Necip Fâzıl'ın Şiiri

Yanlış anlaşılmasın; bizim Necip Fâzıl’da Bergson ya da herhangi bir felsefecinin etkisi yoktur, olmamalıdır gibi bir iddiamız yoktur.

yazı resim

Üstâdın şiirini her okuyuşumda, sanki dönülmez bir yolculuğa çıkıyormuşum da biraz sonra heceler, sesler ve de âhenkli kâfiyeler arasında kaybolacakmışım gibi ve belki de bir mısrânın sonlarında, şöyle tenhâ bir yerlerde redifleşecekmişim ya da kâfiyeleşecekmişim gibi hissederim.Bu hissediş beni asla korkutmaz.Çünkü şiirlerde yok olmak ya da edebi bir metnin en sessiz bir noktası olmak aslında var oluşun, hatta sonsuzlaşmanın da nokta-yı mihrâkiyesi bir yükseliş pistine adım atmak demektir.Aslında bu yok oluş “helâket” -adem, tamamen yok oluş- manasında değildir ve belki bu yok oluş ancak “fenâ” terimiyle ifade edilebilir.

Aslında “bu kubbede bâki bir seda” bırakmanın da çileli bir gayretidir bu hal.İşte “fenâ” özelde de “fenâ-fi’şşiir” -şiirde fâni olmak-şiirle var olmak- kavramı, Necip Fâzıl’ın şiirini anlamada olmazsa olmazdır bana göre.Şâir, çoğu zaman zekâsıyla ara sıra duygularını da katarak şiir deryasının içine dalar âdeta elektrikleşerek mısrâlarda, hecelerde dolaşır, sık sık kâfiye lambalarını yakıp söndürür böylece tüm latifelerinin elektriksel varlığını en yüksek derecesinden ortaya koyar.Yer yer bu ortaya koyuş küçük patlamalar da doğurur ki bu patlamalar, bir orkestradaki davul sesinin vazifesini ifâ ederek okuyucunun ruhsal ritmini düzenler.

Avrupâilik hastalığımızdan mıdır nedir? bilemem, devamlı ecnebî filozoflara bitiştirilme, içinde sinsi bir övünmeyi de barındıran, onların felsefelerini kendi eserlerimizin seslerinde arama özelliğimiz, bizi aslında içimize ve bizim olana uzaklaştıran, bizim olanla aramızda kapanmaz mesâfeler açan bir şeytan üçgeninin girdabına kapıldığımızın en kesin delilidir.Necip Fâzıl ve şiiri hakkında yapılan mütâlaalarda bu şâirin üzerindeki Bergson etkisi hakikat de olsa, belki de bu hakikat fazlaca abartılı bir dille anlatılıyor.Elbette Bergson idealizminin de, sezgiciliğin de Necip Fâzıl’ın şiirinde bir resm-i geçiti vardır ama bu resm-i geçit Türk Tasavvuf geleneği mehteranının ardından yapılmaktadır.Yâni Necip Fâzıl’ın şiiri, batıya tâbi değil batı geleneği ve idealizmi, Necip Fâzıl’ın şiirine hâdimdir diyebiliriz.

Daha gerçekçi konuşmak gerekirse, Necip Fâzıl’ın bohem hayatının ve de bu hayatın sonucunda “crise intellectuelle” yâni “fikir buhranı” uçurumuna düşmesinin en birinci fâil-i mâlumu -Fâil-i Meçhulu değil- edindiği yarı ak yarı karanlık felsefe birikimi idi.İşte bu buhrandan kurtulmaya başladığı 1934 senesinde o, şiirlerinde de derin tesir bırakacak tasavvuf ekolüne tüm varlığıyla dâhil olmuş, bir yerde eski bilgileriyle yeni irfanını sentezlemiş, sonunda “Çile” balını üretmiştir.

Yanlış anlaşılmasın; bizim Necip Fâzıl’da Bergson ya da herhangi bir felsefecinin etkisi yoktur, olmamalıdır gibi bir iddiamız yoktur.Ancak “Poetika” adlı eserinde bir yerde şiiri tanımlarken “şiir türlü tecelli yollarıyla Allah’tan gelir; ve bütün perdeleri devirerek Allah’a yol açmaya doğru gider” şeklinde ifade ettiği sözler, onun şiirinin de tanımlanmasında yardımcı olacak şifreleri hâvidir.İşte bu şifreleri çözümlemekten başka da gayretimiz yoktur.Şiirde fâni olmuş şâir, aslında şiirini de Allah’ta fâni etmiştir.Bu da Türk İslam Tasavvufunun en belirgin özelliği değil midir?

Demek ki Necip Fâzıl’ın şiirinin köklerini biraz da, belki de birazdan daha fazla Türk İslam geleneğinde aramak gerekiyor.Aşağıdaki mısraları terennüm eden şâirin kendi şirine de aşağıdaki şiirinde bahsettiği “ihtizâzı” –İlâhi hazzı, ferahlığı- ilmek ilmek işlemediğini söylemek imkansız değil midir?

Renkte, seste, ışıkta her şeyde bir ihtizaz;
Her şeyde bir titreşim, zikir, fikir ve niyaz…

Başa Dön