Türk milletinin bağımsızlık yemini: Gölgeler ve İstiklal Marşı Yeni Şafak alıntı

Türk milletinin bağımsızlık yemini: Gölgeler ve İstiklal Marşı

yazı resim

Yıl 1921… İşgal altındaki bir millet, çetin bir varlık-yokluk mücadelesi veriyordu. Bu mücadeleye milletin yüreğinden kopan, ona heyecan ve cesaret veren ve bir bayrak gibi dalgalanacak bir marş gerekiyordu. Mehmet Âkif Ersoy, düzenlenen yarışmaya böyle kutsal bir görevin para karşılığında yapılmasını onuruna yediremediği için katılmamış ancak dostlarının ısrarlı daveti sonucu ödülden feragat edilmesi şartıyla marşı yazmayı kabul etmiştir.

Âkif, Taceddin Dergâhı’nda geceler boyunca yüreğindeki vatan aşkını, Anadolu’nun feryadını ve inancını mısralara kâh gözyaşlarıyla kâh derin bir sessizlik içinde döktü. Marşın her dizesi, müthiş bir diriliş çağrısıydı. 12 Mart 1921’de TBMM’de okunduğunda salon alkışlarla inlerken, milletvekilleri gözyaşlarına boğulmuştu. O gün herkesin ortak bir değerde birleştiği sanılmıştı. Ancak bazı kimseler marşın millî ruhu tam yansıtmadığını, İslâmî motifler içerdiğini, modern bir devlet için farklı bir marşın yazılması gerektiğini iddia ediyordu.

Aynı tartışmalar beste için de yapılmıştı. Gazetelere beste için ilan verilmiş ancak Kurtuluş Savaşı’nın devam ediyor olması, mecliste besteleri değerlendirecek bestekârların olmaması ve bestekârların çoğunun İstanbul’da olmasından dolayı bir netice elde edilememiştir. 1924’te yeniden bir beste yarışması yapılmış, Ali Rıfat Çağatay’ın bestesi seçilmişti. Ancak 1932 yılına kadar farklı besteler yapılmaya devam edilmiştir.

İkinci İnönü Zaferi’nin sevinci memlekete dalga dalga yayılmış; marş okullarda, kışlalarda ve cephe boylarında okunmuştur. Ali Rıfat Bey, marşı işgal kuvvetlerinin tehdidi altında, gözyaşları içinde defalarca çaldırmıştır. Şef Zeki Üngör de marşı orkestra için bestelemiş, o gün çalınmış ve resmi marşımız olmuştur. Ankara’da ilk baloda Zeki Bey, Gazi gelirken orkestraya bu marşı çaldırmış ve “Paşam, marşınız budur.” dediğinde Gazi; “Allah razı olsun Zeki Bey. Çok beğendim, aferin!..” demiştir.

DEVREYE GİREN GİZLİ EL
1925’te marş için yeni bir yarışma düzenlenmiş. Şartlarda “Güftenin vakarlı, ümit saçıcı, ruhu yükseltici olması şarttır. Açık bir Türkçe ile veciz surette Türklüğün varlığını, büyük mazisini ve daha büyük istikbâlini ifade etmelidir. … Âkif Bey’in İstiklâl Marşı büyük mücadelemizin kutsî bir hatırası olarak saklanacak ve millî marştan başka, İstiklâl Marşı unvanıyla merasimde söylenecektir.” denilmiştir. Ancak yazılan şiirlerin hiçbiri, bir Akif edememiştir.

Zaferden sonra meclis zabıtlarında, Âkif’in ve onunla aynı safta yer alanların sessizce siyasetten tasfiye edildiği görülecektir. Onlar artık “görevini tamamlamış” kişilerdi. Devreye giren gizli bir el onları adeta gözetim altına almış ve takip ettirmiştir.

Gün geçtikçe Akif’e ve marşa yönelik eleştiriler artıyor, hatta hakarete varan ifadelerle sataşılıyordu. Oysaki o, “Benim değil, milletimin marşıdır!” diyerek, tartışmalara hiçbir zaman doğrudan müdahil olmamıştır. Tunalı Hilmi, Akif’in şiirini hazmedememiş, onu bir komisyona havale etmeyi teklif etmiş. Aka Gündüz ve Faruk Nafiz de marşı fazla ağır, karmaşık ve derin anlamlar içeren bir metin olarak görmüştür. Ayrıca Faruk Nafiz “Korkma!” diye başlayan bir marşın, milletin cesaretini sorgular gibi durduğunu belirtmiştir.

Behçet Kemal, İstiklâl Marşı’nın değiştirilmesi gerektiğini, sanatsal açıdan yeterince güçlü olmadığını, marşın daha etkili ve sanat açısından daha başarılı bir şekilde yazılması gerektiğini belirtirken, Akif’i, olgun kafasının bütün güzel fikirleri, ayet ve hadislerin örümcek ağına takılıp kalmış olan bir din şairi; İstiklal Marşı’nı ise sonunda âmin denilebilecek mısralar, beş on mübalağa birkaç teşbih ve uzun bir dua! olarak tanıtmış ve şunları söylemiştir: “… artık hiçbir değeri kalmayan bu şiiri bir kenara bırakmak zamanı gelmiştir. Ya her merasimde, her içtimada bir millî marş terennüm etmenin çok lüzumlu, çok faydalı bir şey olduğunu reddetmeye yahut da asil hislerimizi öz dilimizi anlatan, millî ve modern bir beste ile ahenkleyen bir marş yapana kadar başımız önümüzde susmaya mecburuz. …” Akif yaşasa idi ona “O halde artık başınız önünüzde susmaya mecbursunuz!” derdi.

Nurullah Ataç, Akif’i şair olarak bile görmüyor, “mahalle kahvesi hatibi” olarak izah ederek yine İstiklal Marşı’nı tartışmaya açarken; Nazım Hikmet “… Bizim müstevlilere karşı duyduğumuz isyanı terennüm ettiği için bizimdir ve iyidir” demiştir. Peyami Safa ise “Akif bütün ömrünü Türk bayrağındaki hilâlin şerefini müdafaaya tahsis etmişti” demiştir.

HİÇBİRİ BİR AKİF EDEMEDİ
Sonunda Akif’in Dârülfünûn’dan öğrencisi olan Falih Rıfkı Atay, Cumhuriyet’in 15. yıl dönümü için yeni bir marş yarışması başlatır ve ilan Ulus gazetesinin manşetinde değil, içeride küçük bir yerdedir. İstiklal Marşı’nın değiştirileceğine, kabul edilecek olan şiirin Akif’in şiirinin yerini alacağına dair tek satır bilgiye yer verilmemiş, sadece teknik şartlar yayınlanmıştır. 1925’teki “vakarlı, ümit saçıcı, ruhu yükseltici ve açık bir Türkçe ile Türklüğün varlığını, büyük mazisini ve daha büyük istikbalini ifade edici” bir şart taşımıyordu. Bunun anlamı şuydu: Falih Rıfkı’nın cesaret edemediği bir sessizlikte yeni İstiklal Marşı aslında ölü doğmuştu. İstediği eserin bir türlü gelmediğini gören Falih Rıfkı, Necip Fazıl’a marş yazma teklifi götürmüş ve o da kabul etmiştir. “Türk Milli Marşı” adı altında “Büyük Doğu” şiirini yazmıştır. Ancak bu şiirinin kabul edilmesi çok zordu. Çünkü Akif’inkinden çok daha kuvvetli bir İslami hava hakimdi. Yıllar geçer… Ancak kaleme alınan hiçbir şiir, Âkif’in o yürekten gelen dizeleri kadar Türk milletinin ruhunu yansıtamamıştır.

Darülfünun öğrencileri, İstanbul Radyosu’nda marşın çalınmasını talep etmişler ancak radyo yönetimi, yayın esnasında birçok dinleyicinin laubali bir vaziyette bulunabileceklerini düşündükleri için bu talebi geri çevirir. Bunun üzerine gazeteci Abidin Daver, halkın millî marşımızı dinlemeye susamış olduğunu ancak hem marşın notasını bulmanın imkânsız olduğunu hem de gelen mektuplarda marşın bestesi ve güftesi hakkında malumat istemelerine şaşırdığını söylemiştir. Keşke dönemin şairleri ve yazarları marşı eleştirene kadar onu milletimize öğretebilmeye çalışsalardı. Böylece işgal kuvvetleri geri çekilirken, Dolmabahçe Meydanı’nda İstiklal Marşı çalındığında duyulan o büyük gururla meydanı dolduran binlerce Türk, hep bir ağızdan “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” diye bağırabilir ve milletin o azametli sesi İstanbul’u terk edenlerin kulaklarında ebediyyen gürleyebilirdi.

KABUL OLAN DUA
Dil Kurultayı’nın açılışında Cumhurbaşkanı Atatürk’ün huzurunda İstiklal Marşı’nın coşkuyla okunması malum çevrelere önemli bir mesaj vermiş oldu. 1940’lı yılların sonuna kadar değişmesi için uğraşan bir takım kişiler hep çıkmış ancak bu operasyonlar başarılı olamamıştır. Allah Akif’in duasını kabul etmiştir. Şöyle ki: İstanbul’da Sağlık Yurdu’nda kendisini ziyaret ederek Atatürk’ten haber getiren Hakkı Tarık Us ve Ruşen Eşref Ünaydın’a “İstiklal Marşı bir daha yazılamaz. Kimse yazamaz, ben de yazamam: Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!...” demiştir.

Tarih, hak edenleri unutturmaz! Bugün, Âkif’in adı hâlâ gururla anılırken, onu dışlayanlar, karalamaya çalışanlar zamanın tozlu sayfalarında kaybolup gitmiştir. Âkif’in yüreğinden kopan bu destan, her duyduğumuzda bizi ayağa kaldıran bir bayrak gibi dalgalanmaya devam ediyor. Ve bizler, bu kutsal mısraları her söylediğimizde, sadece bir şiir okumuyoruz… Bir milletin dirilişini, kurtuluşunu ve varoluş mücadelesini haykırıyoruz! Bu marş, şanlı tarihimize yeniden eşsiz zaferler kazandıracak bir kuvvettedir.
Prof. Dr. Ebru Demircioğlu / Trabzon Üniversitesi 12/03/2025, Çarşamba Yeni Şafak

Yorumlar

Başa Dön