Şeb-i Arus

yazı resim

Dua ettim bugün ikimiz için
Hep aynı duaydı bu
Günler, haftalar ve aylar…

Hâlâ kabul olmadı mı? Dedi kadın.
Günler, haftalar ve aylar…
Nedir sahi bu bahsettiğin?

Bir hadis:
“Acele etmezsen duan kabul olunur.”

Rabbim kullarına seslendi:
“Vaktinde kılınan namazdır amellerin en hayırlısı,
Ardından anne babaya hürmet
Ve Allah yolunda cihat.”

Dua ettim bugün ikimiz için
Hep aynı duaydı bu
Günler, haftalar ve aylar…

Vaktinde kılınan namaz,
Anne babaya hürmet
Ve Allah yolunda cihat...
Durdum, bunları da nakşettim.

Dualar gizlidir bilirsin; dualar mahrem...
Dualarım Hak Teâlâ'nın cemalini görmek içindir.

Cebrail sordu:
“Ya Muhammed İhsan nedir?”

Resulullah cevap verdi:
“Allah’a, onu görüyormuşçasına ibadettir.
Sen göremezsin; lakin o seni görür.”

Vaktinde kılınan namaz beni sana bağlar.
Anne babaya hürmet, beni sana...
Allah yolunda cihat.
Durdum bunları da yazdım, kalbimin bir köşesine.
Kadın sordu:
Hâlâ kabul olmadı mı duan?
Nedir sahi, o büyük ihsan?
Bekledi benden inci, mercan, boncuk.
Bekledi ipek şal, esvap ve yemeni.

Sustum, Hz. Musa’ya yoldaş oldum.
“Cennet ehlinin en yüksek makam sahipleri
Sahi kimlerdir, ey Rabb-i Rahim!”

Rabb'im Buyurdu:
“Onlar öyle kimselerdir ki...
Onların hürmetine, bağ ve bahçeleri
Kendi kudret ellerimle yetiştirdim.
Ve mühürledim o bahçeyi.
O öyle bir ikramdır ki...
Ne bir beşerin kalbinden geçti,
Ne bir göz gördü onu, ne kulak ne de kalp işitti.”

Dua ettim bugün ikimiz için
Hep aynı duaydı bu
Günler, haftalar ve aylar…

Sustum ya Rab, bugün gönlüm seni arzular.
Ey Rabb-i Rahim, yalnızca seni!
Kalbime, ruhuma ve zihnime yalnız seni yazdım.

Dualar gizlidir bilirim; dualar mahrem...
Susarım olmaz, haykırsam olmaz.
Bugün benim doğum günüm, vuslat, şeb-i arus.
Dualar gizlidir bilirim; dualar mahrem...
Dualarım hep senin cemalini görmek içindir.

Bu aralar kendimi şiire verdim. Şiir yazmak beni mutlu ediyor. Planlı programlı değil, bu yazma seansları. Elime kâğıt kalemi alınca cümleler öylece kendiliğinden akıp gidiyor… Bir gün sonra ortaya nasıl bir yapıt çıkacağından habersizim. Günler günleri kovalıyor. Sırasını bekleyen her şiir, yeni dünyalar keşfetmek kadar heyecan verici. Şiirler… O güzelim şiirler… Damıtılmış çiçek özleri kıvamında konsantre duyumsamalar… Okunmadıktan sonra, ne işe yarar ki sahi? Az önce yazdığım şiirime son şeklini vermeden etrafa şöyle bir göz attım. Aç bir karga duvardaki simit parçasını kapıp kaçtı, Cumhuriyet Ortaokulu’nun öğrencileri kartopu oynayarak yanımdan geçip gittiler; Japon elma ağacının önünde buluşan sevgililer sarmaş dolaş gözden kayboldular; serin esen rüzgâr bizim dağların nefesini taşıdı…

Sustum ya Rab, bugün gönlüm seni arzular.
Ey Rabb-i Rahim, yalnızca seni!
Kalbime, ruhuma ve zihnime yalnız seni yazdım…

Şiirin son mısralarını terennüm ettikten ve beni rahatsız eden kelimeleri de karaladıktan sonra, dosyama gönül rahatlığıyla yerleştirebilirim. Düşen yaprak şiirimin konusu olabiliyor; düşkün insanlar, rüzgâr, ayrılıklar… Yaşlanınca insan daha bir duyarlı mı oluyor, yoksa hayat daha bir anlam mı kazanıyor? İnsanoğlu belki fincandaki çay gibi demleniyordur her geçen gün; olgunlaşıyor, ustalaşıyordur, bilemiyorum… Gençken bu derece duyarlı değildim. Bugün altmış yaşını geçkin, faal olarak görevinin başında, tedrisata kendini adamış bir köy öğretmeni sıfatıyla hâlâ yaşam denen bu bilmeceyi çözmeye gayret ediyorum. Gerçi bu kavramı eleştirenlerin sayısı hayli fazla…

“Köy Öğretmeni…”
Rengin Öğretmen'in sözlerini duyar gibi oluyorum:
“Ne yani, şehirde görev yapanlar şehir öğretmenleri, köyde görev yapanlar köy öğretmenleri mi oluyor? Köy yumurtası ile çiftlik yumurtası ayrımı gibi… Yok böyle bir şey kardeşim; öğretmen öğretmendir.”

Belki de haklıydı Rengin Öğretmen, öğretmen öğretmendir; lakin köy öğretmeni olmak başkadır, şehirde görev yapmak başka. Bilmiyorum nasıl anlatsam, biri eşekle yapılan yolculuk gibidir; ötekisi son model bir arabayla yapılan yolculuğa benzer. Köyde yaşıyorsan eziksindir. Altında son model araban da olsa, maaşın dolgun da olsa fark etmez…

Erzincan’da kış iyiden iyiye palazlandı. Yılın en soğuk ayı şubattır burada. Karasu Nehri’nin yüzeyi buz tutar bu mevsimde; nefesiniz buz tutar, yollar, bacalar, ağaçlar… Toprak buz tutar bu şehirde; minareler, çarşılar bazen insanlar… Neyse ki önümüz bahar... Güzel bir pazar günü çocukluğumun o büyülü mekânındayım; nefesim, karşı dağları saran bulutlar kadar yoğun.

Şehrin en güzel alanları parklardır bence; en renkli alanları, nefes almaya değer sığınakları… Güneş gören bir bank bulmak beni her daim mutlu eder; hele bir de böyle soğuk bir kış günü sırtımı güneşe vermişsem ve şiirim de böyle demlenmişse değmeyin keyfime. Yaşlılık işte, en küçük sürprizler bile insanı yaşama bağlıyor.

Birazdan kargalar şehre akın eder; zille birlikte kendilerini dışarıya atan bu okulun talebeleri gibi telaşla apansız sökün ederler; o kulak tırmalayıcı sesleri bile beni buradan kaçırmaya yeter. Ardından rahatlama seansları gelir… Yağmur yağar gibi patır patır dökülür pislikleri. Sıvı haldeki bu dışkı sağanağı üstünüze başınıza gelmesin diye ağaçlardan uzak durmaya gayret edersiniz, adımlarınızı hızlandırırsınız… Öyle milli piyango çekilişine katılırım diye zırvaları düşünmezsiniz bile; üzerinize pislememeleri en büyük ikramiye olur sizin için. Neyse, henüz vakit var; güneş hâlâ görünürde…

Dualar gizlidir bilirim; dualar mahrem.
Susarım olmaz, haykırsam olmaz.
Bugün benim doğum günüm, vuslat, şeb-i arus…

Bugün on üç Şubat… Doğum günüm, aynı zamanda Erzincan’ın Rus işgalinden kurtulduğu gün… Zafer günü… Her on üç Şubat günü böyle kendimi dışarı atarım. Her nedense içeri tıkılıp kalmak istemem, ruhum bedenime isyan eder. On üç Şubat… Her nedense on üç Şubat bana Kara Viran Köyü’nde geçirdiğim günleri hatırlatır. Otuz beş yıl önce göreve başladığım o sancılı günleri…

Hasret’i o dağ köyünde tanıdım. O soğuk şubat ayazında yırtık botları, kırmızı yanakları, atkuyruğu saçı ve gülüşüyle tanıdım. Köyün öteki çocuklarına benzemiyordu; duruşunda asalet vardı onun, bakışında, gülüşünde… Bilmiyorum, farklıydı o; duruşu kadar ruhu da özeldi. Birleştirilmiş sınıflarla ders işliyorduk; tek göz bir sınıf, beş şube, tek öğretmen ve otuz öğrenci… Öğretmenler Günü’nde o asil ruhunu tanıdım Hasret’in. Birkaç gün önce İlçe Milli Eğitim tarafından kendilerine hediye edilen silgisini bana vermek isterken tanıdım; gördüm o güzel ruhunu, içtenliğini, samimiyetini... Okulla geç tanışmış, on bir yaşında, üçüncü sınıf öğrencisi; lakin akranlarından her bakımdan çok ileride…

“Öğretmenim, babam diyor ki Türkiye bu Kara Viran Köyü’nden ibaretmiş. İnsan hep aynı insan… Büyükler doğru söyler. Siz İstanbul diyorsunuz, Ankara, İzmir, Konya, Bursa… Madem Türkiye Kara Viran'dan ibaret peki, nerede bahsettiğiniz o insanlar? Bizim dağın ardında mı evleri?”

“Babalar her zaman doğru konuşurlar Hasret; baban, Türkiye bu Kara Viran Köyü'nden ibaret derken onun anlatmak istediği başka. O insanımızdan bahsediyor; nereye gidersen git, insanımız hep böyle güzel, böyle candandır.”

“Öğretmenim, anam ilkokulu bitirince seni kocaya vereceğim, diyor. Babam kız kısmının evde kalması adama hayır getirmez. Öğretmenim kör baykuşun hikâyesini anlatmıştınız bize; hani yuvasını bulamayan, ne ormanda ne dağda barınamayan o kör baykuş… Ben de o kör baykuş gibi uğursuz muyum? Bizim haneye uğursuzluk mu getiririm öğretmenim? Ondan mı beni istemezler evde? Dün ödevimi yapıyordum. Sizin verdiğiniz kitap vardı elimde.”

“Atatürk Şiirleri kitabı”

“Babam bu kitabı nereden buldun?" dedi. "Öğretmenim verdi dedim. Kitap senin neyine? dedi. Çeyizin hazır, okul bitince seni yeğenime nikâhlayacağım. Halil askerde seni ona saklıyorum. Kitabımı parçalayıp kuzineye attı. Özür dilerim öğretmenim; korktum, sesimi çıkartamadım.”

“Sağlık olsun Hasret; ben sana yeni kitaplar alırım, merak etme. Sen derslerine çalış, okuyacaksın sen.”

“Babam seni kocaya vereceğim diyor.”

“Bakarız çaresine Hasret; ben, babanla konuşurum.”

“Bebek istedim babamdan öğretmenim; evlenince kendi bebeğinle oynarsın dedi. İnsan hiç kendi bebeğiyle oynar mı öğretmenim; o, oyuncak bebek mi ki?”

Yokluk, eğitimsizlik, cehalet… Hepsi böyle bir araya gelince yurdum insanı yanlış yollara sapabiliyor. Özündeki o temiz ve asil ruh, böyle çıkmaz sokaklarda sürükleniyor…

Kara Viran Köyü’nde dört yıl görev yaptım. Okulun lojmanında oturuyordum. Depo olarak ayrılan kısım sınıfa dönüştürülünce, orta birinci sınıflar orada ders görmeye başladılar; ardından kömürlüğe dönüştürülen odada ertesi yıl yedinci sınıflara tahsis edildi. Maaşımı bu köyde harcayacak bir yer yok; iptidai bir bakkal dükkânı var. Dükkândaki malzemeyi toplasan, iki üç el arabasını ya doldurur ya doldurmaz… Giyim kuşam derseniz ona bakan kim? Maaşım bankada yatacağına, burada kaldığım müddetçe ihtiyaç sahiplerine sarf etmek en doğru yol diye düşündüm. Dervişan ruhlu bir adamım. Öyle malda mülkte de gözüm yok. Maaşımın büyük bölümünü öğrencilerime ayırmaya karar verdiğimde, bu hayır işinin beni daha mutlu edeceğini hissettim. Yaklaşık beş aylık maaşım bankada birikmişti. Durdum, düşündüm. Kıymetli hocam dedim kendi kendime, nasıl mutlu musun? Hayatında hiç görmediğin kadar paraya kavuştun. Seni ısıttı mı? Rahat ettirdi mi? Rabbime yaklaştırdı mı? Çocukların böyle çorapsız, yırtık botlarla, önlüklerle etrafta dolaşırken senin başın göğe erdi mi? Oysa bankada gün geçtikçe kabaran hesaplar arkadaşlarımı mutlu ederken bana dert olmaya başlamıştı. Kararımı vermiştim. Burada kaldığım müddetçe kişisel ihtiyaçlarımı karşıladıktan sonra artanı öğrencilerimin ihtiyaçlarına sarf edecektim. Bugün dahi o günleri andıkça, içim titrer, gözlerim buğulanır, keşke daha fazla imkânım olsaydı diye hayıflanırım.
“Ya Mustafa Hocam, seni bize Mevla’m gönderdi. Sen geldin, yardımlar sağanak olup yağdı üzerimize. Şükür çocukların ihtiyaçları tamamlandı; eksiği gediği kalmadı hiçbirinin.”

“Çok şükür!”

“Defter yardımı, çanta yardımı, postal, gocuk… Aklına ne gelirse… Hökömet bize çalışıyor sanki. Neredeyse bizim sıpaları maaşa bağlayacak.”

Onlara gerçeği söyleyemezdim; maaşımı hayır işine ayırdım diyemezdim. Gurur yapar, reddedebilirlerdi benden gelen yardımı. Böyle küçük bir yalana
başvurdum ben de. Köylüye hatırlı dostlarımın olduğunu söyledim; hayırsever insanlar, zengin, para babaları…

Dualar gizlidir bilirim, dualar mahrem,
Susarım olmaz, haykırsam olmaz…

Evet, hayır işleri böyledir. Göstere göstere olmaz; kıymeti kalmaz. Hayır işleri duaya benzer; Rabb'imle kul arasındadır; sadece ondan yardım dileriz, sadece ona sığınırız. Dualar gibi olmalı hayır işleri Yaradan’la bizim aramızda olmalı…

Hasret’in yeni botlarıyla tanıştığı o gün, aklımdan hiç çıkmaz. Sadece Hasretin mi? Sınıftaki tüm öğrenciler için de o gün bayram günüydü. Kimi kutusundan hiç çıkarmadı botlarını, kimi bağcıklarını dahi bağlamadan alelacele giydi; kimi kucağına alıp öylece derse kaldığı yerden devam etti. Hasret’in bir eli botlarında, bir eli defterinde tahtaya yazdığım şiiri defterine geçirme telaşındaydı. Dersin bitimine kadar eli hep orada, o botların üzerinde kaldı. Sanki dokunmasa küsecekler yahut kaçıp gidecekler gibi… Ertesi gün çocuklarım birbirinden güzel renk ve modeldeki botlarıyla sınıfa girdiklerinde sevinçten uçacak gibiydim. Alın terimdi onlar; helal kazancımı böyle hayır işlerinde kullanmak cennetle müjdelenmişçesine beni mutlu etmişti. Bu mutluluğum Hasret’in sınıfa girmesiyle sükût-u hayale uğradı. Sınıfın sobasını tutuşturmuş, evlatlarım gelmeden önce sardunyaları sulamış, masama geçip günlük planlarıma son şeklini vermiştim. Hasret'in ayağında botları yoktu.

“Kızım neden botlarını giymedin?”

Hasret üşüyen ellerini sobada ısıtıp yanıma yaklaştı; bir yandan da nefesiyle ellerini ısıtmaya çalışıyordu.

“Öğretmenim, babam elimden aldı. Anneme, bu postalları çeyizine koy dedi. Anam çeyizime koydu. Kız kısmının ayakları pek büyümez, dedi anam. Ben giydim bana oluyor bu botlar; ileride giyersin. Öğretmenim size bir şey soracağım.”

“Sor benim güzel kızım.”

“Öğretmenim babam yumurtanın sarısını hep ağabeylerime veriyor. Ben çok merak ediyorum yumurtanın sarısı nasıldır diye. Tadı neye benzer? Bana hep beyazını veriyorlar öğretmenim. Sarısını erkek kardeşlerim yiyor. Babam yesinler de tohumlarını kuvvetli atsınlar, diyor. İnsanın tohumu olur mu öğretmenim? Babam kız kısmı burnundan çıkanı yalasa doyar diyor. Sen ele
karışacaksın, ocağımızı benim oğullarım tüttürecek; öğretmenim ele karışmak ne demek?”

“Isın istersen Hasret, birazdan derse başlayacağız; bunları sonra konuşuruz.”

Hasret ısıtmak üzere hareketlendiğinde bakışlarım yeniden küçük kızın ayağına doğru kaydı. Neyse ki yün çorapları vardı, o parçalanmış, rengi solmuş botlar yeniden yüreğimi dağladı. İlçeye indiğimde bir bot daha alacak, kendi ellerimle ona giydirecektim. Hafta sonu dediğimi yaptım; bu kez çeyize kaldırmasınlar diye ellerimle giydirdim onları; gün boyu öylece dolaşmasını istedim, ardından meşe kömürü sürüp kirletmesini istedim; bu kez aldığım tedbirler işe yaradı...

Hasret’i beşinci sınıftan mezun ettiğimde onu akranlarıyla birlikte altıncı sınıfta görmek istiyordum; olmadı… Hasret okumalıydı; onun gibi algıları açık ve zeki bir çocuğun okula gitmemesi bu ülke için büyük bir kayıp olacaktı; okuldan uzaklaştırılan her çocuk gibi... Ailesi, okulların açıldığı ilk hafta kızlarını okula göndermemişti. O yavrucak mutlaka okumalıydı. Hasret'in babası Dursun Bey'e gidip kendisini ikna etmeye çalıştım.

“Dursun Amca, Hasret benim en gözde öğrencilerimden biri, mutlaka okumalı. Algıları açık ve zeki bir çocuk o. Bu vatana büyük hizmetleri dokunacaktır okursa...”

“Bizim kızın mı? Muallim etme eyleme? Bizim sıpa büyüdü, çocuk değil genç kız oldu, evlenecek yaşa geldi; namahrem artık. Eşortman giyip de fink mi atacak ortalık yerde? Olacak iş değil. Bize ters böyle şeyler. Genç kızlar kem gözlerden ırak büyümeli. Arkadaşları laf atarsa ne yaparız biz; hangi birini vurah sahi?”

“Henüz on üç yaşında.”
“Bizim esketek, o yaşta avrat oldu. Kız kısmını evde tutmak yaramaz adama. Ben onu yeğenime nikâhladım. Halil askerden geldi biliyorsun; beyaz eşyamı yeniledi, aslan gibi damat olur benim yeğenim. Ondan daha iyisini mi bulacak o kurbağa? Kız kısmı okur mu hocam? Okursa kötü yola düşer, namusumuzu beş paralık eder. Ben, bizim oğlanları dahi okutmayı düşünmezken, bu aklı kıt cıbırı mı okutacağım?”

Hasret’i en son gördüğümde, kocasıyla birlikte kayınbabasına ait tarladaydı. Harman mevsimiydi; güneş kızdırıyordu... Elinde orak vardı ve buğday demetlerini kucaklamıştı. Düğünün üzerinden henüz bir hafta dahi geçmeden ırgatlığa başlamıştı Hasret. Üzerindeki kıyafetler ne de sevimsiz şeylerdi öyle... Seni bu vaziyette görmek için mi bunca zahmete katlanmıştım; çekilen bunca çile bunun için miydi sahi? Ah Hasret’im… Güzel kızım benim; yanlış zamanda, yanlış ellerde büyümekti kaderin… Hali vakti yerinde bir ailenin kızı olsaydın ya… Ahhhh Hasretim Ahhhh, benim güzel çiçeğim!

Bugün on üç Şubat dedim ya… Doğum günüm… Her on üç Şubat günü böyle kendimi dışarı atar efkârlanırım. Her nedense ruhum sıkılır, duramam vururum kendimi yollara. On üç Şubat… Hasret’i o dağ köyünde tanımıştım. O soğuk şubat ayazında yırtık botları, kırmızı yanakları, atkuyruğu saçı ve gülüşüyle... Köyün öteki çocuklarına benzemiyordu o; duruşunda asalet vardı onun, bakışında, gülüşünde… Sonra yitip gitti. Bir ummandı; bir damlacık suda kayboluverdi…

Saate baktım, 13.30’u gösteriyordu. Buraya geliş amacımı hatırladım. Şube müdürleriyle görüşecektim; okulumuza yapılan ayakkabı yardımı için teşekkürlerimi sunacak, ardından bir başka okulda görevlendirme isteyecektim. Milli Eğitim Müdürlüğü'ne ulaştığımda saat ikiyi bulmuştu. Yerler buz pistine döndüğü için oldukça temkinli yürümek zorunda kalmıştım. Önce atamadan sorumlu Naci Beyin odasına çıkıp durumumu arz ettim. Milli Eğitim Müdürü'nün benimle görüşmek istediğini öğrenince şaşırdım. İlk aklıma gelen konu şikâyet oldu. Zayıf not alan öğrencilerden biri, beni şikâyet etmiş olmalı. Hekimin karşısına çıkmaya çekinen bir çocuk gibi ağır adımlarla müdür beyin odasına yöneldim. Sekreter beklememi söyledi, müdür bey toplantıdaydı; geldiğimi Milli Eğitim Müdürü'ne iletti, kendimi tanıttıktan hemen sonra. Çok fazla sürmedi bu bekleyiş, yaklaşık beş dakika sonra kapı açıldı ve takım elbiseli, orta yaşlı bir adam saygılarını sunarak dışarı çıktı; görüşme sırası bana gelmişti. Yaşınız ister yirmi olsun, ister yetmiş girdiğiniz oda makam odasıysa, o makama duyduğunuz saygıdan mütevellit heyecanlanırsınız. O an ruhumu saran heyecan kasırgasını dindirmeye gayret göstererek içeri girdim.

“Hoş geldiniz Mustafa Öğretmen'im sizi görmek ne büyük bahtiyarlık bizim için.”
Ben Metin Bey’i karşımda bulacağımı düşünürken, genç ve cana yakın bir hanımefendiyle karşılaşmak beni oldukça şaşırttı. Metin Bey’in eşi diye düşündüm o an. Bayanın kim olduğunu anlamaya çalışırken içeri çaycı girdi.

“Kahvelerimiz orta şekerlidir öğretmenim; buyurun, afiyet olsun.”

Kahve fincanının yanında küçük bir pakette çikolata duruyordu. Kahvelerimizi yudumlarken kendimi tanıtıp karşımdaki bayanın kim olduğunu öğrenmek istedim.

“Milli Eğitim Müdürü Metin Bey’le görüşecektim.”

“Kendisi Ankara'da…” dedi, bayan aynı latif ses tonuyla. “Yerine ben vekâlet ediyorum Mustafa Öğretmen'im. Şube Müdürü olarak bu kentte göreve başladım.”

“Okulumuza yapılan yardımlar için şükranlarımı sunmaya gelmiştim. Şube müdürü arkadaşlar beni buraya yönlendirdiler. Ayrıca görevlendirme isteyecektim. Köydeki görevimin yanında Erzincan Lisesi'nde Coğrafya derslerine giriyordum. Şubatta eş durumundan iki bayan öğretmen atanmış, ben açıkta kaldım. Üniversite de üç çocuk okutuyorum. Çok şükür, kırk yaşından sonra Rabb'im bana evlatlar bağışladı. Kirada oturuyorum, eşim çalışmıyor. Evde benden ekmek bekleyen dört boğaz var.”

“Maşallah! Üç çocuk büyütmek… Hem de bu zamanda…”

“İnanın zor durumda kalmasaydım, size bunları arz etmezdim. Amirim olduğunuz için size anlatıyorum; yoksa kimseye dert yanacağım yok. İnsan evlatları için yaşar, onlar için mücadele eder. Geçen gün köyden sırtladığım üç bidon dolusu salçayı cami avlusunda satayım dedim; malum çocukların ihtiyaçları bitmiyor. Zabıtalar sökün ettiler, ben henüz kapağını dahi açmaya fırsat bulamadan. İki bidon salçayı kaptığım gibi uzaklaştım oradan; kalan bidona görevliler el koydu. O bir bidon, benim kazancım olacaktı. Geri döndüm halimi arz ettim; sanırım acıdılar halime, bidonu verip cami dışında satış yapmama rıza gösterdiler.”

“Bakarız çaresine öğretmenim, sizin gönlünüz rahat olsun.”

“Çocuklar okullarını bitirene kadar en azından...”

“Bakarız çaresine öğretmenim… Siz aslen ilkokul öğretmeni değil miydiniz?”

“Evet, aslen ilkokul öğretmeniyim. Tarihe merak sardım Atatürk Üniversitesi'nden mezun oldum; Tarih Eğitimi Bölümü’nden. Erzincan Lisesi'nde Coğrafya öğretmeni açığı olduğunu duyunca başvuruda bulundum; geçen dönem oradaydım.”

“Anladım öğretmenim...”

Şube müdürü yerinden kalkıp karşımdaki koltuğa oturdu ve yine aynı latif ses tonuyla:

“Mustafa Öğretmen'im,” dedi. “sahi beni tanımadınız mı?”

Karşımda kırklı yaşlarda bir bayan duruyordu; belki daha önce aynı okulda görev yaptığım bir meslektaşımdır, diye düşündüm önce.

“Çıkartamadım” dedim, mahcup bir ruh haliyle. “kusura bakmayın cidden çıkartamadım.”

“Kara Viran Köyü desem öğretmenim. Dursun Amca'nın Cıbırı. Şiir kitapları hediye ettiğiniz, gocuğumdan botlarıma, tepeden tırnağa donattığınız, kursağımda ki her lokmada hakkınız olan garip Hasret desem. Viran Köylü Garip Hasret…”

Hasret son cümlesini tamamlayamadı. O güzelim gözlerinden dökülen yaşlar, yanaklarını ıslatıyordu. Hani çok sevdiğiniz bir yakınınıza kavuşursunuz ya, öldüğünü sanırken apansız karşınıza dikiliverir, sevinçten eliniz ayağınız tutmaz olur; kalırsınız öylece, kelimeler düğümleniverir boğazınıza… Ben ne söyleyeceğimi, ne yapacağımı bilemez bir halde Hasret’in yüzüne bakarken o daha fazla dayanamayıp boynuma sarıldı. İlk kez böyle hıçkırıklara boğulmuş, sevgi dolu bir insanın sıcak nefesini derinden hissediyordum. İlk kez bir öğrencimin merhametli kalbine böyle yakından dokunuyor; ilk kez bir öğrencime sarılıp onun o asil ruhu önünde hürmetle eğiliyordum…

“Hasret’im, güzel kızım sahi sen misin? Nasıl olur, seni o köyde bıraktığımda okul hayatın sonlanmıştı; evlenmiştin sen… Elinde bir kucak buğday demetiyle bırakmıştım.”

“Canım öğretmenim, siz gittikten kısa bir müddet sonra Halil canına kıydı. Askerden geldiğinde iyi değildi zaten, asabı bozuktu. Silahı ağzına dayadığında neyse ki yanında değildim, yoksa bende de akıl kalmazdı.”

“Başın sağ olsun.”

“Sağ olun öğretmenim, dostlar sağ olsun.”

“Peki, nasıl okudun, baban okumana nasıl razı geldi?”

“Sizden sonra Yasin Öğretmen köyümüzde göreve başladı. Köylü baştan mutlu oldu gelişine; lakin o size benzemiyordu. Sevgi yoksunu bir adamdı. Köylü şikâyet etmeye başladı. Herkesin ağzında sizin isminiz dolaşıyordu. Siz ayrıldıktan sonra yardımlar da bıçak gibi kesilmişti. Köylü bu duruma da itiraz etti; ilçeye başvurdu. İlçe Milli Eğitim Müdürü yapılan yardımlardan haberlerinin olmadığını, köye yardıma yanaşan herhangi bir şirket veya şahsın bulunmadığını muhtara iletti. O an, her şey ortaya çıktı. Bu hadisenin ardından bir evliyadan bahseder gibi bahsetmeye başladılar sizden. Babam pişman oldu; sizi kırdığına bin pişman oldu. Halil’in ölümü ardından, o köyde daha fazla kalamadık, şehre göç ettik. Canım öğretmenim bugün buradaysam ve karşınızdaysam sayenizdedir. Öğretmenim sahi onca yardım sizin elinizle mi yapılmıştı? İnsanlar paralarını bir köşeye yığarken, sahi siz tüm maaşınızı bize mi sarf etmiştiniz?”

“Rabb'im Buyurdu:

“Onlar öyle kimselerdir ki,
Onların hürmetine, bağ ve bahçeleri
Kendi kudret ellerimle yetiştirdim.
Ve mühürledim o bahçeyi.
O öyle bir ikramdır ki,
Ne bir beşerin kalbinden geçti,
Ne bir göz gördü onu, ne kulak ne de kalp işitti.”

“Anladım öğretmenim anladım… Kalplerin Keşfi… İmam-ı Gazali… Anladım…”

“Unutmamışsın…”

“Her vakit elinizde bu kitap vardı; fırsat buldukça bize de okurdunuz.”

Orada yaklaşık bir saate yakın kaldım. Dünyanın en mutlu insanı bendim. Ne geçim sıkıntısı, ne yürek sızısı, ne Şubat ayazı… İnsanımız… Bizim insanımız… Her ferdi, bu ülkenin paha biçilemez bir değeri. Tek bir ferdimizi dahi kaybetme lüksümüz yok. O gün botlarımı giymiş ve evimden çıkmıştım. Sadece öğrencilerimize değil, okulumuzun tüm öğretmenlerine bu yardım yapılmıştı. Bizlere ayakkabı yardımında bulunanın Hasret olduğunu öğrendiğimde, bu kez gözleri dolan bendim. Ağlıyordum, mutluluk gözyaşlarıydı bunlar…
Viran Köylü Hasret’in içimi titreten o gönül okşayıcı iltifatlarını ruhumun derinliklerinde hissederken, evimin yolunu tuttum. Dilimde bugün kaleme aldığım şiir, aklımda yine sen vardın ey Rabb-i Rahim…
Bugün benim doğum günüm, vuslat, şeb-i arus…

Sustum ya Rab, bugün gönlüm seni arzular.
Ey Rabb-i Rahim yalnızca seni.
Kalbime, ruhuma ve zihnime yalnız seni yazdım.

Dualar gizlidir bilirim, dualar mahrem...
Susarım olmaz, haykırsam olmaz.
Bugün benim doğum günüm, vuslat, şeb-i arus.
Dualar gizlidir bilirim, dualar mahrem...
Dualarım, hep senin cemalini görmek içindir…

Yorumlar

Başa Dön