değil mi?"
"Evet" diye yanıtladı Ayşe.
"Peki, neden bu çaban?"
"Siz de dediniz ya, arkadaşım için."
Kadın güldü, "farkında bile değilsin" dedi, "farkında bile değilsin ama olma da zaten."
"Neyin farkında değilim?" Ayşe, merakla kadının ağzının içine bakıyordu.
"Olma dedim ya kızım, olma. Akışa bırakmak en doğrusu. Zaten olması gereken olacaktır."
Ayşe, 'ne diyor bu kadın! Ne derse desin. dinleyeceğiz mecburen. Sağı solu da hiç belli olmuyor ha; birazdan kovulmayayım da yine!' diye düşünürken çantasından Larisa'nın çizdiği resmi çıkardı. "Bakın" dedi, "arkadaşım çizdi kadının resmini, aynısıymış, öyle dedi." Yaşlı kadın, resmi alıp pencereye iyice yaklaştırıp inceledikten sonra "aferin arkadaşına, güzel çizmiş" dedi, "aynısıymış, ha? Bence de. Hem renkdaş hem ruhdaş olunca sen ben olmaz, bazen biz oluverirsin farkında olmadan."
Kadının ağzından çıkan sadece bir cümle bile Ayşe'yi tepe sersemi etmeye yetmişti. "Nasıl yani?" diye kekeledi, "ben sizi anlayamıyorum."
Yaşlı kadın anlayışla gülümserken "aura ne, biliyorsun değil mi?" diye sordu. Ayşe, "evet, tabii" diye yanıtlayınca kadın "kızım, ben her canlının aurasını görebilirim" dedi; "arkadaşının ve resimdeki kadının aurasını da görüyorum; mavi."
"Mavi mi? Ama... ama lütfen yanlış anlamayın ama siz onları görmediniz ki; biri fotoğraf, diğeri karakalem resim."
"Ve benim özelliklerimden biri de bu." Çıtırtılı kalın ses, kızgın değil ama keskindi.
Ayşe, "ah, evet, afedersiniz" dedi, sesi iyice içine kaçmıştı. Soru sormaya korkuyordu ama sormalıydı, soracaktı. Yoksa ne işi vardı burada? "Dediniz ki" dedi tedirgin, temkinli ifadeyle, "resme bakıp bence de aynısı dediniz. Sonra renkdaş dediniz, anlamını bilmiyorum ama mavi olduklarını öğrendim en azından. Ruhdaş ne? Biz ne? Neler oluyor? Benim kafam karıştı. Kusura bakmayın ama anlamaya çalışıyorum, anlayamıyorum."
"Ben de senin anlayamamanı çok iyi anlıyorum kızım" dedi küçücük gözlerinin derinliğinden bakarak, "anlatacağım ama lafımı bölmeyeceksin, soru sormayacaksın, anlattıklarımla yetineceksin. Neden, nasıl, ne zaman yok. Peki sonra yok. Sessizce dinleyecek, söylediklerimi aklına yazacaksın. Yalnız şunu unutma; her bildiğimi, her gördüğümü söylemem ama verdiğim ipuçlarından bazı şeyler çıkartabilirsin. Tamam mı? Değilse sohbetimizi burada bitirelim."
Ayşe, şiddetli baş hareketleriyle "tamam" dedi, "çıtım çıkmayacak."
Kadın, derin bir nefes alıp verdikten sonra "önce içecek bir şeyler getireyim" dedi ve seksenlik değil de onsekizlik gibi sedirden inip bir kapının ardında kayboldu.
Ayşe, "yaşasın!" diye düşündü, "çay, kahve, bitki çayı, artık ne getirirse, sıcak bir şey olsun da ne olursa olsun. İçim kakırdadı vallahi! İnşallah hasta olmam. Bir deri, bir kemik, seksen yaşında kadın, nasıl olur da bu buz gibi evde üşümez?! Ne soba var, ne mangal. Kalorifer zaten yok. Kadının içi yanıyor zaar. Neyse, inşallah kocaman kupayla çay getirir. Ve inşallah çişim gelmez. Bir an önce gelse, anlatsa da sıcacık evime gitsem."
Az önce ardında kaybolduğu kapı açıldı ve kadın, üstünde iki metal kupa olan tepsiyle geldi. "Bak" dedi tepsiyi sedire koyarken, "bunu içince hem ferahlayacaksın, hem de için ısınacak."
Ayşe'nin kupalara bakmasıyla ağlamaklı olması bir oldu; kupalarda buz gibi ayran vardı. Bununla mı içi ısınacaktı? Kadın, eksik dişlerini göstererek hırıltılı hırıltılı güldü, "bu bildiğin ayranlardan değil" dedi, "içince anlarsın. İç kızım, iç."
Ayşe'nin içini korkular sardı. Kadın ayranın içine bir şey koymuş olabilir miydi? Ya da...Ya da... 'Yoksa beni bayıltıp/ ay, Allah korusun! Ama niye öyle bir şey yapsın canım? Saçmalama Ayşe!'
Kadın, Ayşe'ye bakarak kendi ayranından bir yudum aldı ve "biliyor musun" dedi, "ben düşünce de okurum." Ayşe'nin bir anda içi çekildi, bayılacak gibi oldu. "İstemiyorsan içme kızım; teklif var, ısrar yok. Şimdi verdiğin sözü tut ve söyleyeceklerimi bitirene kadar tek kelime etmeden beni dinle."
Ayşe, artık düşünmeye bile korkar olmuştu. Başını olumlu salladı ve bütün dikkatini kadına verdi.
"Daha önce de demiştim ya, arkadaşın astral seyahat yapmış ve mucizevi bir şekilde diğer yarısını bulmuş. Evet, diğer yarısını, yani ruh ikizini. Hayır efendim, ruh ikizi ille de sevgili olmaz; saçma sapan şeyler bunlar. Sana kısaca anlatayım; ruh tekrar bedenleşeceği zaman ya tek gelir, ya da bölünerek gelir. Çoklu bölünürse o ruhun özellikleri azalır ama ikiye bölünürse, işte o zaman harika olur. Herkes ruh eşini bulabilir mi? Hayır. Keşke ama bu çok nadir olan bir buluşmadır ve herkese nasip olmaz. Bu buluşmayla birbirlerini tamamlarlar ancak bu bütünleşme sırasında biri diğerini farklı etkileyebilir. Bu derin bir konu; bu kadarını bil, yeter. Tabii bir de şu var; bölünen ruhlar aynı zamanda bedenleşecek diye bir şey yok. Yani hayatını buna adasan, ruh eşini bulmak için balta girmemiş ormanlara bile gitsen bulamayabilirsin çünkü o henüz bedenleşmemiş olabilir. Ama arkadaşın bulmuş; bulmuş da peki kimmiş, neredeymiş, ne zaman buluşacaklarmış; değil mi? İşte bu, bilip de söyleyemeyeceklerimden biri.
İkisi de mavi dedim çünkü aynı ruhun iki yarısı onlar. Mavilerin kendilerine has özellikleri vardır ve bu iki kadın da o özellikleri taşıyorlar. Kısaca söylemek gerekirse; algıları açık, duygusal ama güçlü, iyimser ama akıllı, yardımsever ama ölçülü, empati yeteneği çok gelişmiş, çevresine pozitif enerji veren, sanata tutkun, sevgiyle bezenmiş kişilerdir maviler. Ve kızım, mavilerin çoğu kadındır. Erkek de var tabii ama sayıları bayağı az maalesef." Peşpeşe yudumlayarak ayranını bitirdikten sonra Ayşe'nin kupasına baktı, dolu kupayı kendine çekip boşu Ayşe'nin önüne itekledi. "Evet, ne diyordum? Kadın, yaz demiş, değil mi? Neden yazacak? Ne yazacak? Nasıl ulaştıracak? Şimdi, sen arkadaşına diyeceksin ki, çizdiğin resmi karşına koyup seni ona anlatacaksın; ta en başından başlayıp yazacaksın. Yaşadıklarını, hissettiklerini, içinde kalanları, kızgınlıklarını, mutluluklarını, sevinçlerini, üzüntülerini kısacası seni sana anlatır gibi yazacaksın. İçini dökeceksin, arınacaksın. Arındıkça rahatlayacak, rahatladıkça kendini daha iyi hissedeceksin, diyeceksin. Kızım, gördüm, arkadaşın uzun bir yola çıkacak. O yola çıkmadan son an'a kadarki her şeyini yazmaya çalışsın. Neden? Bu da bilip de söyleyemediklerimden. Ve şunu aklından hiç çıkarma; her şeyin bir nedeni vardır ve olacak olan olur. Söyleyeceklerim bu kadar." Sedirden kalktı, tepsiyi alıp gitti. "Bu mudur" diye düşündü Ayşe, sinirlenmişti. "Bu mudur yani?! Sedire oturtup ikramda filan bulununca ben de uzun uzun bir şeyler anlatacak sandım. Allah Allah! Valla teyzeciğim, ne kadar ekmek, o kadar köfte!"
Kadın geldiğinde elinde Ayşe'nin bir gün önce yemek getirdiği sefertası vardı. "Anlattım kızım" dedi, "aslında uzun uzun anlattım. Şimdi anlayamadıysan da zamanı geldiğinde anlarsın." Sonra sustu, odanın ortasında dikilip Ayşe'ye bakmaya başladı. Ayşe önce bir şey anlamadı ama sonra kadının "haydi, git artık" demek istediğini farkedince alelacele toparlandı. Larisa'nın çizdiği resmi çantasına koyup evde hazırladığı para zarfını çıkardı. Yaşlı kadın gülümseyerek onu izliyordu. Daha yanına gelmeden "koy o zarfı çantana" dedi. "Bugünkü konuşmamız, verilen hükmün tebliğiydi, tabii verilen izin kadar. Hem o para sana lazım olacak; harcama." Ayşe şok üstüne şok yaşıyordu. Tek kelime edemedi. Kadın, elbisesinin cebinden çıkardığı iki fotoğrafla sefertasını uzatırken "elin çok lezzetliymiş" dedi, "teşekkür ederim." Ayşe ayakkabılarını giyerken "afiyet olsun" diye kekeledi ve kendini dışarı dar attı.
Evine geldiğini kendini kapının önünde bulduğunda farketti. Şaşkınlık içinde etrafına bakındı; sokak aynı sokak, ev kendi eviydi. Emin olmak için bacağını çimdikledi, canı yandı. Demek ki gerçekti ama yol boyunca ne olmuştu? Neden hatırlamıyordu? "Yok" dedi, "yok! Tek dakikası bile yok. Bomboş! Ama nasıl olur?" Korktu, çok korktu. Kendini anesteziden çıkmış gibi hissediyordu. Anahtarını çantasından çıkarıp içeri girdi. Soyunup kendini duşun altına attı. Dakikalarca sıcak suyun altında durdu, durdu, durdu. İçi kabardı, boğazı tıkandı, ağzından tanımadığı bir ses haykırdı ve avaz avaz bağırmaya, ağlamaya başladı. Kendine geldiğinde küvette kıvrılmış yatıyordu ve bütün bedeni sıcak sudan kıpkırmızı olmuştu ama artık kendini normal Ayşe gibi hissediyordu. Sevindi.
Pazen pijamasını, en kalın çoraplarını ve pofidik terliklerini giydi. Demlediği bitki çayını fincana koyarken "iyi ki içmedim ayranı" diye düşündü; "içmeden böyle oldum, ya bir de içseydim? Allah korudu; çok şükür. Gelelim sadede; ben şimdi Larisa'ya ne diyeceğim? Nasıl anlatacağım? İhtiyarın varlığından bile haberi yok kızın. Of Ayşe, of! Ne işler açtın başına be kızım! Hah! Şimdi Agop'un kazı gibi düşün dur bakalım ne yapacağım diye. Senin ne üstüne vazife! Larisa da bula bula beni buldu rüyasını anlatacak! Ama kadın ne dedi, hemen her fırsatta yazsın, dedi. Hiç değilse bunu söylemeliyim. Ruh eşi, mavi kadın; bunları da anlatsam mı? Ay, ne halt edeceğimi bilmiyorum! Anlatsam, sen nereden biliyorsun diyecek; o zaman yaşlı kadını ve olanları da söylemek zorunda kalacağım. Anlatmasam, o da olmaz; olay onun, hal onun, bilmesi lazım. Of! Bir daha mı tövbe! Tövbe Allah'ım, tövbe! "
Her şeyin bir nedeni vardır ve olacak olan olur.
Söylemediklerimi söylediklerimden çıkar.
Verilen hükmün tebliği.
Zamanı geldiğinde anlayacaksın.
Ayşe, ani bir kararla telefonunu alıp Larisa'yı aradı. Acilen gelmesini söyledi. Anlatacakları vardı, çok önemliydi.

Bu sefer menüde mis gibi tarhana çorbası, bolca kızarmış ekmek ve taze soğan vardı. Ayşe, çorbaları kocaman salata kaseleriyle servis edip üstlerine acı kırmızı biberli kızdırılmış yağı da döktükten sonra sofraya oturdu. Çorbalarını kaşıklarken ilk beş, altı dakika sakin geçti. Çorba yarılanmadan heyecan arttı, enerji yükseldi. Ayşe anlatmaya devam ederken Larisa'nın genzine su kaçtı, gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu, çarpıntısı arttı. Sonraki cümlede kaşık elinden düştü, her yer tarhanaya bulandı ama ikisinin de umurunda olmadı. Söz bittiğinde Larisa elleriyle yüzünü kapatmıştı, ağlıyordu ve Ayşe'nin çorbası buz gibi olmuştu.

İKİNCİ BÖLÜM

HAYAT GÜLSEVEN
Haziran 2021
Ayvalık-Balıkesir
TÜRKİYE

"Gel pisi pisi, var mı senin gibisi... Anneee, gelmiyor. Kucağıma alayım mı?"
"Hayır! Sakın ha! Tırmalar!"
"Niye tırmalasın anne ya; minnacık zaten. Pisi pisi, gelsene; sana mamalar vericem; hem yaş mama, hem kuru mama. Gelsene kız! Anneeee, bu kız mı, erkek mi?"
"Ne bileyim be çocuğum! Gir artık eve, çabuk!"
"Geliyorum anne! Gel pisi pisi, var mı senin gibisi, gel boynuna bakayım, mavi boncuk takayım. Mırıl mırıl sözlerin, pırıl pırıl gözlerin, eve neşe verirsin, sen benim bitanemsin. Gel, hadi,gel; aferin sana. Tırmalarmış! Hiç de bile tırmalamadı işte! Hadi, eve gidelim. Senin adın ne olsun pisicik?"
"Miyaaavvv!"
"Miyav mı? Ha ha ha! Pisi Miyav."

"Of! Sabah sabah bu ne ya hu! Bir uyutmuyorlar insanı! Yeni komşular biraz gürültücü mü ne?"
Hayat, zorlukla gözlerini açıp da saate bakınca "ay" diye haykırdı, "ne sabah sabahı; öğlen olmuş! Amma uyumuşum!" Gerinirken "amaaan, uyurum, uyumam; kime ne?! İşe gönderecek kocam yok, okula yollayacak çocuğum yok, işim yok, gücüm yok, mesai saatim yok" diye memnun mesut söylendi; "benden rahatı da yok. Sefan olsun Hayatcığım; yan gel yat; yat da nereye kadar? Kalk kadın, kalk, kalk!"
Daha tuvaletten çıkmadan kapı zili durmamacasına çalmaya başladı. "Bu da kim, alacaklı gibi kapı mı çalınır!"
"Hayat! Hayat!"
"Ah, Tabii ya! Çılgın Meloş! Başka kim olabilir ki zaten?! Geliyorum! Geliyorum, bi dur!"
Kapıyı açar açmaz "ay!" diye bağırdı Meloş, "hasta mısın yoksa, kuzum?"
"Hayır. Niye? Öyle mi görünüyorum? Yüzüm çok mu solgun?"
İçeri giren Meliha, "yok canım" dedi, "hala geceliklesin de ondan dedim. Yeni mi uyandın? Hayırdır?"
"Yok bir şey canım. Aslında var da... Neyse, sonra anlatırım; zaten önemli bir şey değil. Geç uyudum, ondan bu saatte böyle yellim yepelek dolanmam. Asıl sana hayırdır? O nasıl kapı çalmaktı öyle?!"
"Seni almaya geldim" dedi Meloş, "hadi hazırlan, gidiyoruz."
"Nereye? Ben gelmem bir yere, biliyorsun."
"Biliyorum; onun için telefon etmeyip kendim geldim ya zaten. Hadisene be Hayat! Millet bekliyor, çabuk ol."
"Ay, bir de başkaları mı var? Hayatta gelmem. Kızım, corona bitmedi daha ama maşallah kimsenin umurunda bile değil! Ne maske, ne mesafe! Ora senin, bura benim; fıldır fıldır geziyor millet. Yok canım, yok; size iyi gezmeler, eğlenceniz gür olsun. Hadi güle güle."
"Ölümü gör!"
"Ne! Ölümü gör de ne?! Böyle şey mi/ Tövbe tövbe! Al lafını geri; al lafını geri ve üç kere de iptal de."
"Demiyorum işte. Kırma beni be Hayat. Bak, kaç gündür çağırıyorum gelmiyorsun ama yarın gidiyorlar artık. Gitmeden bir tanış bari, benim hatırım için. Valla çok ayıp bu yaptığın. Hem çok tatlı hatunlar; sen de çok seveceksin."
Hayat bir süre öfleyip pöfledikten sonra "tamam" dedi, "geleceğim, sırf ölünü görmemek için. Deli kadın! Ne giymem gerekiyor? Nereye gidilecek?"
"Önce plaja gidelim dedik ama sonra vazgeçtik. Her zamanki yere işte. Geçir üstüne bir tişort, bir pantolon, gel işte."
"Olur, tamam. Yarım saat, kırkbeş dakikaya orada olurum. Sen git, bekletme insanları."
Meloş, kapıya giderken "geleceksin ama bak, ölümü gör dedim, ha!" diye ikaz etti.
"Ya hu tamam."

Meliha gittikten sonra Hayat, mutfağa geçip su ısıtıcısını çalıştırdı, tost makinasına tostunu koydu. Onlar olurken mutfağın arka bahçeye açılan kapısından kedisi Cicoz'a seslendi ama gelen olmadı. Hayvanın suyunu tazeleyip mamasını koyarken "gelir elbet" diye düşündü, "kedi kapısından girer nasıl olsa. Bahçeye tahta çit mi yaptırsam acaba? Komşunun oğlu pek meraklı kedilere. Cicoz'umu rahatsız ederse var ya! Ay, tost yanıyor!"

Karnını doyurduktan sonra yatak odasına geçip gardrobunun kapısını açtı. Geçen yıl diktirdiği ama pandemi yüzünden giyip de şöyle salına salına gezmesi bir türlü nasip olmayan o harika elbiseyi çıkartıp üstüne tuttu. Şu 50lerin, 60ların kıyafetlerine bayılıyordu; ne zarif, ne şık şeylerdi. "Bir de şimdikilere bak; bermuda üstü tişort, altta ya sandalet, ya terlik. Tamam, burası sayfiye yeri ama bu kadar da sallapatilik olmaz ki canım! Salaş modasıymış. Yedik yedik, şiştik; oramızı buramızı saklamamız lazım demiyorlar da moda diyorlar. Ha, oldu canım; biz de yuttuk. Bakın, şimdi Hayat ablanız size modanın zerafetini, güzelliğini, şıklığını öyle bir gösterecek ki, aklınız şaşacak. Vay be diyeceksiniz."
Göğüs çatalının hemen üstünden başlayan erkek yakalı, bele kadar düğmeli elbisesini giydi. Yakanın altına kadar giren kol oyuğundan çıkmasın diye sütyeninin askılarını ayarladı. Elbisenin belden diz altına kadar inen kloş eteğini de şöyle bir savurduktan sonra son derece mutlu bir şekilde tuvalet masasına geçti. Hafif yaptığı makyajını şeftali rengi rujla tamamladı. Saçlarını iki yandan zülüf bırakıp arkada topladı. Elbisenin kumaşından yaptırdığı kemeri beline geçirdi, aynı kumaştan kalın kurdelayı hasır şapkasının etrafına sardı. Lacivert kalın çerçeveli gözlüğüyle şapkasının takımı olan çantayı da aldı mıydı, dergi kapağından fırlamış gibi olacaktı. Boy aynasından kendine baktı, pek beğendi. Beyaz topuklu ayakkabısıyla kombinini tamamlayıp tam evden çıkarken çığlığı bastı. "Ay! Maske! Allah beni nasıl bilirse öyle yapsın e mi! Maskesiz mi çıkacaktın a kadın! Aklın nerede senin!" İçinden bir tane çıkarıp taktıktan sonra " ne olur, ne olmaz; aksıran tıksıran olursa veririm, takar" diye düşünerek kutuyu çantasına attı. Evet, artık gidebilir, mavi elbisesinin eteklerini uçura savura havasını atabilirdi.

Kafeye geldiğinde en az yedi sekiz kadının oturduğu masaya baktı; evet, Meloş'un masası oydu. 'İstanbul'dan dört arkadaşı gelmemiş miydi? Hadi, biri de Meloş. Etti beş. E, öbürleri kim?" Gelirken yolda olduğu gibi kafede de herkes dönüp Hayat'a bakınca Meloş da baktı. "İşte gizemli güzelimiz de geldi" dedi cıvıldayarak. Arkadaşını şöyle bir süzüp güldü; "bu ne şıklık, bu ne havalar böyle? Bizi çatlatmak mı istiyorsun? Harika olmuşsun! Maşallah arkadaşıma."
Hayat, teşekkür ettikten sonra herkese toptan "merhaba" deyip yerine oturma niyetindeydi ama en yakınındaki kadın elini uzatıp "merhaba. Nihayet tanışabildik. Ben, Semiramis" deyince mecburen tokalaşmak zorunda kaldı. Diğerleriyle de tanışırken bir yandan da "çantamda ıslak mendil var mı acaba" diye düşünüyordu. Nereden çıkmıştı şimdi tokalaşmak filan?! Meloş'un yanına oturunca usulcacık "bunlar kim?" diye sordu. "A, onlar buranın yerlisi" diye yanıt verdi Meloş, "Neşe hanım, bayağı aktiftir; sosyal meseleleri mesele edinen kadın." Neşe gülerek, "e, birinin edinmesi lazım." dedi. "Ayşegül hanım, annesiyle beraber burada bir işletme açmayı planlıyor; birlikte projelendiriyoruz." diye devam etti Meloş. "Serapcığım da bayanların vazgeçilmezidir." Serap kahkahayla açıklamada bulundu, "güzellik salonum var da." "Öyle mi? Çok memnun oldum" diyerek gülümseyen Hayat, bu arada elini çantasına daldırmış, belli etmeden ıslak mendil paketini aramakla meşguldü.
Siparişler verildi, yeme içme sırasında sohbet bayağı koyulaştı; yemek tariflerinden modaya, gezi programlarından örgü tariflerine kadar hemen hemen her konuda konuşuldu. Sanki her şey güllük gülistanlıkmış gibi salgından, ölümlerden, hayat pahalılığından hiç söz edilmedi. Her şey iyiydi hoştu da Hayat, bayağı tedirgin olmuştu. Meloş'a eğilip "Ayşegül denilen kadın geldiğimden beri gözlerini dikip bana bakıyor Meloş. Neyin nesi bu kadın? Sen ne zamandır tanıyorsun? Çok rahatsız oldum vallahi" dediği sırada Ayşegül "bir sakıncası yoksa yanınıza gelebilir miyim?" diye masanın öbür ucundan seslendi. Meliha, "a, tabii gel, tabii" diye açık davette bulununca Hayat iyice gerildi. Ayşegül, Hayat'ın yanındaki koltuğa oturdu. "Kusura bakmayın" dedi, "rahatsız ettiğimin farkındayım ama bakmadan duramadım. Sizi bir yerden tanıyorum ama bir türlü çıkaramadım. Ben size aşina geliyor muyum?"
Hayat, biraz geri çekilip kadına baktı, "üzgünüm" dedi, "çıkaramadım." Orada bulundunuz mu, şurada bulundunuz mu, hangi okullarda okudunuz, şu mu, bu mu; bunca sorunun ve sohbetin hiç bir faydası olmadı.
Hayat, maskesini çıkarmamak için yemek faslını "daha acıkmadım" diye geçiştirmişti ama karnı guruldayınca sipariş verdiği patates tavayı tek tek maskenin altından yerim diye düşündü ancak hiç de öyle olmadı. Henüz gelen tabaktan daha ilk patatesi aldığı an Meloş, maskesini tutup çıkardı. "Allah aşkına doğru dürüst ye şunu!" Aynı anda Ayşegül, "aaaaa! Aaaaa! Olamaz! Olamaz! Olamaz! Hayır! İnanamıyorum!" demeye, Hayat'a hayret ve biraz da dehşetle bakmaya başladı. Hayat, kaskatı kesilmiş, neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Ayşegül'ün yüzü hatta gerdanı bile kıpkırmızı olmuştu, "siz... siz... siz o kadınsınız!"
"Hangi kadın? O kadın kim?"
"Hayat hanım, konuşmamız lazım; çok ama çok önemli ama önce emin olmam lazım. Biliyorum, siz o kadınsınız! Ah! Tansiyonum çıktı galiba; kendimi hiç iyi hissetmiyorum. Benim gitmem lazım. Eve gitmem lazım. Telefon numaranız Hayat hanım... Lütfen... Konuşmamız şart." derken Hayat'a iyice sokulan Ayşegül, bir de elini Hayat'ın koluna koyunca iyice irite olan Hayat irkilerek adeta canhıraş sordu; "aşılı mısınız?" Duyanlar donakaldı. Taşikardisinin derdinde olan Ayşegül duydu mu bilinmez ama Meloş, hemen araya girip "Ayşegülcüğüm, sen git dinlen şimdi. Hayat'ın numarası var bende, ben veririm" dedi. Ayşegül, izin isteyip koşar adımlarla masadan ayrılır ayrılmaz Meloş, "ne demek aşılı mısın?!" diye çıkıştı arkadaşına, "kadını kuduz yaptın çıkardın! Vallahi çok ayıp ettin Hayat! Hiç beklemezdim bunu senden!"
"Kuduz mu? Ne kuduzu? Corona aşısını sordum ben. Ağzımın içine girdi kadın ya hu! Amma fesatsın, ha Meliha! Kuduzmuş!" Bir hışımla oturduğu yerden kalkıp çantasını alırken, "ben gidiyorum" dedi. "Tanıştığımıza çok memnun oldum. Size de iyi yolculuklar."
"Patatesini ye bari."
"Sen ye! Telefon numaramı vermeden de bi zahmet bana bir soruver istersen. Olur mu canım?! Hadi, hoşçakalın."
Çantasından bir maske çıkartıp taktı ve yine eteklerini savura savura evine doğru yürümeye başladı ama dönüş yolunda, gelişteki enerjiden de keyiften de eser yoktu.
Eve gelince hemen üstünü değiştirip günlük ev kıyafetini giydi. Mutfağa geçti, bir tepsiye ıvır zıvır yiyeceklerle bir bardak kola koyup salondaki sehpaya bıraktı. Televizyonu açtı; polisiye dizinin en hareketli sahnelerinden birini görünce sevindi. "Şu deli kadının yaptığını ancak heyecanlı bir polisiye aklımdan silebilir" dedi. Bir yandan karnını doyururken bir yandan da filmi izledi ama reklam aralarında aklına yine Ayşegül geliyor, kendi kendine vırvırlanıp duruyordu. Dizinin en can alıcı sahnesinde ev telefonu çalmaya başladı. "Amaaan! Bu da kim?" diyerek yerinden kalktı.
"Alo?"
"Anne, neredesin?! Saatlerdir seni arıyorum; neden açmıyorsun telefonunu?"
"Güneş?"
"Evet, benim anne. Öldüm meraktan ya; az önce de aradım cepten, yine açmadın. Ben de ev telefonundan arayayım bir de dedim. İyi misin?"
"Cep telefonu mu? Ay! Telefon çantamda, çantam yatakta, ben salondayım şekerim; duymamışım."
"Cep telefonun çantanda mı?"
"Hı, eve gelince unutmuşum çıkarmayı."
"Eve gelince mi? Hayretler içindeyim. Kabuğunu kim kırdı anne? Her kimse sonsuz teşekkürler."
"Kim olacak, Meloş teyzen. Ne oldu biliyor musun Güneş; bir sürü kadın kafede buluştuk. Kadının biri dikti gözlerini bana; baktı da baktı, baktı da baktı. Sinir oldum. Derken yanımıza gelip "ben sizi bir yerden tanıyorum ama çıkaramıyorum" demez mi!"
"Allah Allah! Peki, sen tanıdın mı kadını?"
"Yok canım, hiç tanımıyorum. Neyse, dinle bak, derken ben patates tavamı tam yiyecekken Meloş maskemi çekip çıkardı. Çıkarmasıyla da kadın bağırmaya başladı. "Siz o kadınsınız! Evet, siz o kadınsınız" diyor da başka bir şey demiyor, tutturdu o kadın da o kadın. Yüzü gözü al al oldu, fenalaştı, evine gitti."
"İnanılır gibi değil. E, kimmişsin sen?"
"Ne bileyim! Kadın gitti dedim ya, öğrenemedim."
"Ama olmaz ki böyle, ben merak ederim şimdi filmin sonunu. Anne, yeni senaryona böyle mi başlıyorsun yoksa? Hani, izleyici tepkisi filan, hı?"
"Hayır! Vallahi de billahi de bu gerçek! Hem ne senaryosuymuş küçük hanım?! Yıllardır yazmadığımı bilmiyorsun sanki. Aman, neyse ne; sizde ne var, ne yok?"
"Ne olsun be anne; iş, ev, okul, okul, iş, ev."
"Allah sağlık versin kızım, gerisi teferruat."
"Bir de bize sor. Neyse canım, iyi olduğunu öğrendim ya, içim rahatlamış olarak rutinime dönebilirim artık. Hadi, öptüm annem. Lütfen telefonunu aç, lütfen."
"Tamam, tamam. Dur, kapatma; bıcırcığımla gıygıycığım nasıllar?"
"Çocukcuğumla kocacığım da iyiler anne. Hadi öptüm."
"Ben de canım, hepinizi toptan."
Kedisini kucakladığı gibi kanepeye uzandı, "gel Cicozcuğum" dedi, "gel beraber film keyfi yapalım." Cicoz, sahibinin karnına çıkıp bir güzel yerleşti, gırlamaya başladı. "Poponu azıcık kenara çek Cicoz, televizyonu göremiyorum."
"Mauuuv!"
---
Ayvalık, yine şairlere ilham veren sabahlarından birini yaşıyordu. Sahildeki kafelerden birinde Cunda Adası'na karşı oturan Ayşegül, çayını yudumlarken kucağındaki büyük kahverengi zarfı sanki biri kapıp kaçacakmış gibi sımsıkı tutuyor, kıpkırmızı olmuş gözlerini dinlendirmek amacıyla arada bir yumuyordu. Saate baktı. "uyandı mı acaba; şimdi arasam ayıp mı olur " diye düşündü. Bir çay daha söyledi. Denizin iyotunu derin derin içine çekti. Gökyüzüne bakıp "Allah'ım, bana yardım et" diye yalvardı; "ne olur bana yardım et." Telefonunu aldı.
"Günaydın Ayşegülcüğüm. Senin aradığını nasıl bildim ama, değil mi?" diye kıkırdadı karşıdaki ses. "Rehberimde kayıtlısın şekerim."
"Günaydın Meliha hanım. Kusura bakmayın, bu saatte rahatsız ettim."
"Rahatsızlık ne demek?! Aşkolsun."
"Ben sizden Hayat hanım'ın telefon numarasını rica edecektim. Biliyorsunuz, dünkü mesele. Kendisiyle konuşmam şart. Hem bende bir emaneti var, onu teslim etmem lazım."
"Ay, ne gizemli işler! Bayılırım! Ben de Hayat'tayım zaten. Arka bahçede oturduk laklak ediyoruz. Gel canım, gel. Dur, sana adresi vereyim."

Hayat, ters ters arkadaşına baktı. "Ben ne diyorum, sen ne yapıyorsun Meloş! Ben bana sormadan telefonumu verme diyorum, sen ev adresi verip bir de üstüne üstlük davet ediyorsun!"
"Ne var ettiysem canım; yemeyecek ya seni! Hem sana ait bir emanet varmış, onu getirecekmiş."
"Ne emaneti?! Emanet? Yoksa tabanca filan mı?!"
Kahkahayı basan Meloş, "yine sabaha kadar polisiye izledin, değil mi?" dedi.
"İzlerken salonda uyumuş kalmışız Cicoz'la. Bak, şimdi ben de merak ettim şu emaneti."

Onbeş dakika sonra gelen Ayşegül'ü de bahçe masasına buyur ettiler. Ayşegül'ün hem heyecanı, hem tedirginliği, hem de yorgunluğu gün gibi ortadaydı.
Meloş, "bütün gece beşik mi salladın Ayşegül; uykusuzluk akıyor gözlerinden.?" diye sordu,
"Beşik sallamadım ama sabaha yetiştirmem gereken çok zor bir işim vardı; şükür yetiştirebildim."
" Ve günaydın" dedi sandalyeye otururken. "Ne olur kusuruma bakmayın. Size çok saçma geliyor olabilir ama benim için tahmin edemeyeceğiniz kadar önemli bir durum."
"Günaydın komşum."
Üç kadın da sesin geldiği yöne baktılar. Komşu kadın ve oğlu pencerenin pervazına dayanmışlar onları seyrediyorlardı.
"Ne güzel bir sabah, değil mi? Maşallah, kıskandım vallahi sohbetinizi."
"Günaydın" diye gönülsüzce selamlayan Hayat'ın, komşusunu sohbete katmaya hiç niyeti yoktu. "Evet, çok güzel bir sabah ama güneş daha şimdiden yakmaya başladı bile. Biz de içeri girecektik. İyi günler" diyerek ayaklandı. "Bu kadın bana güzelim evimi sattıracak. Çattık ha! Hadi hanımlar, eve girelim."
Bahçe masasından kalkıp yemek masasına geçtiler. Ayşegül, büyük zarfı masaya bıraktı. "Bu" dedi, "sizin."
Hayat, zarfa baktı. Dokunmaya korkuyordu. "Ne var içinde?"
"Açın."
Üç kadın da heyecan içindeydi. Hayat, elini zarfa uzatıp uzatıp geri çekiyordu. Sonunda Meloş zarfı kaptı; "a, bayılacağım şimdi! Sen açmazsan ben açarım!"
"Olmaz!" diye atıldı Ayşegül, "lütfen onu Hayat hanıma verin, lütfen!" Ayşegül'den hiç beklenmedik net ve sert itiraz gelince Meliha Hayat'a usulca zarfı uzattı. "Aç şunu artık." Hayat, elleri titreyerek zarfı önüne çekti, iki elini üstüne koydu, gözlerini kapattı ve sonra "haydi bismillah" diyerek zarfın kapağını binbir itinayla açtı. İçinden büyük ve kalın bir bloknot çıkardı. Bloknotun karton kapağını açmakla çığlığı basması bir oldu. Bloknotu elinden atarken yerinden öyle fırladı ki, Meliha son anda kolundan tutmasaydı sandalyeyle birlikte devrilip yere yapışacaktı. Hayat, kriz geçirir gibi olduğu yerde iki adım atıp, dönüp tekrar iki adım ata ata "Allah'ım, aklıma mugayyet ol! Sen koru aklımı güzel Allah'ım" diyerek dualar etmeye başladı. İki kadın da ne yapacaklarını bilemeden şaşkın şaşkın izliyorlardı. Parmaklarını saçlarına geçirmiş "ah, ben biliyordum; yemin ederim biliyordum" diyen Hayat'ı "hadi, gel artık, otur şuraya" diyerek sandalyeye oturtu Meloş. "Canım, neler oluyor? Neyi biliyordun güzel arkadaşım?"
"Su" dedi Hayat, "Allah rızası için bana su getir Meloş. İçine de limon sıkıver."
Meloş koşarak mutfağa gitti. Hayat masaya kapanmış ağlarken sessizce oturan Ayşegül'ün de gözlerinden yaşlar sicim gibi akıyordu. Meloş, üç bardak ve bir sürahi dolusu suyla geri geldi. "Limonu bulamadım."
"Tamam, boşver, kalsın."
Bardaklara su doldurup ilk yudumlarını aldıktan sonra biraz sakinleşen Hayat Meloş'a "dün" dedi, "hani sen geldiğinde gecelikleydim ya; geç uyudum demiştim hani."
"Evet?"
"Yalandı. Erkenden uyumuştum, hem de horul horul."
"Yani gözümün içine baka baka bana yalan mı söyledin? Bravo ve neden?"
"Senin acelen vardı. Ben de yaşadığım şeyi öyle ayaküstü anlatmak istemedim."
Ayşegül, merak içinde "ne yaşadınız Hayat hanım?" diye sordu.
"Aslına bakarsanız bir şey yaşamadım."
"A, karar ver kadın! Yaşadın mı, yaşamadın mı? Anlatacak mısın, anlatmayacak mısın?''
"Dur be Meloş, anlatacağım. Dün gece bir rüya gördüm ama aynı rüyayı yıllar önce iki defa daha görmüştüm. Ne zamandı, tam hatırlayamıyorum ama birebir aynı rüyaydı. Rüya, bir evde geçiyor. Hani vaktiyle görkemli, güzel binaymış da yıllarla eskimiş olanlardan. Galiba ikinci katta bir daire; hissettiğim bu. Salondayım. Salonun iki tarafında da pencereler var ama perdeler kapalı. Hava da kasvetli. Salondaki eşyalar eski. Eski dediğim hurda değil; eskiden kalma değerli eşyalar. Hani aslan ayaklı ceviz masalar, büfeler vardı ya, onlardan. Salondaki bütün koltuk, kanape, sehpa, masa, sandalye ne varsa hepsinin üstüne giysiler, örtüler, bir takım eşyalar atılmış. O eşyalar, o evde yaşayana aitmiş ama kendisi yok. Ben perdesi açık tek pencerenin önündeki koltukta oturuyorum. Yanımda yöremde kadın giysileri atılı."
Ayşegül, boğulurcasına "olamaz! Vallahi orası! O'nun evi! O'nun salonu! O gün! Ama... ama nasıl olur? İmkansız!" dedi, "doğa üstü şeyler oluyor; yemin ederim bu dünya, başka bir dünya!"
"Kimin evi Ayşegül Hanım? O kim? Hangi dünya?"
"Ah, lütfen siz devam edin. Anlatacağım, her şeyi anlatacağım."
"Tamam. Büfenin önünde, ayakta bir adam duruyor. Hani bizim 'don yağının tortusu' dediğimiz tipler var ya; kendini bir şey sanan, otoriter takılan, gülmeyen, asık suratlı, buz kalıbı gibi tipler, bu da öyle. İriyarı, kalıplı bir adam; otuzlu yaşlarında gibi."
"Stefan bu, Stefan!" diye haykırdı Ayşegül. Sonra da "özür dilerim" dedi, "söz, onu da anlatacağım."
"Adamı yandan görüyorum. Büfenin üstünde karton bir kutu duruyor. Anladığım kadarıyla içinde evraklar, dosyalar filan var; adam onları karıştırıyor. İçinden sekiz, on sayfalık kağıt tomarı çıkartıyor. Onları bana doğru sallayıp "bunları size yazmış" diyor. Kağıtlar mavi ve çizgili!"
Az önce elinden attığı bloknotun kapağını kaldırıp kadınlara gösterdi; "şimdi anladınız mı neden çıldırdığımı?"
"Aman Allah'ım" diye çığlığı bastı Meloş. "Bu da mavi ve çizgili kağıt! Aklım almıyor, hafsalam almıyor! Neler oluyor, gerçekten neler oluyor? Ama bu gerçek olamaz, değil mi? Mümkün değil, hayır, olamaz!"
Ayşegül, bardaklara tekrar su koyarken "gerçek, Meliha hanım" dedi, "hem de gerçek sandığımız şeylerden daha gerçek. Lütfen rüyanızı anlatmaya devam eder misiniz Hayat hanım?"
"Edeyim. Adam öyle deyince ben 'gözlüğüm yanımda değil, sonra okurum' diyorum. Adam arkasını dönüp yazılanları okumaya başlıyor. O sırada genç bir kadın telaşla salona giriyor, adamın elinden kağıtları kaparcasına alıyor, 'bunlar bende kalacak' diyor. 'Karıştırıp durma, onlar özel şeyler."
"O genç kadın da benim" diye mırıldandı Ayşegül.
" Ne?! Siz misiniz?!"
"Evet, benim. Sonra? Rüya burada bitiyor mu?"
"Hayır" diye anlatmaya devam etti Hayat. "O sırada bir çocuk ağlamaya başlıyor. Görmüyorum ama sesleri duyuyorum. Çocuk, zeytin istiyorum diye tutturmuş ağlıyor. Bir kadın da nereden bulayım şimdi sana zeytin. Sus! diye azarlıyor çocuğu. Ben yanlarına gitmek için koltuktan kalkarken 'biz de var yavrum, ağlama, ben sana getiririm' diyorum ama sonra durup 'ama getiremem ki' diyorum, 'evim çok uzakta.'"
"Ayvalık işte! Zeytin ve Ayvalık! İnanılmaz! E, sonra?"
"Sonra başımı bir kaldırıyorum, adamla genç kadın gitmişler ama başka genç bir kadın gelmiş. Elinde o mavi kağıtlar var ama çoğalmış, bayağı fazlalaşmış. Kadın, o adam gibi kağıtları bana doğru sallayıp 'bunları sana yazdım' diyor. Diyor ama biraz kırgın, biraz küskün, biraz da kızgın sanki. 'Bunları sana yazdım.'"
Ayşegül, yine duygu dolu gözyaşları arasında "ah canım" diye inledi, "canım benim. Rica etsem, kadını tarif edebilir misiniz?"
"Düşüneyim... Uzunca boylu, beyaz tenli, çene hizasından biraz uzun kahverengi saçlı ve galiba kahverengi gözlü."
"Evet, bu O. O'nu görmüşsünüz."
Hayat'la Meloş şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. "Kimi?" dedi Hayat, "Allah aşkına, kim bu? Benimle ilgisi ne? Neden kendisi yok? Nerede?"
"Bükreş'te."
"Bükreş'te mi? Benim ne gibi bir ilgim olabilir ki ta Bükreş'teki tanımadığım bir kadınla? Ayşegül Hanım, kendisi nerede? Neden O gelmedi?"
Ayşegül'ün gözleri doldu. "Çünkü" dedi, "çünkü O'nu kaybettik." Sesi, paramparçaydı.
Meloş, telaş içinde "nasıl yani?" diye haykırdı; "öyle, bir anda ortadan mı kayboldu? Ay, yoksa kaçırıldı mı?"
Ayşegül, "ah, keşke öyle olsaydı" deyince Hayat!la Meloş'un 'ne diyor bu kadın' bakışları birbirini buluverdi. "Öyle olsaydı" diye sözüne devam eden Ayşegül'ün gözyaşları masaya damlamaya başlamıştı; "öyle olsaydı, bunca yıl geçmesine rağmen yine de küçücük de olsa bir umudumuz olurdu ama maalesef bedenini toprağa, ruhunu sonsuzluğa uğurladık. Yani... öldü."
Yine yerinden fırlayan Hayat, "aman Allah'ım! Aman Allah'ım!" diyerek salonda dört dönmeye başladı. "Yemin ederim, delireceğim!"
Meloş, sandalyesinde heykel gibi kaskatı kesilmiş otururken Ayşegül'ün bedeni tir tir titriyordu. İlk kendine gelen yine Meliha oldu; kalkıp çantasından küçük bir kolonya şişesi çıkarttı. Sulara üçer damla damlatırken "limon kolonyası" dedi, "iyi gelir." Bardağın birini Ayşegül'ün önüne koydu, diğerini alıp Hayat'a götürdü. "İç canım" dedi. "Ayşegül zangır zangır titriyor, kadına bir şey olacak diye aklım çıktı."
"Sen ne diyorsun be Meloş, benim iç organlarım bile titriyor, ruhum titriyor; sen ne diyorsun!" Hayat kendini kanepeye bırakırken, "hadi, buraya gelin." dedi. "Sabahtan beri sandalye tepesindeyiz. Ayşegül hanım, böyle buyurun."
Uzunca bir süre sessiz, suskun oturdular. Meliha, "ben kahve yapayım" diyerek ayaklandı, "Ayşegül, kahveni nasıl içersin?"
"Ben almasam? Çok uykusuz ve her türlü çok yorgunum. Artık gitsem diyorum."
"Hani her şeyi anlatacaktınız?!" diye itiraz etti Hayat.
"Haklısınız, anlatacağım ama bugün siz de çok sarsıldınız, rüyanızı dinleyince ben de. Bunca yıl bekledi, bir gün daha beklese? Gerçekten iyi değilim. Ben izninizle gideyim artık. Yarın haberleşir, buluşuruz yine."
Hayat, Ayşegül'ü geçirmek üzere yerinden doğrulurken, "haklısınız" dedi, "çok sıradışı bir gün oldu, özellikle de benim için. Kendimi toplamam lazım zira iyice dağıldım. Öyle yapalım, yarın haberleşelim."
"Lütfen rahatsız olmayın, ben çıkarım" dedi Ayşegül. "Allahaısmarladık." Hayat, ikiletmeden yerine oturdu, "güle güle." Televizyonun kumandasına uzandı. Meloş da mutfaktan "görüşürüz" diye seslendi. Kapının sesini duymadılar bile.

Gözleri ekranda kahvelerini yudumladılar ama ikisi de ne filmi görüyordu, ne de boş mama kabının başında dikilen Cicoz'u. Cicoz sonunda dayanamayıp koşarak Hayat'ın üstüne atladı.
"Ay! N'apıyorsun be oğlum!"
"Miyav!"
"Ah, nasıl unuttum! Haklısın; özür dilerim Cicoz'um! Annende kafa mı kaldı! Vallahi tepe sersemi oldum. Gel canım, gel yaş mama vereyim sana."
Salona dönerken "Meloş!" diye bağırdı, "Meloş, ne yaptın zarfımı?!"
"Ne yapacağım ya hu! Masada işte!"
"Gel de bak bakalım masada mı! Yok!"
Telaşla masaya gelen Meloş, "a a, buradaydı; nereye gider koca zarf!" dedi boş masaya bakarak. "Kuş olup uçmadı ya!"
Hayat "Ayşegül" dedi. "Getirdiği şeyi niye gerisin geriye götürsün kadın" diye karşı çıktı Meliha, "ama ben yine de bir arayıp sorayım."
Evet, Ayşegül almıştı ve çok geçerli nedeni vardı çünkü dayanamayıp zarfın içindekilerin hepsine bakacaklarını biliyordu ve Hayat'ın o kadarını bir günde kaldıramayacağı aşikardı. Ayrıca önceden bilmesi, anlaması gereken şeyler vardı ve daha Ayşegül onları anlatmamıştı. Sadece ve sadece Hayat'ı düşündüğü için almıştı. Evet, habersiz almıştı ve yaptığının doğru olmadığını biliyordu ancak söyleseydi karşı çıkılacağını da biliyordu. Kusura bakmasınlardı, yarın görüşürlerdi.
"Kadın haklı" dedi Hayat, "sen gider gitmez zarfın içinde ne var ne yoksa bakacaktım. Zarf da benim kadar ha, kocaman. İçinde ne var sence?"
"Ne bileyim ben! Ne varsa var. Sen az önce ne dedin bakayım?"
"Ne dedim?"
"Sen gidince filan gibi saçma sapan laflar mı ettin ne?"
"Nesi saçma? Evin var, kocan var, köpeğin var; gitmeyeceksin de ne yapacaksın?"
"Burada kalacağım. Ev kaçmıyor, köpeği kocam da gezdirir, yalnız kalmak zaten kocamın arayıp da bulamadığı şey, canına minnet. Adamın kafası şişti; aynı evin içinde tam bir hafta beş kadının çenesini çekmek kolay mı? Mesele yok yani."
"Yani gitmeyeceksin. Tamam, o zaman, şu andan itibaren ta uyuyana kadar bana neşeli şeyler anlatacaksın ki düşünmeyeyim."
"He, oldu canım Başka?"
"Başka, başka? Karnım acıktı. Saat kaç oldu acaba? Öğle yemeği için geç, akşam yemeği için erken. Ne yapsak?"
"Geçi erkeni mi var bu işin canım; ne zaman acıkırsan o zaman yersin. Hadi gel, markete gidip alışveriş yapalım, hem hava alır kendimize geliriz biraz."
"Adımımı atmam! Dün sana uyup bir çıktım, başıma gelmedik şey kalmadı. Ayrıca da yemek memek yapamam."
"Tamam. O zaman ben çıkıp halledeyim o işleri, sen de dinlen."
"Dur, para vereyim."
"Yemin ediyorum, bu kadın beni öldürecek!"

Meliha, eli kolu dolu geldiğinde Hayat'ı, gözlerini tavana dikmiş, boş boş bakarken buldu. "İyi misin?" diye seslendi, "şimdi masayı hazırlarım ben, sen kalkma."
"Zaten kalkacak halim mi var! Boşver masayı filan; burada yeriz." Meliha, türlü çeşit mezelerle kızarmış tavuğu orta sehpaya getirince Hayat "kızım, kim yiyecek bu kadar yemeği! Hem bu kadehler de ne?" diye sordu.
"Gecikmiş öğle yemeğiyle akşam yemeği işte; ancak yeter. Acıktıkça yer, susadıkça şarabımızı içeriz. Yoksa bugün bitmez güzelim. Yiyip içip sızacağız."
Ve öyle de oldu.

"Getirdiniz mi?"
"Tabii, hepsi yanımda ama önce biraz konuşalım mı? Anlatacaklarım var. Sizinle bağ kuran kadın/"
Meliha, "dur, dur, dur! Ben yokken ağzından tek kelime bile çıkmasın Ayşegül! Biriniz gelip yardım ediverin de ben de dinleyebileyim" diye mutfaktan seslendi. Hayat'la beraber börek ve çay servisini yaptıktan sonra koltuğa yerleşti. "Kimmiş? Kimmiş?"
Ayşegül, derin bir nefes aldıktan sonra "dün çok haklı olarak gerildiniz, şok üstüne şok yaşadınız ama bu, muazzam bir şey Hayat hanım." diyerek söze girdi. "Her kula nasip olacak bir durum değil. Bu, sıradan olmadığınızı gösterir. Bu, bir lütuf. Dün yaşadıklarınızı ve bundan sonra öğreneceklerinizi ve okuyacaklarınızı lütfen böyle benimseyin ve kabul edin. O zaman her şeyi daha kolay özümser ve inanın, huzur bulursunuz. Hem sizin yapacağınız bir şey yok ki; sadece okuyacaksınız. Tabii, istemezseniz okumazsınız da ama nasıl desem, okumanızı bizzat ben çok rica ediyor ve öneriyorum. O'nun da ruhu gönensin."
Kısa bir sessizlikten sonra Ayşegül "bir şey demediniz?" dedi, "kararınız nedir?"
Hayat, Meloş' baktı. "Neyini düşünüyorsun, anlamadım ki! Tabii ki okuyacaksın Hayat!" dedi Meloş. "Ne inanılmaz, ne muhteşem bir şey bu; farkında değil misin?! Nasıl hayır dersin? Diyemezsin! Demiyeceksin!"
Ayşegül, gayet nazik ve yumuşacık bir sesle "bunu Hayat hanımdan duymam gerekiyor" dedi. "Evet, Hayat hanım, eğer istemiyorum derseniz hemen şimdi her şeyi alıp gideceğim. Yok, okurum derseniz de size anlatmam gerekenleri anlatacağım. Benim detaya girmeme gerek yok çünkü kendisi o kadar güzel yazmış ki!"
Hayat, "seçeneğim olduğu hiç aklıma gelmemişti" dedi, düşünceliydi. "Dün yaşadıklarımı yok sayamam. Denesem de vicdan azabı beni yer bitirir. Haklısınız, bu olağanüstü bir durum, reddedemem. Okuyacağım." İki kadın da Hayat'ın bu kararına çok sevindiler.
"O zaman anlatmaya başlıyorum; duyacaklarınıza hazır mısınız?"
"Dur" dedi Meliha, "çayları tazeleyeyim de öyle."
"Bunları size yazan kadın, Romanya'lı. Bükreş'te yaşayan -yani yaşamıştı- bir tiyatro oyuncusu, müzikal sanatçısı genç bir kadın ve benim canım arkadaşım Larisa; Larisa Sandu. Yani rüyanızda size kağıtları sallayıp "bunları sana yazdım" diyen kadın. İnanın, her satırını, her kelimesini size yazdığını bilerek yazdı. Tam da şimdi size bir şey göstermem lazım ancak biraz çekiniyorum çünkü yine çok şaşıracaksınız, yüreğiniz hop edecek. Rica ediyorum, sakin olun."
"Çatlatma insanı Ayşegül! Hadi, göster ne göstereceksen." Meloş, heyecanlanmış, sabırsızlıkla bekliyordu. Hayat ise iki elini göğsüne bastırmış sessizce oturuyordu. Ayşegül, rulo yapılmış kağıdı çıkartıp açtı ve Hayat'a doğru tuttu.
Hayat, gözleri yuvalarından çıkmış halde bir süre kağıda baktı; dudakları titredi, gözleri doldu, zorlukla konuşabildi. "Ama... ama bu, benim."
"Evet" diyerek doğruladı Ayşegül, "Larisa yaptı bu resmi; sizin resminizi Larisa yaptı! Hem de sizi hiç tanımadan. Durumun farkında mısınız Hayat hanım? Sizinle olan bağının ne kadar güçlü olduğunun farkında mısınız?"
"Ben" diye kekeledi Hayat, gözlerinden yaşlar iniyordu, "ben ne diyeceğimi bilemiyorum, ben sözün bittiği yerdeyim."
Meliha, yaklaşıp resme yakından baktı, "ben de" dedi, "ben de ne diyeceğimi bilemiyorum. Bu senin Ayvalık'a yeni geldiğindeki halin. Pazarın oradaki evde oturduğun zaman. İyi de, rahmetli nasıl bildi de yaptı? Şu bir gerçek ki hanımlar, bunca şeyden sonra, artık ben hiç bir şeye şaşırmam, şaşıramam."
Ayşegül gülümseyerek "büyük konuşmayın" dedi. "Daha anlatacaklarımı duymadınız. İsterseniz şimdi, isterseniz başka zaman; ne zaman isterseniz size Larisa'yla tanışmamdan başlayarak olanı biteni anlatabilirim."
"Şimdi" diye atıldı Meloş, "hadi anlat Ayşegülcüğüm, nasıl tanıştınız merhumeyle?"
Hayat, "biraz ara verelim" dedi içine kaçmış sesiyle, "fena oldum."
"Tabii" dedi Ayşegül, "ben de gidip anneme bir bakayım; akşamüstü gelirim yine. Uygun mudur Hayat hanım?"
"Evet, tabii. Börek için de çok teşekkür ederim. Harika olmuş, ellerinize sağlık."
"Afiyet olsun. Boş kabı alabilir miyim?"

Ayşegül gittikten sonra Hayat, "ben deliriyor muyum acaba?" diye mırıldandı, "iki gündür yaşadıklarımı gerçekten yaşadım mı yoksa hayalliyor muyum?" Kendi kendine konuşur gibiydi. "Bir doktora falan mı gitsem?"
"Valla deliriyorsan da beraber deliriyoruz, hayalliyorsan da beraber aynı şeyleri hayalliyoruz Hayat. Neler oluyor, nasıl oluyor, mümkün mü, olma olasılığı ne; düşünmeye kalkarsak gerçekten kafayı yeriz. En iyisi olanları kabullenip olacakları beklemek galiba."
"Galiba."
"Hem sana bir şey diyeyim mi; hani, nasıl desem, bu birazcık gurur duymanı da gerektiren bir hal sanki Hayat. Böyle bir şeyi milyarlarca insan arasında kaç kişi yaşamıştır? Demek ki sen ayrıcalıklısın, farklısın."
"Ve bu da beni çok korkutuyor. Ne güzel, herkes gibi normal normal yaşayıp gidiyordum şuracıkta. Hep senin yüzünden Meloş! Hep senin yüzünden!"
"A a, delinin zoruna bak! Ne yaptım ben? Neden benim yüzümdenmiş?!"
"Ölümü gör diye diye beni kafelere sürükledin!"
"Hiç de sürüklenmiş gibi değildin cicim; podyuma çıkar gibi gelen ben değildim herhalde. Kader kızım, kader; meğerse ağlarını örmüş de bizim haberimiz olmamış."
Hayat, "ben de kadere inanırım" diye kabullendi. "Canım, sadece okuyacağım, değil mi? Ne olacak ki, bir solukta okur bitiririm ve bu... bu garip şey de biter. Sonra yine normalime dönerim, değil mi Meloş? Ama kadın benim resmimi nasıl yaptı? Niye ben? Neden kadının yazdıkları Ayşegül hanımda ve kadın bunları yıllarca neden saklamış? Of! Kafamda deli sorular dönüp duruyor Meloş; kabullenmek... ne bileyim, pek normal değil gibi. Sen ne dersin?"
"Ne derim biliyor musun; bir an önce okuyalım, bitsin bu iş derim. Getireyim mi?"
"Ay, bilmiyorum; sen öyle deyince kalbim birden küt küt atmaya başladı. Ayşegül'ü beklemeyelim mi yani? Dedi ya, önce anlatmam gerekenler var, daha da şaşıracaksınız diye."
"Daha ne kaldı şaşıracak ya hu?! Getiriyorum. Hayat! Bak, getiriyorum dedim."
"Ay! Kalbim gırtlağımdan fırlayacak vallahi! Tamam, ne olacaksa olsun artık! Getir Meloş'um, getir canım, getir."

Meloş, Hayat'a vermeden önce bloknotun kapağını açtı. "Bu da ne?" dedi hayretler içinde, "yok artık!"
"Neler oluyor Meloş? Ver bakayım şunu bana." Bakar bakmaz "ben bunu nasıl okuyacağım?!" diye bağırdı, "Romence bu!"
Meloş gülmeye başladı, bu Hayat'a da bulaştı; gülme, krize dönüştü; kahkahalar ağlamaya çanak tuttu. Az sonra sinirleri boşalmış, gözyaşlarından yüzü gözü sırılsıklam olmuş iki kadın kendilerini tuvalete önce kimin gideceğini tartışırlarken buldular.

---

Ayşegül, öğleden sonra geldiğinde Larisa'yla tanışmasından başlayıp, Romen yaşlı kadını detay vermeden, yani kendince Hayat'ın şimdilik bilmesi gerektiği kadarını anlatıp bitirdiğinde güneş batmak üzereydi. Çantasından bir defter çıkararak Hayat'a uzattı. "Bu defterde" dedi, "Larisa'nın size yazdıklarının Türkçesi var. Hani sormuştunuz ya 'sabaha kadar beşik mi salladın' diye; gözümü bile kırpmadan çeviri yaptım o gece."
"Ah, canım. Keşke önceden yapsaydın."
"Kime yazıldığını bilmiyordum ki Meliha hanımcığım. Tamam, resimdeki kadınaydı ama o kadın Dünya'nın neresindeydi, hangi dili konuşuyordu, bilemezdim, değil mi? Allah biliyor ya, bulabileceğimden de umudumu kesmiştim. Nasıl bir yüktü omuzlarımdaki, anlatamam. Çok şükür, çok şükür ki sizi buldum; Allah karşıma çıkardı sizi."
"Ya, gördün mü Hayat; seni sürüklemekle sevaba girmişim bak."
"Hı, gözünaydın, cennetlik oldun." diye ağzının içinden söylendi Hayat.
"Yalnız" diyerek sözüne kaldığı yerden devam etti Ayşegül, "önemli iki konu var ki, onları anlatmadım çünkü çok özel, sadece ikinizi ilgilendiren ve bağlayan konular; Larisa'dan öğrenin istedim Hayat hanım."
"Neymiş, neymiş?"
"Larisa anlatsın Meliha Hanım. Belirtmem gereken bir şey daha var; Larisa'nın Ayşe diye sözettiği kadın benim. Resmen adım Ayşegül ama bana herkes Ayşe dedi doğduğumdan beri. Sanırım bana bir gülü fazla gördüler ya da yakıştıramadılar. Sadece öğretmenlerim ve sınıf arkadaşlarım Ayşegül derlerdi okul kaydında gerçek adım yazılı olduğu için." dedi kırılgan sesle. "Ama buraya dönünce 'benim adım Ayşe değil, Ayşegül' dedim başta annem olmak üzere herkese; 'ya adımla hitap edersiniz ya da hiç etmeyin!'"
"Vay!"
"İyi yapmışsın şekerim" dedi Meloş. "Sahi, sen neden oradaydın, şimdi neden buradasın?"
Hayat, "Allah Allah! Sana ne Meloş!" derken kaşlarını indirip kaldırarak arkadaşını ikaz etmeye çalıştı ama Ayşegül, "önemli değil; kısaca anlatayım" dedi. "Ben Bükreş'e gelin gittim. Eşimle sadece Türk yemeklerinin servis edildiği küçük bir lokanta açtık. Zamanla aramıza bir soğukluk girdi ve... ve eşim beni bir Helga'yla aldattı. Neden olarak da yıllar geçmesine rağmen ona bir çocuk veremeyişimi ortaya sürdü. Bir düzine çocuk doğursam da bir şey fark etmeyecekti; adım gibi eminim. O sırada Larisa vefat etmişti ve ben, aynı rüyanızda gördüğünüz evde, aynı rüyanızda gördüğünüz durumu yaşadım. Stefan'dan mavi kağıtları aldım. Larisa için çok değerli olan fotoğrafı ve sizin resminizi de alıp sakladım. Çünkü o yaşlı kadının söylediklerini hatırlamıştım. 'şimdi bir şey anlamasan da zamanı geldiğinde anlayacaksın' demişti; ben de çok iyi anlamıştım İşte böyle... Türkiye'ye dönüp boşandım. Babam vefat etti. Ana kız başbaşa kaldık." Dertli dertli içini çekti.
"Başınız sağolsun" dedi Hayat, "zor, çok zor."
"Daha gençsin Ayşegülcüğüm, fıstık gibi kadınsın; neden tekrar evlenmedin ki? Elini sallasan ellisi be güzelim."
"Melooooşşş!"
Ayşegül, Meloş'u duymamazlıktan gelerek "ben izninizi isteyeyim Hayat Hanım" dedi, "sizi Larisa'yla başbaşa bırakayım. Defterin son sayfasında telefon numaram var, istediğiniz zaman hiç çekinmeden arayabilirsiniz."
"Teşekkür ederim" dedi Hayat, "beni arkadaşınızla buluşturduğunuz için de ayrıca teşekkür ederim. Arayacağım."

Ayşegül gittikten sonra Meloş gözlerini deftere dikti ve kıpırtısız en az üç dakika öylece oturdu ama dördüncü dakika dayanamayıp "okusana!" diye haykırdı, "ne meraksız kadınsın!"
"Okumayacağım."
"Ne demek okumayacağım?!"
"Şimdi okumayacağım. Kendimi hazır hissetmiyorum."
"Ne? A, anladım, evet anladım; gitmemi bekliyorsun değil mi?! Larisa'yla başbaşa kalmak için beni satıyorsun, değil mi? Demek öyle Hayat hanım! Alacağın olsun!" dedi, ayağa kalktı ama kapıya doğru değil başköşedeki koltuğa geçip oturdu. Bacak bacak üstüne atarken, "daha çok beklersin, cicim!" diye çemkirdi, "daha çok beklersin!"
Hayat gülmeye başladı. "Aslında yalnızken okumaya başlamayı tercih ederim tabii ama sana da asla git diyemem Meloşcuğum. Sebep bu değil; gerçekten kendimi hazır hissetmiyorum."
"E, ne yapacağız o zaman?"
"Sen şimdi kocacığını arayacaksın; Hektor'u da alıp sahile gelmesini söyleyeceksin. Ben de size misler gibi rakı-balık ısmarlayacağım."
Meliha, yerinden fırlayarak, "Ne! Ne! Ne yani, sen şimdi kendi istek ve iradenle dışarı mı çıkacağını söylüyorsun? Üstelik benimki de gelecek, öyle mi? Ya rabbim, sen nelere kadirsin! Hemen arıyorum cicim, hemen!"
"Ama Meloş, olandan bitenden Metin'e bahsetmek yok ha, ona göre."
"Tamam. Azıcık kafanı dinle kocacığım, derim."
Meliha, kocasıyla telefonda konuşmaya dalmışken Hayat da Larisa'dan gelenleri alıp yatak odasındaki dolaba kilitledi. "Bu garip ruh halimden bir an önce sıyrılıp normalime dönmem lazım" diye söylendi. "Yoksa halim harap." Endişeliydi.

---

Aradan neredeyse bir hafta geçmiş olmasına rağmen Hayat hâlâ defteri açmamıştı. Meliha, üçüncü gün pes edip evine dönmek zorunda kaldı ama her gün, günde en az beş defa telefon edip Hayat'ı taciz etmekten de geri kalmadı. Sonunda Hayat, kızını arayıp bir süre telefonunu kapalı tutacağını, yeni bir proje üstünde çalışacağını, merak etmemesini söyledi. Güneş de "ağustosta görüşeceğiz zaten" dedi, "gıygıycı damadının Ayvalık'ta konseri var. Ben de iznimi ona göre ayarladım. Hep beraber geleceğiz." Bir süre daha konuşup iyi dileklerle sohbeti bitirdiler. Sonra Meliha'yı da arayıp okumaya başlayacağını, kendisini rahat bırakmasını kibar bir dille söyledi. Telefonu kapalı olacaktı ve gelirse de kapıyı açmayabileceğini, anlayış göstermesini rica etti. Yalnız kalmak istiyordu. Meloş çok bozuldu ama "peki, sen de yaldızlı davetiyeyle çağırana kadar beni unut o zaman" diyerek telefonu kapattı.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

LARİSA – HAYAT

BULUŞMA

Merhaba,
Size nasıl hitap edeceğimi hiç bilemiyorum çünkü sizi hiç tanımıyorum, kim olduğunuzu bilmiyorum, bir gün yollarımız kesişecek mi, benim varlığımdan haberiniz olacak mı, kim bilir; ben onu da bilmiyorum.
Siz gerçekten var mısınız? Etten kemikten bir varlık mısınız? Varsanız şu mavi gezegenin neresinde, hangi âlemdesiniz? Yoksanız ben bunları niye yazıyorum?
Yaşlı Roman kadın ikimizin yani sizinle benim bir olduğumuzu söylemiş. Dediğine göre, bana çok saçma geldi ama, biz ruh ikiziymişiz.

Hayda! Gerçekten çok saçma! Ruh ikizi aşk, meşk halleri değil mi?

'Ruh ikizimi buldum, çok mutluyum' derler ya, ben o lafın sevgiliyle filan ilgili olduğunu düşünürdüm hep. Aslında öyle değilmiş. Ben de araştırdım; edindiğim bilgiler beni çok şaşırttı, olabilirmiş. Ruhlar bedenleşecekleri zamanı kendileri seçerlermiş. Bazen tek gelirlermiş, bazen de bölünerek. Biz ikiye bölünerek bedenleşen ruhların parçalarıymışız; yani ruh ikiziymişiz. Ne kadar garip, değil mi? İnsan hem kabullenmekte zorlanıyor, hem de mutlu oluyor. Ben kabullendim ve sizi gerçek hayatta olmasa da bulduğum için çok mutluyum. Tabii doğruysa; gerçekten varsanız. Bakın, hâlâ soru işaretlerim var. İnsan emin olamıyor; nasıl olunabilinir ki zaten?

Ruh ikizim olarak ben sizi tanımıyorum ama bari siz beni tanıyın. Ben, Larisa Sandu. Yirmibeş yaşımdayım. Romanya-Bükreş doğumluyum ve burada yaşıyorum. Çocukluğumdan beri hayalini kurduğum işi yapıyorum; bir özel tiyatroda oyuncuyum. Müzikalleri çok seviyorum. Sesim güzel, kendim güzelim, güzel de dans ederim; müzikallerde başrol oynamak için benden iyisi mi olacak? Şaka, şaka. İçinde bulunduğum ruh halimi hafifletmeye çalışıyorum sadece.

Aynı benim yaptığım gibi; üzgün veya çaresizken işi şamataya vururum ben de. Görenler de "bu kadının hiç bir şey umurunda değil; hayat Hayat'a güzel" derler; içimde ne fırtınalar koptuğunu bilmeden bana imrenir dururlar. Ah, ah!

Bütün bu gariplikler nereden çıktı diyeceksiniz. Benden. Görüp de neye uğradığımı şaşırtan rüyamdan. Biliyor musunuz, aslında rüya gibiydi ama değildi. Uyurken birden kendimi bir evin balkonunda buldum. Siz balkondan aşağıya bakıyordunuz. Sonra dönüp bana baktınız ve gülümsediniz. O kadar sıcak, o kadar içten gülümsediniz ki. Gözlerinizden sevgi akıyordu sanki. Mutluydunuz. Havaya yazı yazıyormuş gibi yaptınız ve başınızı çevirdiniz. O an ben de kendimi yatakta otururken buldum. O kadar garipti ki! Kime anlatacağımı, kimden akıl alacağımı önce bilemedim ama sonra Ayşe geldi aklıma. Ayşe, Türk. Öyle candan, öyle tertemiz kalplidir ki; onunla tanıştığım için çok şanslıyım. Ona anlattım. Dedi ki, 'gördüğün o kadının hemen şimdi resmini yap ve bana getir.'

Ay, beni görmüş! Ben de 'nasıl olur, resmimi nasıl çizer' diyorum. Kadın beni görmüş ve üstelik birebir çizmiş. Allah Allah! Nasıl olur?! İnanılır gibi değil. Olmadık şeyler olmaya başladı, sonumuz mu geliyor ne? Allah korusun.

Niye yazıyorum ki ben bunları? Hiç yazmasam mı? Var mı, yok mu, belli değil bir kadına neden anlatıyorum?Ama ihtiyar kadın 'hemen yazmaya başlasın' demiş. Hatta 'kendini kendine anlatır gibi, içinde kalanları da yazsın, sırlarını döksün çünkü o ve diğeri aynı bütünün iki yarısı; farkları yok. İki yarımın birleşip bir bütün olması' demiş. Ayşe söyledi.

Ah Ayşegül, ah! Ne gidersin o kadına, bilmem ki! İkimizi de şaşkın tavuklara döndürdün!

Ayşe, Roman kadının söylediklerini bana anlattığında neye uğradığımı şaşırdım, şok üstüne şok yaşadım. Hem inanmak istedim, hem içten içe reddettim. Ben gerçekçi biriyim, öyle şeylere inanmam ama sizi gördüğümü de inkar etmem mümkün değil. Ne düşüneceğimi, ne yapacağımı bilemedim. Ayşe ısrarla derhal yazmaya başlamamı söyleyince kabullendim. Ne kaybederim ki diye düşündüm. İçimi dökmüş olurum, rahatlarım. Bu anlattıklarım bugün oldu, birkaç saat önce. Eve gelince bilgisayarın başına geçtim ama sonra elle yazmaya karar verdim. Sanki kağıt kalemle yazınca daha içten, doğal oluyor gibi geliyor. Hem siz de klavyede değil de kalemle yazıyor gibi göstermiştiniz. Evde tamamı boş bir tek bu mavi bloknotu buldum. Ah, biliyor musunuz, bunun da bir nedeni olduğunu sonradan anladım.
Şimdi karşımda kim var, biliyor musunuz? Siz. Çizdiğim resminiz. Acaba gerçekten gördüğüm, çizdiğim gibi misiniz? Saçlarınız kırlaşmış. Beyaz tenlisiniz. Galiba ellili yaşların başındasınız. Yani benden yirmibeş yaş kadar büyüksünüz. Ruh ikizi olup da bu kadar yaş farkı olması sizce de acayip değil mi?

Ne acayip değil ki? Şu yaşadıklarımızda doğru, gerçek, inanılır olan bir tek şey söyle bana Larisa. Yok! Yok! Ben çizdiğin resmi gördüm; ellerine sağlık, çok güzel olmuş; aynı ben. Evet, o zaman elli yaşımdaydım, doğru tahmin etmişsin. Larisacığım, ya ben çok acele etmişim ya da kusura bakma ama sen tembelin tekiymişsin.

Herhalde onca yıl hayata döneceğim bedenimi aramışım. Ama... ama keşke... ah, o bedende, bende neler yaşayacağımı bilseydim...
Çavuşesku'yu duydunuz mu? Noel Devrimini? Halk ayaklanmasını? Ben o zaman tam bir yaşımdaymışım. Bir yaşımdayken... Ben...
Ara vermeliyim.

Günaydın,
Bu akşam sahnem var, onun için sabah yazabildiğim kadar yazmak istedim. İhtiyar kadın 'her gün aksatmadan yazsın' demiş. Başta garip geliyordu ama artık benim de hoşuma gitmeye başladı; hem hiç tanımadığın hem de kendin kadar yakın hissettiğin biriyle çekincesiz, rahat rahat sohbet etmek, dertleşmek, içini dökmek insana iyi geliyor.
Ailemi anlatayım mı size? Hiç tanımadığım ailemi, bana anlatıldığı kadarını bildiğim ailemi anlatayım mı?
Annemle babam evlenince ayrı ev açamamışlar, anneannem ve dedemle yaşamaya başlamışlar. Annem öğretmen, babam veterinermiş. O vakitler Romanya, uzun zamandır süren bir rejimle idare ediliyormuş. Cumhurbaşkanı Çavuşesku'nun kötü politikaları ve halka yaptığı baskılar sonunda halk ayaklanmış. Çavuşesku'nun emriyle o gösteriler ve ayaklanmalarda binlerce insan ölmüş; meydanlar akan kanla kızıla boyanmış. Çok acılar çekilmiş, anlatılır gibi değil. Ama sonra ne olmuş biliyor musunuz? Askerler de halkın tarafına geçmiş ve "Noel Devrimi" gerçekleşmiş. Tarih,15 Aralık 1989. On gün sonra da, 25 Aralık 1989 da Elena ve Nikolay Çavuşesku, kurşuna dizilerek idam edilmiş.
Ben bunları anlatılanlardan biliyorum; hem öğretmenlerimin hem de büyüklerimin anlattıklarından. Size neden mi yazıyorum?
Meydanlarda akan kanlar var ya; o kanların arasında annemin ve babamın kanı var da ondan! Ülkesinin geleceği, halkının özgürlüğü için mücadele ederken kendi askeri, kendi insanı onları gözünü bile kırpmadan öldürdü de ondan! Bir yaşımda hem öksüz, hem yetim kaldım da ondan! Onları hiç hatırlamıyorum da ondan! Kokularını bilmiyorum da ondan! Seslerini duyamadım da ondan! Sarılamadım da ondan! Annemin sevgi dolu koynunu, babamın güven veren ellerini hissedemedim de ondan! Ben onlarsız, onlar bensiz kaldık da ondan! Her şeyimizi; bizi bizden aldılar da ondan! Ailesiz, kimsesiz kaldım da ondan! İsyanım büyük, feryadım içimde patlayan bomba.

Yüzümü yıkayıp geliyorum.

"Ah, kıyamam yavrum ben sana; hiç kıyamam kızım. Neler yaşamışsın meğerse... Cicoz, kalk da şuradan mendil alayım." Cicoz, Hayat'a baktı, mırlayarak doğruldu ve kadının yüzündeki gözyaşlarını yalamaya başladı. Daha da duygulanan Hayat, kedisine sarıldı; öptü, öptü, öptü. Cicoz, fazla sevgi gösterilerini hiç sevmezdi ama sesini çıkarmadı. Hayat,"canım, canım, canım" dedi, "kurban olurum seni yaratana güzel kedim. Bir de size nankör derler! Halt etmiş onu diyenler! Bir sürü insandan daha sevgi dolu, daha vicdanlısınız hepiniz, bütün hayvanlar." Cicoz, sahibini teselli etmenin verdiği huzurla tekrar tahtına kuruldu.

Bir gün önce benim ilk yaşgünümü kutlamışız. Bir fotoğraf kalmış bana o günden. Annemle babam beni kucaklamışlar; üçümüz bir mumu üflüyoruz. Baktıkça hem kahroluyorum, hem mutlu oluyorum. Birbirine bu kadar zıt iki duyguyu aynı anda yaşamak insanı nasıl yıpratıyor, biliyor musunuz? Bilmeyin, bilmeyin sevgili ruh ikizim, sakın bilmeyin.

Bilmez olur muyum güzel kızım, biliyorum; hem de çok iyi biliyorum.

Sabah olmuş ama annem, babam gelmemiş. Dedem duvar diplerine sine sine onları aramış, bulamamış. Ertesi gün kapı çalmış ve katliamdan yaralı kurtulan bir aile dostu acı haberi vermiş. O sırada ben anneannemin kucağındaymışım. Kadıncağız yere yığılmış, bana sımsıkı sarılıp çığlıklar atarak ağlamış, ağlamış. Aradan bir ay geçmeden de toprağa vermişiz. Dede torun kalakalmışız bir başımıza. Başka akraba filan da yokmuş. Baba tarafı mı? Bilmiyorum. Bu güne kadar ne oğullarını, ne de torunlarını arayıp soran olmadı. Büyüdüğünde neden sen aramadın onları diyorsunuz, değil mi? Bunca olaylar olmuşken bile evladını, evladının evladını aramayanı ben neden arayayım, söyler misiniz?

Haklısın be kuzum, çok haklısın.

"Dedem, garibim, bana bakmaya çalışmış ama becerememiş. Yaşlı, yorgun, yıkılmış bir adam el kadar çocuğa nasıl bakabilir ki? Hastalanıp elden ayaktan düşmeye başlayınca beni yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış. Sonra da hastanede vefat etmiş.

Aman Allah'ım!

Bir yaşındaki küçücük ben, benim gibi kimsesiz kalan çocuklarla beraber orada yaşamaya başlamışım. Bu yazdıklarımın hiç birini hatırlamıyorum. Büyüdüğümde anlatıldı bana.
Hiç yetimhaneye gittiniz mi ruh ikizim? Gitmediyseniz gidin ama orayı, oradaki çocukların ruh hallerini, beklentilerini anlatayım, öğrenin de öyle gidin. Panayır gezer gibi dolanmayın bahçede, koridorlarda. Sahte ilgiyle, yalan sevgiyle okşamayın çocukların başlarını. O çocuklar sevgiye, ilgiye aç çocuklar. Siz gidince bütün umutlarının da sizinle gittiğini, içlerinde nasıl kocaman hayal kırıklığı bıraktığınızı, yüreklerinin nasıl burulduğunu bilerek gidin. Hayvan barınağındaki zavallı canlar gibidir o çocuklar; umutla gözlerinizin içine bakarlar, sonra da hüzün dolu kabullenişle arkanızdan. Bunu çocuklara da, hayvanlara da yapmayın. Birazcık vicdanınız varsa yapmayın! İnanın, çok acı veriyor.

Artık benim çıkmam gerekiyor. Yarın devam ederim. Sizi seviyorum ruh ikizim.
En sevdiğiniz renk ne?

Mavi.

"Devam edemeyeceğim Cicoz. Ne şimdi, ne sonra, devam edemeyeceğim. Bir başıma bu duygu bombardımanını kaldıramayacağım."

Hayat, bütün gece sağa döndü olmadı, sola döndü olmadı; bir türlü uyuyamadı. Larisa'nın yazdıklarını düşündü, kendi anıları üşüştü peşpeşe; beyninde fır döndüler. Gözyaşları yüzünü, saçlarını, yastığını ıslattı. Sonunda ağlaya ağlaya uykuya daldığında gün ağarmış, kuşlar cıvıldamaya başlamışlardı.

"Alo? Yaldızlı davetiyem nerede cicim, ben göremedim de?"
"Elmaslı, pırlantalı davetiye göndereceğim sana. Bu arada, günaydın."
"Günaydın mı? Ne günaydını? Saat kaç, haberin var mı senin?"
"Yok Meloş, umurumda da değil. Hadi, gel. Lütfen."
"Hayat? Ne oldu? Hasta falan mısın?"
"Değilim. Lütfen, gelir misin?!"
"Canım, ağlıyor musun sen?"
"Evet."
"Hemen geliyorum, hemen."
"Gelirken iki kutu mendil alır mısın? Biri ıslak, biri kuru."
"Mendil mi? Tamam, olur. Başka bir şey istiyor musun?"
"Çayın yanına bir şeyler; açmaydı, pohaçaydı filan."
"Tamam canım, alırım. Hadi, birazdan görüşürüz."

---------------------
Meliha, kapıdan girer girmez "gözlerine ne oldu senin?" diye sordu endişeyle, "yumuk yumuk, kıpkırmızı."
Hayat'ın dudakları titremeye, gözleri dolmaya başladı. "Ağladım" dedi sesi titreyerek, "çok ağladım." Arkadaşına sımsıkı sarıldı Meliha, "kıyamam sana, hiç kıyamam. Larisa mı?"
"Hı, hı. Çok üzgünüm, sinirlerim laçka."
"Tamam canım. Sen şimdi geç otur, ben çaylarla aldıklarımı getireyim; hem yer hem konuşuruz, tamam mı?"

İkinci fincan çaya kadar ikisi de hiç konuşmadılar. Meliha, soru sorarak arkadaşını zorlamak istemiyordu, hazır olunca onun anlatmaya başlamasını bekledi..
Hayat, derin bir iç çekişten sonra "biliyor musun Meliha" dedi, "bu kız çok çekmiş. Annesiyle babası öldürülmüş, anneanneyle dede bir kaç ay arayla ölmüşler. Kız, kimsiz kimsesiz kalakalmış ortalıkta; hem de daha bir yaşındayken."
"Aman Allah'ım! Zavallıcık. E, babaanne, hala filan, başka akraba yok muymuş?"
"Baba tarafı yok herhalde ki kimse arayıp sormamış bile. Dede de iyice bakamayacak duruma gelince yetimhaneye bırakmak zorunda kalmış. Zaten sonra da ölmüş adamcağız."
"Of! Çok acı, çok. Hepsini okuyup bitirdin mi? Ver de ben de okuyayım."
"Hayır, okumadım, okuyamadım; yüreğim kaldırmadı Meloş. Beraber okuyalım mı?"
"Gerçekten mi? Tabii, tabii okuyalım canım arkadaşım ama önce okuduğun kadarına ben de bir göz atayım ki bir fikrim olsun." Hiç itiraz etmeden kalkıp odasına giden Hayat'ın arkasından bakan Meliha şaşkınlık içindeydi. Hayat, defteri uzatırken "işaretli yere kadar oku Meloş, tamam mı?" derken ultimatom verir gibiydi. Sonra uzun uzun esnedi; "ben de şuraya uzanayım bari, hiç halim mecalim yok."

Meliha, gözyaşlarını sildi, defteri sehpaya bıraktı, arkadaşına baktı. Hayat, kanepede yan yatmış, kollarıyla kendini sımsıkı sarmış, derin derin uyuyordu. Meliha'nın içi cız etti. 'Ah, canım arkadaşım, nasıl da sarılmış kendine; yıllardır yaptığı gibi. Ama olmaz ki böyle güzelim; böyle bir başına, olmaz ki! Nereye kadar be Hayat, nereye kadar?' Derin, dertli bir iç çekişle yerinden kalkıp arkadaşının yanına gitti, sevgiyle baktı, baktı; gözleri doldu. Saçlarını yüzünden çekerken Hayat homurdanarak arkasını dönüp uykusuna devam etti. 'Kolları buz gibi. Bakayım, ayakları da. Hava da çok sıcak ama uyuyanın üstüne kar yağar derler ya, demek ki yazı kışı yok bu sözün. Gidip bir pike filan bulayım.'
Hiç kimse Hayat'ın yatak odasına ondan izin almadan giremezdi, Meliha bile ama bu istisnai bir durumdu ve Hayat'ın ne diyeceği, ne kadar kızacağı Meliha'nın en son dert edeceği şeydi. Kapıyı açıp odaya adım atar atmaz kalakaldı. Perdeler kapalıydı ve yatak toplanmamıştı ama Meliha'yı şaşırtan bu değildi; yatağın üstünde kapağı açık duran büyükçe tahta bir kutu, dağılmış onlarca fotoğraf, bazı kağıtlar ve iki albüm duruyordu. Hayat gayet derli toplu bir kadındı; yatağın ve odanın bu dağınıklığı hiç de O'na uygun bir hal değildi. Yatağa yaklaştı, tahta kutuya baktı ve 'ah, olamaz!' dedi, içi parçalanarak; 'bunları hala saklıyor musun Hayat?!' Hayatını dolu dolu yaşayan özgür, güçlü kadının içinde kopan fırtınaları gördü, kahroldu. Bunca yıl sözünü hiç etmediklerinin arkadaşının yüreğinde nasıl da çöreklendiğini, büyüdüğünü, ağırlaştığını o an anladı. Kendini çok zor tutuyor, bağıra böğüre ağlamak istiyordu. Bir an hepsini, her şeyi toplayıp zerresi kalmamacasına yakmak istedi, hem de çok istedi ama böyle bir şeye hakkı olmadığını biliyordu. Yataktan uzaklaşırken odaya girdiğini, bütün bunları gördüğünü Hayat'ın bilmemesi gerektiğini düşünerek pikeyi almaktan vazgeçti. Usulca odadan çıkmalıydı ama gözü çalışma masasına ilişince 'yok artık' diye isyan etti, 'daha neler!' Odadan hızlıca çıktı.
Salona geçip Hayat'a baktı, mışıl mışıl uyuyordu. Karnının acıktığını farketti, yine midesi kazınmaya başlamıştı. Üzgün ya da gerginken kendini yemeğe vuranlardandı. Buzdolabını açtı, bir parça peynir, üç beş zeytin, küçük bir tencerenin dibinde kalan makarnadan başka bir şey yoktu. Ekmeklikteki çeyrek ekmek belli ki dünden belki de daha öncesinden kalmaydı. Ne bir sebze, ne bir meyva, ne süt, ne yoğurt; hiç bir şey yoktu. 'Ama neden?' diye düşündü Meliha, 'ama neden be Hayat? Hadi, dışarı çıkmadın ya da çıkamadın, neden bakkala, markete sipariş vermedin be kadın?! A a! Yoksa? Olamaz! Yok canım, vardır parası. Vardır, vardır. Hayat'ın öyle bir sıkıntısı yok ki!' Yemek masasına bıraktığı çantasını aldı, kapının yanında asılı tahta kedi anahtarlıktaki anahtarı kaptığı gibi evden çıktı. 'Açık hava iyi gelecek' diye düşündü, 'alışverişten önce deniz kenarında bir kahve içeyim de kafam yerine gelsin.' Rotasını müdavimi olduğu kafeye çevirdi.

Eve döndüğünde hemen salona baktı, Hayat kanepede değildi. "Hayaaat! Hayat, ben geldim canım." Yatak odasından "duydum, hoşgeldin" diye seslendikten sonra mutfağa gelen Hayat, "bak, yine marketi eve taşımışsın! Ama olmaz ki böyle! Nerede bunların fişi bakayım?" diyerek poşetleri karıştırmaya başladı.
"Şimdi fişi mişi boşver de, seninle ciddi bir konuşma yapmamız lazım Hayat."
"Pardon?"
"Ne bu hal arkadaşım? Buzdolabı tamtakır, kuru bakır. Ekmek küflenmeye yüz tutmuş. Sen ne yedin, ne içtin be kadın, bunca zamandır?! Eve fare girse küfür kafir kaçar be!" Hayat, gülmeye başlayınca "gülme" diye kızgınlıkla söylendi Meliha, "gülme! Çok ciddiyim."
"Ben halimden gayet memnunum Meloşcuğum, beni hiç dert etme. Hadi, sen dinlen, ben de bu arada soğanları filan doğrayayım da yemek yapalım."
Meliha, ikiletmeden salonun yolunu tutarken kapısı açık kalan yatak odasına göz attı; bütün eski dökümanlar kaldırılmış, hatıralar tekrar anılıncaya kadar geçmişin karanlığına gömülmüşlerdi. Yatak toplanmış, pencereler açılmıştı; perde hafif esintiyle nazlanarak dansediyor, odaya mis gibi çiçek kokuları doluyordu.
------
Meloş, "saat ona geliyor, ne zaman okuyacağız Hayat? Hadi, başlayalım." dedi esneyerek. "Uykum geldi, hadi."
Hayat, bir koşu mutfağa gidip iki kahve fincanıyla salona döndü. "şimdi uykun açılır. Dur, defteri getireyim."
Yanyana oturup kaldıkları yerden okumaya devam ettiler.

"En sevdiğiniz renk ne?"
"Mavi" dedi Hayat, "favori rengim."

Merhaba. Bükreş'te akşam. Hiç buralara yolunuz düştü mü? Gelmediyseniz muhakkak gelin; çok seversiniz.
Bakayım, ne yazmışım en son? Ah, en sevdiğiniz rengi sormuşum. Ben en çok maviyi severim. Kendime çok yakıştırıyorum; hem fiziğime, hem ruhuma. Araştırdım; mavi kendine güven, gerçekçilik, akıl, inanç, bilgelik ve sadakat anlamına gelirmiş. Bu rengi sevenler derin düşünen ve hisseden, dengeli insanlarmış ama üzüldükleri zaman çok acı çekerler ve depresyona girerlermiş. Bunca sevgi ve güven yoksunluğuna rağmen psikolojim bozulmadan ayakta kaldığıma, okuyup meslek sahibi olduğuma göre, her düşüşümde tekrar ayağa kalkıp aldığım derslerle yoluma devam ettiğime göre ben maviyim. Hiç mi üzülmedim? Çok! Öyle acılar çektim, öyle kavruldum ki! Öyle yandı ki içim! Ama ben ne yaptım sevgili ruh ikizim;evet, günlerce hatta haftalarca eve kapandım, kabuğuma çekilip yüreğimin ateşiyle yandım, dumanıyla tütsülendim, nefessiz kaldım ama sonunda kalkıp pencereyi ardına kadar açacak gücü ve güveni kendimde bulabildim, derin derin soluklandım, taze havayla ruhumu yıkadım, arındırdım. En güzel giysimi giydim, saçlarımı dalga dalga taradım, mis gibi kokular sürdüm, aynanın karşısına geçip kendimden bir makas alıp 'Larisa' dedim, 'bu hayat senin ve seni senden başkası yaşayamaz. Haydi güzelim, kendine güven, dik dur ama acıtmadan, yumuşacık.' Tazelendim. Yüzüme renk geldi, ruhuma ferahlık, aklıma dinginlik, dudaklarıma gülücük geldi. İçim coştu; hem mutlu hem de umut dolu, koşar adımlarla merdivenlerden inip hayata karıştım. Evet, kesinlikle ben maviyim. BEN, MAVİYİM. BEN, MAVİYİM.
Sevgili ruh ikizim, bu durumda siz de mavisiniz; ne güzel. Zaten o yaşlı kadın da Ayşe'ye demiş ya 'onlar mavi kadınlar' diye.
Tüm mavi kadınlar için kadeh kaldırmaya gidiyorum. Şerefe!

Hayat, kahve fincanını kaldırarak "şerefe canım" diye seslendi tavana doğru, "tüm mavi kadınların şerefine!"
Meliha, gözlerini devirerek arkadaşına baktıktan sonra "benim rengim ne acaba" diye sordu, "hı, ne dersin Hayat?"
"Hımmm... Seeenn, olsan olsan, düşünüyorum... Buldum! Magenta!"
"O ne be?! Bunca güzelim rengin arasından bula bula bunu mu buldun?! Bana yakıştırdığın bu mudur yani?"
"Nesini beğenmedin? Çok da güzel bir renktir üstelik. Hem anlamını biliyor musun ki?"
"Yok canım, nereden bileceğim? Nerede benim telefonum? Bakmazsam çatlarım. Hah, buldum. Bak, ne diyor; magenta moda ve sanatı ifade eder. Cüretkar, canlı ve esprilidir. Aynı zamanda en üst düzeyde evrensel aşkı temsil eder. Merhameti, nezaketi teşvik eder. E, iyiymiş, sevdim. Aldım, kabul ettim."
"Ya, gördün mü bak, bir de beğenmiyordun. Haydi, okumaya devam edelim."

Yine ben; zaten başka kim olacaktı ki?
Şu anda hem sinirden, hem de endişeden tir tir titriyorum ruh ikizim. Bu sabah dedim ki kendime 'kalk Larisa, bir kaç gün sonra turneye çıkacaksın, gerekli ufak tefek şeyleri al, hazır olsun.' Önce kahve içip kendime geleyim diye köşedeki kafeye gittim. Aradan beş dakika geçmeden O geldi. Sormadan etmeden sandalyeyi çekip oturdu. Ne günaydın, ne merhaba. "Ne yapıyorsun burada?" dedi hesap sorar gibi. "Ne görüyorsan onu yapıyorum" dedim terslenerek. Bir süre sustu, sonra "sonra?" dedi. Sana ne diyemedim. Alışveriş dedim. "İyi, beraber yaparız."
Ne demek beraber yaparız?! Hiç değilse bir sor, ben de sana eşlik edebilir miyim de! Sen benim neyimsin be adam?! Babam mı, kocam mı, abim mi, neyimsin?! Hoş, onlardan biri olsan bile senin ne haddine, saygısız!
"Hayır!"
"Hayır mı!"
"Evet! Hayır!"
Fincanın altına para bırakıp çantamı kaptığım gibi kalktım gittim. Söyler misin, elin adamına 'don alıcam, regl zamanım, pet alıcam' diye nasıl derim ve zaten neden diyeyim. A, yeter artık!

Bu erkeklerin nesi var Allah aşkına ruh ikizim? Neden böyleler? Neden hep tahakküm etmek zorunda hissediyorlar kendilerini? Ayrıca sen kimsin be adam, sen kimsin?!

"Ay, midem taş kesildi sinirden. Kimmiş bu öküz?" Meloş'un çay bardağını tutan eli titremeye başladı. "Bulmuş kimsiz, kimsesiz kızı... Hadsiz! Oğlum, sen benim elime düşecektin de bak, ah, sen benim elime düşec/ Sahi, kimmiş bu hödük?"
"Bilmem, yazmamış ama benim bir tahminim var; rüyamda gördüğüm 'dağları ben yarattım' modunda yaşayan adam var ya, o galiba; Stefan mı, ne."
"Anlarız birazdan. Hadi, hadi, okumaya devam."

Bu kadarla kalsa iyi. Eve geldiğimde önce farketmedim; dinlenirken raftaki bebeklerime bir baktım; porselen kadın biblo duruyor ama bir ayıcık yan yatmış, diğer ayıcıkla kurbağa yok! O anda nefesim kesildi, sanki biri boğazımı sıktı, sıktı, sıktı Yerimden nasıl fırladığımı bilmiyorum. Onlar benim uğurum! Onlar benim bir yıllık düzenim! Onlar benim... Hayır, hayır ruh ikizim, delirmedim; lütfen öyle düşünme. Onlar benim dayanağım, motivasyonum, saçma da olsa inancım; aslında onlar benim yalnızlığım, yapayalnızlığım, zavallılığım. Ne kadar yalnızım bu kalabalık içinde. Ne kadar güçsüzüm, acizim değil mi? Ne kadar ezik büzük, ne kadar sinik, ne kadar küçücüğüm, küçültülmüşüm değil mi?
Hayır! Hayır! Değilim! Ben kendi ayakları üzerinde durabilen, genç ve başarılı bir kadınım! Onca sevgisizliğe, güvensizliğe, kayboluşa rağmen ben, ben olmasını bilen, kendini çok iyi tanıyan bilinçli, aklı başında, her yükün altından tek başına kalkmasını bilen, güçlü, azimli, kararlı bir kadınım! Beni korkutamazsın Stefan! Beni yıldıramazsın! Yeter artık, yeter!

"A, bak, doğru tahmin etmişim."
"Evet de kim bu Stefan? Kimin nesi, Larisa'nın neyi oluyor? Neden horozlanıyor kızcağıza? Manyak mıdır, nedir? Hem bu bebekler de neyin nesi? Hayat, sen anladın mı bir şey?"
"Ayşegül anlattı ya, kızın ritüelleri varmış. Her yaşgününde bebeklerini bir yıllığına değiştirirmiş filan. Sen nasıl atladın bunu?"
"Bilmem ki... Mutfaktaydım herhalde. E, neymiş?"
"Yatağının karşısında bir raf varmış. Her yaşgününde hediyelerinden bebek, biblo gibi olanları birbirlerine bağlayıp bir yıl hiç ellememecesine rafa koyarmış. Onlara bir şey olursa, düşerse filan, kötü bir şey olacağına inanırmış."
"Allah Allah! Bu Larisa da amma acayipmiş ha!"
"Öyle deme Meloş, kızcağızın kendince icat ettiği güven ya da dayanak noktası işte. Baksana, ritüeli olmuş. Canım benim, ah, güzel kızım."
" Hayat, farkında mısın bilmem ama, Larisa artık yok, öldü. Olanla ölene çare yok arkadaşım. Bu kadar kaptırma kendini ya!"
"Nasıl kaptırmam ya hu, nasıl?! Kız, ruh ikizimmiş, baksana! Hem sen demiyor muydun bana, 'bunlar mucizevi şeyler' diye. Şimdi kalkmış kaptırma diyorsun!"
"Haklısın haklı olmasına da, benim aklıma bir şey takıldı Hayat. Bu adam, kızın evine nasıl girip çıkabiliyor? Sevgilisi filan değil, değil mi?"
"Ne bileyim ben ayol?! Öğreniriz elbet. Hadi, okumaya devam edelim."

Bunu Stefan yaptı, biliyorum. Kızdı, istediğini yapmadım diye sinirlendi ve beni en hassas yerimden vurmaya kalktı! Seni iki yüzlü, kalleş seni! Sen ne kötü bir adammışsın, ruhun ne kadar kirliymiş meğer! Ah, bunu bana yapmayacaktın Stefan, bunu bana yapmayacaktın!
Bebeklerim kendiliğinden düşmediğine göre olumsuz, kötü bir şey olmaz değil mi ruh ikizim? Stefan attı onları yere, hırsını onlardan çıkardı; olan bu, değil mi? Yani endişelenecek, korkacak bir şey yok, değil mi?

Stefan da kim? Nereden ve neden musallat oldu bana? Deli mi, divane mi? Neden defetmiyorum başımdan? Yoksa edemiyor muyum? Bu iç dökmelerim eline geçtiyse, okuyorsan şimdi bunca soruya cevap bekliyorsun, değil mi? Anlatacağım; hepsini, her şeyi anlatacağım.

Daha önce de yazdığım gibi yetimhaneye bir yaşımda bırakılmışım. Aklım ermeye başlayana kadar başka bir yer, başka insanlar görmediğim için hayat böyle bir şey sandım hep. Aile kavramı; anne, baba, kardeş, akraba nedir, eş, dost, arkadaşlık nasıldır bilmeden yaşadım. Bir çok çocuk vardı, evet ama, hepsi aşağı yukarı aynı yaş gurubundaydı; yani benim gibiydiler. Daha büyük çocuklarla biraraya getirilmezdik. Günlük ihtiyaç ve bakımımızla ilgilenen ablalar, teyzeler vardı; hepsi o. Tam hatırlayamıyorum ama galiba dört veya beş yaşlarımdayken bir üst yaş gurubunda olanlarla beraber oyun, öğreti gibi aktivitelerde beraber olmaya başladık. Onlardan her biri, bizden biriyle daha yakından ilgilenecek, sorumluluk almak gibi değil de ablalık, abilik yaparak hayata hazırlanmamızda yardımcı olacaktı. Beni dokuz yaşında bir oğlan seçmişti; Stefan. İşte Stefan'ı böyle tanıdım; yetimhanede, yetim çocuk olarak.
O yaştaki çocuk, kendisi hazır mı ki sizi hayata hazırlasın diyorsun, değil mi?Ama onlara da yardım eden bir üst gurup vardı; yetimhaneden ayrılmaları yakın olan ergen gençler. İyi bir sistem aslında. Neyse, dönelim bana ve Stefan'a.
Stefan, bu abilik işini fazla ciddiye aldı; her şeyime karışmaya başladı, yaptığım resimlere bile. Başta hoşuma giden, içimde sevgi denilen o harika duyguyu uyandıran, verdiği güvenle kendimi daha güçlü ve özgüvenli hissetmeme neden olan ilgi, yıllar geçtikçe beni önce sıkmaya, sonra da boğmaya başladı. Hayır, hayır! Nankörlük değil bu, asla! Evet, O'ndan çok şey öğrendim; evet, bana çok yardımcı oldu; asla inkar edemem. Minnettarım ama.... Evet, işte, aması var.
Stefan'ı tanıdığımdan bu güne kadar şöyle, yürekten güldüğünü hiç görmedim; en fazla gülümserdi. Hep ciddiydi; sözleri ciddi, gözleri ciddi, duruşu ciddi. Ama ben bir çocuktum; gülmek, koşmak, hoplayıp zıplamak, oyunlar oynamak istiyordum.
Stefan, ruhumu kararttı.

Bir adam vardı; yetimhaneye arada sırada gelir, bana uzaktan bakar, sonra idaredekilerle konuşur, giderken de gözlerimin içine bakarak önümden geçer ama yanıma hiç gelmezdi. Küçüktüm, umurumda da değildi çünkü arada bizi ziyarete gelen teyzeler, amcalar olurdu; herhalde onlardan biri olduğunu bilinçaltımda kabullenmiş olmalıyım. Oysa, benim için geliyormuş, sadece benim için!
Benim için geliyor ama hiç iletişime geçmiyor! Geçmiyor mu, geçemiyor mu? Neden?Nedenini yıllar, yıllar sonra öğrendiğimde...

O adamı, bana abilik yapmaya başladıktan sonra Stefan'la beraber oturup ciddi ciddi bir şeyler konuşurlarken görmeye başladım. Bir gün kim olduğunu sorduğumda Stefan, önce gözlerimin içine uzun uzun baktı ve 'zamanı gelince öğreneceksin' dedi, 'şimdi değil.'
Öğrendim. Zamanı gelmişti, yıllarca gecikmeli olarak.

Bir gün adam, elinde kocaman bir paketle gelip doğruca müdür teyzenin odasına girdi. Beş, on dakika sonra çıktı, bana baktı. Bu sefer bakışlarında sanki bir farklılık vardı; sevgi mi, şefkat mi, acıma mı anlayamadım ama her zamanki gibi değildi. Şaşırmıştım. Biraz sonra da Stefan müdürün odasına girdi, sonra adamın getirdiği paketle dışarı çıktı.
'Gel' dedi, 'gidiyoruz.' Şaşkınlıktan neredeyse küçük dilimi yutacaktım. 'Nereye?' diye kekeledim, 'Olmaz! Yasak!' Elimi tutup beni yerimden kaldırdı. 'Mutfağa.'
'Mutfağa mı? Ama ben tombik teyzeye yardım edecek kadar büyümedim ki daha. Ne yapacağım? Patates mi soyacağım? Gitmeyelim Stefan, elimi keserim.'
'Saçmalama! Patates filan soymayacaksın.' Elimi bırakıp omuzlarımdan tuttu. 'Bugün ne, biliyor musun?'
'Salı, çarşamba?'
'Hayır küçüğüm, bugün kutlama günü.'
'Kutlama mı? Ah, bilmiyor musun, burada kutlama yasak. Bize çok kızarlar Stefan, cezalandırılırız.'
'Hiç bir şey olmaz. Senin için özel izin çıkarttım' dedi böbürlenerek. 'Haydi, sallanma, yürü!'
O andaki duygularımı nasıl anlatabilirim, kelimeler yeter mi, bilmiyorum ruh ikizim. Hem avaz avaz ağlamak istiyordum, hem katılırcasına kahkahalar atmak. Hem çok korkuyordum, hem mutluluktan deliriyordum. Hem ne kutlayacaktık? Hiç bilmiyordum; umurumda da değildi. Stefan benim için özel izin almıştı ki, bu muazzam bir şeydi. Minnet doluydum. O sevinçle boynuna sarılıp yanağından öptüm. Yüzü bir anda kıpkırmızı oldu. 'Ben de seni öpeceğim ama şimdi değil' dedi. 'Haydi, gidelim.'
Kocaman mutfağa girince ciğerlerim yemek kokularıyla doldu. Nemli ve pek de aydınlık olmayan mutfağın bir tarafında büyük yetim kızlar patates, soğan, sebze doğruyorlardı. Tombik teyze ocağın başında kocaman kazanlarda bir şeyler haşlıyordu; galiba makarnaydı; menümüzün vazgeçilmezi. Büyük yetim iki erkek çöpleri çıkartırlarken Stefan'a ters ters baktılar. İki kadın daha vardı ama onları ilk defa
görüyordum. Tombik teyze dönüp bize baktı, Stefan'a gözüyle mutfağın ta öteki ucundaki bir yeri işaret ettikten sonra işine geri döndü. Şaşkınlığım yavaş yavaş hayal kırıklığına dönüyordu. Stefan elimden tutup beni gösterilen yere doğru götürdü. Bu arada sebze doğrayan kızlar aralarında fısırdaşmaya başlamışlardı. Tombik teyze kızlara 'bu günlük bu kadar yeter. Gidin' dedi. Kızlar bir bize, bir teyzeye bakıp gönülsüzce mutfak kapısından bahçeye çıktılar. Sonra 'tamam' diye seslendi bize doğru.
Bu nasıl bir kutlamaydı? Nemli, loş bir mutfağın köşesinde, yemek kokuları arasında kutlama mı olurdu? Hem kutlama nasıl olurdu ki? Ben hiç görmemiştim ki! Ama böyle olmayacağını da tahmin edebiliyordum.
Küçük tahta bir masa ve dört tahta sandalye. Oturduk. Stefan, 'Larisa' dedi, 'bugün senin için o kadar önemli ki, ömrün boyunca unutmayacağından eminim. Bak canım, bugün senin yedinci yaşgünün.'
Kalakalmıştım. 'Öyle mi' diye kekeledim. Şimdiye kadar hiç kutlamamıştık; yaşgünümün ne zaman olduğunu bile bilmiyordum. 'Ben bugün mü doğmuşum?'
'Evet ama istersen önce yaşgünü pastanı yiyelim, sonra sana anlatacaklarımız var.'
'Tamam.'
O sırada iki kadın gülümseyerek yanımıza geldiler. 'Biz de katılabilir miyiz?'
'Tabii, buyurun.'
Onlar otururlarken tombik teyze üstünde tek mum yanan minik bir pasta tabağını getirip masaya koydu. 'Haydi bakalım Larisa, şimdi mumu üfle.'
Heyecandan kalbim duracak gibiydi. Kadınlara, Stefan'a baktım, gözleri bendeydi. Kimse dilek tut filan demedi. Ben de bir solukta mumu söndürdüm. İki kadın usulca alkışladılar. Pasta servisi yapılırken Stefan, 'ben de seni öpeceğim demiştim, değil mi' dedi, eğilip yanağımdan öptü. 'Yaşgünün kutlu olsun.' Sonra adamın getirdiği paketi bana uzatıp 'bu da yaşgünü hediyen' dedi, 'aç bakalım, neymiş görelim.'
'A, bunu o amca getirdi, gördüm.'
'Evet' dedi kadınlardan biri. 'Bu çok özel bir hediye, çok özel .'
Neden özel olduğunu anlamamıştım. Teşekkür ederek paketi heyecanla açtım. İçinden neredeyse benim kadar pembe peluş bir ayı çıktı. O kadar sevinmiştim ki, bağrıma sımsıkı sarıp öptüm de öptüm ayıcığı. İşte benim oyuncak ayılara tutkum o gün başladı.

"Ah, canım benim. Peki, o iki kadın kimmiş? Yazıyor mu?"
"Herhalde yazıyordur" diye Meloş'u yanıtladı Hayat. "Sana zahmet pastaneyi arasana Meloş, biz de ekler yiyerek katılalım kutlamaya."
"Allah Allah! İyice acayipleştiğinin farkında mısın acaba? Neyse... İki adımlık yer, ben gider alırım. Sen de bir zahmet çay yapıver."
"Ay, tamam."

Ekleri koca bir yudum çayla yuttuktan sonra "hadi be Hayat, kalanını da sonra yersin. Okumaya devam et!" diye çıkışan Meloş'un eli yine tabağa uzanmıştı.
"Senden kalırsa."
Pasta yerken 'biliyor musunuz teyzeler, bu benim ilk yaşgünü kutlamam, ilk pastam, ilk hediyem' dedim.
'Yanılıyorsun' dedi kadınlardan biri; 'daha önce de kutladın, bu ikinci.'
'Hayır, hayır! Bu ilk.'
Kadın, çantasından bir şey çıkardı. Elleri zangır zangır titriyordu. 'Bak' dedi, 'bu ilk yaşgününde çekilen fotoğraf.'
O anda dünya durdu, beynim dondu, soluğum kesildi ama kalbim çılgınlar gibi koşuyordu; dörtnala, gözü bir şey görmeden, deli gibi... Fotoğrafa bakmaya korkuyordum ruh ikizim, çok korkuyordum; başım döndü, kalbim durdu sanki. Neden mi?
Ablalarla, abilerle beraber olmaya başladıktan, birbirimize iyice alıştıktan bir süre sonra bir gün bizi bir otobüse bindirip hiç indirmeden gezdirdiler. Biz küçükler camlara yapışmış, şaşkın şaşkın dışarıya bakıyorduk. O sırada kaldırımda giden bir çocuk bir kadına 'anne, anne' diye bağırdı. Ben kadının ismi zannettim. Kadın da 'bugün beni çok üzdün. Bu yaramazlıklarının hepsini akşam babana anlatacağım, haberin olsun' diye çocuğa kızdı. Ne olduğunu anlamamıştım, dönüp Stefan'a baktım. Gözlerinden hüzün akıyordu.
Yetimhaneye döndüğümüzde anne, baba kimdir, aile nedir; hepsini anlattı. 'Peki, bizimkiler nerede?' diye sorunca da gözlerini kaçırarak 'bizim yok' dedi, 'yok işte! Yok!
Yok! Yok! Bir daha da sorma!' Hızla kalkıp gitti.
Peki, neredeydiler? Biz neden buradaydık? Burası ev değil miydi? Biz, hepimiz kimdik?

Kim olduğumu anlayacağım için çok korktum, ruh ikizim. Bunun için çok küçüktüm. O fotoğrafta belki annemi... hatta babamı.... Heyecandan ölmek üzereydim. Kadının titreyerek uzattığı fotoğrafı alırken gözlerimi sımsıkı yumdum. Stefan, emreder gibi, 'hadi, baksana' dedi. Baktım ruh ikizim; baktım ve sonra gözyaşlarımdan baktığımı göremez oldum. Yazdıklarım sana ulaştıysa o fotoğraf da sendedir. Şimdi, lütfen çocuk ol, ben ol ve bak, iyice bak. O minik kıza bak, ne hissediyorsun? Yanındaki kadına bak; anne o, annem, benim annem! Adam, babam! Küçücük bir çocuksun ve onları ilk defa görüyorsun! Tanımadığın bir kadının çantasından çıkan bir fotoğraftan anneni, babanı tanıyorsun, onlarla tanışıyorsun. Ne hissediyorsun ruh ikizim, Allah aşkına söyle, ne hissediyorsun?!
Ağlamak istiyorum; bağıra bağıra ağlamak istiyorum.
İzninle.

İki kadından da ses çıkmıyordu. İkisinin de gözyaşları yüzlerinden göğüslerine akarken öylece oturup kaldılar. Bir süre sonra Meloş, sehpadan kağıt mendili alırken kırık dökük bir sesle "hadi" dedi, "getir".
"Yok, olmaz, yapamayacağım. Ne kadar empati yapmaya çalışsam da mümkün değil zaten. Yapamam. Yapamam. Hem... Meloş... Biliyorsun..." Hayat artık hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Arkadaşına sarılan Meloş, "biliyorum canım, biliyorum" diye mırıldandı; "acılarının yıllardır içinde nasıl çöreklendiğini çok iyi biliyorum. Hepsini arkanda bırakıp hayatına nasıl bir özgüvenle, inançla ve her şeye rağmen sevgiyle devam ettiğini de biliyorum. Senin ne kadar güçlü bir kadın olduğunu da biliyorum ama bir de neyi biliyorum, biliyor musun; artık senin de geçmişten kurtulup rahatlamanın, arınmanın, hafiflemenin zamanının geldiğini biliyorum. Kırıldığın, üzüldüğün hatta kahrolduğun, arkanda bıraktığını sandığın tüm yaşanmışlıklarını içinden atamadın canım arkadaşım, aklından silemedin. Şu son yaşananların, yani Larisa'yla olan bağlantının sadece Larisa için değil senin için de olduğunu biliyorum." Hayat'ın hıçkırıkları iç çekmeye dönene kadar öyle kaldılar.
"Haydi, fotoğrafı getir de bakalım, minik Larisa'yı anlamaya çalışalım."

Güzel bir kadın; dalgalı saçları omuzlarına dökülmüş, yüreğiyle gülümseyen, gözlerinden sevgi fışkıran, mutlu ve güzel bir kadın. Miniminnacık yavrusuna şefkatle sarılmış, pastadaki muma çok yaklaşmasın diye kızını göğsünden kavramış ışık saçan bir anne.
Diğer tarafta oldukça yakışıklı, keskin hatlı, hafif gamzeleri olan ve objektife gururlu bir ifadeyle bakan genç bir adam. Bir koluyla karısına ve kızına sarılan, diğer eliyle güzel kızınn lüle lüle yüzüne düşen saçlarını kaldıran bir baba. İkisinin arasında kendisiyle ilgili özel ve güzel bir şeyler olduğunun farkında, coşkulu, neşe saçan, sevinçle el çırpan tatlı, tombik, çok güzel bir bebek. Üçünün de ağızları büzülmüş, mumu üflerken, ne kadar özel ve önemli olacağı bilinmeden çekilmiş bir fotoğraf.
"Düşünsene, yirmidört saat geçmeden öldüler. Allah'ım! Çok acı, çok!'
Hayat, gözlerini fotoğraftan alamıyordu. "Ve küçücükken hayatın ne kadar acımasız, büyümenin ne kadar sancılı ve zor olduğuyla bir anda yüzleşen bir çocuk. Ah yavrum, ah güzel kızım. Yedi yaş nedir ki?!"

Beni birazcık da olsa anlayabildin mi sevgili ruh ikizim?
Biraz önce ne düşündüm ve inan, tüm kalbimle ne istedim, biliyor musun? Keşke yanında olabilseydim, bu iç dökmelerimi senin göğsüne yaslanıp anlatabilseydim, sen saçlarımı okşayıp beni teselli etseydin, gözyaşlarımı silseydin; çok istedim ruh ikizim, inan ki çok istedim. Şefkate, ilgiye, gerçek sevgiye o kadar açım ki! Ama yoksun... Belki gerçekte de yoksun. Olsun, yine de iyi ki varsın. Seni seviyorum ruh ikizim, seni gerçekten çok seviyorum.
Deliriyor muyum?
Delilik buysa, ben varım.

Fotoğrafta bir şey dikkatini çekti mi? İlk bakışta anlaşılmıyor ama annemin yanındaki boşluktan arkaya bakarsan büfeye dayanmış kocaman bir şey göreceksin.

"A, ver bakayım. A a! Hayat, gördün mü? Pembe ayı! Pembe peluş ayı!"
Fotoğrafa bakan Hayat, "gerçekten de o ayı! Ah, onca sene saklamışlar. O adam getirmişti, değil mi? Kim acaba? Kadın da fotoğrafı verdi. Allah Allah! Kimin nesi bunlar?" dedi hayretle. Belki yazmıştır; okuyalım.

Evet, benim pembe peluş ayım. Annemle babamın ilk yaşgünü hediyesi olan pembe peluş ayı. Amcanın getirdiği paketten çıkan yaşgünü hediyesi. O teyzenin dediği gibi çok özel bir hediye.
Ah Stefan, ah! Aklıma geldikçe deliriyorum! Bu Stefan var ya ruh ikizim, annemden babamdan kalan tek şeyi, oyuncak ayımı yok etti! Bunu insan düşmanına yapmaz! Vicdanı elvermez! Şeytan yapmaz bunu! Küfür edesim var ama edemem; sana ayıp olur. Ne dersin ruh ikizim, bu Stefan'ın günahlarını Tanrı'm affeder mi? Umarım etmez.
"Yine mi Stefan?!" diye bağıran Meloş sinirle yerinden fırladı. "Ne istiyorsun oğlum sen bu kızdan?! Deli misin, divane misin be adam! Hayat, ben buna fena halde gıcık olmaya başladım, ha!"
"Ben de ama anlayamadığım, oyuncakla alıp veremediği ne?"
"Oyuncakla değil ki, Larisa'yla derdi. Gencecik göçtü gitti kızcağız, hadi bakalım, şimdi kiminle uğraşacaksın Stefan efendi? Ha?! Şimdi kumda oyna da nazik yerine çöp batmasın!"
"Batsın! Niye batmasınmış! Hem de çöp değil kazıkların en büyüğü batsın! Meloş, telefonun çalıyor."
"Telefon mu? Aman, yine kim, kimbilir."
"Açarsan sen bileceksin. Hadi aç, önemli olabilir."

Meliha telefonu açıp daha alo demeden karşı taraf konuşmaya, o konuştukça Meliha çığlık atmaya, dövünmeye başladı. "Hemen geliyorum" diyerek telefonu kapatıp çantasını kaptı.
"Ne oluyor Meloş? Kimdi arayan?"
"Komşu. Hektor'un havlamasına çıkıp bir bakmışlar ki, Metin boylu boyunca yerde yatıyor. Hemen ambulans çağırmışlar. Ben hastaneye gidiyorum."
Hayat, arkadaşını yolcularken "çok geçmiş olsun Meliha. Ben de geleyim mi?" diye sordu ama arkadaşı kapıdan çıkmıştı bile. "Beni habersiz bırakma." diye arkasından seslendi, sesini duyurabildiğinden hiç de emin değildi. Bir süre salonun ortasında dikilip durduktan sonra kararlı adımlarla telefonunu aldı.
"Alo. Ayşegülcüğüm, merhaba..... Kusura bakma rahatsız ettim.... Yo, hayır, daha hepsini okuyamadım. Bir şey soracaktım da... Sende Larisa'nın son fotoğraflarından var mı?.... Ah, sahi mi? Rica etsem, getirebilir misin? Çok, çok teşekkür ederim. Tabii, tabii ödünç. Hadi, bekliyorum canım."

Hayat, üstüne başına çekidüzen verdikten sonra bahçeye çıktı. Larisa olayı başladığından beri ne çiçeklerini sulamak gelmişti aklına ne de Cicoz. Etrafına bakındı, kedisi ortalıkta yoktu. Bahçeyi suladı, yabani otları kopardı. Kendini daha iyi hissetmeye başlamıştı. Bir de kedisi gelseydi...
"Merhaba komşum. Günlerdir yoksunuz ortalıkta. Vallahi merak ettim. Bugün de sizi görmeseydim benim oğlanı gönderecektim. Hayırdır? İyi misiniz?
Ah, meraklı komşu! "İyiyim" diye seslendi Hayat. "İyiyim, sağolun."
"Göremeyince acaba hasta mısınız diye endişelendim."
"Okurken de, yazarken de ben hep böyle eve kapanırım." der demez 'Hay, senin dilini eşek arısı soksun, Hayat!' diye söylendi kendine, 'ne yaptın sen?!'
Komşusu çığlık atarcasına "ay, siz yazar mısınız?" diye ciyakladı. "Ne güzel, ne heyecanlı! Hüseyin!" diye seslendi içeriye doğru, "duydun mu? Komşumuz bir yazarmış! Ne yazıyorsunuz komşum?"
"E, şey, roman. Acaba benim kediyi gördünüz mü?"
"Merak etmeyin, bizde, bizde."
"Sizde mi?!" Hayat, sinirden sesinin titremesine engel olamadı. Ne işi vardı Cicoz'unun elalemin evinde? Çok kızmıştı, çok!
"Biz de ya. Bizim kediyle iyi anlaştılar. Adı Pisi Miyav ama biz kısaca Pisi diyoruz teyzesi. Beraber oynuyorlar, sarılıp uyuyorlar filan. Bir görseniz, öyle tatlılar ki!"
Zilin sesiyle derin bir nefes alan Hayat, "kapı çaldı. İyi günler" diyerek içeri girerken ateş saçıyordu. "Nankör Cicoz! Ben sana gününü gösteririm, hele bir gel de bak, elalemin evinde keyif çatmalar neymiş, görürsün sen!"

Ayşegül, yine elinde bir zarfla gelmişti. Salona geçip oturana kadar endişeli gözlerle Hayat'ı takip ettikten sonra "Hayat hanım, iyi misiniz?" diye sordu.
"Değilim Ayşegülcüğüm, hiç iyi değilim! Benim Cicoz var ya, benim Cicoz; komşu eve postu sermiş! Onlarda takılıyormuş! Orada arkadaşı varmış. Adı da Pisi Miyav! Pisi Miyav diye kedi adı mı olurmuş! Hayvana bir sesleneceksin, mahallede ne kadar kedi varsa toplaşıp gelecekler! Vizyonsuzlar!"
Ayşegül, kahkahalarını daha fazla tutamadı. "Ay, Hayat hanımcığım, ben de bir şey oldu sandım. Kedi bu; gider, gelir."
"Gidemez efendim, gidemez! O kedi değil ki; benim can yoldaşım, dert ortağım, ev arkadaşım. Namussuz, sattı beni!"
"Kızmayın hayvancağıza; ilginiz son günlerde ister istemez azalınca, o da ne yapsın, arkadaş bulmuş kendine işte."
"Diyorsun. Haklı mı yani? Aslında doğru diyorsun, düşününce ben de hak verdim vallahi. En azından güvende olduğunu biliyorum, değil mi? Neyse, bakalım mı fotoğraflara? Heyecanlandım."
Kanepede kafa kafaya verip Larisa'nın içinde olduğu tüm fotoğraflara bakarlarken bir yandan da Ayşegül, tanıdığı yüzleri göstererek açıklamalar yapıyordu. Hayat, "Stefan denilen adam yok mu bu fotoğraflarda?" diye sorunca "yok, meymenetsiz" diye yanıtladı Ayşegül.
"Ama kızcağızın hayatının hep içindeyken, her şeyine karışırken nasıl olmaz?"
"Değil mi? Ben de sonradan farkettim Hayat hanım. Adam sinsi, içten pazarlıklı. Art niyetli olduğu için ileride başına iş açılmasın diyedir belki de. Vardır öyle insanlar."
Hayat, irkilerek "nasıl yani?" diye sordu. Polisiyeci merakı fena halde kabarmaya başlamıştı. "Yoksa?... Yoksa?... Ayşegül, Larisa nasıl öldü? Anlatmadın?"
Derin, dertli bir iç çekişle "onu kendisi anlatsın" derken genç kadının gözleri yine doluverdi; "onu kendi anlatsın, Hayat hanım." Hayat, bir an ne diyeceğini bilemeden şaşkın şaşkın Ayşegül'e baktıktan sonra yanına yaklaşıp koluyla sardı. "Canım, ne oldu? Aman Allah'ım! Yoksa o herif mi bir şey yaptı kıza?!" Ayşegül, bir an Hayat'a iyice sokulup hıçkıra hıçkıra ağlamak, anıların acılarını çağlayan gibi akıtmak istedi ama kendini tutmasını bildi. "Öyle üzgünüm ki" dedi kendini çekerken, "özür dilerim, anlatamam."
"Peki canım, tamam, anlatma ama sen biraz önce 'Larisa nasıl öldü' dediğimde gerçekten 'kendi anlatsın' mı dedin, ben mi yanlış anladım? Ölü, nasıl öldüğünü nasıl anlatır, Ayşegülcüğüm?"
Ayşegül, Hayat'ın ellerini tutup yaşlı gözlerle gözlerine baktı, baktı, baktı. Hayat'ın kalbi yine küt küt atmaya, heyecandan ve endişeden üstüste yutkunmaya başlamıştı. Neden sonra Ayşegül, "size" dedi "iki emanetim daha var ama zamanı geldiğinde vermem gereken iki emanet; şimdi zamanı değil. Mavi kağıtları bitirdiğiniz zaman lütfen beni arayın." Derin bir iç çekişle sözünü bitirip ayağa kalktı. "fotoğraf seçtiniz mi?"
Hayat iyice afallamıştı. "Fotoğraf mı?" diye sordu, "A, evet; iki tane alsam olur mu?"

Ayşegül gittikten sonra kanepeye çöküp kalan Hayat, hala bir ölünün kendi ölümünü nasıl anlatabileceğini düşünüp dururken bir yandan da iki emanetin ne olduğu hakkında kendince varsayımlarda bulunuyor ama bir türlü işin içinden çıkamıyordu.

Larisa'nın iki fotoğrafını almıştı; biri fuayeye asılması için çekilen portre, diğeriyse oyundaki sarı peruğu ve harika kostümüyle olandı; bunlar son fotoğraflarıydı. İkisini de karşısına koydu, uzun uzun baktı. İkisinde de çok güzeldi. İkisinde de gülümsüyordu ama ikisinin arasında o kadar büyük bir fark vardı ki, görebilene. Birinde gözleri ışık saçıyordu, diğerindeyse hüzün dolu bakıyordu; kendi gibi, olduğu gibi, içi gibi; kırgın, üzgün ve biraz da kızgın. Hayata kırgın, kaderine üzgün, 'neden'lerine cevap alamadığına kızgın.
'Senin nedenlerin o kadar çok ki, o kadar haklısın ki güzel kızım' diye düşündü,
'ama hangimiz hepsine yanıt alabiliyoruz ki? Kader deyip geçiyoruz boşlukta kalmamak ya da delirmemek için, kader! Götü boklu kader! Kimilerine ballı kavun bostanları bahşederken kimilerinden de bir keleği esirgeyen kader; adaletsiz kader! Bir de, herkes kendi kaderini kendi yazar diyor bazıları; hiç de öyle değil! Bunu söyleyenlerin hayatlarında her şey dörtdörtlük, her işleri tıkırında besbelli. Kaderine giden yolu seçebilirsin ancak, sonucu değiştiremezsin. Bence öyle.'

Kader deyince aklına Metin geldi. Hemen Meliha'yı aradı; Metin'in ayak bileği kırılmıştı ve alçıya alınıyordu. Sonra eve geçeceklerdi. Neyse ki çok önemli bir durum yoktu, çok şükür. Meliha, 'zorunlu bensizlik yaşayacaksın cicim ama her gün arayacağım, haberin olsun; benden kurtulamazsın' demişti yorgun yorgun kıkırdayarak. Telefonu kapatmadan 'bana bak, şimdi, hemen markete gidiyorsun ya da sipariş veriyorsun Hayat hanım! Bir de seninle uğraşmayayım! Tamam mı!' diye ültimatomunu da vermekten geri kalmamıştı. Tamamdı, haklıydı, olurdu; oldurdu. Oldurdu oldurmasına ama hiç yemek yapası yoktu.
"Yazar teyzeee! Yazar teyze! Biz geldiiik!" Komşunun oğlu hem bağırıyor hem de bahçe kapısına ayağıyla vurup duruyordu. Hayat, "ah, olamaz'" diye inleyerek yerinden kalktı. Bir kolunun altında Cicoz'u, diğer koluyla da büyük bir saklama kabını tutmaya çalışan çocuğu görünce hemen kapıyı açtı. İçeri girer girmez kediyi yere, kabı mutfak masasına bırakan çocuk "kollarım koptu yazar teyze" dedi. "Annem size börek gönderdi; hem de hem kıymalı, hem peynirli. Afiyet olsun, ilhanı bol olsun dedi. İlhan kim teyze? Kocanız mı? Hani, nerede?"
Hayat'ın bütün kızgınlığı bir anda geçiverdi. Gülmemek için kendini zor tutarak "İlhan değil küçüğüm, annen ilham demiştir" dedi. "ilham kimse değil yani öyle biri yok. Tamam mı? Annene çok teşekkür ettiğimi söyle. Ellerine sağlık."
"Ha, yani kocanız yok mu teyzeciğim?" Yavrucak komşu teyzesine çok acımıştı ama Hayat'ın sinir uçları da yine sinyaller vermeye başlamıştı. Bacaklarına sürtünüp duran Cicoz'u kucağına aldı, öptü. O da yanağını minnacık ısırarak annesine sevgilerini sundu. Onlara kıkır kıkır gülen çocuğa "annen seni merak etmesin; hadi, koş eve. Börek için tekrar teşekkür ederim." deyip yolcular yolculamaz Cicoz'la hesaplaşmaya girişti. Böreklerini çay eşliğinde ve komşusunu minnetle anarak yedikten sonra mavi, çizgili kağıtlara döndü.

Stefan, Stefan, Stefan! Hep O'nu yazıyorum, değil mi? Neden biliyor musun, ruh ikizim? Çünkü beni kendine köle etmek istedi; O efendi olacaktı, ben köle! Önce anlamadım; mutluydum, kimsem yok ama artık bir ağabeyim var diyordum. Dört elle sarıldım, sevdim, güvendim. Ama büyüdükçe, aklım ermeğe başladıkça ne kadar yanıldığımı o kadar acımasızca öğrendim ki! Yıkıldım! Düşünsene, hiç ama hiç kimsen yok. Boşluktasın, bomboşsun ve bir gün biri çıkıp elinden tutuyor. İnanıyorsun, yürekten inanıyorsun. Kurtarıcın olduğunu düşünüyorsun. Ve derken karşına güm diye öyle şeyler çıkıyor ki! Önceleri inanmak istemiyorsun ama gerçekler bir bir yüzüne tokat gibi çarpmaya başlıyor. Bu sefer neden diye soruyorsun, neden?! Yanıt yok değil var ama keşke olmasaydı diyorsun. Anlatacağım, hepsini anlatacağım.

Nereden, hangisinden başlasam? Hani bir amcadan bahsetmiştim ya, zamanla Stefan'la o amca daha sık görüşmeye, daha samimi olmaya başladılar. İnişli çıkışlı, kimi üzgün, kimi durgun, akışın içinde yuvarlanıp giderek yıllar geldi geçti. Bu arada ben büyüdüm, serpildim. Herhalde güzel bir kızdım ki, delikanlılar fazlasıyla ilgi göstermeye başladılar. Ben okulumla, derslerimle ilgileniyordum; notlarım çok iyiydi. Bir delikanlı vardı; beni sevdiğini söylemişti kulağıma fısıldayarak. Ne yalan söyleyeyim, o anda midemde kelebekler uçuşmuş, ayaklarım yerden kesilmişti. Uçuyorum sanmıştım. İçmeden sarhoş olmuştum. Hatta içimden ağlamak gelmişti. 'Mutluluktan ağlamak bu herhalde' diye düşünmüştüm. 'Peki, aşk bu mu acaba? Bu hissettiklerim neyin nesi? Aklım yerinde değil. Bu... Bu hastalık gibi bir şey. Ama insan hastalandığı için mutlu olmaz ki!' Korktum ruh ikizim, yemin ederim ki korktum. Kime sorabilir, kimden öğrenebilirdim? Aşık mıydım, değil miydim; bilmem gerekiyordu. Tek güvendiğim insan Stefan'dı. O bana söyler, yol gösterirdi. Aptal kafam! Ne yaptı biliyor musun; bana ağzına geleni ağzına geldiği gibi tükürürcesine söylediği yetmiyormuş gibi bir de gidip oğlanı fena halde, evire çevire dövdü. Tabii bir daha kafasını kaldırıp da bakamadı bile garibim. O günden sonra pek sevgili abimin bana olan davranışları, sözleri çok sertleşti; devamlı kontrol ediyordu. Ya takip ediyordu, ya da ettiriyordu. Ben de artık çok bunalmıştım ve karşı çıkmaya, cevap vermeye hatta kavga etmeye başladım. İşin garip yanı, herkes ondan yana gibiydi; bana ters ters bakmaya başladılar, uzaklaştılar, hepten kimsesizleştirdiler. Amca bile yüzüme bakmaz olmuştu; bir karış suratla yanımdan geçip gidiyordu ama Stefan'la bahçede oturup uzun uzun ve ciddi ciddi bir şeyler konuşuyordu. Hiç anlam veremiyordum.
Stefan, Hukuk Fakültesi'ni kazandı. Artık yetimhaneden ayrılma zamanı da gelmişti. O sıralar durumlar değişti; Stefan yine eski Stefan oldu, amca yine geçerken bir bakış atmayı esirgemedi ve yine idaredekiler benimle daha yakın ilgilenmeye başladılar. Sevindim, çok sevindim ruh ikizim.
Söyler misin, ben saf mıyım, salak mı?

Stefan yetimhaneden ayrılınca hem üzüldüm, hem sevindim ama sanki üstümden devasa bir yük kalkmış gibi de hafiflemiştim. Hafta sonları ziyaretime geliyor, üniversite hayatını anlatıyordu. Nasıl geçindiğini, nerede kaldığını sorduğumda ya laf karıştırıyordu ya da hiç cevap vermiyordu. Ama ben öğrendim; hem de çok acı bir şekilde ve tabii yıllar sonra.
Of! Yeter bu kadar Stefan'dan bahsettiğim. Yine içim daraldı.

Ben bir karar verdim sevgili ruh ikizim; çocuk doğuracağım!

"Efendim?!"

Boy, boy, dizi dizi! İkizer, ikizer! En kısa zamanda!

"İkiz mi?! İkiz mi?! İkiz deme bana Larisa, ikiz deme bana!"

Ördek ailesi gibi dolaşacağız Bükreş sokaklarında. Şaşırdın, değil mi? Bak, şu anda yüzümde güller açıyor, gülücükler saçıyorum. Turneden döner dönmez evlenip çocuk çoluğa karışacağım; aile kuracağım. Koca adayı mı? Yok ama nasıl olsa bulunur, değil mi? Şimdi izninle yatağıma gidip hayaller dünyasında yolculuğa çıkacağım. Nasıl olsa hayal kurmak bedava.
İyi geceler kendim gibi sevdiğim ruh ikizim. Güzel rüyalar.

"Ah, Larisa, ne yaptın bana be kızım! Yüreğimi dağladın be yavrum! Yaralarımı kanattın be güzel kızım. Ah, Larisa, ah, bir bilsen, canımın nasıl yandığını bir bilsen... Ama ne demişti Meloş; 'bu yaşananlar boşuna değil' demişti, 'sadece Larisa için değil, senin için de yüce gücün hazırladığı bir proje bu; ikiz ruhların arınması projesi.' Madem öyle, madem bu gece bana uyku haram; o zaman ben anlatacağım, sen dinleyeceksin. Belki ruhunun diğer yarısına kulak verirsin. Olabilir mi ki? Kim bilir? Belki hissedersin.
Ama dur, dur bir dakika! Bir dakika! Aman Allah'ım! Doğurdun mu yoksa? Larisa, senin çocuğun mu var? Ama sen yoksun ki Larisa! Sen yoksun ki güzel kızım, kadersiz kızım; sen yoksun ki! Tek mi, ikiz mi, üçüz mü doğurdun?Ah, çocuklara ne oldu? Kim bakıyor? Babaları kim?! İnşallah Stefan değildir. Belki de hiç çocuğun olmadı. Hatta evlenmedin bile. Allah'ım, affet beni ama inşallah öyledir. Ah, aklımda deli sorular. Ayşegül de bir sır küpü; ne sorsam 'Larisa anlatsın' diyor. Ne zaman göçüp gittiğini bile söylemedi. Sen söyleyecekmişsin Larisa. Öldükten sonra sen söyleyecekmişsin. Tövbe tövbe!"
Larisa'nın fotoğrafı ser verdi, sır vermedi. Hüzünlü hüzünlü bakmakla yetindi.
Hayat, "yok, bu böyle olmayacak" diye söylenerek mutfağa gitti. Ya koyu bir kahve içip sabaha kadar Larisa'ya kendini anlatacaktı, ya da bir şişe şarabı devirip Cicoz'la koyun koyuna sızıp kalacaktı. Karar vermesi gerekiyordu; su ısıtıcısını çalıştırdı.
Hayat, yatak odasında çalışma masasının başında dikilirken kahvesinden kocaman bir yudum aldı. Bilgisayarını açtı. Larisa'nın fotoğraflarını da masasının üstüne koydu. "Canım" dedi, "şimdi ben beni yazacağım sana; zira deli gibi kendi kendime konuşmak istemiyorum. Senin kadar çok olmasa da benim de derin, çok derin yaralarım var Larisa. Aklın -ay, pardon- ruhun karışmasın diye kısaca yazacağım."
Bilgisayarında yeni bir sayfa açtı.
'Merhaba Larisa, sevgili ruh ikizim, merhaba. Var mısın, yok musun, doğrusunu istersen ben de pek emin değilim canım. Ayşegül'ün dediğine göre varsın ama ya yoksan... Ayşegül'ü tanımam etmem; ya uyduruyorsa... Hani belki bir hastalığı filan... Ne bileyim, insanın aklına türlü türlü sorular geliyor; şüphe dolu, irdeleyen, hatta delice sorular... Meliha olsaydı şimdi "polisiye izleye izleye böyle öküz altında buzağı arar oldun" derdi gözlerini devire devire. E, peki rüyama ne demeli? Basbayağı gördüm işte seni de, evini de, hatta mendebur Stefan'ı bile gördüm Larisa. Hem Ayşegül benim resmimi çizemez, değil mi? Nasıl çizsin? Beni tanımaz, etmez. Yok, yok; bu kadar şeyi uyduramaz canım.
Yoksa senin de dediğin gibi deliriyor muyuz, mucizevi şeyler mi yaşıyoruz, bilmiyorum ama delilik buysa ben de varım be Larisa, ben de varım! Yanımda olsaydın çak yapardık. Keşke, keşke yanımda olsaydın; birbirimize dokunabilseydik, sarılabilseydik; beraber gülebilseydik, gözyaşlarımızı silebilseydik. Keşke... Olanla ölene çare yok derler; biz de ruhlarımızın tesellisiyle yetineceğiz artık; yapacak bir şey yok. Aslında bu büyük lütuf Larisa, ikimize de. Yaratan bizi buna layık görmüş, çok şükür. Minnet ve şükranlarımızı sunalım. Ve şimdi biraz da ben ruhumu yelpazeleyeyim.

Sevgili ruh ikizim, ben orta halli bir Türk ailesinin tek çocuğuyum. Çocukluğum üç büyük şehirde, İstanbul, Ankara ve İzmir'de geçti. Doğumum, Ankara. Bizimkilerin evliliği bayağı çalkantılıydı. Babacığım (Allah rahmet eylesin), sık sık ortadan kaybolur, sonra da hiç bir şey olmamış gibi, iş seyahatinden döner gibi çıkar gelirdi Annem de üç beş gün surat asar ama sonunda kabul ederdi. Annem o zamanlar çalışmıyordu, herhalde ondandı bu kırgın kabullenmeler. Yani anlayacağın çocukluğumun pek de iyi geçtiği söylenemez. Ergenliğimde bayağı içime kapandım. Bunun iki nedeni vardı; biri (bak, buna çok şaşıracaksın) çok istememe rağmen konservatuara gidemeyişimdi (aileden izin çıkmadı), diğeriyse annemle babamın boşanmasıydı. Babam bu sefer dönmemecesine gidince ana-kız hayatla cebelleşmeye başladık zorunlu olarak. Detaylara girmeden anlatıyorum Larisa. Derken ben evlendim. Kocamı seviyor muydum? Hayır. Aşk evliliği değildi. Annemin yükünü azaltmaktı tek derdim. Kocam, Stefan gibi 'dağları ben yarattım' modunda değilse de ' bu gördüğün tepelerin hepsinin sahibi benim' tavrını hiç eksik etmedi. İyi, kötü idare edip gidiyorduk. Bu arada annem evlendi; adam iyiydi, annem mutluydu. Kaynanam, bayağı dominant bir kadındı, kayınpederim yoktu. Kadın yalnız yaşıyordu; sanırım fazlaca olan boş zamanını değerlendirmek adına bana fena halde kafayı taktı; günaşırı bizdeydi. Oturuyor,'torun' diyordu, kalkıyor 'torun' diyordu ama ben kendimi anneliğe hazır hissetmiyordum. Bayağı direnmeme rağmen sonunda ana-oğulun baskısına daha fazla dayanamayıp doğum kontrol haplarını bıraktım ve şıp diye, hemencecik hamile kaldım.
Kocam da, annesi de pek mutlu oldular. Oldular olmasına ama bu sefer de bana nefes aldırmamaya, her yediğime içtiğime, her hareketime karışmaya başladılar. 'Benim çocuğumu taşıyorsun', 'benim torunumu taşıyorsun' lafları havada uçuşmaya başladı. Ben yük vagonu muydum, kamyon muydum, tır mıydım?! Ben anneydim, anne! Çocuğunu kanıyla, canıyla besleyen, ilk andan beri deli gibi seven, ömrünce üstüne titreyecek olan, doğuracak olan bendim, ben! O kadar ağırıma gidiyordu ki Larisa, anlatamam, Gizli gizli hep ağlıyordum. Meğerse bunlar iyi günlerimmiş. Doktor, 'müjdemi isterim, ikizleriniz geliyor; biri kız biri oğlan' deyince neye uğradığımı şaşırdım. Ben birine hazır değilken ikisine nasıl bakacaktım? Benimki havalara uçtu. Aslında ben de sevinmiştim; ha bir, ha iki, ikisi bir arada çıkar diye teselli ediyordum kendimi. Kaynanam bizden çıkmazdı artık. Annem de arada gelir yardım ederdi nasıl olsa. Karnım büyüdükçe sevgim de katmerlenerek büyüdü Larisa. Karnımda tepişip dururlarken canımın acımasına, etlerimin ayrılıp çatlamasına rağmen gülebiliyordum. Çılgın gibi bebek alışverişine başladık. Her şeyin hem mavisinden alıyorduk, hem pembesinden. Evin en büyük odasını onlara ayırdık. Kocam dedi ki, 'odayı renklerle ikiye ayıralım; yarısını maviye boyayalım, yarısını pembeye. Çocuk odası takımlarını da öyle alalım.' Annemle kaynanam da habire mavi, pembe hırkalar, patikler, tulumlar örüyorlar, salya tülbentlerinin kenarlarını ipek iplerle işliyorlardı.
Ve doğum zamanı geldi. Ah Larisa, öyle mutluydum ki! Sancı atakları geldikçe bir avazım yerde, bir avazım gökte bas bas bağırırken bile inan ki acıdan değil, mutluluktan, çocuklarıma kavuşacak olmamın heyecanından ağlamaya başlamıştım. Kontrole gelen hemşire birden ciddileşip hızla hastane odasını terkedince kötü, yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu anladım. Panik halinde ne olduğunu sorduğumda her şeyin yolunda olduğunu, merak etmememi söylediler. Biraz sonra da beni acilen sezeryana aldılar. Neye uğradığımı şaşırdım. Korktum Larisa, çok korktum. Kaynanam, kocam, annem ve annemin kocası hastanedeydiler ama öyle apartopar ameliyata alındım ki, o arada hiçbirini göremedim. Sonrasını anlatmaya dilim varmıyor Larisa. Of! İçim yanıyor, içim! Bir dakika bekle lütfen."
"Bir dakika bekle mi?! Bir dakika bekle mi! Ne diyorum ben? İyice saçmalamaya başladım! Aklım hepten başımdan gitti artık ama olsun, istediği kadar delice olsun, istediği kadar saçma olsun; anlatmalıyım, anlatacağım."
Masadan kalktı, çeyiziyle getirdiği işlemeli büyük ceviz sandığı açıp büyükçe tahta bir kutu çıkartıp yatağına koydu. Kutunun kapağına uzattığı ellerinin titremesini bir türlü durduramıyordu. Kolları çaresizce iki yanına düşüverdi; kutuya sarılarak tıkanana kadar haykıra haykıra ağladı. Gözyaşları çenesinden boynuna süzülüyor, göğsüne inip hasretle yanan kalbinin sıcağında eriyordu. Son nefesiymiş gibi titrek soluğunu verirken kutunun kapağını usulca açtı; "merhaba oğlum" dedi yumuşacık, sevgi taşan bir sesle. "Merhaba yüreğim, merhaba canımın öbür yarısı. Annen hep seninle, biliyorsun değil mi paşam? Annen seni çok seviyor, son nefesine kadar da hep sevecek, biliyorsun değil mi?" Mavi bebek battaniyesini kutudan çıkartıp derin derin kokladı. "kokun gelmiyor oğlum; seni bir kerecik olsun saramadım ki battaniyene; nasıl gelsin." Mavi tulum, hırka, patik, şapka; ne varsa hepsini tek tek öpe koklaya çıkarıp kucağında sıralı dizdi sanki bebeğini giydirir gibi. Onları kucakladı, sardı, bağrına bastı iki yana sallana sallana. "Ah, bir kerecik kucağıma alamadım ki... Ninniler söyleyemedim ki... Gıdının kokusunu doya doya içime çekemedim ki aslanım. Bari cansızını bağrıma basabilseydim... Onu bile bana çok gördüler canımın içi, onu bile çok gördüler bize yavrum. İçim yanıyor kuzum, içim yanıyor ama biliyorsun değil mi; annenin seni ne çok sevdiğini, hep seninle olduğunu biliyorsun, değil mi?"
Kucağındakileri sanki yeni doğmuş bebeğini gösterir gibi Larisa'nın fotoğrafına doğru uzattı. "Bak Larisa teyzesi, bak oğluma. Ben görmedim ama belki sen oralarda bir yerlerde görmüşsündür; çok güzel değil mi?"
Kucağındaki mavi yığını son kez bağrına bastıktan sonra hepsini yine tek tek öpe koklaya, büyük bir özenle kutuya yerleştirirken sevgi sözcüleri mırıldanıyor, sanki oğluyla sohbet ediyormuş gibi şefkat dolu sesler çıkarıyordu. Kutunun kapağını kapatıp son defa öptükten sonra aldığı yere bıraktı. Kaybının üzüntüsüyle yorgun, bitik bir halde tekrar çalışma masasına geçti.
"Bu, benim en büyük acım Larisa, en büyük acım. Allah kimseye, düşmanıma bile vermesin. İkinci büyük acımsa, kızımın, babası ve babaannesi tarafından yok sayılması. Güneş'imi sevmediler Larisa. Babası bir kere bile kucağına almadı. Zaten bizi, Güneş'i ve beni, oğlumun katili olarak ilan ettiler. Ben hamileliğimde iyi bakamamışım, sağlıklı çocuk doğurmaktan bile acizmişim. Hayvanlar bile üçer beşer doğuruyormuş da ben bir ikizi doğuramamışım. Kızım da ana rahminde bile kardeşini ezmiş. Onun yüzünden kordonuyla boğulmuş. Yaşasaymış kimbilir neler neler yaparmış. Düşünebiliyor musun Larisa, bir anneye söylenecek sözler mi bunlar?! Her kelimeyle yüreğimin nasıl oyulduğunu, ciğerimin nasıl yandığını, beynimin nasıl uğuldadığını düşünebiliyor musun?! Lanet olasıcalar!
Bunları Güneş'e hiç anlatmadım, bilmiyor. Peki sonra ne oldu diyeceksin; boşandık. Ben Güneş'i alıp annemlere gittim, yıllarca onlarla yaşadım, kızımı onlarla büyüttüm. Elin adamı kucak açtı da, babası olacak adam... Ah Larisa, Allah'ın tokadı yok ama öyle bir adaleti var ki! Bir gün kaynanam aniden fenalaşınca oğlu apartopar hastaneye yetiştirmek için hız yapıyor ve ikisi de hastaneye varamadan sizlere ömür. Söylenecek o kadar çok söz, yazılacak o kadar yürek acısı var ki...
Güneş'in okul zamanı yaklaşınca annemlerden ayrılıp ayrı eve çıktım. Babasının ölümüyle kızıma bir ev, haşat halde bir araba ve bir miktar para kalmıştı. Vasisi olarak ben ilgileniyordum. Ev uzakta olduğu için orada yaşamadık, zaten hiç istememiştim. Kiraya verdik. Yani iyi kötü kendimizi geçindirecek kadar gelirimiz vardı. Ben de bazı sitelere yazılar yazıyor, blogumda kendi öykülerimi paylaşıyordum. Sonra bir dergide takma adla yazmaya başladım. Yani benim de kazancım fena değildi. Sonra iş senaryoya, kitaba kadar gitti. Yıllar böyle geldi, geçti Larisa.
Bu arada zorlanmadım mı? Çok. Yalnız kadın, hele hele yalnız anne olmak ne kadar zor bir bilsen. Bir de kız çocuğu yetiştiriyorsan, endişeler korkular nasıl boğazına sarılıyor, nasıl nefesini kesiyor! Nelerle karşılaştım, ne hayal kırıklıkları yaşadım, saran kollar nasıl sırtımdan hançerlendi, uzanıp elimi tutan eller birden bırakıp düşmemi izlemek için nasıl can attılar bilemezsin. Hepsiyle mücadele ettim Larisa, bir başıma hepsinin üstesinden geldim.
Bir sabah aynanın karşısına geçip dedim ki kendime; ta gözlerimin içine bakarak dedim ki, "Hayat, bu hayat senin. Başkalarının ruhunda yara açmasına daha fazla izin vermeye hakkın yok. Seni karartarak kendini parlatmaya çalışan insanlarla işin yok, bitti! Kendi gölgende dinlenip güçlenme, kendine tutunarak ayağa kalkma ve başın dik, kararlı adımlarla hedefine yürüme zamanın geldi de geçiyor bile. Sen güçlü kadınsın, donanımlısın, akıllısın ve en önemlisi sevgi dolusun ama ne olursun, lütfen bu kadar saftirik olma artık. Hadi kızım, güven kendine. Hayat senin, yollar senin; gönlünce, keyfince yürüme zamanı."
Bu benim ritüelim oldu; her sabah kendimle söyleşim oldu, motivasyon kaynağım oldu. Ondan sonra, özellikle de kızımın eğitimi bitip evlilik ve çalışma hayatı başladıktan sonra yolumda daha rahat, daha güçlü, daha kararlı adımlar atmaya başladım.
Her şey şimdi dörtdörtlük mü? Hayır; ne mümkün! Larisa, haberin yok; salgınlar var kızım, toplu ölümler var. Savaşlar, kimyasal saldırılar, doğal afetler, kadınlara çocuklara hayvanlara insan eliyle yaşatılan felaketler var. Ekonomi yerlerde; her gün her şeye anormal zam geliyor ama emeğe, alın terine gelince kuruş yok. Kötü insanlar o kadar çoğaldılar ki Larisa, iyiler kendilerini ve sevdiklerini korumaya, yaşatmaya çalışmaktan Dünya'yı düşünemeyecek duruma geldiler. Allah günah yazmasın ama vefat edenler için artık neredeyse 'yaşanacaklardan kurtuldular' diye daha az üzüleceğiz. Tövbe tövbe!
Şimdilik benden bu kadar Larisa. Yüreğim tükendi, boğazım düğüm düğüm. Şimdi beni üzen ama değiştiremeyeceğim şeyler olduğunda yaptığımı yapacağım; sevdiğim müziği açıp elimde bir kadeh kırmızı şarapla yorgunluktan bitab düşene kadar kah ağlaya, kah güle dansedeceğim ama biliyorum, bu gece bağıra böğüre ağlayacağım, ağlayacağım, tükenene kadar ağlayacağım. Bitab düşene kadar evin içinde dört döneceğim, sağa sola sallanacağım, terimle yıkanacağım. Yüreğimi elime alıp müziğin notalarında eriyeceğim. Bitene kadar... Bitmeyeceğini bile bile...
Ağlaya ağlaya gülmeyi öğrendim Larisa. Yine öyle yapacağım. Saçmalık mı? Olabilir. Bana iyi geliyor. Bu ruh halimdeyken benim meditasyonum da bu.
Sabah buluşuruz Larisa.

---
Meliha, kan ter içinde Hayat'ın kapısını çaldığında Ayvalık'ın rüzgarının bile etkisini azaltamadığı dayanılmaz sıcaktan ortalık kavruluyordu. Kapı açılır açılmaz kendini içeri atarken "su" diye adeta inledi, "ölmüşlerinin ruhu için, Allah rızası için buz gibi bir bardak su, Hayat."
Hayat şaşkınlıktan hoşgeldin bile diyemeden gerisin geriye mutfağa yöneldi. Arkasından gelen Meloş, elindeki poşetleri tezgaha bırakıp suyunu kana kana içtikten sonra "oh!" dedi. "Çok şükür. Su verenlerin çok olsun canım. Hadi, salona geçelim. Çok kalamayacağım Hayat, malum benimki alçılı."
"A, evet." Hayat, nihayet konuşabilmişti. "Nasıl oldu?"
Kendini kanepeye bırakırken "iyi, iyi maşallah. Bütün gün oturduğu yerden bir şeyler isteyip duruyor. Aman, istesin; iyi olsun da" diyen Meloş merak içindeydi. "E, sizden naber? Larisa nasıl?"
"İyi, selamı var. Tövbe, tövbe. Ya Meloş, Larisa'nın neden, ne zaman vefat ettiğini Ayşegül söylemedi, değil mi? Neden devlet sırrı gibi saklıyor, hiç anlamıyorum. Sorduğumda ne dedi biliyor musun; Larisa nasıl ve ne zaman öldüğünü kendisi anlatacakmış."
Meliha oturduğu yerde dikiliverdi. "Nasıl yani? Olur mu hiç öyle şey Hayat?! Ölü ölümünü nasıl anlatsın?!"
"Ne bileyim; sordum söylemedi. Bana iki emaneti daha varmış ama okumam bitince getirecekmiş."
"Hayda! Okudun mu bari?"
"Okuyorum, daha bitmedi ama az kaldı. Sonuna bakmamak için kendimi zor tutuyorum."
"Ben olsam çoktan bakmıştım. E, ne diyor Larisa?"
"Karar vermiş, çocuk doğuracakmış; hem de ikizer, üçüzer. Sokaklarda ördek ailesi gibi dolaşacaklarmış."
"Mümkün değil!" diye itiraz eden Meliha "toplama çıkarma yapmayı da mı unuttun Hayat" diye çıkıştı arkadaşına. "nasıl yapacak? Bu kız sana bunları ne zaman yazdı?"
"Aralık, 2013."
"Şimdi hangi yıldayız? 2021 deyiz. Aradan kaçyıl geçmiş? Sekiz."
"E, yani?"
"Yanisi şu; Ayşegül Türkiye'ye döneli üç yıl olmuş. Çıkar sekizden üçü. Kaldı sana beş yıl. Ne demişti, 'ben boşandığımda Larisa vefat etmişti' demişti."
"Tamam da, oradan kaç yıl çıkartacağımızı bilmiyoruz ki Meloş."
"Hımm" diye düşünen Meliha "haklısın" dedi. "hadi, oradan da iki yıl silersek/"
"Kafana göre yıl mı silinir ayol?! İki yılda iki bebe doğar."
"Of! Yine haklısın. Ne yani; Larisa evlenmiş de çocukları mı olmuş? Baba kimmiş? Larisa ölünce o çocuklara ne olmuş? Ah, yoksa onlar da mı yetimhaneye verilmiş? Kıyamam, ah, hiç kıyamam."
"Dur, dur" diyerek arkadaşını teselli etmeye çalışan Hayat, "bunları biz uyduruyoruz" dedi. "Okudukça anlayacağız elbet."
O sırada Meloş'un telefonu çalınca içinden çıkamayacakları hesaplamayı da bırakmış oldular. Ayşegül'ün de dediği gibi her şeyi Larisa'dan öğreneceklerdi.
"Alo? Hı? Tamam. Geliyorum hayatım, geliyorum." Telefonu kapatıp ayaklanan Meloş, çantasını kaptığı gibi kapıya yöneldi. "Hadi, gidiyorum. Beni habersiz bırakma Hayat."
"Dur, dur" diye mutfağa koşan Hayat, "poşetlerini unuttun" diye seslendi.
"Onları sana getirdim şekerim."
"Bana mı? Ama ben dün alışveriş yapmıştım."
"Sana zeytinyağlı sarma yaptım cicim. Yanında da köfte patates kızartmasıyla fava var. Pilavınla salatanı da bir zahmet kendin yapıver. Hadi öptüm."
Etekleri zil çala çala giden arkadaşının arkasından bakarken Hayat'ın gözleri dolu dolu oldu. "İşte, dost dediğin böyle günde belli olur. Canım benim. Bir teşekkür bile edemedim. Neyse, sonra ararım." Komşunun börek tabağını geri gönderirken içine koyacak bir şeyleri olduğu için içi iyice rahatlamış halde saklama kaplarını buzdolabına yerleştirdi.

"Günaydın, günaydın, günaydın... Nasılsın ruhikizim? Ben iyiyim, hem de çok iyiyim. Nasıl olmam; dün gece evlendim, sıra sıra çocuklarım oldu, ailecek yürüyüşlere çıktık, piknik yaptık, oyunlar oynadık; öyle keyifliydi ki! Ama beni üzen bir şey oldu; kocamı da, çocuklarımı da göremedim. Aslında gördüm tabii de silüet halindelerdi. Boy boy, irili ufaklı beyaz gölgeler gibiydiler. Olsun, hele bir turneden döneyim, teker teker hepsini cisimleştireceğim. Hepsi gerçek olacak, hepsi.
Evet canım ruhikizim, evet, taktım kafama. Ama nasıl takmam?! Düşünsene, ne köküm kaldı, ne dalım var. Oysa ben çiçek açmak istiyorum. Kuru yaprak gibi rüzgarın önünde savrulmak istemiyorum. Şu koca Dünya'da hiç kimsem yok, bir başımayım. Bu çok korkunç bir duygu ruhikizim, anlatamayacağım kadar korkutucu. Bir an önce köklenmem, yeşermem, dallanıp budaklanmam lazım. Çiçekler açmam, meyveler vermem lazım. Beni anlıyor musun? Bunu başarmalıyım. Yapamazsam... başaramazsam... o zaman ben ne olurum? Kocaman bir hiç! Hiç! Hiç!Hayır! Bunu kabullenemem, hayır!
Bu sabah çok mutlu uyandım uyanmasına ama nedense üzerimde sanki bizon oturuyormuş gibi bir ağırlık var. Yataktan hiç çıkmak istemiyorum; mutfağa, tuvalete gitmek bile zor geliyor. En iyisi bugün ya hayal alemindeki yolculuğuma devam edeyim ya da sana doya doya içimi dökeyim. Bugün oyun yok nasıl olsa. Evet, öyle yapayım.
Hayallerden çıkıp hayatlara dönelim ve karşınızda yine Stefan!
Hani anlatmıştım ya yetimhandeki yaşgünümü; o gün, Stefan'ın katıldığı ilk ve tek doğum günümdü. Zaten ben oradan ayrılana kadar bir daha kutlama filan olmadı ama ben doğum günümü öğrenmiştim ya; her sene o gün hayalimde muhteşem partiler düzenledim. Annem, babam, anneannem, dedem, kendimce uydurduğum meçhul akrabalar, arkadaşlar, komşular; hepsi, herkes beni kutluyor, sarılıp öpüyorlar, iyi dileklerini kocaman sevgileriyle beraber hem sözleriyle, hem gözleriyle, tüm enerjileriyle çağıl çağıl akıtıyorlardı. Öyle güzeldi ki, bu bana bir sene yetiyordu. Bu arada, pastalarım da kocaman ve renk renktiler. Yiyen bir dilim daha istiyordu.
Ve evet, Hiç birinde Stefan yoktu. İstemiyordum. Ne işi vardı hayallerimde?! Zaten yetimhaneden ayrıldıktan sonra da bırak gelmeyi, kuru bir dalla kutlamayı, telefon bile etmedi. Çok da umurumda olmadı doğrusunu istersen ama merak da etmedim değil. Hayır, sormadım. Neden sorayım ruh ikizim; adam normal değil ki!
Ben konservatuarda okurken, yetimhanedeki son yılımda Stefan daha sık ziyarete gelmeye başladı. Sanki biraz ama çok az yumuşamış gibiydi, daha sıcak davranıyordu. Bu ziyaretlerin dışında hiç görmüyordum; ne okula gidip gelirken ne de başka bir yerde. Sonradan öğrendim, hep takipteymişim. Hayrettir ki, artık oyuncu olmak isteyişime de bir şey demiyordu. Tabii ki hiç hakkı yok ama öncesinde oyunculuk ve oyuncular hakkında o kadar çirkin şeyler söylemişti ki bu suskunluğu beni hem şaşırtıyor, hem de endişelendiriyordu. Endişelendiriyordu çünkü bunun hiç de hayra alamet olmadığını hissediyordum. Yanılmamışım.

Yetimhaneden ayrılma günüm geldi çattı. Ben ne yapacağımı, nereye gideceğimi kara kara düşünüyordum. Evim, işim, geçici de olsa yanına gidebileceğim bir tanışım yoktu. Sokaklarda mı yaşayacaktım? İdareye gidip burada bir süre daha kalabilir miyim diye sordum. Yanıt kısa ve netti; hayır. 'Peki' dedim, 'beni bir süreliğine yerleştirebileceğiniz bir kurum, barınak gibi bir yer de mi yok?' Müdür Hanım, gözlerini kısa kısa yüzüme baktıktan sonra 'ihtiyacın yok ki' dedi. 'Gel, vedalaşalım da artık yeni hayatına doğru yürümeye başla. Hem aşağıda seni bekleyen biri var.'
Bekleyen tabii ki Stefan'dı. Gülümsüyordu! Evet, gülümsüyordu! Kollarını açarak bana doğru geldi ve sımsıkı sarıldı. Bedeni titriyor, 'nihayet' diye kulağıma fısıldayıp duruyordu. Mutlu olmam gerekirdi değil mi? Hayır ruh ikizim, hayır; korktum. Yemin ederim ki çok korktum. Kendimi kollarından sıyırıp 'teşekkür ederim' dedim, 'geldiğin için. Stefan, neden öyle dedin? Nihayet, ne için nihayet?' Bir an bir şey söyleyecekmiş gibi durdu, sonra vazgeçip bavulumu aldı. 'hadi, gel' dedi, 'gidiyoruz.' Ben peşinden koştururken 'nereye gidiyoruz Stefan? Söylesene!' deyip duruyordum. Hiç cevap vermeden hızlı adımlarla yürüdü ve lacivert bir arabanın yanında durdu. Ön kapıyı açıp 'buyurun hanımefendi' dedi. O kadar şaşkındım, öyle afallamıştım ki nutkum tutulmuştu; büyülenmiş gibi tek kelime edemeden bindim. O da bavulu bagaja koyduktan sonra direksiyonun başına geçti ve 'lütfen yolculuğumuz sessizlik içinde geçsin' dedi. 'Sen de yeni hayatının bu çok önemli ilk saatlerinin tadını çıkarmaya bak.' Araba hareket etti.
Bu adam beni nereye götürüyordu? Başıma neler gelecekti? Karşı koyamazdım çünkü gidecek yerim yoktu. Kaçarım diye düşündüm; bana kötü davranırsa kaçarım. Bir sığınma evi filan bulurum elbet. Hem bu araba da neyin nesiydi; kimindi? Onun olamazdı. Daha yeni mezun olmuştu, yani bana öyle demişti. Üstündeki takım elbise de oldukça kaliteliydi. Üstelik parfüm de sıkmıştı, sarıldığında farketmiştim. Ne haltlar karıştırıyordu acaba? Yetimhanede yetişmiş, kimsiz kimsesiz birinin üniversiteden mezun olur olmaz bu seviyeye gelmesi mümkün değildi. Çok tedirgindim. Düşüncelere öyle dalmışım ki arabanın durduğunu bile farketmemiştim. 'Haydi' dedi, 'geldik.'
Eski ama büyük bir apartmanın kapısını açıp bana yol verdi. Sonra merdivene yönelip çıkmaya başladı; tabii ben de peşinden. Bir daire kapısının önünde durdu, bavulu yere koyduktan sonra anahtarı uzatıp 'sen açmak ister misin?' diye sordu. Burası neresiydi, kimindi; elalemin kapısını neden açmak isteyecektim ki? Başımı iki yana salladım. 'Sen bilirsin' diyerek kapıyı açtı. Kalbim küt küt atıyordu. İçeri adımımı atar atmaz bir şey oldu ruh ikizim; ne olduğunu, neden olduğunu ben de bilmiyorum. Birden bütün bedenimi bir sıcaklık sardı, sonra aniden sarsıldım; görünmez bir kuvvet her yanımı sarmış da sıkıştırıyormuş gibi hissettim. Bu his iyi miydi, kötü mü; anlayamadım. Başım dönüyordu, sendeledim. 'Heyecanlandın mı?' diye sordu Stefan; 'sen salona geç otur, ben de bavulunu odana bırakıp geleceğim.'
Bir şey vardı, bu evde bir şey vardı.
Stefan gelip karşımdaki koltuğa oturdu, yüzüme baktı; 'dur, sana bir kadeh şarap getireyim, iyi gelir. Belli ki çok sarsılmışsın' dedi. 'Yok, yok, istemem' diye karşı çıktım, 'ama bir bardak su iyi olur.' Boş bardağı elimden alırken 'şimdi daha iyi misin?' diye sordu. Evet, biraz da olsa kendimi daha iyi hissediyordum. 'Bu ev kimin Stefan?' diye sordum. 'O araba kimin?' Alaycı bir gülüşle 'benim olamaz mı?' dedi. Olamazdı. Bardağı sehpaya bırakırken 'birazdan konuklarımız gelecek Larisa' dedi. 'Ben dışarı çıkıp ikramlık bir şeyler alacağım. Sen de istersen onlar gelene kadar biraz uzan ya da bavulunu boşalt; sen bilirsin.' Gitti. Sersemlemiştim, düşünemiyor, kımıldayamıyordum. Kanepede oturup kalmış, boş boş karşımdaki duvara bakıyordum. Biraz sonra Stefan elinde paketlerle geldi. Beni bıraktığı gibi bulunca şaşırdı ama bana biraz da endişelenmiş gibi görünüyordu. 'Kim gelecek' diye sordum. Bu benim sesim miydi? İçine kaçmış, korkak, titrek... 'Merak etme' diye seslendi mutfaktan, 'yabancı değil. Sen de tanıyorsun.' Tanıyor muyum? Ben kimseyi tanımıyorum ki!
Tanıyormuşum. Kapı çaldığında ben hala eve geldiğimde oturup kaldığım yerdeydim. Stefan mutfaktan çıkıp kapıyı açtı. Üç kişi tedirgin adımlarla ama belli etmemek için de abartılı sevinç gösterileriyle içeri girdiler. Teker teker bana sarılıp öperken beni burada gördükleri için çok mutlu olduklarını, artık her şeyin çok güzel olacağını, kötü günlerin anılarda kalacağını söyleyerek oturdular. O kadar şaşkındım ki ruh ikizim. Gelen iki kadın yetimhandeki yaşgünüme gelen kadınlardı. Adamsa yıllarca yetimhaneye gelip benimle tek kelime konuşmayan hatta yüzüme bile bakmayan amcaydı. Adamın gözleri dolu dolu olmuştu. Herkes bana bakıyordu. Ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı, kimsenin çıtı çıkmıyordu. Ben neden sonra 'hoşgeldiniz' diyebildim.
Hep birlikte mırıldandılar. Yine bir sessizlik... Stefan, 'Larisa' dedi, 'bu beyefendi babanın en yakın arkadaşıymış.' Ne! Ne! Canım babamın en yakın arkadaşı mı? O anda akmaya başlayan gözyaşlarım hiç durmadı ruh ikizim. Durduramıyordum; yıllar yılı içimde öylesine birikmiş ki kendiliğinden hiç durmamacasına akıp gidiyordu. Sözü adam aldı. 'Larisa, o acı günde anneni ve babanı kaybettiğimizde bizim de yüreğimiz yandı kızım. Biz aile dostuyduk, çok yakındık. Biz senin doğumunu biliriz; çok güzel bir bebektin, yine çok güzelsin.' Kadınlardan biri kalkıp yanıma geldi, saçlarımı okşarken 'biz evlendiğimizde annenle baban yeni nişanlanmışlardı' dedi. 'Maalesef kaderin önüne geçilemiyor canım.' Çantasından mendil çıkarıp elime tutuşturdu. 'Hadi, sil gözyaşlarını Larisa. Hayat senin için yeni başlıyor.'
Amca 'anneanneni de kaybedince deden çok zorlandı. Adamcağızı hastalıklar pençesine almaya başlamıştı' diye anlatmaya devam etti. 'Bir gün ofisime geldi. Seni kucağında zor taşıyordu. Artık günlerinin sayılı olduğunu, seni bizim almamızı istediğini, ancak o zaman senin güvende olduğunu bilerek içi rahat, huzur içinde ölebileceğini söyledi. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim kızım. Tek başıma karar veremeyeceğimi, eşime sormam gerektiğini söyledim.' Kadın, kollarımdan tutup beni kendine çevirdi, 'affet beni Larisa' dedi, 'lütfen affet ama yapamazdım. Bizim çocuğumuz olmuyordu. Deden de zaten bunu bilerek böyle bir teklifte bulunmuştu ama yapamazdım. Reddettim. Evet, en yakın arkadaşımızın çocuğuydun ama ben kendi kanımı canımı bağrıma basmak istiyordum, başkasınınkini değil. Bencillik diyebilirsin, taş kalplilik diyebilirsin; ne dersen de, kabulüm. Beni affedebilecek misin Larisa? Lütfen, lütfen affet.' Ağlıyordu. Timsah gözyaşları! Kendimi geri çektim. Diğer kadın 'ablam olanları anlatınca çok üzüldüm canım' dedi. 'Bana teklif etti ama benim zaten üç çocuğum vardı; onlara zor bakıyorduk Larisa.'
Beni ikinci el mal gibi görmüşler ruh ikizim. Bir can değil, bir hayat değil; tanıdık da olsa başkasının artığı olarak görmüşler! Elden çıkartılmaya çalışılan çul, çaput muamelesi yapmışlar' Bu... Bu...
Nasıl affedebilirdim, söyler misin; nasıl affedebilirdim?! Hepsinden nefret ettim. Nefret, nefret, nefret! Oysa az önce annemle babamla yakın dost olduklarını öğrendiğimde nasıl da sevinmiştim. Bana anlatacakları, benim sormak istediğim ne varsa hepsini, her şeyi öğrenecektim. Lanet olsun! Kalsın! İstemiyorum!
'Kızma bize güzel kızım' diye söze giren amca Stefan'ın ikramlarını iştahla midesine indirirken 'hem ne derler, bilirsin' dedi iki lokma arasında 'her şerde bir hayır vardır. Bak, Stefan'la tanıştın, tanıştık.'
Hayır mı? Stefan mı?! A, tabii ya, Stefan dahiydi. Bulunmaz Hint kumaşıydı. Gökten inmiş melekti! Aman, biz de ne şanslıydık!
'Bu ev sizin mi?'
Hepsi birden önce bana sonra da Stefan'a baktılar. Adam, Stefan'a 'söylemedin mi oğlum?' diye hayretle sordu.
'Sizin söylemenizin daha doğru olacağını düşündüm efendim.'
Neler oluyordu? Ne işler çeviriyorlardı bunlar? Başım fena halde ağrımaya başlamıştı. Ne diyeceklerse deseler de gitseler diye bekliyordum.
Adam, 'deden seni yetimhaneye bırakmak zorunda kalınca beni senin vasin olarak tayin etti. Yazılı bir şartname hazırlamıştı. Şartlardan biri ve tabii en önemlisi senin asla evlatlık verilmemendi.'
Her cümle balyoz gibi beynime iniyordu ruh ikizim. Kusmak istiyordum.
'Bu ev sizin mi?'
Hepsinin gözleri halının desenlerini tararken 'hayır' dedi adam, 'bu ev senin.'

"Ne? Ne! Ne! Vallahi çıldıracağım!" Hemen telefonu alıp Meloş'u arayan Hayat yerinde duramıyordu.
"Hah! Meloş, ev Larisanınmış! Ne? Niye fısır fısır konuşuyorsun? Hiç bir şey anlamıyorum."
"Metin uyuyor da ondan böyle konuşuyorum. Hayırlısıyla bir iyileşse de yürüyüşe filan çıkabilse. Televizyon bile seyredemiyorum Hayat. Dur, öbür odaya geçiyorum. Tamam, artık rahat rahat konuşabiliriz. Az önce Call the Midwife izliyordum. Bağırtma şu kadınları diye azarladı beni."
"Hangi kadınları? Niye bağırıyorlardı ki?"
"A, sen polisiyeci olduğun için bilmezsin tabii. Her bölümde en az üç-beş kadın doğuruyor. Doğururken de avaz avaz bağırıyorlar haliyle. Ben de ne yapayım, alt yazılı izliyorum artık. Sen ne diyordun?"
"Ev diyorum, Larisanınmış. Düşünebiliyor musun?"
"Nesini düşüneyim Hayat? Bunu baştan beri biliyoruz zaten."
"Evet de benim dediğim o değil. Ya, tamam, neyse; sonra okuyunca anlarsın. Hadi, öptüm canım."
Meliha'dan ayrılıp Larisa'ya dönen Hayat, büyük bir merakla okumaya devam etti.

O anda yaşam bitti, Dünya yerle bir oldu. Kendime geldiğimde hastanedeydim. Başımda Stefan ve o adam. Kadınlar gitmişler; duygusuzlar! 'Birazdan eve gideriz' dedi Stefan. 'Serumunun bitmesini bekliyoruz.' Konuşurken yüzüme bakmıyordu. Adam, 'kendine geldiğine göre artık ben de gidebilirim. Geçmiş olsun kızım.' dedi ve gitti.
Eve girer girmez odaya koştum. Yol boyunca odanın anahtarı var mı acaba diye düşünüp durmuştum. Yoksa ağır bir eşya çekip kapıya dayamalıydım ama neyse ki anahtar vardı. Kapıyı kilitleyip sandalye dayadım. Stefan'a zerre kadar güvenmiyordum. Odanın her yerinde gizli kamera ve kayıt cihazı aradım, bulamadım. Yine de ne olur ne olmaz diye soyunmadan üstümdekilerle yattım.
Ah, bu yalnızlık! Ah, bu bir başınalık! Ah, bu kimsesizlik! Bu tükenmişlikte bile kalan gücünle ayağa kalkma çabaları! Kendi kendine sarılmak! Kendi gölgene sığınmak! Kendi kendine el vermek! Ah ruh ikizim, öyle zor, öyle can acıtıcı ki.
Aklımda deli sorular fır dönüyordu. Madem bu ev benimdi, neden şimdi haberim oluyordu? Stefan'ın benim evimde ne işi vardı? Vasim olan adamın benimle ilgilenmesi gerekmiyor muydu? O da kendine Stefan'ı mı vekil tayin etmişti? Bütün bunları düşünürken, sanırım hastanede verdikleri sakinleştiricinin etkisiyle uyuyakalmışım. Sabah kapının tıklatılmasıyla uyandım. 'Kahveler hazır' diye seslendi Stefan, 'tost da yaptım.' Üstümü değiştirip salona geçtim.
'Günaydın' dedi. 'Konuşmalıyız.' dedim. 'Anton amca da öyle dedi; vasin olan avukat. Bundan sonrasını sen anlat, ben tükendim dedi. Bu ev ailenin evi Larisa, senin doğduğun ev.' 'O kadarını anladım.' dedim terslenerek. 'Gördüğün bu eşyaların hepsi ailenin eşyaları.' diye devam etti. 'Anton amca onları depoya kaldırmış yıpranmasınlar diye.' 'Depoya mı? Boş evde neden yıpransınlar?' Saçma gelmişti. 'Çünkü deden bu ev asla satılmayacak demiş. Larisa da evlatlık verilmeyecek. Büyüdüğünde başını sokacak bir evi olsun demiş.' Boğazım yine düğüm düğüm olmuştu. Kocaman bir yudum kahveyle düğümleri çözmeye çalıştım ama olmadı; mideme gülle gibi indiler. Stefan, 'Anton amca eşyaları depoya kaldırıp evi boşaltmış ve kiraya vermiş.' diye anlatmaya devam etti. 'Kiranın bir kısmını kendisi almış, kalanını yetimhaneye hibe etmiş. Her ay, yıllarca bu böyle sürüp gitmiş.'
'Peki, vasimmiş de, neden benimle ilgilenmemiş? Neden yanıma gelip de ailemi anlatmamış? Neden saçımı okşamamış? Neden tek kelime etmemiş?' Düğümler çözülüp gözlerimden iplik iplik akmaya başlayınca Stefan 'ağlama Larisa' dedi. 'Sen şanslısın. Bak, dayalı döşeli bir evin var. Diğerleri ne yapsın?' O an, o meşhum soruyu sormanın tam zamanıydı. 'Senin benim evimde ne işin var?' Bir süre durduktan sonra 'anlatacağım.' dedi. 'Seninle hep ilgilendi Larisa. Her ay yaptığı bağış senin iyi bakılman içindi. Kiranın hepsini kendi alabilirdi. Yanına gelmemesi için de dayanamıyordum dedi. Seni evine alamayışının vicdan azabı, utancı da vardı herhalde. Sorunun cevabına gelince; yetimhaneden çıktıktan sonra... şey... ben burada, bu evde kaldım.' Şaşkınlıktan dilim tutulmuştu. Buz tutan beynim çözülmeye başlayınca aklıma gelenlerle de bu sefer bir anda kaynamaya başlamıştı. 'Ne yani^diye bağırdım, 'benim bir evim var ve haberim bile yok ama senin haberin var ve yayıla yayıla burada yaşıyorsun, öyle mi?! Ben yetimhanden çıkınca ne yaparım, nereye giderim diye kara kara düşünürken sen benim evimde yan gelip yatıyorsun, öyle mi?! İnanamıyorum! İnanamıyorum! Nasıl bakabildiniz yüzüme ha, nasıl? Hele sen, hele sen, nasıl söylemezsin bana, nasıl?! Delireceğim! Yemin ediyorum, delireceğim! Söyle bana Stefan, nasıl bu kadar kötü, nasıl böyle ikiyüzlü ve çıkarcı olabiliyorsun? Koruman için sana emanet edilmiş birini nasıl bu kadar rahat hançerliyebiliyorsun ve bunu karşımda oturmuş nasıl pervasızca anlatabiliyorsun?! Söyle bana Stefan, söyle!!'
Ben böyle bağırınca Stefan'ın tavrı değişiverdi; yine sert, aksi Stefan oluvermişti. 'Evine zorla girmedim herhalde' dedi terslenerek. 'Otur da anlatayım.' O zaman ayakta olduğumu farkedip oturdum. 'İdaredekiler beni senin koruyucu ağabeyin olarak seçtiklerini söylediklerinde Anton amca yanıma geldi ve senin çok değerli olduğunu, gözünün üstümde olacağını, iyi ağabeylik yaparsam ödüllendirileceğimi söyledi. Ödülün ne olacağını sorduğumda da zamanı geldiğinde öğrenirsin dedi.'
'Sen iyi bir ağabey değildin Stefan; baskıcı, faşist ergendin. Neden bir evim olduğu gizlendi, neden söylenmedi? Bana ait her şeyi sevgili Anton amcan önce sana anlattığına göre bunu da söylemiştir.'
'Ben de yetimhaneden ayrılmadan bir ay kadar önce öğrendim. Senin bilmediğini ve buradan ayrılana kadar da bilmemen gerektiğini söyledi. Şimdiye kadar iyi ağabeylik yaptın, aferin, ödülünü alma zamanın geldi dedi ve bu evin anahtarını verdi.'
'Bu ne cüret! Kimin malını kime veriyorsun be adam!' Yine ayağa fırlamıştım. 'Onun gözünde bana iyi ağabeylik yaptığın için mi evimi sana açtı? Ne işler çeviriyorsunuz Stefan? Ne haltlar karıştırıyorsunuz?!' 'Ne haltlar karıştıracağız?! İyice saçmalamaya başladın!' O da ayağa fırlamıştı, burnundan soluyarak yüzüme eğildi. 'O adam bana babalık yaptı, kol kanat gerdi; anladın mı!'
'Pardon? Bunda bir yanlışlık olmasın? Çocukları mı karıştırdı acaba? Kol kanat germesi gereken bendim! Babalığı da yerin dibine batsın! Benim babam var!' diye haykırdım suratına. 'Ama benim yok' dedi. 'Benim babam, O'nun da oğlu yok Larisa.'
Bir an kalakaldım ruh ikizim. 'Yani' dedim, 'yani beni kız olduğum için reddettiler ama seni oğulları yerine koyup bağırlarına bastılar, öyle mi? Yazıklar olsun! Şu anda Stefan, şu anda bütün ailemin kemikleri sızlıyor. Utanın! Utanın; tabii öyle bir duygunuz varsa. Yazıklar olsun! Hepinizden iğreniyorum!' Derin bir nefes alıp sakinleşmeye çalışırken oturdum. 'Gidebilirsin.' dedim. Boş boş yüzüme baktı. Elimi uzattım. 'Anahtarı avucuma bırakıp gidebilirsin.' diye tekrarladım. Bir hışımla karşıma geçip oturdu, bacak bacak üstüne atıp 'hiç bir yere gitmiyorum' dedi. 'Beni iyi dinle küçük hanım; bugün bir mesleğim varsa o adama borçluyum. Avukat olduysam O'nun sayesinde oldum. Yaşlanınca ofisini, müşterilerini bana bırakacak, anladın mı? O'na çok şey borçluyum; bende çok emeği var. Benim sende olduğu gibi.'
'Senin bende olduğu gibi mi? Senin bende hiç emeğin yok, hiç! Gözümün içine baka baka hem maddi, hem manevi yıllarca sömürdünüz beni; sen ne emeğinden bahsediyorsun?! Nasıl bu kadar yüzsüz, nasıl bu kadar pişkin olabiliyorsun?! Seni evimde istemiyorum Stefan! Zaten doğru da değil. Bilmem anlatabildim mi?'
Pis pis sırıtarak 'çok iyi anlattın ama ben anlamak istemiyorsam ne olacak Larisa Hanım?' diye sordu. Ne demekti bu? Sordum. 'Her şeyin bir zamanı var. O zaman geldiğinde konuşuruz.' dedi. Panikledim. 'Ama haklısın; sosyolojik ve etik açıdan aynı evde yaşamamız doğru değil.' Rahatladım. 'Ancak yine de hemen gidemem.' Gerildim. 'Önce kalacak yer bulmam lazım.' 'İyi, hemen git bul. Yok mu bir arkadaşın filan?' Kalkıp kapıya doğru yürürken 'bakacağız artık' dedi, 'nasıl olsa geçici olacak.' O anda yüreğim ağzıma geliverdi. Peşinden gidip 'ne demek istiyorsun sen?!' diye bağırdım. Sırıtarak 'Anton amcayla benim harika planlarımız var. Tabii başrol yine sende.' dedi. 'Çabuk anahtarı ver' diyerek üstüne atıldım. 'Ahlaksızlar! Reziller! Irz düşmanları! Çabuk anahtarı ver, çabuk diyorum! Anahtarı ver! Yeter! Yeter! Yeter! Yeter artık! Yeter!'
Yine bayılmışım. Kendime geldiğimde yatağımdaydım. Yastığımın yanında bir not vardı. 'Üzgünüm. Seni çok seviyorum. Şimdi gidiyorum ama eşyalarımı almaya geleceğim tatlı kız.' Daire kapısını peşpeşe kilitledikten sonra koltuğu sürükleyerek dayadım. Çok kızgındım, çok bitkindim, çok çaresizdim. O kadar tükenmiş, o kadar içim boşalmış, o kadar kırgın ve yalnızdım ki, ağlayamadım bile ruh ikizim; halime ağlayamadım bile. Bütün gün, bütün gece evi dolaştım; eşyaları sevdim, okşadım. Fotoğraftaki masayı öptüm, büfeye sarıldım. Annem buraya dokunmuştur, babam bu koltuğa oturmuştur diye diye evin içinde dolandım durdum. Annemi bana mama yedirirken hayal ettim, babamı benimle oynarken. Anneannem şu kanepede oturmuş örgü örüyordu, dedem bulmaca çözüyordu. 'Kızım' diyordu anneme, 'bir çay yap da içelim.' Anneannem 'fırında börek de var yavrum, ondan da getiriver' diye sesleniyordu. Sıcacık, sevgi dolu bir yuva. Ah!
Yine kalbim sıkıştı. Evime ilk gittiğim günden yadigar bu; o zamandan beri zaman zaman oluyor. Biraz ara versem iyi olacak. Seni de üzdüm değil mi ruh ikizim? Özür dilerim.

"Nasıl üzülmem Larisacığım, nasıl kahrolmam güzel kızım. Küçücük bebekken de, çocukluğunda da, ergenliğinde de gün yüzü görmemişsin ki yavrum. Sevgisiz, güvensiz, ilgisiz, şefkatsiz bir başına yıllar geçmiş gitmiş. Ah canım, minicik yüreğin nasıl da paramparça olmuştur. Nasıl üzülmem. Hele şu Stefan'la Anton denilen adamın yaptıklarına ne demeli?! Sözde seni koruyorlar, hamilik yapıyorlar! Tek taraflı düşünmeyeyim diyorum ama Larisa, hangi taraftan bakarsam bakayım gördüğüm, en hafif tabiriyle şerefsizlik!
Çarpıntılarını ihmal etme kızım. Bir doktora git. Ay! Ne diyorum ben yine?! İyice saçmalamaya başladım. Ölüye doktora git mi denir Hayat?! Aklını başına devşir kadın!"
"Miyaaauuuvv! Miyaaauuvv!"
Yerinden fırlayıp mutfağa doğru koşan Hayat, kedisinin yalanır gibi yaptığını görünce "kurban olurum senin o derdini anlatışına canım benim. Nam nam mı istiyorsun?" diyerek Cicoz'u öptü de öptü. Daralan Cicoz azarlar gibi bağırınca "tamam, tamam, veriyorum" diyerek hem kedisine hem kendine tabak hazırladı. Yemeğini alıp salona geçti, televizyonu açtı. "Larisa'ya birkaç saatliğine de olsa ara vermem lazım yoksa benim de çarpıntılarım başlayacak."

Çok güzel bir haber aldım ruh ikizim; yarın gece yola çıkıyoruz. Turne başlasın! Çok mutluyum, çok! Hazırlanmam lazım; zaman kalmadı. Onun için eve gelir gelmez sana yazmaya oturdum.
Ertesi sabah kapı zilinin hiç durmadan çalmasıyla yataktan fırladım. Stefan, sinir içinde eve girdi. 'Ne demek şimdi bu?' diye bağırdı. Koltuğa bir tekme attı, yüzüme anahtarı fırlattı. 'Al!' dedi, 'hayrını gör!' Kilitlediği odasına girdi, kapıyı yüzüme çarptı. Bir şey demeden odama gidip çilingir aradım. Adam, 'iki saate kalmaz gelirim' deyince içim bayağı ferahladı. Çilingir geldiğinde Stefan da son kolisini çıkartıyordu. Bir bana baktı, bir adama. 'Kolay gelsin Avram abi' dedi ve bir teşekkür bile etmeden gitti.Ne de olsa yıllarca evimde yaşamıştı, öyle değil mi? Nankör!
Kilit değişince rahatlamıştım. Onun boşalttığı odaya girdim; darmadağınıktı. Sehpanın üstündeki zarf dikkatimi çekince aldım, baktım. Üstünde benim adım yazıyordu. İçinden yüklüce para ve bir kağıt çıktı.
'Para, Anton amcadan. Sevgi, haketmediğin sevgi, benden. Sen sahnelerde milletin eğlencesi olmaya devam et. Elbet bir gün çoğu sanatçı gibi sefilleri oynayacaksın ve ben o günü büyük bir keyifle bekleyeceğim. Stefan.'
Ondan sonra eve filan gelmedi. Geçen gün olduğu gibi olmadık zamanda, olmadık yerde aniden çıkıyordu, o kadar. Bayağı rahatlamıştım.
Maria okuldan arkadaşımdı. O'nun aracılığıyla tiyatro ekibine katıldım. Sahne, alkışlar, ilgi, yüzeysel de olsa sevgi gösterileriyle o kadar mutluyum ki ruh ikizim. Aç ruhum lokma lokma doyuyor; doydukça bedenim diriliyor, düşüncelerim berraklaşıyor, günlerim aydınlanıyor.
Bu arada Ayşe'nin hakkını vermem lazım. Anlatmış mıydım? Ayşe, Türk ve artık benim en yakın arkadaşım. Onu çok seviyorum.
Bitirmeden bir şey daha yazmalıyım; bebeklerim devrildi ya geçenlerde; bunu Stefan'dan başkası yapamaz demiştim ya. Evet! O yapmış, komşu teyze söyledi. 'Anahtarı yok ki' dediğimde de 'hayır kızım, var. Anahtarla açtı kapıyı' dedi. Anlamalıydım; çilingire adıyla hitap etmişti. Tanıdığı olduğunu anlamalıydım. Kimbilir adama ne palavralar attı da kendine de yaptırdı demek ki! Utanmaz!
Bak, görüyor musun ruh ikizim; onca sıkıntıya, onca ezilmişliğe, her güzel duygudan onca mahrum kalmama rağmen şimdi dimdik ayaktayım. İstediğim işi yapıyorum, paramı kazanıyorum; mutluyum. Turneden dönünce de yuvamı kuracağım, çocuklar doğuracağım. Köküm zayıf olabilir ama hayata sımsıkı tutunup dal budak saracağım, çiçekler açacağım. Tohumlar çatlayacak, çoğalacak ve benim de bu topraklarda bağım, bahçem olacak.
Ben Mavi Kadın'ım! Biz Mavi Kadınlarız!

Şimdi gitmek zorundayım; çok önemli bir randevum var. Bana şans dile ruh ikizim. İyi ki varsın; iyi ki sana içimi dökebildim. Çok ama çok iyi geldi. Teşekkür ederim. Seni çok seviyorum. Dönünce yine yazar, turnenin nasıl geçtiğini anlatırım, olur mu?
La revedere.

"La revedere... La revedere... Ayşegül bunu niye çevirmemiş ki? Ne demek acaba? Google'dan bakayım. A, bizim Allahaısmarladık gibi bir şey. Canım benim, güle güle. Yolun açık, şansın bol olsun kızım.
Ayşegül'ü aramam lazım. Emanetleri almanın zamanı geldi. Ölüyorum meraktan ama saat de bayağı geç olmuş. Olsun canım, daha uyumamıştır nasıl olsa."
Telefon açılır açılmaz Hayat, "Ayşegülcüğüm, bu saatte rahatsız ettiğim için özür dilerim" dedi. "Mavi kağıtlar az önce bitti de haber vereyim dedim,"
"Hiç önemli değil Hayat Hanım. Yarın sabah sizdeyim."
"Heyecanla bekliyor olacağım."
İyi geceler dileyip telefonu kapattı. Cicoz yine ortalarda yoktu. Duşunu aldıktan sonra televizyonu açıp kanepeye uzandı.

Ayşegül zili çaldığında saat ona geliyordu. Bu sefer elinde büyük zarf ya da dosya gibi bir şey yoktu. Hayat, hayal kırıklığıyla "hani benim emanetlerim Ayşegülcüğüm?" diye sızlandı.
"Merak etmeyin, biri bende. Diğeri için sizinle konuşmam lazım."
Hayat, misafirini içeri davet ederken 'gizemlerin kadını Ayşegül' diye düşündü. 'Her sözü sırlarla dolu. Bilinmezlerin bilirkişisi mübarek.'
Ayşegül, çantasından çıkardığı zarfı Hayat'a uzattı. 'Lütfen okuyun. Sonra konuşuruz.'
Hayat, yine çok heyecanlanmıştı, kalbi boğazında atmaya başladı. Elleri titreyerek zarfı açtı. İçinden tek bir sayfa çıkınca şaşırdı. Kağıdı çevirdi; iri harflerle yazılmış ön sayfa doluydu, arka sayfada sadece üç satır vardı ama geri kalanında...
"Ah! Yoksa?"
Ayşegül gözleriyle onayladı. Sayfanın kalanında sadece tek bir çizgi vardı; kayan kalemin giderek hafifleyen çizgisi. Biten bir hayatın kaybolan soluğu. Son nefesin, vedanın imzası.
İkisinin de gözleri dolu dolu oldu.
Ayşegül, "bunu görmenizi istedim" dedi, "çünkü... nasıl desem... ruhunuzun diğer yarısının gittiği an bu. Çok üzgünüm."
Çantasından başka bir kağıt çıkarıp uzattı." Çevirisi" dedi ve sustu.

Bugün kendimi hiç iyi hissetmiyorum ruh ikizim.
Yazmıştım ya, önemli bir randevum var diye. Doktora gittim. Hemen hastaneye yatırıp tetkikler yapmak istedi. Turneden söz edince de şiddetle karşı çıktı, gitmemi istemedi. İyi olmadığımı, turneye çıkmamın büyük risk yaratacağını söyledi ama ben dönünce... Söz verdim... Ah, çok sıkıştırıyor. Dil altı hap verdi.
Kusura bakma, düzgün yazamıyorum. Oyunu nasıl çıkardığımı bilmiyorum. Ben doğru odaya geldim. Maria ve diğerleri yemeğe gittiler.
Midem de bulanmaya başladı. Bana bir şeyler... Kalbim... Ben... Hayır... Ruh ikizim... ben...

Ve çizgi.
İkisi de sessiz sessiz ağlıyorlardı. Hayat gerçekten de ruhunun yaralandığını, yarılandığını hissetti. Ruh ikizi değil, kimin olsa ölüm anına kağıt üstünde de olsa şahit olmak çok acı vericiydi. Gözyaşları içinde "mekanın cennet olsun güzel kızım" diye mırıldandı. "Umarım huzura kavuşmuşsundur."
Neden sonra Hayat, "diğeri?" diye sordu.
"A, evet. Onun için denize gitmemiz lazım Hayat Hanım."
"Efendim? Anlamadım. Plaja mı?" Hayat, hayretler içindeydi.
"Hayır. Açık denizlere."
"Ayşegülcüğüm, neden denize gidiyoruz Allah aşkına, söyler misin? Hem benim teknem filan yok; sandalım bile yok. Nasıl gideceğiz?"
"Günlük tekne turları var ya; onlardan biriyle. Bakın Hayat Hanım, Larisa'yla sohbetlerimizde ben Türkiye'yi, Ayvalık'ı anlatırdım. Fotoğraflar, videolar gösterirdim. Tekne turlarını, Midilli'nin ne kadar yakın olduğunu, Ayvalık'tan çok kolay gidildiğini filan. 'Bir ara beni de götür Ayşe' demişti, ben de söz vermiştim."
"Midilli'ye mi gideceğiz yani? Olmaz Ayşegülcüğüm. Hem sana demiş, bana değil ki. Sen git işte."
"Hayat Hanım; biz günlük tekne turuna katılırız. Larisa'nın da ruhu huzur bulur böylece. Yani, umarım. Lütfen, beni kırmayın. Ruh ikizi olarak siz de eşlik edin."
"Ah Ayşegülcüğüm, ben kalabalıklara girmeyi pek sevmem ama... Hay Allah! Tamam, peki."
O sırada pencereden başını uzatan Meliha, "demek bensiz tekne turu, ha?! Çabuk kapıyı açın, çabuk!" diye bağırınca iki kadın da yerlerinden zıpladılar. İçeri girer girmez "neler oluyor bakayım?!" diye hesap sormalara kalktı. Ayşegül ne diyeceğini şaşırmış haldeydi çünkü Melihasız amacına daha rahat ulaşacağını biliyordu.
"Bir şey olduğu yok Meloş. Rahmetli buraya gelip tekneyle gezmek istermiş de... Kısmet olmayınca O'nun ruhu için biz gezelim diyordu Ayşegül. Onu konuşuyorduk." dedi sanki suç işlemiş gibi. "Hem sana da haber verecektik ama zaten gelemezsin ki arkadaşım; kocan alçılı."
Koltuğa iyice yerleşen Meloş, "kim demiş! Öyle bir gelirim ki!" dedi heyecanla. Enerjisine enerji katılmış gibiydi. "Bak, iyi ki uğramışım. Yemeklik alışverişine çıkmıştım. Dönüşte lokale uğrar Metin'in üç, beş arkadaşını yarın için eve davet ederim. Ben gelene kadar okey mi oynarlar, tavla turnuvası mı yaparlar; artık onu kendileri bilir. Akşamdan da bir sürü yemek hazırlarım. Daha ne; benimkinin arayıp da bulamadığı şey."
Hayat Ayşegül'e gözucuyla bakınca gülmemek için kendini zor tuttu. Kadın bu durumdan hiç ama hiç hoşnut değildi.
"Kızlar" diye kaldığı yerden söze devam eden Meloş, "siz hiç rezervasyonla falan uğraşmayın. Yarın sabaha hazır olun yeter. Masraflar benden!" diyerek yerinden bir aceleyle kalktı. Kapıya giderken "mayonuzu içinize giymeyi unutmayın" diye seslendi.
İki kadın da tepe sersemi olmuş halde kalakalmışlardı. Hayat,"işte, bizim Meloş da böyle bir kadın" diye özür dilercesine mırıldandı . "Ayşegül, ikinci emaneti söylemedin?"
"Lütfen yarını bekleyin Hayat Hanım. Şimdi size Larisa'nın yazmadığı ve yazamadığı şeyleri anlatmam gerekiyor. Zamanınız var mı?"
"Öyle mi? Tabii, tabii. Önce içecek bir şeyler alalım. Sıcak mı, soğuk mu?"
Ayşegül'ün tercihiyle soğuk kahvelerini getiren Hayat, merakla Ayşegül'e baktı.
"Dükkanda servis yapıyordum. Telefon çaldı, açtım. Maria hıçkıra hıçkıra ağlayarak Larisa'nın vefat ettiğini söyledi. Beynimden vurulmuşa döndüm Hayat Hanım. Öyle beklenmedik şeydi ki!"
"Ama doktoru söylemiş. Okudum."
"Evet, öyleymiş. Durumundan arkadaşlarına da, bana da sözetmediği için bilmiyorduk. Halinden de anlaşılmıyordu ki! Herkesten gizlemiş. Turnedeyken Maria'yla aynı odada kalıyorlarmış. Oyundan sonra Larisa odaya dönmüş, Maria arkadaşlarıyla gitmiş. Sabaha karşı geldiğinde önce uyuyor sanmış ama yanında kağıt, elinde kalemle görünce paniklemiş. Öldüğünü anlayınca kağıtla kalemi alıp kendi çantasına atmış. Ondan sonra herkese haber vermiş. Telefonda 'Sen en yakın arkadaşıydın. Senin için saklıyorum. Cenazede veririm.' dedi. Larisa'nın kimi kimsesi yoktu, biliyorsunuz. Cenazeyle Anton denilen adamın ve Stefan'ın ilgilenmesini Larisa'nın da istemeyeceğini düşündüğümden ben üstlendim. Haber verdiğimde zaten onlar da pek heveslisi olmadılar.
Tanıyan herkes Larisa'yı çok severdi Hayat Hanım. İnanın, cenazesi umduğumdan da kalabalıktı. Mahalle esnafı bile gelmişti. Anton Bey, karısı ve Stefan arkalarda duruyorlardı. Herkes dağıldıktan sonra Stefan yanıma geldi; 'konuşmalıyız.' dedi. 'Konuşacak bir şey yok. Lütfen beni arkadaşımla yalnız bırak' dedim. Gitti sanmıştım ama tekrar geldi. Hem de elinde Larisa'nın pembe ayısıyla geldi Hayat Hanım. Gözlerime inanamadım. 'Sakladım' dedi. Nevrim döndü, yemin ediyorum öldüresim geldi. 'Defol!' diye bağırdım. 'Defol Allah'ın belası! Kızcağızı bari mezarında rahat bırak!'
'İlk çocuğumuzun ilk yaşgününde verecektim' dedi. Ne çocuğu? Ne yaşgünü?! Ne diyordu bu adam?! Tehlikeli boyutta hasta olduğundan artık iyice emin olmuştum. Ayıyı elinden kapıp aldım. Defolup gitti. Bir daha da görmedim."
Hayat ne diyeceğini bilemeden bakakalmıştı. "Ayı nerede?"
"Yetimhanede."
Hayat'ın içi daralmıştı. Derin derin iç çektikten sonra "bunca şeye rağmen yine de bir başına dimdik ayakta durabilmiş" dedi; "tam bir mavi kadın. Biliyor musun Ayşegül, sen de mavi kadınsın; hatta ülkemizdeki, hatta gezegendeki kadınların çoğu aslında mavi, masmavi kadınlar; auraları ne renk olursa olsun. Hele ki yalnız kadınlar, hele ki evlatlarına hem anne hem baba olan kadınlar, hele ki maddi manevi yüklerin altında ezilirken dimdik durabilen kadınlar, kendi gölgesinde ağlayıp kendi gözyaşıyla yıkanan kadınlar, yüreği her zaman tüten kadınlar, yaralarını kendi saran kadınlar, düşmemek için sadece kendine sarılmayı öğrenen kadınlar, bildirmese de kendine yetmeyi bilen kadınlar. Alnı açık, boynu dik kadınlar."
Ayşegül, "biliyor musunuz Hayat Hanım" dedi biraz da utanarak, "boşandığımdan beri ya kendime sımsıkı sarılmış olarak uyanıyorum, ya da ellerim birbirine kenetlenmiş halde; parmaklarım birbirine geçmiş, sevgililer gibi. Birisi duysa hemen 'sana koca lazım' der ama sizin beni anlayacağınızdan o kadar eminim ki."
"O zaman bir itraf da benden olsun Ayşegülcüğüm; yattığım zaman uykuya dalana kadar nefesimi dinlerim. En güzel melodi, en güzel sestir benim için. İçim ne kadar isli olursa olsun bütün isler, sisler dağılır gider, ruhum aydınlanır. İçim huzurla dolar."
İki kadın da hayallerindeki yaşamın bu olmadığının bilinciyle, geçmişten bu güne yaşadıklarının üstesinden gelmeyi başardıkları için gururla gülümseyerek birbirlerini kutladılar.
"E, hadi o zaman" dedi Hayat, dibinde iki yudumluk kahve kalan bardağını kaldırarak, "Larisa'nın, bizim ve tüm mavi kadınların şerefine!"
Ayşegül, yarısı dolu bardağını kaldırıp fondip yaparken "şerefe" dedi. "Canım arkadaşım, ruhun gönensin." Bardağını sehpaya bıraktıktan sonra çantasına davrandı. İçinden büyükçe kırmızı kadife bir kese çıkarttı. "Bunu" dedi, "size yarın verecektim ama Meliha Hanım bütün yapmayı kurguladıklarımı suya düşürdü." Hayat'ın kıkırdamasının üzerine "yarın yalnız oluruz diye düşünmüştüm." dedi.
"Öyle mi? Neden? Ne var o kesede? İkinci emanet mi?"
"Evet. Benim için çok önemli hatta kutsal emanet. Biz her konuda sohbet ederdik Hayat Hanım. Müslümanlık ritüelleri, gelenekler, görenekler filan. Larisa Katolikti. Ölümden konuşurken 'Katoliklerde ceset yakmaya pek sıcak bakılmaz ama yine de tercihe bırakılmıştır' diye anlatmıştı. 'Ama küllerin bir vazo içinde mezarlığa ya da kilise bahçesine gömülmesi doğru bulunur; bazende evde saklanır ama saçılmasını hoş karşılanmaz. Şahsen ben yakılmayı ve saçılmayı tercih ederim.' demişti. Cenaze işleriyle ilgilenirken krematoryum yetkililerine durumu anlattım ve küllerinden birazını verdiğim kavanoza koyup bana vermelerini rica ettim. Törende büyük vazoyla gömülen küllerinden başka" dedi ve kadife keseyi açıp içinden küçük bir kavanoz çıkardı. "Bende de bu var. Yıllardır saklıyorum çünkü ne zaman denize savurmayı düşünsem içimden bir ses külleri tutmamı söylüyordu."
Hayat hayretler içinde "sen buna kavanoz mu diyorsun Ayşegül?" diye bağırdı. "Bu harika bir sanat eseri. Şu el işçiliğine bak. Kapağı bile ne kadar zarif. Kütahya, değil mi?"
"Evet. İçinde Larisa'mın külünden bir avuç kadar var. Bunu sizin denize savurmanızı rica ediyorum Hayat Hanım. Lütfen, Larisa'nın ruhu için."
Hayat'ın elleri titremeye başladı. "İnanılır gibi değil" dedi. "Hiç tanımadığım, bilmediğim ruh ikizimin külleri avuçlarımda. Bu mucize değil de ne?"
"Meliha Hanım'la bunu gerçekleştirmek biraz zor olur diye düşündüm." Hala kavanoza bakan Hayat cevap vermeyince "sizden ricam, onu iyi muhafaza etmeniz." diye sözüne devam etti. "Evde kedi var; devirir filan."
Hayat büyülenmiş gibi kavanoza bakmaya devam ediyordu. Ayşegül kalkıp, "e, bana müsaade" diyerek kapıya yöneldi. "Lütfen siz rahatsız olmayın. Sabah teknede buluşuruz."

------------------------

Hayat, eve girer girmez kendini duşa attı. Kalabalık, kahkahalar, sevinç çığlıkları, müzik, dans yarışmaları, şamata, gürültü derken kafası kazan gibi olmuştu; hiç alışık değildi, hiç. Yüzme molasında Meloş'la Ayşegül harika Ortunç Koyu'nda kendilerini suya bırakınca Hayat da teknenin diğer tarafına geçip kendince kutsal bir tören yaparak Larisa'ya veda etmiş ve küllerini mavi sulara bırakmıştı. Huzurluydu.

Mavi kağıt tomarını aldı. Larisa'nın fotoğrafına bakarak "bunları benim için yazmıştın ya ruh ikizim" dedi, "ben de senin için yazacağım. Kitabımın adı Mavi Kadınlar olacak. Başına da kocaman harflerle not düşeceğim;

KİTABIMI LARİSA SANDU VE TÜM MAVİ KADINLARA İTHAF EDİYORUM.

Yorumlar

Başa Dön