Sekiz dakikanın bir buçuk saate sığdırıldığı bir an hayal edin.
Milyonlarca insanın haberi olmadan saniyeler içinde ölme ihtimali %60.
Louis Brandeis’in söylediği gibi, üç çeşit yalan var. Yalan, kuyruklu yalan ve istatistik.
İstatistik, ölümün üzerine uyarlandığında önemini kaybeder. Neden mi?
Bir savaş filmini düşünün ki yüzlerce insanın öldüğünü gördüğünüzde gözünüzden bir damla yaş akmaz. Ama başrol oyuncusu öldüğünde “hayatını kaybetmiş olur”
Ekranda yıkımın gurur verici örneklerini, insanoğlunun en ironik yanlarını kaleme alarak aktaran yönetmenlerin, dünyanın kazara yönetiliyor olmasına gösterdikleri tepkiyi saygıyla karşılıyorum.
Bu filmlerin gişe rekorları kırmasını ise her izleyenin “iyi ki o ben değilim”i görüp rahat nefes almasına bağlamıyor değilim.
Felaket konusu listenin başındakiler olan uzaylılar, katil hayvanlar, zombiler değil beni etkileyebilecek olan insanın ve sebep olduklarının ta kendisidir.
“Dinamit Dolu Ev” filmi tam da buna örnek bir film. Dont Look Up’tan sonra ki favorim oldu.
İletişim engeli ile oluşturulmuş siyaset, duygusal zararların seçim kaybettirdiği bir sosyal medya, lojistik koşulların yaptırımları, ülkelerin bağımlılık içinde bağımsızlık ilan etme çabaları sonucu, bir fitille ateşlenebilecek savaşların ne kadar yakın olduğunu anlatmak ta film yönetmeni ve senaristlerine düşüyor.
Söz konusu; kazara ya da kasti olarak atılan bir nükleer bomba, kimin dahi attığı bilinmeden karşılık vermeye hazırlanan başkanın önüne menü olarak verilen bomba ateşleme seçme “mecmua”sı filmin en ironik sahnesidir bence. Başkan hangi bölgedeki insanları bombalamalıyım diye sorumlu askere sorduğunda, asker, başkanım ben bölgeleri az, orta ve iyi pişmiş olarak ayırıyorum diyerek dünyanın kocaman bir menü kartelası olduğunu ortaya seriyor.












