Bi̇li̇m Ve Teknoloji̇ Neden Avrupa'da Geli̇şti̇. Alinti Deri̇n Düşünce Org

BİLİM HIRSIZLIĞI

yazı resim

Bilim ve Teknoloji Neden Avrupa’da Gelişti?
İnsanoğlunun başına gelen hadiseler, insani irade (cüz’i irade) ve ilahi irade olarak iki faktör altında zuhur bulur. Bir başka değişle kaderin ortak payı altında geçekleşir bütün olaylar. Bu, milletler ve devletler tarihi için de böyledir. Olayların akışı içinde, bu iki faktör birbirinden ayrılmaz bir bütündür. İlk faktör (cüz’i irade) insanoğlunun elindedir ve özgürce seçme hakkına sahip olduğu için de sorumludur. Bu sebeple hadiseleri önce “Sebepler”, sonra “Kader” zaviyesinden bakmak durumundayız. Zira; bizler çalışmakla mükellefiz ve neticeyi Allah yaratır diye düşünüyorum…
Bilim ve Tekniğin Batıda Gelişmesinin Beşeri Sebepleri: İtikadi ve Zihni Değişim: Tarihte irfan ve mana menşe’li hareketler, fışkırdıkları ortama zıt tutumlar şeklinde ortaya çıkmışlardır. Örneğin Çin’de lüksün eğlencenin ve doymazlığın hüküm sürdüğü yerde Taoizm, insanları dünyadan ve siyasetten yüz çevirmeye çağırmıştır. Bir başka örnek; Firavun’un zulmü altında inleyen ve iliklerine kadar köleleştirilen İsrail halkı, Musa (as) nın getirdiği ilahi hakikatlerle daha çok dünyaya, yasalara ve içtimaya yönelik vaziyet almışlardır. Ancak bu vaziyet, dini kaideleri unutturucu ve dini dünyaya alet etme noktasına vardırılınca, Hz İsa(as) dinin manevi ve ruhi yönü üzerinde yoğunlaşmıştır. Bundan dolayı ilk hiristiyanlar Romanın zulmü altında korkusuzca savaşıyor ve şehit olma arzusuyla direniyorlardı. Kendilerini Roma vatandaşı olarak değil, İlahi Sultanlığın vatandaşı olarak görüyorlardı…
Zamanla Romanın maddeci yaklaşımıyla aşırı maneviyatçı bir hüviyete bürünen hiristiyanlık tabiat ve insanı Allah’tan alıkoyan perde gibi gördüğünden, insanı ve bilgiyi küçümser pozisyon almıştır. Bu sefer kendisi, insanlığa ve bilime set vuran bir tutum içine girmiştir. Öte yandan hiristiyanlık, İran ve Asya’yı etkisi altına alan Mitraizm ve Maniheizm dinlerinden de etkilenmiş ve bütünüyle “gnostik ve teosofik ” bir yapı kazanmıştır. Roma hukukuyla da izdivaç eden hiristiyanlık zamanla, bilgiyi insanı ve zihni faaliyetleri ve düşünceyi yasaklayan hüviyete büründü. Dünyanın bir yanında bunlar olurken, diğer yanda hızla yayılan İslam dini vardı. Yayılırken bir taraftan İran, Hind ve Ön Asya dinleriyle diğer yandan tercümeler neticesinde eski Yunan düşüncesiyle tanışan İslam’ın bünyesinde Aristo menşe’li “Meşşai Felsefe Akımı” ortaya çıkıyordu. İbn-i Bacce, Farabi, İbn Sina ve İbn Rüşd gibi filozoflarca temsil edilen mantığa meyilli düşünce hareketine karşı bilhassa Gazali Hazretlerinin verdiği mücadele hedefine ulaşır. İslam dünyasında Gazzali’den aldığı güçle Tasavvufi hareketler ivme kazanırken, bunun karşısında Aristoculuk, Yunan epikürizmi, hedonizmi, Roma naturalizmi hem Arapçadan tercümeler hem de Endülüs yoluyla ve Haçlı seferleri vasıtasıyla Avrupa’ya geçiyordu…
Ve batı yeni bir uyanışın eşiğindeydi. Bu uyanış İslamla geçilen temaslar neticesinde değişik boyutlar kazanıyor ve Saint Marti’nîn ifadesiyle: “Doğu’dan fışkıran kaynak, bütün varlık susuzluklarını gidersin diye ırmak ırmak Batıya akıyor, ve kökü Asya’da olan ağacın meyveleri olgunlaştıkça Batıya dökülüyordu.” Batılı bu meyvelerden, bir yandan bilimi geliştirmek suretiyle müspet manada faydalanırken, diğer yandan Yunan’ın metaryalist, natüralist ve hedonist yanlarını da alarak tam bir dünya insanı olmak suretiyle suistimal yoluna girmekten kendini alamamıştır. Bu uyanış kendini önce dilde ve edebiyatta gösterir. Daha sonra fizik bilimlerine doğru yöneliş başlar. Francis Bacon’un tabiriyle “İnsana tabiat üstünde bir güç ve görüş veren “ bu yeni bilim anlayışı tabiatı incelemede duyuları ve deneyleri ön plana çıkarır. Ancak ilmi devrimler, manevi tahribatları da beraberinde getirir. Bu manevi zihni dönüşüm kendini en belirgin resim ve heykel sanatında gösterir olur. Tam da heykel sanatının bu dönemde ortaya çıkması basit bir vakıa değildir. Bu dönem aslında insanın ruhi çöküntüsünü, ferdiyetçilik kokan anarşi, erotizm ve zevk düşkünlüğünü de resmediyor olması oldukça düşündürücü…
Bu yeni zihin yapısı, haklı ve doğal olarak elbette elinde bulunan (tahrif edilmiş) kutsal metinlere de inanmayı güç hale getiriyordu. Bir misalle: Ve Rab Allah adamı aldı, baksın ve onu korusun diye Aden bahçesine koydu. Ve Rab Allah emredip dedi: “Bahçenin her ağacından istediğin gibi ye; fakat iyiliği ve kötülüğü bilme ağacından yemeyeceksin…” Ve Rab Allah dedi; “İşte adam iyiyi ve kötülüğü bilmekle bizden biri gibi oldu; ve şimdi elini uzatmasın ve hayat ağacından almasın, yemesin ve ebediyen yaşamasın” diye böylece Rab Allah onu Aden bahçesinden, kendisinin içinden alındığı toprağı işlemek için çıkardı…
Şüphesiz Kitabı Mukaddeste yer alan ve ilk değerlendirmede Allah’ın insanı bilmekten men ettiği ve adeta onu kıskandığı imajı uyandırıyor bu ifadeler. Rönesans insanına elbette ters gelecekti bu öğreti İyiliği ve kötülüğü bilmek suretiyle kendisi gibi olacak ve ebedi hayatı kazanacak diye insanı cenneten kovan bu tanrı, Rönesans insanının kafasında hemen Yunan tanrılarıyla aynileşiveriyordu. Dolayısıyla Rönesans insanı, insanlık adına ve hayrına kutsal ateşi tanrılardan çalantanrı soylu Promete olmak arzusundaydı. Onlar için, bu öğretinin de vermiş olduğu haklı isyanla, insan olmak tanrıya karşı gelmek demekti. Sonra bu Tanrının gönderdiği (sanılan) kitapların yazdıkları (bunlar şüphesiz tahrif edilmişlerdir) insan aklının buluşlarıyla bir bir yalanlanmıyor muydu? O halde, bütün bu safsatalara inanmanın (Hristiyanlıktan başka din bilmedikleri ve İslam’a da bir yandan içten içe hayranlık ve kıskançlık duygularıyla birlikte, karşısında yüzyıllarca yenik ve ezik olmanın getirdiği kompleksle baktıkları için) herhangi bir dine inanıp bağlanmanın gereği yoktu. İnsana ve tabiata yönelmek dine karşı çıkmayı gerektiriyordu. Dinden özgürleşme mantalitesinin tohumu burada atılmış ve arena Din-Bilim kavgasına bırakılmıştır. Bu etki günümüze kadar gelmiş, ülkemizi de sarmış ve kendi içimizden de, bu zihniyetle beslenen garip bir entelektüel aydınlanmacılarımızı ortaya çıkarmıştır. Ancak; bu zihniyet temsilcilerinin başka bir tabirle kendi içimizdeki (sözde) aydınlarımızın, kendilerini cumhuriyetçi olarak da tarif eden bu zavallı ansiklopedist ve bilimperestlerin anlayamadıkları bir nokta vardı; “Bu kavga bizim kavgamız değildi…”
Hakimiyet Kavgası ve Hakikat Arayışı Rönesans dönemi aydınlarının çoğunluğu dinsiz değillerdi. Onların kavgaları Katolik kilisesinin temsil ettiği din anlayışına ve kiliseye karşı idi. Çünkü kilise neredeyse bütün Avrupa’da teokratik bir hakimiyet kurmuştu. Hz. İsa’nın bedenini temsil ettiği ve Ruhul Kudüs’le desteklendiği iddia edilen kilise yönetimi ve onun başındaki papa yanılmazlığa sahipti ve her bir papanın görüşleri birbirine zıt dahi olsa mutlak doğruları temsil ediyordu. (Bakınız. Din ve Vicdan Özgürlüğü II) Bir yandan kilisenin bu tavrı, diğer yandan İslam dünyasındaki ilmi hareketler, batıdaki aydınları uyanışa sevk ediyor, aynı zamanda kilise hakimiyetine karşı çatışmalar doğuruyordu. Birkaç asır sürecek bu çatışmalar hem bilimin gelişmesinde hem de zamanla dine karşı bir tavır alınmasında önemli bir faktör olacaktı.
İhtiyaç, Coğrafi Keşifler ve Sömürgecilik O dönem Avrupa sosyal yapısına baktığımızda, bir yandan Engizisyon mahkemeleriyle Kilise baskısı ve suistimalleri öte yandan acımasız derebeylerin ve kralların zalim idaresi altında Avrupa insanının bunaldığını görüyoruz. Üç yanı denizlerle çevrili Avrupa toprağı, üzerindeki nüfusa dar geliyordu adeta ve toplum huzura ve refaha açtı denilebilir. Avrupa’nın bu yapısı ihtiyaçları da beraberinde getirdi. Zira ihtiyaç, sanatın ve ilmin hocasıdır aynı zamanda dua hükmündedir.
İşte Avrupa’nın toprak darlığı, bunun yanında deniz ve nehirlerin yani tabii ulaşım yollarının bolluğu sebebiyle içeride ve dışarıda fazla temas imkanına sahip olan Avrupalı; temaslar neticesinde de edindiği çeşitli fikirler ve sahip olduğu rekabet hissi ve yine içerideki baskı ve zulümlerin tazyikiyle bir yandan kabiliyetlerini inkişaf ettirirken, diğer yandan değişik sebepler altında denizaşırı yolculuklara çıkıyordu. (Bakınız: Coğrafi Keşifler ve Uyuyan Osmanlı ) Şartlar ve ihtiyaçlar Avrupalıyı adeta bu yolculuğa mecbur ediyordu denilebilir. Tesadüfen buluna Amerika kıtasından gelen altın gümüşler; bir yandan kıtaya göçlerin artışını bir yandan da maddecilik ruhunu körüklüyordu. Kendi ülkesinin zulümleri ve baskısından kaçan Avrupalının, gittiği yerlerde adaletli davranması beklenirdi ancak koca bir hayal kırıklığı yanı sıra soykırım, katliam, sömürü ve vahşet düzenidir geriye kalan…(Bakınız: Sanayisiz Osmanlı )
Evet Sanayisiz Osmanlı yazısında şöyle demiştik; Bir kere sanayileşebilmek, büyük sermayeler gerektiren bir süreç. Bu sermaye doğal yollarla elde edilemez. Özellikle, dönemin Avrupa devletlerine bakarsanız, normal şartlarda iki yüz yılda elde edilebilecek ekonomik gelişimi ve sermayeyi, kurdukları sömürü düzenleriyle yirmi yıl gibi kısa bir sürede tamamladıklarını göreceksiniz. Bu hıza ayak uydurmak gerekirse, (içerde ve/veya dışarda) bir haydutluk düzeni ve bir vahşet düzeni kurmanız kaçınılmazdır. Sömürü ve yeniden sömürüyü gerektiren, yeniden kendini var eden zülüm döngüsü kurmanız gerekir ki bu, ne Osmanlının kurucu kodlarıyla ne de insanlık değerleriyle bağdaşan bir durumdu.
Meselenin bir başka boyutu şudur ki; aslında “Sanayi Devrimi” bütün Avrupa’da aynı anda olmuş bitmiş bir olgu değildi. Plassey savaşından sonra koca Hind alt kıtasını işgal eden İngilizler, Bengal hazinelerini Londra’ya taşırlar. Çoğu yazarlar, Sanayi İnkılabının; Plassey savaşında sonra Bengal kömürlerinin Londra’ya taşınıp buharlı geminin bulunuşuyla başladığını kabul ederler. Oysa Fransa’da sanayileşme hamlesi ağır aksak ilerlemiştir. Dahası Fransa’nın hamlesi daha çok İngilizleri taklit üzere şekillenmiştir. Daha çok İngiltere’den makine alımı şeklinde gerçekleşmiştir. (Fransızlar, bizim yerimizde olsa sanırım bu sürece batılılaşma süreci derlerdi) Öte yandan sanayileşme sadece üretim artışıyla değerlendirilemez ya da daha doğrusu değerlendirilmemeli diye düşünüyorum. Biraz da önemli olan, üretim artışının hangi bedeller karşılığında başarıldığı değil midir? Yani neler götürmüştür o toplumdan ? Neye mal olmuştur ? Bunların da değerlendirmeye alınması gerekmez mi? Basit bir örnekle duruma açıklık getirmeye çalışalım: Sanayi Devrimi yıllarında İngiltere’de uyuşturucu kullanımı neden yaygındır hiç düşündünüz mü? Fabrikalarda geçen uzun gecelerde çalışan anneler, sevgili bebeklerini uyutmak için afyon bitkisi kullanıyorlardı da ondan. Evet yanlış duymadınız, çocuklar daha kundaktayken uyuşturucuya alışıyorlardı. Peki bu çocukların, ilerleyen yaşlarında kanlarına karışan bu zehirden kurtulmaları sizce mümkün olabilmiş midir? Weber Tezi olarak Protestanlık Alman düşünür Weber, batıdaki teknolojik gelişimleri, Calvinizm temelli Protestanlık anlayışı ve ahlakıyla da izah eder. Weber’e göre Protestanlık inancında tam bir kadercilik anlayışı hakimdir. Seçilmişler önceden bellidir ve kul ne yaparsa yapsın kaderini değiştiremez ve hatta cennetlik ya da cehennemlik olma vasfını dahi değiştiremez.
Peki böyle bir anlayış, insanları ve toplumları nasıl olur da çalışmaya itebilirdi? Madem her şey baştan bellidir ve kulun elinden bir şey gelmezdi, o halde İnsanları top yekun çalışmaya ve üretmeye iten güç ne olacaktır? Evet Protestanlıkta insanın Tanrı karşısında hür iradesi yoktur ve seçilmişler baştan bellidir ancak “seçilmişliğin göstergesi; durup dinlenmeden çalışmak, şüphe ve güçsüzlük duygusunu yenmek için sürekli faal olmak, ayrıca birlikte hareket etmektir. Kazanmak, çalışmak, başarmak ve birlikte hareket etmek Tanrını sevgili kulu olmak demektir.” Zenginlere karşı orta sınıfın kini Protestanlığa geçişi hızlandırıyor ve bu insanların da sürekli çalışmaya ve biriktirmeye azmediyor olmaları, zincirleme olarak da çalışmak kazanmayı, kazanmak tüketimi, tüketim ihtiyaçları, ihtiyaçlar da tekrar çalışmayı kamçılamıştır denilebilir. Bu daire içinde bilim ve teknoloji de kendine bir gelişim yolu bulacak ve yatağını kuracaktır. Weber’in tezi buraya kadar makul olsa da (burası dahi eleştiriye açık ve oldukça malul bir tez), daha sonra ortaya öyle bir tez atacaktır ki; doğuda ve batıda çok tartışmalara sebep olacak ve kendi aydınlarımızı da menfi etkileyecektir. Protestanlığı, bilime ve gelişmeye motor gibi takdim eden Weber, İslamı da gelişmeye ve bilime engel ilan etmiş ve hararetli bir tartışmanın fitilini yakmıştır. Bu tez ülkemizi de sarıp sarmalamış olacak ki, modernliği tek çare görüp, İslam temelli bir geleneği terk etme ve bir halkın kültür ve medeniyetinin değiştirilmesi esası üzerine bir dizi önlemler almaya kadar varmıştır. Ancak insanların dış görünüşlerine yönelik takıntılarla yaşayan köhne bir kültür devrimciliğidir aslında bütün yapılanlar… Aslında bizlere okul sıralarında “Asr-ı Saadet Dönemi” gibi lanse edilen, Cumhuriyetin Sözde Altın Çağı’nda gösterebildiğimiz bütün tepki Batı’nın hakimiyetine karşı, şeklen ve görüntü itibarıyla batıya benzeme refleksi olabilmiştir. Kimileri bu dönemi daha da cilalayıp, Aydınlanma Çağı olarak da lanse ederler…
İslâm’ın temel prensiplerinden, bilimden, kul hakkından uzaklaşmanın getirdiği belaların ilacını “düşmana benzemek” yolunda aramışız ne yazık ki! Yanlış teşhis, yanlış tedavi…
Sonuç: Virüse bulaşmış, virüsten korunamayan, hasta ancak yaşamaya devam eden, kararsız bir ülke…
Kalıcı olan ve tabiat haline gelen kültürel bir şizofreni ile ülkesini ve halkını malul eden bir oligarşik ve vesayetçi bir zihniyet… Tarihçi Mustafa Armağan ise; “Bilim de geri mi kaldık ?” sorusunu yönelterek konuyla ilgili ilginç açılımlar yapıyor ve şöyle diyor: “Bir kere 17.yüzyıl ve sonrasında Avrupa’da vuku bulan bilimsel ve teknolojik devrimi normal bir bilimsel etkinlik çerçevesinde değerlendiremeyiz. (Burada ‘normal bilim’ derken Thomas Kuhn’un kastettiği anlamda bir paradigmanın, yani bilimsel çerçevenin içinde yapılan bilimi kastediyorum.) Bu ‘olağanüstü’ bir bilimdir ve normal bilimdeki faaliyetler olağanüstü dönemle ölçülemez. Ya neyle kıyaslamak lazım onu? İnsanlık tarihindeki büyük bilimsel patlamaların yaşandığı diğer çağlarla elbette. Olsa olsa MÖ 5. yüzyılın Atina’sıyla, MS 10. yüzyılın Bağdat’ıyla kıyaslanabilir. Dikkat ederseniz Yunan ve İslam mucizeleri deniliyor bunlara, yani olağanüstü dönemler… www.derindusunce.org Fikir Platformu 41 Tarih Şaşırmaktır! Böylesi dönemlerin sayısı insanlık tarihinde çok fazla değil. Yani Yunanistan’da gerçekleşen çiçeklenme, yüzyıllar süren Afrika-Asya kültürel trafiğinin, her şeyden önce de Fenike medeniyetinin eseriydi. Çünkü insanlığın yüzlerce yıllık birikimi, mağma gibi kendisine patlayacağı bir delik arar ve sonunda uygun bir yer bulunca yeryüzüne çıkar. Bu ‘mucize’lerin Atina veya Bağdat’ta ortaya çıkmaları, tarihin akışını kendi yönlerine çevirmesini bilen yöneticilerin eseriydi. Hodgson gibi tarihçilerin uzun vadeli dünya tarihi perspektifinden bakıldığında ‘Batı uygarlığı’nın Avrupa’da ortaya çıkması da aslî değil, arızî bir durumdu. Yani bu enerji, bir şekilde kendisine uygun bir yol bulacaktı. En uygun çıkış yolu ise Avrupa’da hazırlanmıştı. Orada çıktı. Başka bir yerde de ortaya çıkabilirdi ama şartlar elvermedi. Dolayısıyla modern bilimlerdeki patlamayı, Osmanlı veya herhangi bir ‘normal’ faaliyetini sürdüren paradigmayla değil, süper lig ile 2. lig arasındaki fark gibi, Yunan veya İslam bilimleriyle kıyaslamamız gerekir. Çünkü bunlar, birçok medeniyetin ortak olarak katkıda bulunduğu ama bir yerde ortaya çıkan bilimsel lavlardır. Malum, lav dağını seçemez. Dağdır lavı seçen. Ne zaman dağ olursak lavımızı içimizde buluruz.“ İslam Medeniyetinin Tesiri Hemen şunu belirtmeliyim ki Rönesans aydınları, bildiğimizin aksine ilerici değil, “gericidirler” ve hatta “irticacıdırlar“. (80-90 yıldır topluma irtica korkuları empoze eden zihniyete küpe olsun)
Rönesans uzmanlarından Peter Burke, dikkatimizi Rönesans’ın Latin ve Yunan kaynaklarına yani binlerce yıl öncesine bir “geri dönüş”, hatta antik kültürün taklit edilmesi hareketi olduğu noktasına çeker. Dahası Rönesans aynı zamanda İslam Medeniyeti ile temasa geçişin adıdır. Bir başka değişle, Avrupa’nın bitkisel hayattan uyanışa geçişi Arap-İslam kültürü ve dinamizmi sayesinde gerçekleşecekti. Avrupa’da “Bilimsel Devrim” yalanı da zihinlerimize kazınmıştır kazınmasına da, nedense söz konusu Bilimsel devrim Müslüman alimlerden çalınan bilgilerle yapıldığı meselesi ise örtbas edilir. Osmanlının Yıkılışında Tekke ve Zaviyelerin Rolü Var mıydı? şöylemiştik: adlı makalemizde aynen şunları İslam büyükleri öyle kitaplar yazmışlar, öyle eserler ortaya koymuşlardır ki, kendilerinden sonra Avrupa’nın üniversitelerinde asırlarca okutulmuştur. Avrupalı büyük ölçüde rönesans ve sanayi devrimini bu eserlere borçludur. Dünyaya hakimiyetini, bu eserlerden istifade de bulmuştur. Özellikle tıp alanında İbni Sina, Razi ve Zehravi gibi bilginlerin eserleri, Batının ilmi yapılanmasının oluşmasında büyük etkenleri olmuştur. İbni Sina, tam sekiz asır, Zehravi tam bin sene Batıda otorite kabul edildi. Bunlardan her biri kendi sahasında ilmi araştırmaları ve buluşlarıyla başı çekiyordu. Kimisi astronomiyi geliştiriyor, kimisi fizik kuralları koyuyor, kimisi de matematikte yedi kat integral problemleri çözüyordu. Kimisi de dünyanın çevresini ölçmeye çalışıyor ve dünyanın güneş etrafında döndüğünü tespit ediyordu ki Galileo ve Copernik’in yedi göbek dedesi henüz mevcut değildi. Batı ve dünya vahşetler içinde yüzerken, bizim aydınlık dünyamızda hidrolik sistemlerle çalışan araçlardan, saatlere, oradan da ilkel robotlara kadar, son asırlarda tanıyabildiğimiz teknolojik eserler, o dönem adi eserler olarak teşhir ediliyordu. Diyarbakırlı Ebul-İz El Cezeri, 800 sene önce hidrolik sistemle çalışan pek çok otomatik eser ortaya koymuştu. Ta o zamanlar biz yaptığımız robot atlara hareket verirken, Batı dünyası saatin işleme keyfiyetinden uzak “Acaba içinde cin mi var ?” diyordu. Evet Avrupa İslam Medeniyetine çok şey borçludur… Yukarıdaki örnekleri az ve yetersiz bulanlar için örneklerimi çoğaltmak isterim… Mesela modern kimyanın kurucusu Cabir İbn Hayyan’dır. Buharlaştırma, süzme, tasfiye etme, damıtma billurlaştırma Cabir’in geliştirdiği metotlardır. Mesela Alembik’i icat eden Müslümanlardır. Optik, büyütücü mercekler, pek çok cismin özgül ağırlığının tespiti, denge ve ağırlık hep Müslümanların eserleridir. “Sıfır” ve “Pi” sayılarını bulan, dört işlemi tam olarak ortaya koyan Müslümanlardır. (Romen rakamında sıfır olmadığını hatırlatırım). Cebir tamamen Müslümanların icadıdır. Logaritma, trigonometri yine Müslümanların icadıdır. Sekantı, Tanjantı, kotenjantı sinüs ve kosinüsü bulanlar da Müslümanlardır… Örnekleri daha da çoğaltmak mümkün. Evet gerici olmak bence güzeldir… Mehmet Bahadır

KAYNAK: 1. İslam Bilim İnsan Ve Tarih (Ali Ünal) 2. Avrupa’nın 50 Büyük Yalanı (Mustafa Armağan) 3. İnsanlığın Son Adası (Mustafa Armağan) www.derindusunce.org Fikir Platformu Tarih Şaşırmaktır!

Yorumlar

Başa Dön