Hayatın giderek anlamsızlaştığını hissedebiliyorum. Birkaç sene sonra o çok eleştirdiğim basmakalıp insanlardan birine dönüşeceğimin farkındayım. Bu tıpkı çok güzel olduğunu düşündüğün bir filmi izlerken aslında ne kadar kötü olduğunu fark etmek gibi… Hani içinizden bir ses hep tamam şimdi güzel olacak der ya; beklersiniz filmin sonuna kadar. Fakat öyle bir an vardır ki artık hayalinizdeki o mükemmel filme ulaşamayacağınızı anlarsınız. Ve birden tüm filmi baştan sona kabullenirsiniz. Filmden çıktıktan sonra güzeldi ama beklediğim gibi çıkmadı dersiniz. 2 gün sonra birisine anlatırken ne kadar muhteşem olduğunu söylersiniz peki neden? O da aynı hayal kırıklığını yaşasın diye mi? Hem kıskançlık, hem bencillik bir insan bedeninde aynı anda nasıl barınabiliyor? Bu yüzden korkuyorum. Hayatımın çok güzel olacağını, herkesten farklı olacağımı düşünüp durdum onca sene ve şimdi sanki her şeye boyun eğmiş gibiyim. Kısacası ‘o andayım’. Ve birkaç sene sonra kabullenmeye başlayacağım. İsyan evrem bittiğinde kabullenme evresi baş gösterecek. Peki, o zaman ben de kıskançlığı ve bencilliği aynı bedene sığdırabilecek miyim? Yoksa bu sadece birkaç insana özgü bir şey mi?
Okyanustaki rüzgâr, kalbimdeki rüzgârlara benzer. Oysa kalp hassastır, rüzgârlar değemez ona, değse bile o vazgeçer kendinden, bedenden uzaklaşmak ister. Yabancı gelir ona o soğuk, o garip esinti. Nasıl bir histir rüzgâr? Sanki ipek bir eşarp gibi tenimize değmesi... Bazen de kavrar insanı, tüm bedeni kavrar bu nedir; bir ruh gibi? Hayatın anlamsızlaşmaya başlaması, kalbimin rüzgârlara yabancılaşması, rüzgârların tenimden vazgeçmesi. Ölüm bu mu, intihara giden engebeli yol bu mu? Aslında hepimiz intihar ediyoruz bir şekilde. Stres, melankoli, sigara, öfke tüm bunlar bedene saplanan birer bıçak. Tıpkı o aptal filmleri çeken yönetmenler gibi. Onlarda aptal filmler de aptal hayatta öyle. Oysa hep gülecek bir sebebim vardı. Ama şimdi gittikçe büyüyorum ve büyüdükçe gerçeklik artıyor. Keşke hep kendi dünyamda kalabilseydim. Hayali arkadaşlarım vardı küçükken, keşke gitmeselerdi ama o zaman da deli derdiniz. Şimdiyse intihara eğilimli olduk. Delirmek mi, intihar mı yoksa uyum sağlamak, ‘kabullenmek’ mi?
Bir pamuk şeker gibi hayat benim için; yemesi zevkli. Ama ağzıma attığım en büyük parçalar bile hemen çözülüyor dilimde. Ve sonuna geldiğimde ne olacağını biliyorum: Çubukta kalan ve asla yetişemeyeceğim küçük ama en lezzetli parçalar. Sonrasında hep yapış yapış olur ya eller işte ona sinir olurdum ve sırf bu yüzden yemezdim bazen. Hayatta da çok istediğim şeylerin sonunu düşünüp yapmadığımı, yapamadığımı fark ettim. Çünkü kötü olacaktı sonları ama o şeyleri yaparken alacağım haz buna değmez miydi? Bunu daha çok yapmaya başladım son zamanlarda çünkü büyüyorum, kalbimdeki deli rüzgârlar okyanusların oldu. Artık daha mantıklı düşünmeliyim. Pamuk şekerin dibinde kalacak parçalarını kurtarmaya bakmalıyım. Anlamsızlaşan hayatıma bir anlam katmalıyım. Her ne kadar istemediğim şeyleri yapmak zorunda olsam da bu filmi kabullenmemeliyim. Çünkü ben kıskanç ve bencil olmak istemiyorum. İntihar hep durmalı kafamın bir köşesinde ama asla ona bir soru sormamalıyım, ona danışmamalıyım. Delirmeliyim, yeniden deli olmalıyım ama asla belli etmemeliyim. Böylece rüzgârlarımı geri alabilirim. Kalbim yabancılaşmamalı, bedenimi terk etmemeli, henüz çok erken. Rüzgâr bana sadık kalmalı, tenimi terk etmemeli, zaten artık çok geç çünkü o serinliği tattıktan sonra ondan vazgeçmek zor oluyor. Yine de biraz vazgeçtim kendimden; biraz daha ciddi, biraz daha az soru soran hatta hiç sormayan…
Gerçeklik kavramanı yitirmiş beyinlerdeki küçük sorulara yanıt aramakla geçen bir ömür düşünün, bütün sorularının cevapları ne olurdu? Bütün soruların ortak cevabı?