Sıcacık şöminemizdeki neşeli alevler yüzümü aydınlatırken, taş döşemenin önüne oturmuş ellerimi ovuşturuyordum. “Neden kış ayları böyle soğuk olur ki?” diye de düşünüyordum bir yandan... Hem sokaklar çamurla kaplanınca üzerim başım da kirleniyor. Oysaki yaz ne güzeldir. Üşüme derdin olmaz. Ayrıca terleyince de denize atlayıverirsin. Bu arada ben Damla. 5. sınıfa gidiyorum. Kendimi tanıtmak istersem eğer; şu sözcükler yeterli olacaktır: Cesur, neşeli ve dayanıklı... Hayatımın henüz 11 yılını geçirdiğim ve büyük ihtimalle ömrümün geri kalan kısmını yine burada geçireceğim evim; bodrum katını saymazsak iki kattan oluşuyor. Bu evde en çok şöminemize hayranım. O beyaz tuğladan yapılmış dikdörtgen biçimdeki şömineye, odunları atmak benim için büyük bir zevk oluyor. Sadece odun mu, mandalina kabuğu bile atarım bazen. Hem o zaman çok güzel bir koku yayılıyor etrafa. Çıtır çıtır sesler büyük salonun o kasvetli havasını dağıtırken, ben de gözümü dikip alevlere saatlerce şömine başında oturuyorum. Bazen kedimiz Tombul’u da alıp yanıma, uzanıyorum ılık taşların üstüne. Kedicik sıcağın etkisiyle, mırıl mırıl mırıldanırken, ben de küçük oyuncak tarağıyla tüylerini tarıyorum. İşte o zaman Tombul, zevkle gerinip, mırıldanmaya devam ediyor ve gördüğü bu ilgi karşısında şımarık, işe yaramaz, tombul ama sevimli bir ev kedisi olup çıkıyor… Ama şöminemizi ve onunla ilgili her şeyi bu kadar sevmeme karşın, kışı hiç sevmem. Fakat doğal olarak şömineyi yalnızca kışları yakabiliyoruz…
Günlerden bir gün, yine soğuk bir kış akşamı, hava her gün olduğu gibi erkenden kararıp da evin ışıklarını bir bir söndürüp, sadece şömine alevinin yaydığı ışıkla aydınlanarak, büyük salonda otururken ve bir yandan da elimde tuttuğum, bir şey anlamadığım için sayfanın tekinde takılıp kaldığım sıkıcı kitabın sayfalarını kıvırmakla meşgulken annemin sesiyle kendime geldim. Neyse ki yemek vakti gelmişti…
—Kızım, yemek hazır! Haydi sofraya.
—Tamam anne.
Kitabı masanın üzerine koyup-aslında o sıkıcı kitaptan kurtulduğum için, fark etmeden de olsa mutlu bir şekilde masanın üzerine fırlatmıştım-mutfağa gittim. Annem en sevdiğim yemeklerden yapmıştı. Babama:
—Neden şöminemizi yazın da yakamıyoruz. Çok sinir oluyorum.
—Olur mu kızım? Yazın nasıl yakalım? O sıcakta!
—Neyse, boş ver.
Yemek bitince odama koştum ve çalışma masama yerleştim. Ama yarım kalmış ödevlere şöyle bir bakınca birden bire vazgeçtim ödev yapmaktan. Nasıl olsa sabah da vaktim vardı. Tekrardan aşağı, salona indim ve şöminenin karşısına kuruldum. En iyisi şu sıkıcı kitaba bir göz atmak olacak deyip, yanı başımdaki ahşap masadan, uzanıp aldım kitabı. Sonra da;
—Ah hayır… Kitap okumak istemiyorum, dedim.
Ve yüzümü şömineye dönüp, alevlerin yansıyarak kızıla boyadığı yüzümü dizlerimin arasına götürdüm. Başımı dizime yasladım ve gözlerimi kapattım. Kulağıma gelen odun sesleri ve babamın birkaç saat önce attığı portakal kabuklarının hafif kokusu, Tombul’un mırıltıları, mutfaktan gelen tabak sesleri, öbür odadaki flüt melodileri, açık pencereden esen serin rüzgârın uğultusu… Hepsi ama hepsi bana ninni gibi gelmeye başlamıştı. Gözlerim kapanmaya, başımsa dizlerimin arasından kaymaya başlamıştı. Siz bunları okurken ben saatin “tik tak” şeklinde çıkardığı seslere ve şömineden gelen, sıcaklığa dayanamayıp uyuyakalmıştım. Rüyamda şöminemizi görüyordum. Bana şöyle diyordu;
—Ödevlerini yapmalısın Damla. Geleceğin için, başarılı olmak için.
—Hayal görüyor olmalıyım! Bunu kim söyledi?
—Ben söyledim. Evin şöminesi…
—Hayır, asla inanmayacağım. Şömineler konuşmaz!
—En sevdiğin şöminenize, dostuna inanmayacak mısın?
—Pekâlâ. Tamam! İnandım, tamam.
—İnanmalısın Damla. İnanmalısın Damla…
—Tamam, yeter artık! İnandım.
—Affedersin.
—Evet, tamam.
—Sana bir sözüm var Damla.
—Nedir?
—Çalışmalısın. Derslerine odaklanmalısın. Geleceğinde büyük sınavlara gireceksin. O yüzden şimdiden çalışmaya başlamalısın. Bütün gün benim karşımda oturup, ateşin gizemli büyüsüne kapılıyor ve her şeyi, tüm sorumluluklarını unutuyorsun.
—Ama çok sıkıcı o dersler… Yarısını bile anlayamazken nasıl olur da oturup saatlerce çalışabilirim!
—Olabilir. Ama yine de denemeli, çaba göstermelisin. Yoksa büyüyünce iş sahibi olamazsın. O zaman evin de olmaz. Ve tabi seni ısıtan bir şöminen de!
—Şey…
—Bir şey demene gerek yok.
—Ben teşekkür etmek istiyorum.
—Ama hiçbir yararı olmadı değil mi?
—Hayır! Gerçekten tavsiyeleriniz çok önemliydi. Ve yararı da oldu. İleride şöminemin olmadığı bir evde oturacak olma düşüncesi beni kendime getirdi!
—Pekâlâ. Yararı olup olmadığını anlamam lazım. Bu yüzden de sana bir hediye vereceğim. Az önce senle konuştuğumuz şeylerin bir özeti gibi bir şey… Ve her baktığında beni ve öğütlerimi hatırlayıp, derslerine daha sıkı sarılabilmen için sana yardımcı olabilecek bir hediye…
—Sağ olun… Şey, Şömine…
—Hanım. Şömine Hanım.
—Ah! Evet, bunu biliyordum. Şömine Hanım.
—İşte hediyen. Doğum gününe daha çok var biliyorum ama bir daha görüşebileceğimizden emin değilim. Bunu doğum günün için sayabilirsin…
Alevlerin arasından bir zarf çıktı. Damla büyük bir hızla taş döşemeye düşen zarfı eline aldı ve hala sıcak olduğunu fark etti. Tam içini açacakken şömine konuştu.
—Hayır, şimdi açma. Önce gördüğün rüyadan uyanmalısın sonra odana gidip kimse görmeden açabilirsin.
—Tamam. Nasıl isterseniz Bayan Şömine…
—Tamam, işte oluyor… Kendine çok iyi bak ve dediklerimi unutma, haydi Damla hoşça kal…
Bu mutlu an bir an bulanıklaşmaya, adeta erimeye başladı. Damla rüyasından uyanıyordu, kendini tekrardan sıcak alevlerin yanında buluyordu. Gözlerini araladı ve yanı başına, kitabının bulunduğu küçük, ahşap masaya baktı. Hediyesi orada duruyordu.
Ve ileriki günler Damla ödevlerini hiç geciktirmedi. Sınıfta yazılılarının sonuçları hep tatmin edici oldu. Ailesine başarısının kaynağını söylemedi. Ve şömineyle bir kez daha konuşmak için yıllarca bekledi. Ama şömine bir daha asla Damla’yı ziyaret etmedi.
Hediyesi ne miydi? Çok merak ediyorsanız bunu Damla’ya sorabilirsiniz…