Ben bir öğretmen değil, bir uyandırıcıyım. -Robert Frost |
|
||||||||||
|
İnsanlarda sabahın verdiği bir çeviklik, bir hareketlilik çarpıyordu göze ilk bakışta. Tırpanını, çapasını, tırmığını kapan tarlasının yolunu tutuyordu. Akşamdan bin bir özenle hazırlanmış azık torbalarını ise çocuklar taşıyordu; gözlerini ovuşturarak... Hasat zamanı geldiğinde köylülerin yüzleri gergin, bedenleri yorgun ve gözleri donuk olurdu hep. Gün boyu toprakla boğuşmaları sonucu ter kokusu, tozun ve toprağın kiri her yanlarına siniyordu. Fakat yorgunluluklarına sızlanmaksızın, aldırmaksızın her sabah büyük bir istekle işe koyuluyorlardı. Hem başkaca çareleri yok gibiydi. Güneş ışınlarını toprağa sindirmiş, toprağın nemi buharlaşmaya başlamıştı bile... Çocuklar kıçlarına birer don geçirmiş, erkenden kendilerini köy meydanına atmışlardı. Keyiflerine diyecek yok gibiydi. Çayırlar boyu akıp yoluna giden derede, balıklar arada bir suyun yüzüne sıçrıyor, etrafını kolaçan ettikten sonra gene suya dalıp kayboluyorlardı. Dere küçük olmasına küçüktü ama köy insanları için önemi büyük sayılırdı. Tarlasında yorulan, susayan kendini atıyordu dere kenarına, serinlemek için. Çocuklar ilk yüzme deneyimlerini yine bu dereden edinirlerdi. Hayvanları da bu dereden sulanırdı. Yine köy kadınları ve genç kızlar çamaşırlarını dere kenarına kurdukları çamaşır kazanlarından aldıkları suyla yıkarlardı. Sultan on sekiz yaşlarında, güzel mi güzel bir genç kızdı. Uzun kestane rengi saçları, elaya çalan gözleriyle herkesin beğenisini kazanmış, minik burnu ve etli dudaklarıyla tam bir dişiydi. Gülünce yanaklarında oluşan gamzesi, ona apayrı bir güzellik katıyordu. Sesi içli ve yanıktı. Türküleriyle dağları çınlatır, ırmakları coştururdu sanki. Babası, bir toprak anlaşmazlığı yüzünden köylüsü Husoyu vurmuş, bu yüzden yıllarca mahpus damında yatmıştı. Sultan ve kardeşleri babasız büyümüştü. Baba da onlarsız... Bir af sonucu özgürlüğüne kavuşup, köyüne dönen baba, mahpus damında hastalanmış, güçten takatten çoktan düşmüştü. Köylünün "Mehmet efesi" gitmiş yerine "Meme emmisi" gelmişti artık. Meme emmi mahpusta çok sıkıntılar çekmiş, ezilmiş ve bedenen çökmüştü. Yası kırktı ama ellinin üzerinde gösterir olmuştu. Çok merhametli ve duygulu bir insandı yine de O. Çocuklarına kızmaz, onlara bağırıp çağırmaz, kimseyi üzmek istemez, gönüllerini hep hoş tutmaya çalışırdı. Sultan’dan başka üç çocuğu daha vardı; Sultan en büyükleriydi. Mahpus damına girdiğinde oğlu Cemşit, kundaktaydı daha. Nihal ve Zuhal iki yaşında var yoktu. Sırtını duvara dayar,"yıllar ne çabuk geçip gitti." diye hayıflanır, derin bir iç geçirir, gizli gizli ağlardı hep. Onun bu durumu karısı Fadime’nin gözünden kaçmazdı yine de. Fadime uzaktan izlemekle yetinirdi onu. Meme emmi kendini mahpus damına düşüren o acı olayı hatırladıkça, içi burkulur yüreği sızlardı. "Bir bahar sabahı erkenden atına atlamış, tarlasının yolunu tutmuştu. Hüsonun tarlasının yanından geçerken birden, önüne fırlayan bir domuz yüzünden, atı ürkmüş, doğruca Husonun tarlasına girmişti. Mehmet efe atını zapt edemez bir hale gelmiş, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Ürkek at delice tarlayı dövüyor, altın sarısı başaklar nalları altında eziliyordu. Bu işte bir düşmanlık sezen Huso, birden çiftesini kaptığı gibi, Mehmet efeye doğrultup ateşledi. At kanlar içinde yere yuvarlandı acılar içinde. Mehmet efede yere yuvarlanan atın altında kalmıştı. Eli eyerdeki çifteye gitti istemsiz. Aldı çifteyi. Husoya bağırdı. "Dur ateş etme sakın!" Ama Huso onu dinleyecek durumda değildi. Çiftesini doldurup yeniden ateşliyordu. Karşısındakini görmüyordu gözleri. Gözlerini kan bürümüştü sanki. Başının üzerinden vızıldayarak geçen bir fişekten sonra, bağırmaya başladı. Mehmet efe; "Dur diyorum sana, yoksa ben de karşılık vereceğim. Demedi deme!" Dinlemiyordu Huso bağırıyordu yalnızca, "Şu kurşunu ye de aklın başına gelsin, izinsiz tarlama girmenin ne demek olduğunu gör." Ve artık Mehmet efenin bir çaresi kalmamıştı, ateş etmekten başka. Nişan aldı, tetiğe dokundu, çifte ateş aldı. Huso koca bir ağaç gövdesi gibi devrildi yere, tozdan bir bulut yükseldi. "Yandım anam!" oldu son sözleri. Mehmet efe garip bir duyguya kapılmıştı. Öldürmüş müydü yoksa onu? Şaşkınlıktan bir çiftesinden çıkan barut dumanına, bir de yerde hareketsiz yatmakta olan Husoya bakıyordu. "İnşallah yaşıyordur, ölmemiştir." diye geçiriyordu içinden. Bunu anlamanın bir tek yolu vardı. O da oraya, Husonun yanına gitmekti. Öyle de yaptı... Nabzını yokladı, atmıyordu. Kulağını yüreğine dayadı dinledi. Bir anda acı gerçeği öğrendi; ölmüştü. Yaşamıyordu artık O. Birden ayağa kalktı, köyüne doğru koşmaya başladı istemsiz. Karısı Mehmet efeyi görünce, “Hayrola beyim" dedi telaşla. "Nedir bu halin böyle?" Mehmet efe konuşmak istemedi. "Soğuk bir ayran getir, içimin yangını sönsün önce" demekle yetindi yalnızca. Ayranı içtikten sonra ağzını elinin tersiyle ağzını sildi. Soluklandı. Sonra başından geçen olayı karısı Fadime’ye anlatmaya başladı. Sonunda, "Tez var jandarmaya haber sal, gelsinler" Jandarmalar kısa bir zaman dilim içinde geldi, Mehmet efenin evine. Ellerine kelepçe takıp, alıp götürdüler onu. Devam edecek...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Necmettin Yalcinkaya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |