Yitik

Yeryüzünde var mı ki bir sevda uğruna gözyaşı dökülmesin?

yazı resim

Nereden ve nasıl başlasam onu anlatmaya...
İlkokuldaydım herhalde, kompozisyon ödevleri verirlerdi. Nefret ederdim.
" Evet çocuklar, armudun iyisini ayılar yer sözünün anlamını açıklayan bir sayfayı geçmeyecek şekilde yazı yazılacak.."
Bense hiçbir şey anlamazdım ki o sözden bir de bir sayfa yazayım...
Diyemezdim...
Şimdi de anlatıyorum; ama hiçbir şey anlamadım ki...
"Anladığınızı yazın çocuklar"
Peki öğretmenim..

Elimde üç beş kitap.Onun sevdikleri. Bana vermiş hatıra diye... Bir de kağıt mendil sırılsıklam olmuş gözümün yaşından. Ama belli etmemeye çalışıyorum. Gözlerim en üstteki kitabın kapağında. Kitabın adını ekine köküne ayırıyorum: SEV-Gİ-LER-DE.
Onunsa elinde mendilimin ıslaklığının iki sebebi... İki kocaman, gereksiz bavul...
"Bana yazacak mısın prenses?"
"Her zaman" Gözüm kitabın üzerinden kalkmıyor.
Taksiye biniyoruz...
Kitabın sayfalarını kurcalıyorum.
"Kitaplarıma iyi bak."
"Gözüm gibi" Bir hıçkırık. Bu benden değil.
"Kurban olayım ağlama artık."
"Ağlamıyorum..."
Kolunu uzatıyor omzuma.
"Lütfen sarılma.."
Çekiyor elini. Uzun bir sessizlik. Yolu uzattıkça uzatıyor şoför. Terminal bu kadar uzak mı?
"Yazmaya devam et tamam mı? Bak daha beni yazacaksın..."
"Seni nasıl yazayım ki?"
"Söz vermiştin ama..." diye isyan ediyor.
Gülümsüyorum kitaba.
"Söz vermiştim"
İki satır dikkatimi çekiyor:
'Anlatırdı, geceler ağlayarak uyanırmış
Düş ya da gerçek gördükçe...
De ağlamayacağım.'
Terminal girişinde duruyor taksi. Herkes de yolcu bugün... Herkes sevdiğini bir yerlere uğurluyor.
"Eee geldik gidiyoruz prenses."
Kitaplarım sıkı sıkı böğrümde.
"Ne diyorum biliyor musun?"
"Ne?"
"Seninle şöyle bir kordon sefası yapamadık. Basamadık çimlere gönlümüzce..."
"Evet yapamadık..."
"Yapma n'olursun"
"Ne?"
"Böyle kısa cümleler kurma bana. O yazdığın hikayelerdeki gibi uzun cümleler kur."
"Onlarda gereksiz kelimeler vardı..."
"Olsun şimdi de öyle gereksiz kelimeler bul..."
Sessizlik. Yüzümde gereksiz kelime arıyor. Bendeyse: SEV-Gİ-LER-DE. Bir yapım eki, iki çekim eki...
Bu kez sarılıyor sıkı sıkı. Gereksiz kelimeleri bulmak için galiba.
İlk kez yüzüne bakıyorum. Gözlerim kıpkırmızı eminim. Saçlarım dağınık. Elimdeki mendilin suyu çıkmış artık.
Yüzüne atıyorum elimi.
"Engin..."
"Efendim?"
"Seni çok özleyeceğim. Kitaplarını da her gün okuyacağım. Eskiyene kadar fotoğraflarına bakacağım. Hikayemizi de yazacağım...."
Gülümsüyor. Öyle güzel ki gülümsemesi ben bunsuz ne yapacağım diye düşünüyorum.
"Bunların hangisi gereksiz kelime?"
"Hepsi..."
Yine bir hıçkırık. Çok yolcu var burada onlardan birinin olmalı...
"Kurban olayım ağlama.. Bak bu engereksiz şey..."

O zamanlar öyle mi hissediyordum ne. Her şey; eski yitik, gereksiz...
Ne çok yolcu vardı, ne çok otobüs, ne çok gözyaşı... Hepsi de gereksizdi.
şimdi şimdi anlıyorum neden mendilimin o kadar çok ıslandığı ve anlamaya başlıyorum her şeyi.. Ona her mektubumda: 'Sevdiğim ilk adam diye hitap ederdim. herhalde ondan. ilkler kolay bırakılamıyormuş.

Otobüs geldi nihayet. (Kırmızıydı rengi. O zamandan beri sevmem kırmızıyı.)
Bir ürperti doldu içime. Ağustos sıcağında. bir şey, buz gibi bir şey girdi ensemden aşağı. Ayrılık...
"Çiçeklerime iyi bak prenses. Sakın ağlama bana ve hiç kimseye."
Sadece bu cümle aklımda kalan. Ve cümlecikler yok arada.
'Unutma beni'ler, 'Hoşçakal'lar, 'Bekle beni'ler yok.
"İyi bak kendine Engin" diye bağırıyorum. Önemli birşeymiş gibi söylediğim...
"Yazacağım seni. Öykü yapacağım bizi..."
Otobüs; en gereksiz, en yitik şehre gidiyor artık. En gerekli, en güzel şehirden hem de...
Dönerken, arabada karıştırıyorum ıslak mendilimle sayfaları:
Ben buralardan giderken
Sen de benimle gelirsin
Bizimle biter hikaye, geride kalan ses:
Bahçem yalnız benimsin...
Ve başka bir sayfa:
'Ve yanıma yalnız kitaplar alacağım,
Keser kalın sayfalar dıştaki uğultuyu..'
Araba; ağır ağır ilerliyor asfalttan.
"Merak etme, saklayacağım kitaplarını" diyorum kendi kendime...
Eylül 1999

Başa Dön