Deney, herkesin hatalarına verdiği addır. -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Otorite ve uygulayıcıları bu yüz kızartıcı suçu işleyenleri yüz metre karelik iki katlı bu koğuşa istifliyordu. Gardiyanlar, jandarmalar, hatta diğer suçlardan yatan mahkumlar bu insanlara hiçte hoşgörü göstermezdi. Herkesin gözünde onlar bu ülkeyi, bu devleti soyan, toplum düşmanı hırsızlardı. Aşırı kalabalıktan dolayı koğuş içerisi bir arı kovanı misali kaynardı. Oradan sürekli sesler duyulurdu. Gardiyanlar arada bir koğuş kapılarına tekmeyle, sopayla vururdu. Ses çıkarmamaları için. O anda ses kesilirdi ama bir süreliğine kadar. Yine başlardı sesler. Kahkahayla gülenlerin, çığlık atanların, küfür edenlerin, ağlayanların sesleri duyulurdu. Gardiyanlar haddinden fazla sertti. Özellikle bu mahkumlara karşı. Ağır suçlar bloğunun diğer sakinleri olan cinayet, gasp koğuşları onlara nazaran biraz daha sessizdi. O koğuşta neler oluyordu? Bir metrekare alanda üç kişinin yaşam savaşı vardı. O alandan bir santim bile ayrılmak diğer üç kişinin sahasına saldırmak demekti.O mahrem alana uzanan bir el ya da ayak yahutta o çene saniyesinde kırılıyordu.Bir yeri kırılan hırsız acı içerisinde çığlık atarken kıranda kahkahalar ile gülüyordu. Ekmekler havada uçarcasına ellerde parçalanıyordu.Tabaklardan saçılan yemekler ellerle toplanıp ağızlara dolduruluyordu.Bir dal sigarayı on kişi sırasıyla içerken dumanı biraz fazla çekenin vay haline dedirtircesine ana avrat küfürler saydırılıyordu. Çoraplar, atlet, kilot, battaniye, yatak savaşları çeşitli cepheler de birbirinden şiddetliydi.Üçyüz hırsız birbirini soyuyordu, sabahtan akşama kadar. Bazılarının ihtiyacı biraz daha fazlaydı. Birbirlerini becerenleri ayırmak için tekmeler, yumruklar ranzada dönüyordu.Onsekizinde ki bir genç ile yetmişlik bir ihtiyarın karı koca olduğu sahnelerde sadece nikah şahidi aranırdı.Ara sıra bazı, bazı... Gardiyanlar bu koğuşlara karşı biraz mesafeli ve dikkatli davranmak zorunda kalıyordu. Müebbetlik, otuz altı senelik mahkumun ne zaman ne yapacağı hiçte belli olmazdı. Ama bu hırsızlar öyle miydi? Üç beş aylık, ya da senelik mahkumlardı bunlar. Cinayet koğuşları adı üstündeydi. Ölenlerle öldürenlerin sahnesiydi o koğuşlar. Ölü açık mezarda, öldüren de bu kapalı mezarda yatıyordu. Belki de daha şanslıydı ölen. Geceyarısı bu koğuşlarda bir kavga çıktımı gardiyanlar sessiz kalıyordu. Korku içersinde beklenirdi savcı bey, jandarma komutanı. Onlar takviye kuvvetle gelirken başgardiyanın işi sadece koğuş kapısının mazgal deliğini açıp sormaktı. “Ölen ya da yaralı var mı onu söyleyin” diye sorulurdu. Tecrübesiyle öğrenmişti başgardiyan. Elbette ikisinden biriydi o cevap. Ona göre ya ambulans, ya da bir tabut siparişi verilecekti. Gece vardiyasına gelen görevli gardiyanlar bu belalı koğuşlardan mümkün olduğu kadar uzak durmayı tercih ederdi. Geriye ne kalırdı? Hırsızlar koğuşu. Hırsızlar koğuşunun mazgal deliği o gece açıldığında sigara paketleri gardiyanlara sunulmuş olurdu. Çok geçmeden hırsızlar koğuşunun kapısı açılırdı. Sonra koridorda bir takım sesler yankı yapardı. Diğer koğuşlarda uyumayan mahkumlar bu sesleri duymuş olurdu. Hırsızların isimleri okunmaya başlamıştı. Sonra da kapının kapandığı anlaşılırdı. O çelikten çıkan ses tonu belli ederdi. Meraklı gözler bir aralıktan az çok koridora bakarak koridora çıkanları seçmeye çalışırdı. Kış olmasına rağmen çırılçıplak halde battaniye’ye sarılı hırsızların yanı sıra sadece donlarıyla kalmış diğer hırsızlar bir duvara dizilmişti. Karşı sıralarında ise ellerinde sopalar, joplar olan gardiyanlar vardı. Bazı gardiyanların kafasında siyah kar maskesi olurdu. Kimdi bunlar? Koğuşların kapı aralağından onları izleyen tecrübeli mahkumlar söylerdi onların kim olduğunu. A Takımı. Hayata dönüş operasyonundan sonra kurulan özel gardiyan birliğinin adıydı. Bu birlik diğer bir isimle dayak mangası olarak da bilinirdi. Geçmiş yılların eski adıyla anılan Sağmacılar şimdiki Bayrampaşa Cezaevinin idare dayağının yeni versiyonuydu A Takımı. Eski dönemlerde en azılı suçluların dahi korktuğu bir dayak atma metodları vardı. Onlara göre bunlar bu devlette en acımasız görevliler bunlardı.Bu teoriye göre polis bilerek bilinçli şekilde dayağını atar, işkencesini yapardı. Jandarma’da az çok öyle sayılırdı ama gardiyanların idare dayağı öyle miydi? O yıllarda geceyarısı mahkumlar uyurken birden kapılar açılır, gardiyanlar ellerinde kalın sopalar olduğu halde bir ranzaya doğru gider, uyuyan o veya o mahkumları sopayla, tekmeyle kaldırır, koğuşun içersinde sürükleyerek cezaevinin başgardiyanlık odasına götürürdü. Sonra o mahkum bir daire içerisinde ortaya alınır ve sopalarla dövülürdü. Kafasına koluna, neresine rast gelirse hiç fark etmeden vurulurdu. Sorulara cevap alınırdı. Hapı nereden bulmuştu. Sübyandan gelen o çocuğu kaç aydır beceriyordu, onu kaç liraya almıştı? Kumar yapıyordu da niye haber vermiyordu? Bir hayvandan beter sesler çıkartan mahkum konuşsa da önemli değildi. Daha sonra onu en alt katta sıralı şekilde yan yana dizili olan hücrelerden birine atarlardı.Diğerleri gibi ölmesi sakat kalması hiç de sorun olmazdı. Bir ay sonra koğuşuna geri getirilen adamın suratı yeşil renge bürümüş olurdu. Çok geçmeden kan tükürmeye başlayacaktı. O artık bir verem hastasıydı. A takımı gardiyanları bu misyondan gelen adamların arasından özel seçilmişti. Hırsızlar koğuşundan çıkartılan bu adamlar koğuş düzenini bozmuştu. Kendi adamları olan koğuş mümessilleri verdikleri sigara paketleriyle onları şikayet etmişti. Ama bunların atacağı dayak yeni yasayla biraz hafifletilmişti. Hücre cezası da yumuşamıştı. “Orospu çocuğu dışarıda milleti soyarsınız, buraya gelince bir de hak ararsınız he” Yine feryatlar her gece olduğu gibi ağır suçlar bloğunda duyuluyordu. Daha çok bağırmaları için dayağın dozu yavaşça arttırılıyordu. Köpeklerin kedilerin, domuzların, farelerin çığlıkları duyanları dehşete düşürürdü. İki binden fazla mahkum o gece çıkan sesleri yine duyuyordu.Asıl o duyan kulaklara bir mesajdı bu. "Siz katiller, gaspçılar, mafyözler, çeteler, duyun işte biz adamın anasını böyle düzüyoruz. Biz devletiz, devletle kim baş edebilir he? Duyun işte bunları duyun" dercesine sopalar daha çok inerdi hırsızların vücuduna. Hırsızlar ağlarken, yalvarırken “Bokunuzu yiyim abi, bugün geldiniz daha, üstüme saldırdılar, paramı, ceketimi, kazağımı, donumu bile aldılar. Ben kimseye bir şey yapmadım” diyordu bir hırsız. “Abi bir yatakta üç kişi yatıyoruz, sıra bendeydi. Onu uyandırayım derken gördüm ikisi birbirini beceriyordu” diyordu diğer hırsız. “İki gündür karavana hakkımı vermiyor koğuş mümessili, isteyince beni dövdüler abi ” diyordu bir diğeri. Gardiyanlar da bağırıyordu. “Demek öyle orospu çocukları, daha bugün bir oldu gelir gelmez düzeni bozuyorsunuz. Sen de yeni gelen birisinin donunu al, yemeğini al, neyi alırsan al ama olay çıkarma. Onlar insan değil mi? Üç yüz kişi yatıyorsunuz, otel mi lan burası? Size bir de özel oda mı tutacağız. Milleti soyarsınız şerefsizler, utanmadan bir de konuşursunuz.” Bayrampaşa cezaevi kapanana kadar, ağır suçlar bloğunda, geceleri duyulan seslerdi bunlar. Sadece cezaevi değil, dışarıda da başları beladan kurtulmazdı.Hırsızlık zor zanaattı. Bir binanın ikinci katında ki balkona tırmanmak için bir kedi kadar çevik olmak gerekirdi. Ya da bir dükkanın çelik asma kilitlerini kırmak veya kepengini yırtmak da o kadar zor işti. Ama bunların yanında bir o kadarda cesaret gerekiyordu. Girilen o yerde bir veya birkaç kişi ile karşılaşma riski bir yana vurulmak, linç edilmek de söz konusuydu. Eğer atletizm gibi spor dallarında mücadele etselerdi birçok ünlü rekortmen sporcu bunların ceplerinden çıkardı. Gereken cesaret içinde sporculara pek yakışmayan doping maddeleri, ceplerinde hazır onları bekliyordu. Hap...Hemde en iyileri. Çoğunlukla ümitsiz, acı çeken kanser ya da sara hastalarının kullandığı haplar leblebi gibi yutulurdu. Bazıları çok iyi bilirdi. Beş on yıl gibi bir zaman diliminde bu hapların etkisinden bir çoğunun ölmesi de kaçınılmaz bir son olacaktı . Ama onların bir misyonu vardı. İnsanlık tarihinin en eski iki mesleği gayet iyi bilinirdi. Erkekler hırsızdı. Kadınlar da fahişe. Geçmiş tarihlerde ki korsanların, haydutların mirasçısı, torunlarıydı onlar. Haliyle imkansızlıktan dolayı şimdi kentli olmuşlardı. Onlar varoşlar da, roman mahallelerin içlerinde tam gaz faaliyette sayılır. Hırsızlar, katiller, fahişeler dünyasının insanları misyonları gereği işbaşındadır. İlahiyatçılara göre tanrıya hizmet eden en kutsal işçilerdir onlar. İyi insanlar cennete hazırlanırken onlar günahları ile cehennemi dolduracaktır. Bu fani dünyada herkesin görevi belliydi. Her geceyarısı İstanbul sokaklarına bir hayalet sürüsü yayılır. Temiz, saf, masum insanlar evlerinde huzur içerisinde uyurken onlar gruplar halinde sokak aralarında, kaldırımlar da otoların, binaların çevresinde dolaşıyordur. Planlı, ölçülü, mesafeli yürüyüşlerinde gözler çevreyi tarıyordur. Acaba hangi kapı hangi baca açıktır. Zengin bir evin yahut bir villanın görüntüsü ilgi çekicidir. Dayanılmaz bir cazibesi vardır, heyecan yapar. İçinde ne olduğu ne çıkacağı bilinmeyen hazine sandığı onları bekliyordur. Cesaret hapları çoktan yutulmuş olur. Villaların azılı bekçi köpekleri bazen hırlasa da bazıları da arada bir sessiz kalır. Onların kokusunu aldıkları anda bazen susarlar, teslim olurlar. Kokularıyla, parlayan gözleriyle sanki anlaşırlar. Belki içgüdülerinden belki geçmişten, atalarından onları tanırlar, hissederler. Bazı bekçi köpeklerinin onlarla gittiği de görülmüştür. İş bitiminden sonra sabaha karşı başlar eve, mahalleye dönüşler. Yükte, hafifte, pahada ne varsa ne çalınmışsa ya bir arabanın bagajında ya bir kamyonet kasasında bazende elde çuvallarla yolculuk başlar. Sabahın ilk saatlerinde mahalleye giren insan yığınları işten yorgun argın eve geliyordur. Pavyonlarda ki dansözler, çalgıcılar, fahişeler, gaspçılar ve hırsızlar hep birlikte evlere dağılıyordur. Mahallenin devamlı müdavimleri olan uyuşturucu satıcıları onları karşılar gülümseyerek. Borçlar hatırlatılır. Tek katlı, yıkık, harabe gecekondular da sevinç içersinde neşe ile çığlık atan çocukların sesleri duyulur. Babalar, abiler, ablalar işten dönmüştür. İçkinin, hapın ele geçen ganimetin mutluluğu ile adam coşmuştur. Kadın dahada mutludur, azgındır. Çılgınca bir sevişme başlamıştır. Bedenin her yeri, her yol mübahtır artık. Evlerden çığılıklar, hırlamalar, inlemeler birbirine karışır, sokağa yayılır. Öğleden sonra yine bir hareket başlar. Kadın bakkala borcu kapatmak için gider. Elinde bir teyp, saat, ya da kutusunda bir çift ayakkabı vardır. Kartal burunlu, patlak gözlü, kara suratlı, yakışıklı genç bakkal "Onları şuraya koy" der. Diğer kadınların bıraktığı eşya arasına katılır getirdikleri. Eşyaların fiyatı, borçlar bellidir. Hesap kapanmıştır. Kadın bakkala gülümser, ondan evvel gelenler gibi. Belki birçoğu borcu bu şekilde kapattığına üzgündür. Kendi bedenleri ile borç kapatma seçeneği bugün imkansızdır. Nasıl olsa yarın öbür gün ona mutlaka sıra gelecektir. Ama o şehvete o isteğe dayanmak kolay mıdır? Alışkanlık ne kötü şeydir. Yeni, farklı bedenlerin alışkanlığı... Ne kumar borçlarını, ne tefecilerini ne torbacıların borcunu kapatmıştır o beden. Acı çekmenin sonrası zevke dönüşme aşamasının alışkanlığıdır belki de. Kadınların işi bitmez. Eller de yeşil kartlar ile okul kayıtları, sağlık ocağı, belediyesi onları bekliyordur. Birkaç yüzüğün, kolyenin kuyumcuya bozdurulması da aradan çıkar. Erkekleri ise bir adam bekliyordur mahallede... Hırsızlar kralı "Kasket Yaşar." Sokaklarda hemen herkes aynı fikirdeydi. Tanrı bu insanı adeta hırsızlık yapsın diye yaratmıştı. O mahallede hırsızların başıdır. Kısa boyu, kilosu ile çökmüş yaşlı bedeni bir yana dizinden aşağı kesik tek ayağı ile yetmişini geçmesine rağmen sadece hırsızlar değil mahalle ahalisi de ondan korkar , çekinir. Uzak durur. Korkunç suratı ile bir iblisi aratmaz. Bu adam zamanında İstanbul'un bir bölümünü soymuştur. Beyoğlu yağmasında ön saflarda yer almıştır . Hatırı sayılı bir geçmişi ve suç listesiyle camiasında üstün bir performans göstermiştir. Mahallesinde hırsızlar için yardımlaşma, dayanışma için küçük bir sendika kurmuştur. Onun tabiri ile mesleğin inceliklerini öğretirken , yol yordam göstermiştir birçok hırsız adayına. Bu sosyal yardımlaşma sistemi ile cezaevine düşen bir hırsıza elbirliği ile yardım edilecekti . O hırsızın becerilmeyi bekleyen mağdur bir karısı ve hırsız, gaspçı olmak için sıra bekleyen iki küçük çocuğu vardı. Bunların ihtiyaçları vardı ve Kasket Yaşar her hırsızdan sendikaya bir komisyon istiyordu. Eğer bir hırsız çaldığını saklarsa ya da yalan söylerse Yaşarın bıçağı onu bekliyordur. O bıçağı sayısız hırsız tatmak zorunda kalmıştır. Bıçak ve Yaşar ikisi bir arada anılır o sokaklar da. Bir hırsızın vücudunda herhangi bir yere bıçağın girmesi çıkması saniyelik olaydır. Bazılarının o acıyı hissetmediği de olmuştur. Evine döndüğünde karnından veya bacağından kan akarken fark etmiştir birçoğu. Onlar yine şanslıdır. En azından bir kulağı ya da burnu kesilmemiştir. Faili meçhul cinayetleri vardır Yaşar'ın. Bu geçmişiyle yaşlı, yorgun vücuduyla, tek ayağı ile tek göz odasında koca kurt köpeğiyle öğleden sonrası oturduğu divanda hırsızlarını bekler. Evin beter görüntüsü bir yana odanın korkunç leş kokusu ondan daha beter bir halde yaşayan hırsızların bile burnunu tutmasına neden olur. O divanda köpeği ile beraber yatar...Önlemini yıllar önce almıştır. Bir geceyarısı bir hırsız tarafından gırtlağının kesilmesini bu köpek önlemiştir. Bu köpekten önceki, ondan daha önceki bir köpek onu hep birilerinden korumuştur. Evine gelen bir kişinin değil ona zarar vermesi aklından olumsuz bir düşünce dahi geçirmesi köpeğin saldırması için bir nedendir. O pis kokuyu köpekten önce kasket Yaşar alır. Başka bir ilçenin hırsızı misafir olduğunda köpeği onu kısa bir hırlamayla uyarmıştır. Sohbette o anda kahkahayla gülen misafir ise bacağına giren ekmek bıçağının acısıyla kendisini sokağa güç bela atacaktı. Hemen her hırsız çaldığını söylemek zorundadır. Kasket Yaşar'ın payı verilecektir. Malların fiyatları o evde belli olur. Onun belirlediği fiyata uyuşturucu satanlar dahil hemen herkes uymak zorundadır. Veresiyelerin, esrarın, hapın, borçların bedeli bu şekilde ödenir. Paylaşımdan sonra peş peşe esrarlı sigaralar yanar. Odanın içini koyu bir sis kaplar. Sisin içerisinde kafalar fark edilir. Onlarca kafa, el, kol dönüyordur. Sarhoşluğa rağmen birçoğu o divana hala bir metre mesafe uzak durur. Herkes gayet iyi bilir. Kasket Yaşar'ın bıçağı şartlar ne olursa olsun her an hazırdır. Soyulan yerlerin istatikleri, yeni planlar yapılır, taktikler masaya yatırılır. İstanbul haritasına bakılır. Mahallede akşam olmuştur. Bir gün bitmiştir. İşe çıkmak için saatlere bakılır . İstanbul ertesi güne hazırdır.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Şenol Durmuş, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |