Vakif İmparatorluğu

İSLAMİ VAKIFLAR 14+ ASIRLIK BİR GELENEKTİR. IRK, DİL AYRIMI YAPMADAN DEVAM EDEN BİR İMPARATORLUKTUR.

yazı resim

İnternet’e büyük devletler yazarak kısa bir araştırma yaparsanız devletlerin bazı ölçütler esas alınarak sınıflandırıldığını görürsünüz. Büyük devletler sınıflandırmasında birinci ölçü olarak hükmedilen coğrafyanın büyüklüğü esas alınır. İkinci büyük ölçü devletlerin ordu büyüklüğüdür. Üçüncü ölçü diyebileceğim bir ölçü ise devletlerin yaşam süresidir. Metin yazarlarının değerlerine göre farklı büyüklük sınıflandırmalar yapılabilir. Teknoloji, eğitim ekonomik güç vb. Tüm bu sınıflandırmalarla varacağımız sonuç Osmanlı Devleti/ İmparatorluğunun dünya tarihinin en büyük devleti/devletlerinden biri olduğudur.
Yukarıdaki ifadeyi duygusal olarak algılayabilirsiniz. Tercih elbette ki size aittir, ama ifadenin duygusal olması iddianın doğruluğuna halel getirmez.
Osmanlı devletinin pek çok farklı sınıflandırma ile büyük olduğu iddiamızı kısaca paragraf açmamız gerekirse;
1-Osmanlı Devleti bilhassa askeri manada sayısız ilklerin sahibidir. Mesela ilk profesyonel ordu Osmanlı tarafından (öncesinde bir kaç başarısız denemenin ardından 1360’lı yıllarda kuruldu (Yeniçeri Ocağı) ve kurumsal hale getirildi.(Kanuni dönemindeki Osmanlı Ordusunun diğer ordularla arasında bariz ve büyük farklar vardı. Kanuni dönemini inceleyen tarihçi Hauser bu orduyu şöyle değerlendiriyor:
2-”…Bu ordu savaş ve yalnız savaş için yaşıyordu. Savaştan başka bir şey düşünmüyordu. Son derece cesurdu. Çok iyi silahlanmıştı. Muntazam maaş alıyor ve çok iyi besleniyordu. Disiplini Avrupa ordularında tasavvur edilemeyecek derecedeydi. Sultan Süleyman 30.000 askeriyle Rodos’a girdiği zaman bütün müşahitlerin birleştiği üzere, adada askerlerin ayak seslerinden başka tek bir ses, tek bir söz duyulmuyordu. Böyle bir disiplindi.…Kudretli bir topçunun desteklediği Türk ordusu, bir tek emirle, tek vücut ve iyi kurulmuş bir makine halinde harekete geçiyordu. C. Taşkıran-Osmanlı-1999)
3-Osmanlı Askeri teknolojide, bilhassa gelişme dönemlerinde(devletlikten imparatorluğa evrildiği zamanlarda) çağındaki devletlerin çok ilerisindeydi.(Bilhassa top teknolojisinde)
4-Bu günkü bilgilerle Özel Kuvvetler veya Komando birlikleri olarak sınıflandırabileceğimiz Akıncı Ocağı Osmanlı tarafından kurulmuş ve kurumsal olarak 250 yılı aktif olmak üzere yaklaşık 450 yıl faaliyet göstermiştir.
5-Osmanlı Egemenlik sınırlarıyla büyük bir devlettir. Osmanlı coğrafyası bazı sitelerde 22, bazı sitelerde ise 20 milyon km2 olarak gösterilmektedir. Oysaki Osmanlı en geniş zamanlarında 4 kıtada 24 milyon km2 bir coğrafyaya hükmediyordu.(Coğrafya Profesörü Ramazan Hocamızın araştırmalarına göre Osmanlı devletinin yüz ölçümü en geniş sınırlara ulaştığı nokta olan XVII yüzyıl sonlarında 24 milyon km kareyi buluyordu. Osmanlının hâkimiyeti altındaki topraklarda bu gün 45 nüfuzu ve etkisi altındaki topraklarda ise 31 ülke bulunmaktadır. 1999 yılında basılan Osmanlı-12 cilt-Sunuş yazısı) Cümlenin sonuna Kemal Karpat’ın notunu eklememek olmaz:(Osmanlı idaresinde şu ya da bu zamanda yaşamış etnik ve dilsel gurupların sayısı altmışın üzerindedir. Avrupa, Asya ve Afrika’da ki çağdaş devletler ve federe cumhuriyetlerin yaklaşık otuz sekizi kısmen veya tamamen şu veya bu zamanda Osmanlı egemenliğine girmiştir. Dolayısıyla Osmanlı tarihi Balkanlar ve Ortadoğu’daki bazı çağdaş devletlerin tarihinin mütemmim bir cüzüdür.(K. Karpat)
6-Osmanlı aynı hanedan tarafından yönetilen en uzun süreli devlet olarak dünyanın en büyük devletidir.(Çin, Mısır, Bizans, Britanya vb. farklı hanedanlar tarafından yönetildiler.
7-Osmanlı’yı büyük yapan en büyük özelliğinin eğitim sistemi olduğunu özellikle belirtmemiz gerekir. Osmanlı toplumunda eğitim, temel eğitimden yeksek seviyeye kadar tamamen ücretsizdi.
8-XV ve XVI. asırlarda Osmanlı ülkesinde yirmili medreselerden 32 (günlük öğretmen ücretinden mülhem),otuzlulardan 22, kırklılardan 29, ellililerden 147, altmışlılardan 18, bunun dışındakilerden 72 tane, ayrıca 20 dârülhadîs, 15 dârülkurrâ ve 7 darüşşifa vardı.(Ekrem Buğra Ekinci 18.12.2017,Türkiye Gazetesi)
9-Osmanlı devletinin ilk başkenti Bursa’da medrese sayısı, XVI. Yüzyıl(1500’lü yıllar) sonunda 50’ye ulaşmıştır. Mefail Hızlı,Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi’nin 2004 tarih ve 2.cilt 4.sayı İznik’te ilk medresenin kurulması ve Fatih’in tahta çıktığı 1451 arasındaki 120 yıllık sürede 84 medrese kurulmuştur. Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu’nun 2002 Belleten’“Osmanlı Medrese Geleneğinin Doğuşu” makalesi. XVI.yüzyıl (1500’lü yıllar) sonunda Osmanlı medreselerinin sayısı 500 civarında olup Osmanlılardan önce yapılmış olanlarla birlikte bu rakam 1000’e ulaşmaktadır. Cahit Baltacı X V.-XVI. Asırlarda Osmanlı Medreseleri-1976
9-Özergin’in yazarı belli olmayan 1660 tarihli Eski Bir Ruzname’den yaptığı tespitlere göre eksik bilgileri olanlarla birlikte Rumeli kesiminde,78 şehir ve kasaba da 292 medrese bulunmakta olup medreselerin tahmini öğrenci sayısı 7300 civarındadır. En çok medresesi olan birinci il İstanbul (131) ve ikinci il ise Edirne’dir.(22)Medrese eğitiminde orta eğitim seviyesi sayılan 20’li (44) ve 25’li (107) medreselerin çokluğu eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanmasının bir göstergesidir. M.Kemal Özergin Tarih Enstitüsü dergisi Ağustos 1974 tarihli 4-5.sayısı
10-Osmanlı kendinden önce Anadolu Selçukluları ve beylikler tarafından kurulan medreseleri iptal etmemiş gerektiğinde ilave vakıflarla desteklemiştir. Anadolu’ya gelip yerleşen Türkler, burada sadece han, hamam, kervansaray, köprü, medrese, gözlemevi ve hastane yapmamış, bir taraftan da, bunların temelini oluşturan bilimsel faaliyetlerde bulunmuşlardır. Kendilerinden önce müspet bilimlerle ilgili ortaya konmuş çalışmalardan yararlanmak suretiyle, Anadolu Selçukluları matematik, astronomi, fizik, kimya ve tıpla ilgili çalışmalar yapmışlardır...Her ne kadar birçok bilim eseri, Anadolu’da da Arapça, kısmen de Farsça kaleme alınmış olsa da; ilginç bir şekilde, tıp eserlerinin genellikle Türkçe kaleme alındığı gözlenmektedir. Ayrıca, Beylikler döneminde bazı beyliklerde, bizzat devlet adamlarının emriyle, tıp eserlerinin Türkçeye kazandırıldığı görülmektedir. Bu devlet adamları arasında birçok eserin Türkçe’ye tercüme edilmesini emreden Aydınoğlu Mehmed Bey özel bir yere sahiptir... Anadolu Selçukluları ile Beylikler döneminde sağlık konularına çok büyük önem verilmiştir. Bu durumun en açık delili, Anadolu’nun hemen her şehrinde kurulan, aynı zamanda tıp eğitiminin de yapıldığı çok çeşitli hastanelerdir. Bu hastanelere, ünlü filozof-astronom ve tabib Kutbuddin Şirazî’nin de bir süre görev yaptığı Kayseri’deki Gevher Nesibe Hatun Tıp Medresesi ve Hastanesi (1206) örnek olarak verilebilir... Dikkat edilmesi gereken önemli noktalardan birisi şudur: Bu hastanelerin bir kısmı leproseridir; yani o zaman için çok büyük tehlike gösteren cüzzamın tedavisine ayrılmıştır. Dulkadiroğulları zamanında böyle bir leproseri, Kayseri’de yapılmıştır. Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemindeki Bilimsel Çalışmaların Kısa Bir Değerlendirmesi Esin KAHYA Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, Cilt 2,Say: 4, 2004, 73-80
11-Osmanlı Devleti/İmparatorluğu halkına sağlık hizmetlerini yüzyıllar boyunca ücretsiz olarak sundu.
12-İslam dünyasın da darüşşifa (hastahane), profesyonel tıbbi kadronun çalıştığı bir vakıf kurumu idi. XV. asra kadar nadiren uzman hekim çalıştıran Avrupa hastaneleri ise sonraları İslam dünyasından, özellikle Selçuklulardan etkilenmişti. XII I.-XV. asırlar arasında İslam hastaneleri İtalya ve Fransa’daki hastanelerden daha iyi teşkilatlanmıştı ve standartları daha yüksekti. Vakıf biçiminde ki kurumlar Batı’da daha çok XX. asır da oluşturulmuştu... Bu bilgilerden yola çıkarak, Sayılı’ nın(Dünyaca meşhur Türk Bilim tarihi Profesörü) da değindiği gibi, klinik öğretim daha eskiye dayandığı için ‘İslam medeniyetinde hastane medresenin değil, medrese hastanenin bir parçasıydı’ diyebiliriz... Fatih külliyesinin masrafları içerisinde darüşşifanın payı %16’yı bulmaktaydı. Süleymaniye Külliyesi’nde,1557 yılı için-zavaid, horan ve duaguyan ücretleri hariç- medrese, mektep ve darüşşifa görevlilerinin yevmiyelerinin toplam ücretler içerisinde ki payı %30’du...Ayrıca, Fatih ’in külliye kütüphanelerine bağışladığı kitaplar arasında çeşitli tıp eserleri vardı. Bu tarihler de Paris Tıp Fakültesi kitaplığın da sadece altı eser bulunduğunu belirtelim. Yakup AKKUŞ İktisat Tarihi AD, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, Osmanlı Vakıf Kurumunda Tıp Bilimlerinin Gelişimi Türkiye Klinikleri Tıp Etiği-Hukuku-Tarihi Dergisi, C: 18, S: 1, 2010, s. 26-36.
13-Osmanlı’nın egemen olduğu toplumların din ve mezhep çatışmalarına izin vermeyerek çağının çok ilerisinde bir yönetim tarzı oluşturması konusunda Prof. Osman Turan Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkuresi Tarihinde Osmanlının hiçbir zaman milliyetler tezadına ve mezhep mücadelelerine fırsat vermediğini bu sebeple günümüz imparatorluklarından daha ileri ve emsalsiz bir nizamın sahibi olduklarını yazar. Osman Turan. T. C.H.M. Tarihi)
Osmanlı’nın büyük devlet olması iddiası kuru bir iddia değildir. Yukarıdaki kısa maddeler dışında binlerce örnek bulunabilir. Akademik kariyeri olmayan amatör bir araştırmacı olarak-bana göre-Osmanlı’nın büyüklüğünü/ büyümesini tek bir kelimeye bağlıyorum: Vakıf.
Vakıf kelimesi gerçekten de Osmanlı medeniyetini tek başına anlatan bir kelime/kavramdır.
Vakıf aslen Arapça bir kelimedir. TDK (Türk Dil Kurumu) Web sayfasında bulunan güncel sözlükte Vakıf kelimesinin anlamaları şu şekilde verilmiş:
1.isim Bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmi bir yolla ayrılarak bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk, para.
2.” isim Bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk ve paranın idare edildiği yer: vakıf) Arapça vāḳif
1.sıfat, eskimiş bilen, farkında olan:
"Demirci anladı, ses çıkarmadı, duvardan üç beş halka aldı, sanatına vâkıf bir adam sükunetiyle değneğe taktı." -Memduh Şevket Esendal
Televizyon programlarında konuşmacıların konuya vakıf olduklarını veya hukukçuların dosyaya ya vakıf olduklarını duymuşsunuzdur.
Birde bu anlamlara ilaveten Vakıf kelimesinin toplum arasında kullanılan başka bir anlamı da Kişinin kendisini bir şeye adaması manasında vakfetmesidir. Dine vakfetmek, ilme vakfetmek gibi)
Kaynakları incelediğimizde Vakıf kelimesinin üç manasının da Osmanlı Devletini anlattığını görüyoruz. Bilhassa kuruluş ve gelişme döneminde Osmanlı devletini sırtlayan insanlar vakıf insanlardı. Ulema, Dervişler, komutanlar, akıncılar vb. Çoğu Akıncı Uç beyinin çocuklarının sayısı bilinmediği gibi uç beylerinin şecerelerinde boşluklar vardır. Örnek olarak Ihtıman sancak beyi Mihaloğlu Gazi Mahmud Bey’in 1,5 asırlık süre içinde evlatları bilinmiyor. Mihaloğlu akıncı ailesinin ilk atası Abdullah Mihal Gazi (Köse Mihal) nin küçük oğlu Gazi Balta Bey sağ iken torunu ve/veya oğlu Ankara savaşında şehit oldu. Geriye dönmeyi düşünmeden Rumeli’ye çıkan milyonlarca insanın mezar taşı bile yok. Osman Bey’in yeğeni Aydoğdu 15 yaşında şehit oldu. Kuruluş ve gelişme çağında milyonlarca insan kendisini ve evlatlarını devletin bekası için vakfetti. Yine aynı dönemde devletin başındaki sultandan başlayarak herkes işini mükemmele yakın biliyordu ve en iyi şekilde yaptı.
Aynı şekilde ulemada kendilerini vakfettikleri ilmin namusunu korudular. Örnek vermek gerekirse Molla Fenari Yıldırım Bayezid’in mahkemede şahitliğini kabul etmedi. Molla Fenari’nin şahitliği reddetme konusunda iki farklı yorum vardır.
I- Sultan Bayezid alkol kullanmaktadır.
II-Sultan Bayezid cemaate katılmamaktadır.
Her iki durumda da Molla Fenari kendini vakfettiği ilmin namusunu korumuştur, işin ilginç yanı Bizans kaynaklarında Zorba diye anılan Yıldırım Bayezid şahitliğini reddeden Bursa Kadısına agresif bir tepki vermez. Halbuki Bursa Kadısını atayan Rumeli Kazaskerini Yıldırım Bayezid görevlendirmiştir. Rivayete göre reddetme hadisesinden sonra Sultan sarayın yakınına küçük bir cami yaptırır ve cemaate devam eder. Veya alkolü bırakır. Molla Fenari aynı zamanda Osmanlı Devletinin ilk Şeyhül-İslam'ıdır. Rumeli’ye geçtikten yaklaşık 45 -50 yıl sonrasında Orta Avrupa’nın Tuna Nehri’ne kadar olan kısmını egemenlik sahasına alan ve bu zaman içinde 4 büyük savaştan(Sırp Sındığı, Çirmen, I. Kosova ve Niğbolu) galip ayrılan Osmanlı bu başarısını hiç şüphesiz ki işine Vakıf ve canını, neslini Gaza idealiyle devletinin bekasına Vakfeden insanlara borçludur. Kendini vakfetme işinde sultanlar baştadır. Rivayetlere göre I. Murad Hüdavendigar Kosova savaşı öncesi Allah-ü Teala(cc)ya zafere bedel olarak şehadeti için dua eder duası kabul olur, ertesi gün savaş meydanında şehit olur:
(Sultan I. Murad Hüdavendigar, 8 Ağustos 1389’da Kosova ovasına girdiğinde ortalığı toza dumana katan bir fırtına ile karşılaşmıştı. Bu durumda adeta göz gözü görmüyordu. İşte o gece Berat Gecesi idi. Murad Han, iki rekat namaz kıldıktan sonra, gözyaşları içinde şu duayı yaptı:
“Ya Rabbi! Bu fırtına, şu aciz Murad kulunun günahları sebebiyle çıktıysa, onun yüzünden masum askerlerimi cezalandırma!.. Allah’ım! Onlar ki buraya kadar sadece senin adını yüceltmek ve İslam’ı tebliğ etmek için geldiler! İlahi! Bunca kerre beni zaferden mahrum etmedin. Daima duamı kabul buyurdun. Yine Sana iltica ediyorum, duamı kabul eyle! Bir yağmur nasib eyle! Bu toz bulutu kalksın. Kafirin askerini aşikar görüp, yüz yüze cenk edelim!
Ya İlahi! Mülk de, bu kul da Sen’indir. Ben aciz bir kulum. Benim niyetimi ve esrarımı en iyi Sen bilirsin. Mal ve mülk maksadım değildir. Yalnız Sen’in rızanı isterim. Ya İlahi Bu mümin askerleri küffar elinde mağlup edip helak eyleme! Onlara öyle bir zafer lütfet ki, bütün Müslümanlar bayram eylesin! Dilersen o bayram gününün kurbanı da şu Murad kulun olsun!
Ya İlahî! Bunca Müslüman askerin helakine beni sebep kılma! Bunlara yardım eyle ve zafer bahşeyle! Bunlar için ben canımı kurban ederim; yeter ki Sen beni şehidler zümresine kabul eyle!.. İslam askerleri için ruhumu teslime razıyım... Beni gazi kıldın. Sonunda lutfen ve keremen şehidlik de nasib eyle!.. Amin!”(Osman Nuri Topbaş, Faziletler Medeniyeti, I, 145,146)
Konumuzun esası Vakıf kelimesinin sözlükte isim olarak geçen “Bir hizmetin gelecekte de yapılması için belli şartlarla ve resmi bir yolla ayrılarak bir topluluk veya bir kimse tarafından bırakılan mülk, para. Ve vakıf mülklerinin idare edildiği yer olduğu için asıl konumuza geçmek istiyorum.
Osmanlı kurduğu vakıflarla gerçekten bir vakıf imparatorluğudur. Fikret Eren’in Osmanlı Dönemi Vakıfları isimli çalışmasında belirttiği üzere” Bir araştırmaya göre, Osmanlı döneminde kurulan vakıf sayısı,26.300 veya 50.000 dir.”Osmanlı devleti bu vakıflarla Rumeli’yi baştan başa yeniden imar ettiği gibi Anadolu ve hükmettiği diğer coğrafyaları da mamur etti. Bu vakıflarla her mahallede yaptırılan sıbyan mektepleri ve medreselerle yüzlerce yıl boyunca halkına ücretsiz eğitim verdi. Öğrencilere harçlık verildi, yemek yedirdi, kıyafetlerini ücretsiz karşılandı. Bu vakıflarla kurulan İmaret ve Zaviyelerde ırkına ve dinine bakmadan insanlara ücretsiz yemek dağıtıldı, ağırlandı.(Osmanlı zamanında Kahire’den İstanbul’a kadar hiç para harcamadan seyahat etmek mümkündü.)Bu vakıflar binlerce kişinin iş kapısı oldu. Toplumun olası bütün sorunları bu vakıflar sayesinde halledildi.(Kuş evleri, fakir kızların çeyizi, hizmetçilerin zarar tazmini, dağdaki vahşi hayvanlara et götürülmesi vb.)
Toplumlarda ki gelir adaletsizliği ve devletlerin insanlarına sunmak zorunda olduğu hizmetlerin üretilmesi, toplumdaki herkesi bu hizmetlerden faydalanması hem geçmişte hem de günümüzde devletlerin en büyük sorunu olmaya devam etmektedir. İslam dini bu sorunlara yüz yıllar öncesinden Peygamber Efendimizin sağlığında bu konuya kalıcı bir çözüm üretmiştir. İslam ekonomik sisteminin getirdiği önemli çözümlerden birisi tamamen isteğe bağlı ve gönüllülük esasına göre çalışan Vakıf müessesesidir. İsteğe bağlıdır çünkü dinimizde Zekat farzdır. Ama infak dediğimiz nakdi sadaka ve sadaka-i cariye tavsiye edilmiştir, isteğe bağlıdır. Bir kısım araştırmacılar Kur’an ve hadislerde vakıf konusunda açık bir hüküm yoktur iddiasındadırlar. Oysa vakıf Kuran’ı Kerim’in pek çok ayetinde anlam olarak yer almaktadır. Örnek olarak üç ayeti zikredebiliriz:
(Siz sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe kavuşmuş olmazsınız.-Ali İmran Suresi/92) ”Mallarınızı Allah yolunda harcayın, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın,iyilik edin,doğrusu Allah iyilik edenleri sever. Bakara Suresi-195)(Ey iman edenler! Kazandıklarınızın en güzel olanlarından ve sizin için yerden çıkardığımız şeylerden infak ediniz. Bakara Suresi-267)Ömer Faruk TEBER/ Osmanlı Toplumunda bir sosyal kurum olarak vakıf çeşitleri ve işleyişi)
Burada vakıf ve vakıf müessesesinin gerekliliği ve meşruiyeti hakkında bir şeyler yazmak icap eder. İnsanlar ve devletler yaptıkları her işte kanuni,örfi veya dini bir meşruiyet ararlar. Vakfın dinen meşru olmasına Peygamberimiz(asv)in şu hadisi şerifi delil sayılmıştır:"Ademoğlu öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Üç kimse bundan müstesnadır. Devamlı sadaka (sadaka-i cariye) meydana getirenler, topluma yararlı bir ilim (eser) bırakanlar ve kendisine hayır dua eden hayırlı çocuk bırakanlar" (Müslim, Vasıyye, 14; Ebu Davud, Vesâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36). Hadis-i Şerif’te geçen "sadaka-i cariye" nin vakfı da kapsamına aldığında şüphe yoktur. İslam Hukukçularının benimsediği tarife göre “vakıf;“bir mülkün menfaatinin halka tahsis edilerek ayninin Allah’ın mülkü hükmünde olarak temlik ve temellükten daimi olarak men edilmesidir” (Veldet, 1945:242; Demir,2005:18; Akgündüz, 1988:42) Bu bağlamda önemli olan husus, vakfedilen mülkün Allah’ın mülkü olarak kabul edilerek, bu mülkün bir başkasının ya da kişinin kendisinin mal varlığına geçirilmesinin sonsuza dek durdurulması ve yasaklanması, sadece yararlarının Allah kullarına ilişkin tutulmasıdır.(Ballar, 2008:25)BOZKUŞ,Ahsen ARIÖZ,Sosyal Yardım Uzmanlık Tezi,Ekim 2010 SSYD Genel Müdürlüğü.
İslam tarihinde bilinen ilk vakıf Nadiroğullarından Muhayrik isimli şahsın vasiyeti üzerine kuruldu. Muhayrîk'in Hicret'in 2.nci yılında ölmesi üzerine tüm malları, Hz. Muhammed'e (asv) kalmış, o da bu malları, bir görüşe göre Abdulmuttalib ve Hâşimoğulları'na, başka bir rivayete göre, ise, İslâm'ın ve Müslümanların acil ihtiyaçlarına vakfetmiştir. İslâm'da ilk vakfın bu olduğu kabul edilir (Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 196; A. b. Hanbel, Müsned I, 45).
Hz. Ömer (ö. 23/643) çok sevdiği bir araziyi vakfedişini şöyle anlatır: "Allah'ın elçisine; Hayber topraklarının taksimi sonucu, ömrümde sahip olmadığım güzel ve değerli bir arazi bana isabet etti, bu konuda ne buyuruyorsunuz? dedim. Hz Peygamberde: İstersen malın mülkiyetini elinde tut, semere ve gelirini ise yoksullara tasadduk et" buyurdu. Hz. Ömer, arazisini; satılmamak, bağışlanmamak ve mirasla da geçmemek üzere, yoksullara, yakın hısımlara, miskinlere, yolda kalmışlara, Allah yolunda savaşanlara ve azatlık anlaşması yapan kölelere vakfetti. Mütevellinin de bundan örfe göre yiyebileceğini şart koştu. Bu konuda bir vakıfnâme düzenleyerek kızı Hafsa'ya (ö. 41/244), sonra da nesline teslim ve vasiyet etti. (Buharî, Vesâyâ, 22, 28, Eymân, 33; Müslim, Vasiyye, 15, 16).
Ashab-ı kiramın pek çoğu mallarım vakfetmişlerdir. Hâlid bin Velid'in (ö. 21/641) zırhını ve savaş atlarını vakfetmesi (Buharî, Cihad 89, Zekat, 49; Müslim,Zekat, 11; Ebu Davud, Zekât, 22), Hz. Ali'nin (ö. 40/660) Yenbu'daki bir arazisini ve çeşmesini vakfetmesi (Beyhâkî, Sünen, IV,160,161; Kübeysî, a.g.e., I, 101) ve Hz. Osman'ın (ö. 35/655) susuzluk çekildiği bir sırada, Medineli bir Yahudi'den Rume kuyusunu satın alıp, suyunu ebedi olarak topluma bağışlaması bunlar arasında sayılabilir (Müslim, Şirb, 1; Tirmizî, Menâkıb, 18). Câbir bin Abdillah'tan şöyle dediği nakledilmiştir: "Ben Mekkeli ve Medineli Müslümanlardan mal ve mülk sahibi olup da, vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum" (İbn Kudame, el-Muğnî, Mısır, 1970, IV, 4).(Hamdi Döndüren mescere e kütüphane)
İslam hukukunda vakıf için kişinin sözlü beyanı yeterli olmasına rağmen mahkeme (Kadı tarafından) tescili gerekir. Çünkü vakfedilen mülkün geri dönüşü yoktur. Terekeye dahil edilmez. Miras bırakılamaz. Müslüman olarak Hz. Adem(as) den tek din olduğuna ilan ediyoruz. Farklı şekillerde de olsa ibadet ve ahlak her peygamber döneminde aynı idi. Ve her dönemde fakirlerin zenginler üzerinde bir hakları vardır. Bu mantıkla düşünürsek Vakıf müessesesi binlerce yıllık geçmişi olan bir kurumdur.
İslami kaynaklara göre ilk vakıf Kabe-i Muazzama’dır. Ancak İslam diniyle birlikte büyük bir ivme kazanmış ve dünya medeniyet tarihine silinmez izler bırakmıştır.
Peygamber Efendimiz(sav) tarafından hukuki temelleri atılan vakıf müessesesi sonraki tüm İslam devletleri tarafından genişletilerek hayatın her alanına yaygınlaştırıldı.
Ashabı Kiram’ın tamamının her anlamıyla vakıf kişiler olduğunu biliyoruz.
Hz. Ebu Bekir(ra) halifelik görevi süresince cüz-i bir ücret-dul ve yetimlere Beytül Mal’den verilen miktar kadar-) aldığı gibi vefatında aldığı ücretin değeri kadar bir bahçesini hazineye bağışlamıştı.
Hz. Ömer(ra) son derece mütevazi bir hayat yaşardı,yıkayıp kurutarak kullandığı tek bir elbisesi vardı. Hanımı ev harçlığından artırdıklarıyla evine bir şeyler aldığı için maaşını kestirmişti.
Hz. Osman(ra) Rume kuyusunu şahsi servetinden satın alarak Müslümanlara vakfetmişti.
Hz. Ali(ra) elinde bulunan her dirhemi tasadduk ederdi. Ashab-ı Kiram ihtiyaç halindeyken dahi insanlara yardım etmeyi Resulullah Efendimiz(sav) den öğrenmişler ve kendilerini takip edenlere İslami bir gelenek olarak öğretmişlerdi. İnfak ve Sadaka-i Cariye geleneği yüz yıllar boyunca-İslam Devletlerinin bilhassa yönetim kademesinde aynı hassasiyetle devam etti.
”Peygamberimiz (asv) tarafından hukuki temelleri atılan vakıflar Emevîler zamanında çok genişledi. Hatta bu dönemde ilk defa yeni yeni teşebbüslerde bulunuldu. Nitekim hicri 88 senesinde Emevî halifesi Vefid b. Abdilmelik, Ümeyye Camii için ilk defa köy ve mezraları gelir getiren birer kaynak olarak vakfetti.
Emevîlerden sonraki Abbasî devletinde vakıflar daha bir gelişme gösterdi. Hatta bu devlette vakıflar o derece ehemmiyetli bir tesis haline geldi ki, bular için vakıflar nezareti adında bütün vakıfları kontrol eden ve onların bir sisteme bağlanmasını sağlayan teşkilatlar kuruldu. İ.H. Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti Teşkilatına Medhal, Ankara 1970, 10).mescere.e kütüphane)
Abbasîler devrinde, İslam camiasının muhtelif siyasi parçalara ayrılması ve nihayet Büyük Selçuklu Devleti'nin kurulması ile Doğu Müslümanlarının Türk hakimiyeti altına girmesi vakıf müessesenin bir kat daha inkişafına sebep oldu. Selçuklu devletinin "Fatimî-Şiî" hareketine karşı takib ettiği Sünnilik siyaseti, devletin her tarafında yeniden birçok dini müessesenin vücuda gelmesi ve bilhassa bir çok medresenin açılmasına sebep oldu. Büyük bir mali güce sahip olan Selçuklu sultanları, şehzadeleri ve devlet adamları ile ileri gelenler vakıf kurma bakımından birbirleri ile adeta yarışıyorlardı. Selçuklulardan sonra ortaya çıkan Harzemşahlar, Atabeyler, Eyyubiler, Mısır Memlukluları ile Anadolu Selçukluları sülaleleri hakim oldukları yerlerde mali güçleri oranında vakıflara önem verdiler.
Vakıf müessesi kısa sürede İslam toplumuna yayılmış altın çağını ise Osmanlı döneminde yaşamıştır. Osmanlı dönemi, bir anlamda "Vakıflar Dönemi"dir. Öyle ki,bu dönemde kamu hizmeti niteliğindeki bir çok sosyal (hayri), dini, kültürel ve iktisadi kamu hizmetleri,vakıflar tarafından yapılmıştır.(Prof. Dr. Fikret EREN A.Ü. Hukuk Fakültesi Medeni Hukuk Anabilim Dalı Başkanı(Osmanlı Vakıfları)
Vakıf müessesine doğrudan eleştiri getiremeyen bir kısım insanlar eleştirilerini el altından vakıf sahiplerine yapmaya çalışıyorlar. Bunlardan biri (Özellikle Osmanlı döneminde) yönetim kademesindeki bulunan bilhassa kul statüsündeki (devşirme) yöneticilerin katl emirlerinin verilmesi durumunda mallarının müsadere edilmemesi için vakıf hizmetine girdikleridir.(XVII.yüzyılda Bursa'da aile vakfı sayısının oldukça düşük olduğunu, aslan payını tamamen toplum yararına yönelik olan vakıflara ait örneklerle ispatlayan Gerber,müsadere endişesinin vakıflar açısından öneminin abartılmaması fikrindedir... B. Yediyıldız, vakıfları hayri veya şer'i aile vakfı ve yarı ailevi vakıflar olmak üzere üç kategoride inceler. Hayri vakıflarda vakıfın ilahi lütuf ve bazen sosyal nüfuz dışında bir beklentisi yoktur. Aile vakıflarında ise vakıf, vakıf gelirlerinin ölümünden sonra ailesine ve nesline tahsis edilmesini şart koşar. Yarı ailevi vakıflar, hem hayri vakıfların hem de aile vakıflarının unsurları kapsar. Yarı ailevi vakıflar özellikle 18. yüzyılda yaygın olarak karşımıza çıkan vakıf türleridir. Miyase Koyuncu Kaya Vakıflar dergisi 4-Aralık 2014)
A. Akgündüz kitabında erkek köleye kul,kadın köleye ise cariye denildiğini, Murat Belge,Erkek ve kadın kölelerin şahıs hizmetlerinde kullanıldığını, kulların ise yalnız erkek ve yalnız devlet hizmetinde kullanılan, haklardan mahrum değil,tersine reayanın elinde olmayan imtiyazlar verilmiş kimseler olduğunu kitabında yazmaktadır.(Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür) Kul diye aşağılanan kişilerin Müslüman olmaları, bu yöneticilerin pek çoğunun dindar olduklarının bilinmesine rağmen tamamen subjektif değerlendirmeler hoş değildir. İnsanlar arasında her türden insan bulunabilir ama bunları genellemek biraz vicdansızlığa kaçmıyor mu?
Başka bir mantıkla bakarsak Osmanlı’da yolsuzluk ve ihanet gibi suçlarda herkesin idam edilme ve mallarının müsadere edilmesi ihtimali her zaman vardır. Hayatını dünya malı toplamak için harcayan birinin,malını korumak amacıyla Vakıf işine girmesi benim için delilsiz bir iddiadır. Demek istediğim dini inancı kuvvetli olmayan bir kişi kolay kolay vakıf işine girmez. Yüzlerce yıldır faaliyette bulunan kurumlar için kurallara göre konuşmak ve karar vermek gerektiğini takdir edersiniz. Her ülkede,her toplumda olduğu gibi aynı kurumlardan hem hain hem kahraman çıkmıştır. 624 yıllık ömrü boyunca on binlerce görevlinin hepsinden aynı hassasiyeti beklemek mantık dışı olacaktır.
İlerleyen sayfalarda Aşık Paşazade’nin ifadelerinde ve daha sonra kişi vakıflarında okuyacağınız üzere zengin ve makam sahibi olup hiç bir hayratı olmayan kişiler olduğu gibi, pek çok hayratı, vakfı olan kişiler ve vakfiyesini “abartmış” diyebileceğiniz kişiler ve aileler de vardır.
Herkes kabul edecektir ki, insanların emek harcayarak kazandıkları para veya mülkü geri dönüşü mümkün olmayacak şekilde elinden çıkarması öyle kolayca yapılacak bir iş değildir. Osmanlı bunu yapmıştır. Osmanlı sultanları,yakınları üst düzey görevliler (veziriazam,Beylerbeyi,Uç Beyi, Sancak beyi, Şeyhülislam, Kadı,tüccar ve sivil zenginler vb) şahsi mülklerini vakıf kurarak ellerinden çıkarmışlardır.
Bildiğim kadarıyla Orta ve Yeni Çağ’da hem Osmanlı hem de çağdaşı devletlerde toplumun tamamını kapsayan bir özel mülkiyet kavramı yoktu diyemeyiz ama o zamanlarda ki devlet sistemlerine göre devletlerin-ciddi farklılıklar olmakla birlikte- tüm arazileri hükümdarlar ve hanedanların mülkü idi. Osmanlı toplumunun yerleşik düzen yaşayan çağdaşı devletlerden farklı bir durumu vardı.
Yüz yıllarca göçebe olarak yaşayan Türkler Anadolu ve Balkan coğrafyasına fetihler yoluyla yerleşmişti. Hükümran olduğu coğrafyada ya kılıç hakkı veya satın almak suretiyle mülk sahibi oluyordu. Osmanlı’da kendisinden önce olan bu sistemi töre ve İslami geleneğe göre devam ettirdi. Osmanlı yönetim kademesindeki kişiler (Vezir-i azam,Vezirler-Beylerbeyleri, Kazaskerler vb.) göreve tahsisli tımarların gelirlerinden maaşlarını (ulufelerini) alırlardı.(İşte belli bir hizmet karılığında devlete ait arazilerin gelirlerinin ve tasarruf hakkının muayyen şahıslara tahsisi işlemine dirlik ve tımar adı verilmiştir. Bu sistemin kaynağını, Avrupa'daki feodalite müessesesinde aramak tamamen manasızdır. Zira feodalite sisteminde halk köle veya yarı köle durumundadır(servaj usul-Ahmed Akgündüz,Osmanlı’da kölelik ve cariyelik müessesesi)
Orta ve Yeni Çağ batılı devlet sistemine göre Aristokrat veya din adamları haricindekilerin her hangi bir şekilde mülk edinmeleri mümkün olmadığı gibi yönetilenlerin can, mal ve ırzları da yöneticiye (kral,derebeyi vb.) aitti.
Osmanlı Devlet sisteminde ise durum daha farklıydı. Mantık olarak fethedilen topraklar sultana/ devlete ait olsa da tapulu mülkü olanların mülklerine dokunulmaz, canlı hayvan varlıkları kendilerine ait olur, reaya (gayri Müslimler) nın canı ve ırzı güvence altında olurdu. Savaşmadan teslim olan beldelerde yağma ve talan yapılmasına müsaade edilmez, kimsenin malı mülkü kamulaştırılmazdı. Eski yöneticinin mülkiyetindeki arazi ve değerler hazineye alınırdı. Osmanlı’nın egemen olduğu bütün beldelere önce Defterdar adına kadı ve adamları girerler, araziler,canlı hayvanlar,hane halkı kayıt altına alınır,sayımın bitmesinin ardından görevlilerin (sancak beyi,kadı vb.) ataması yapılırdı. Mesela Ohri Şehri 1395 yılında Osmanlı hakimiyetine girdi ilk sancak beyi ataması 1406 yılında yapıldı.
Anlaşılacağı üzere Orta ve Yeni Çağ’da Osmanlı devlet sisteminde mantık olarak öncesinde tapulu bir mülkünüz varsa beyan ederek hak iddia etmeniz veya mülk sahibi olmanız için sultandan satın almanız, dolayısıyla sultanın mülkiyet hakkından vazgeçmesi gerekiyordu. Türk veya kul herkesin görevine göre maaş aldığı bir devlet sisteminde, belirli görevlerdeki kişilerin mallarının müsadere edilmemesi için vakıf kurmaları bana mantıksız hatta saçma geliyor. Sebep derseniz: Kimse ne kadar yaşayacağını bilemez. Ve ne yaparsanız yapın ölümünüzden sonra malınızın,mülkünüzün başına gelecekleri bilemezsiniz. Mesela ünlü Türk Amirali Kılıç Ali Paşa’nın 500.000 altın tutarındaki serveti ölümünün ardından mirasçısı olmadığı için hazineye alındığı gibi Makbul İbrahim Paşa,Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, Nevşehirli Damat İbrahim Paşa gibi pek çok vezirin para varlıkları müsadere edildi.
Zenginlerin mallarının müsadere edilmesinin ise 18.yüz yıl sonu 19.yüz yıl başlarında olduğunu Murat Belge’nin kitabından öğreniyoruz.(Mehmet Genç şunları anlatıyor:Az çok kapital birikimine sahip olanlara 1770’ lerden itibaren yeni yükler getirildi. Ayanlar gibi zengin tüccarlardan da masrafını kendileri karşılayacakları birlikler donatıp cepheye göndermeleri talep edildi…Nihayet yüz yılın sonlarına doğru maliyenin buhranlı dönemi olan 1770-1810 arasında devlet belki tarihinde ilk defa zengin sayılan özel şahısların terekelerine de el koymaya başladı. Genç, 235, Osmanlı’da Kurumlar ve Kültür, M, Belge)
Böyle bir düşüncenin insanlarda oluşacağını kabul ederim. Ama vakfettiğiniz mülk zaten miras olmaktan çıkıyor. Yani öldüğünüz veya öldürüldüğünüz de mirasçılarınız hak iddia edemezler. Eğer vakfınıza çocuklarınızı mütevelli olarak yazmışsanız ölümünüz halinde ücrete mukabil çocuklarınız idare ederler. Bu da kişilerin doğal haklarıdır diye düşünüyorum. Ölümünüzde miras bırakamayacağınız mallarınızı koruyamayacağınızı bile bile vakıf kurmanın manası var mıdır? Böyle bir kasıtla vakıf kurduğunuzdan şüphelenilirse vakfiyenizin iptal edilme durumu ortaya çıkmayacak mı? Mantık olarak vakıf arazileri size şartlı tahsisi yapılmış hazine arazileridir, usulsüzlük durumunda tahsis kaldırılır,hazine arazisini geri alabilir.(Bu gün de Hazine Resmi kurumlara hizmet binası yapımı için arazi tahsisini belli bir zaman içinde yapılması şartıyla yapıyor.)Vakfınıza şart olarak yalnızca evlatlarınızı mütevelli yazdırabilirsiniz. Ki çoğu vakıf ilerleyen zamanlarda merkez vakıf olarak saray görevlileri tarafından idare ediliyordu. Veya neslinizden gelenlere vakıf gelirlerinden pay verilmesini vakfiyenize yazdırabilirsiniz.(Örnek Ankara’da Hacı Bayram Veli Vakfı-Hacı Bayram ailesi adına vefatından sonra tesis edilen vakıf- DİA-Gazi Evrenos Bey neslinden ihtiyaç sahiplerine-Kadı onayıyla-diğer fakirlere verildiği kadar yardım verilmesini şart koşmuştu.) Yaptırdığınız hastane,imaret cami vb.hayrat umumun kullanımı içindir. Burada Fatih Sultan Mehmed Han yaptırdığı medreseden bir hücre istediğini, müderrislerin karşı çıkması üzerine imtihana girerek hücre sahibi olmayı hak ettiğini hatırlatmakta fayda vardır diye düşünüyorum.
Osmanlı’ya eleştirel bakanların bir diğer argümanları vakıf arazilerinin kamulaştırılmasıdır. Bu konudaki en büyük argüman Fatih Sultan Mehmed’in bazı vakıfları miri (hazine) arazisine çevirmesidir. Hatta Aşık paşazade bunun sorumlusu olarak Nişancı Karamani Mehmet Paşa’yı bilir ve paşaya karşı hayli öfkelidir:(Nişancı Paşa'nın eserleri: Nesli belli değildir. Allah'ın kullarının malına, kanına ve ırzına el uzatmıştı. Nerede uygunsuz işler varsa onun icadıdır. Osmanlı memleketinde İslam hukukuna uygun vakıfları ve mülklerin hepsinin şartlarını bozdu. Gelirlerini padişahın hazinesine getirdi. Sorana da "Bunlar mensuhtur (hükmü kalkmıştır.)" dedi. Bazısını da tımar olarak verdi. Ben kendisine "Şer' -i Muhammedi ile olan vakıflar ve mülkler nasıl mensuh olur (hükmü ortadan kalkar) Hazret-i Muhammed, peygamberlerin sonuncusu dur. Ondan sonra bir peygamber daha gelmemiştir ki onun şeriatını mensuh etsin." dedim. Bana cevaben"Sana ait olan neyini aldılar ki böyle konuşuyorsun." dedi.)
Ahmed Akgündüz’e göre bu iptal tüm vakıf mülklerine şamil değildir.
Tek nüshası Bursa Şeriye Sicilleri, A 3/3, sh. 303/b'de bulunan ve 885/1480 tarihinde yazılan Fatih'e ait bir ferman, söz konusu sorunun gündeme gelmesine sebep olmuştur. Maalesef bu fermanın hukukî tahlili, başlangıçta hatalı yapıldığı için bütün efkar-ı ammede de aynı yanlış kanaat devam etmekte ve "Fütuhat için çok askere ihtiyacı olan Fâtih'in bir çok vakıfları "mensuh" sayarak tımara çevirdiği ve bunların, oğlu Bayezid Veli devrinde tekrar vakfa verildiği" ısrarla belirtilmektedir. Hadiseler doğrudur, ancak tevil ve fermandaki açık izaha rağmen vakıf kelimesinin bütün vakıflara teşmil edilmesi yanlıştır. Bilindiği gibi, İslam hukukunda vakfın bir şartı da, vakfedilen malın mülk olmasıdır. Devlete ait bir mal veya menfaatin vakfedilmesi sahih değildir… İslam hukukçuları da, gayr-ı sahih vakıf, irsadî vakıf veya tahsisat kabilinden vakıf dedikleri bu çeşit vakfın, gerçek anlamda bir vakıf olmadığını ve bir kamu tahsisinin adı olarak devamında da sakınca bulunmadığını kabul etmişlerdir. Ancak bu çeşit vakıfların da en önemli şartı, tahsis edilen cihetin Beytülmal’dan istihkakı bulunan bir hayır ciheti olmasıdır…1382 yılında Sultan Berkuk'un huzurunda toplanan İslam hukukçuları da, bu tür tahsisatın iptal edilebileceğini kabul etmişlerse de, iptaline cesaret edememişlerdir. İşte Fatih Sultan Mehmed'in de iptal etmek istediği ve ettiği, sahih vakıflar değil, belki gayr-ı sahih yani tahsisat kabilinden vakıfların da sahih olmayan tahsis kısmıdır. Osmanlı Kanunnameleri adlı eserde neşrettiğimiz Kanun metni de bunu isbat etmektedir… yerlerin vakfından kasıt, buralardan elde edilen vergi gelirlerinin vakfı yani gayr-ı sahih yahut tahsisat kabilinden vakıfdır. Zaten mülk bir arazinin değil, ancak miri arazinin tımara çevrilebileceği de unutulmamalıdır… Ahmed Akgündüz Bilinmeyen Osmanlı.)
Fatih Sultan Mehmed’in bazı vakıf arazilerini kamulaştırması hakkında Prof. Ahmed Şimşirgil’in düşüncesi de A. Akgündüz'e benzer şekildedir. A. Şimşirgil'in Osmanlı’da toplumun olası ihtiyaç ve sorunları için kurulan vakıflara ait bir listesi var ki eminim ilginizi çekecektir:(İşte bunlardan birkaçı ... Su yolları, su kemerleri, çeşme ve sebiller, yollar, kaldırımlar, aşevleri, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları,kütüphane, dükkan, misafirhane, kuyular, çamaşırhane, hela, han,hamam, bedesten, türbe,iskele, deniz feneri, ok ve güreş meydanları. Esir ve köle azad etmek, fakirlere yakacak temin etmek, hizmetçilerin efendileri tarafından azarlanmaması için kırdıkları kase ve kapların yerine yenilerini almak, gazilere at yetiştirmek,ağaç dikmek,borçtan hapse girenlerin borcunu ödemek, dağlara geçitler kurmak, öksüz kızlara çeyiz hazırlamak,borçluların borçlarını ödemek, dul kadınlara ve muhtaçlara yardım etmek, çocukları baharda açık havada gezdirmek, mektep çocuklarına gıda ve yiyecek yardımı yapmak, fakirlerin ve kimsesizlerin cenazesini kaldırmak,bayramlarda yetimleri ve yoksulları sevindirmek,kış aylarında kuşların beslenmesi,hasta ve garip leyleklerin bakımı ...Bugün insanımızın aklının dahi almayacağı daha neler neler ...Ahmed Şimşirgil, Kayı) ilgilenenler ilgili web adresine bakabilirler: https://www.fikriyat.com/galeri/tarih/osmanlidaki-ilginc-vakiflar
Osmanlı Vakıflarının kuruluş ve tahsislerinde devletin başındaki sultan ve hanedan üyeleri ile devlet üst yönetimindeki Vezir/i Azam’lar her zaman başı çekmişlerdir. Sultanlar böyle davranınca da maiyetindeki herkes vakıf kurma konusunda adeta yarışmışlardır. Vakıf kurmak hiç şüphesiz maddi güç ve kaynak isteyen bir iştir. Osmanlı devletinin en zengin kişisi şüphesiz sultanlar ve hanedan üyeleridir. Valide sultan,hanım sultan ve sultan kızları nafakaları için kendilerine verilen Hass’lardan elde ettikleri gelirlerle pek çok hayır eseri yaptırdıkları gibi kendi haslarından arazi tahsis ederlerdi.

Yorumlar

Başa Dön