Veda Şarkısı…

Babasının kolundan tutup eve sürükledi… Mehmet şaşkındı, içeri girdiler. Etrafa baktı, ev Sibel’in bıraktığı gibiydi, onun gibi kokuyordu, her duvarda onun fotoğrafı vardı. Salonun ortasında durdular. Mehmet “eksik olan tek şey sesin” dedi usulca. Barış kumandanın düğmesine bastı… “işte artık sesi de burada” dedi babasına.

yazı resimYZ

Mehmet zayıf, esmer ve çirkin bir adamdı. Sessizdi ki konuşsa bile kekelerdi. Kadınlarla arası hiç iyi olmadı. Sibel’e onu ilk gördüğü anda aşık oldu. Sibel’in gözlerine baktığında içinde volkanlar patlardı, kalp atışları hızlanırdı. Bir ödüldü onun için karısı. O gece neler olduğunu bilmiyordu, merak da etmemişti hiç. Sibel’i ona getiren her ne ise müteşekkirdi ona. Görünüşü yüzünden yıllar boyu dışlanmıştı. Bu yüzden insanlardan uzaktı. Arkadaşları sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar azdı. Ama artık mutsuz değildi çünkü sevdiği kadın onunla birlikteydi. Çevrelerindeki herkes, bütün erkekler kıskanıyordu onu böyle bir kadın onunla evli olduğu için. Ve kimse anlam veremiyordu bu kadının onda ne bulduğuna… sözün kısası onlar mutluydu.

Mehmet’in sahip olduğu tek yetenek elleriydi. Bahçe içinde küçük bir atölyesi vardı. Çamurdan harikalar yaratıyor sonra onları boyuyordu.

Sibel bütün hayatı boyunca mutsuz olarak yaşadı. Alkolik babasının dayaklarında kaçıp polise sığındı 12 yaşında. 18 yaşında elinde mavi bir bavul ile çocuk esirgeme kurumunun kapısında buldu kendini. Hırçındı, gözü kara ve bir o kadarda güzeldi. Siyah saçları beyaz yüzüne dökülür, kahverengi gözleriyle umut saçardı yüzüne bakanlara.
Çocuk esirgeme kurumundan ayrıldıktan sonra bir süre ondan bir yıl önce yurttan ayrılan arkadaşı Aynur’un evinde misafir oldu.
Bir cafe-barda garson olarak çalışmaya başladı. Diğer bir taraftan da durmadan yazıyordu. Minik kareli defterinde şarkı olacak onlarca cümle biriktirdi. Önce Erhan’la ardından Cem ve Ali ile tanıştı. Sonra kendini bir barda şarkı söylerken buldu.
“Depresif” grubunun güzel solistiydi artık. İçinden “her şey çok güzel olacak” diyordu sık sık. Grup Sibel’in yazdığı cümleleri besteliyordu ve albüm yapmak için çabalıyordu.
Mehmet Sibel’i ilk kez siyah beyaz bir afişte görmüştü ve ayakları onu Depresif’in şarkılarını dinlemeye götürmüştü. Mehmet her fırsatta Depresif’i dinlemeye gider, arka masalardan birinde otururdu. Sibel umursamadı bu çirkin adamı. Zaten hayatı boyunca başka hiçbir kadında umursamamıştı onu. Mehmet Sibel’e onu sevmediği için kızmıyordu. Kendiside biliyordu ki o; bir kadının arzulayacağı kadar yakışıklı ve doğru düzgün konuşabilen bir adam bile değildi… Sibel şarkılarını yüksek sesle söyledi hep. Albüm yapma hayalleri aynı gecede önce bir yıldız gibi parladı, sonra gökyüzünden kaydı. Sibel önce elindeki birayı göbekli adamın yüzüne fırlattı sonra Depresif kendini sabaha karşı kuliste eşyalarını toparlarken buldu. Kavga etmeye başladılar. Erhan ve Cem Sibel’i suçladı. Kavga alevlendi. Alkolünde etkisiyle Erhan, Cem ve Ali Sibel’e o gece o adamla yaşayacağının ne olduğunu göstermek için kolları sıvadı ve Sibel hayatı boyunca düzeltemeyeceği kocaman bir yara ile kollarındaki morluklarla, yırtık elbisesiyle çıktı bardan. Etinden, kokusundan nefret ediyordu. Ağlıyor ve yürüyordu… Gün henüz ağarırken sokak yavaş yavaş hareketlenmeye başladı. Ne yapacağını bilmiyordu. Ayakları onu Mehmet’e götürdü. Kapının önünde sesiz bekledi Mehmet’in kendisini içeri almasını. Mehmet içeri çağırdı onu ve Sibel geriye kalan yıllarını mutlu olarak geçirdi. İçinde her gün yayılan hasta hücrelerinden habersiz, gülerek, sevilerek, şefkatle…

Sibel gördüğü kabusun ardından Mehmet’in aşkına sığındı. Evlendiler. Kısa bir süre sonrada Barış dünyaya geldi. Mehmet’in artık bir ailesi ve birkaç arkadaşı vardı. Çirkin yüzü daha çok güler oldu. Dünya ile barıştı.

Mutlulukları 14 yıl sürdü. Sibel ansızın kanser olduğunu öğrendi. Yapılabilecek pek bir şey yoktu çünkü kanser bütün bedenini ele geçirmişti. Bunu aşık olduğu adama ve oğluna nasıl söyleyeceğini düşündü bir süre. Mehmet’in bunu öğrendiğinde yıkılacağını ve eskisinden çok daha kötü olacağını biliyordu. Barış ise babasından daha güçlüydü. Oğlunu okuldan aldı, önce yemek yediler sonra sessizliği ölümün soğukluğunu anlatan cümleler yırtıverdi. Sibel bütün gücünü topladı ve hayatının en zor konuşmasını yaptı. Barış’a ölümün ne olduğunu anlattı. Sonra hasta olduğunu ve birlikte geçirebilecek kısa bir sürelerinin kaldığını söyledi ve ekledi: “zor olan kısım bu değil”. Babasının onun kadar güçlü olmadığını, onu ayakta tutabilmek için Barış’ın çok güçlü olması gerektiğini anlattı. Barış duyduklarına inanamadı, içinden ağlamak geldi. Kahkahaların yükseldiği ev bir süre sessizliğe boğuldu. Anne oğul birbirlerine bakıp neler olacağını düşündüler. İkisine de güçlü olmaları gerektiğini söyledi kısık bir ses. Öylede oldu.

Mehmet Sibel’inin öleceğini hastane koridorunda öğrendi. Karısıyla ölmek istedi o an. Sibel’in omzuna yattı. Ağladı.

Baba oğul artık yalnızdı. Bir kadın bir evden gittiğinde neler olacağını birlikte öğrendiler.

Mehmet aklını yitirmiş gibi yaşamaya başladı. Uyuyamıyordu, yemek yemiyor, kimseyle konuşmuyor, elleriyle çamura hayat vermiyordu artık. Barış bundan sonrasının öncesinden çok daha zor olacağını biliyordu. Birden bire büyüttü kendini. Yemek yapıyor, etrafı toparlıyor, alışveriş yapıyordu. Dışarı çıktıklarında babasının elini bırakmaz oldu. Onu yeniden hayata döndürmek, ona yaşadığını hatırlatmak için çabaladı bir süre. Ama ne yaparsa yapsın işe yaramıyordu. Babası içinde olduğu kimsesizlikten, sessizlikten çıkmıyordu.

Aklına gelen en parlak fikir ise annesi gibi davranmaktı. Annesinin neler yaptığını düşündü, öyle yapmaya başladı. İşe yaramadı…

Annesini unutturmayı denedi hiç istemeden. Fotoğrafları bir kutuya koydu, elbiseleri başka bir kutuya… Mehmet çılgına döndü. Evin her yerini aradı ama hiçbir şey bulamadı. Kocaman bir tuale Sibel’in yüzünü çizdi birkaç saatte. Bütün gece tualin önünde oturup kıpırdamadan ona baktı. Sabah olduğunda Barış babasını tualin önünde buldu. Barış bu seferde başaramamıştı. Oda özlüyordu annesini. Babasının yanına oturdu. Birlikte izlediler onu.

İsyan etti. Mehmet’e baba olduğunu, kendisinin henüz 12 yaşında olduğunu, çocuk olduğunu hatırlatmaya çalıştı. Olmadı. Mehmet onu bomboş gözlerle dinledi sonra oğlunun ayaklarına kapanıp ağladı…

Barış artık ne yapacağını bilmiyordu. Tek işi babasının yanından ayrılmamak oldu. Her yere onunla birlikte gidiyordu. Babası düştüğünde onu yerden kaldırıyordu, karşıdan karşıya geçerken yeşili beklemesi için sıkı sıkı elini tutuyordu. Ama gece uyuyakalıyordu. 12 yaşındaydı. Çocuktu. Sabah erkenden telaşla uyanıp babasını her yerde arar olmuştu.

Babasını nasıl hayata döndüreceğini düşünüyordu ve çocuk aklı, bildikleri, ona yardım etmiyordu. Belki annem biliyordur cevabı diye düşündü. Annesinin eşyalarını doldurduğu kutuyu çıkardı sakladığı yerden. Kutuda onun koyduğu fotoğraflar dışında birkaç şey daha vardı. Daha önce hiç dinlemediği, hiç görmediği bir de kaset buldu. Annesinin bir zamanlar şarkı söylediğini biliyordu ama hiç dinlememişti. Kasette Tek şarkı vardı, dinlemeye başladı…

“ölmez insan onu sevenler ölmedikçe
başka hiç kimse bilmez, göremezde sevilen ölüleri…”

diyordu şarkı…

Barış ayağa kalktı… evin içinde koşuşturmaya başladı. Annesine ait ne varsa çıkardı kutulardan. Evin bütün duvarlarını annesinin fotoğraflarıyla donattı, şişede kalan parfümü sıktı her yere, kırmızı şalı, elbiseleri astı kapılara, meyveleri mutfak masasının üzerine annesi nasıl koyuyorsa öyle koydu, çikolatalı puding yaptı, annesinin yarım bıraktığı kırmızı kazağı hep olduğu yere salonun ortasında duran sehpahanın üzerine koydu…

Babasının kolundan tutup eve sürükledi… Mehmet şaşkındı, içeri girdiler. Etrafa baktı, ev Sibel’in bıraktığı gibiydi, onun gibi kokuyordu, her duvarda onun fotoğrafı vardı. Salonun ortasında durdular. Mehmet “eksik olan tek şey sesin” dedi usulca. Barış kumandanın düğmesine bastı… “işte artık sesi de burada” dedi babasına.

Şarkı hiç bitmedi, Sibel hiç yorulmadı, hiç susmadı, sesi günler geceler boyu yankılandı evde. Barış’ın oynadığı yeni oyun buydu. Babasına da öğretti. Annesi hiç gitmemiş gibi yapacaklardı. Her gün her yerde onunla konuşacaklar, onu dinleyecekler, dokunamayacak ama hep kokusunu içlerine çekeceklerdi.

Çünkü Sibel dünyanın en güzel sözünü yıllar önce söylemişti onlara :

“ölmez insan onu sevenler ölmedikçe
başka hiç kimse bilmez, göremezde sevilen ölüleri…”

Başa Dön