Kitabının bir kopyasını gönderdiğin için sağol. Onu okumakla hiç zaman yitirmeyeceğim. -Moses Hadas |
|
||||||||||
|
‘’Ne komik oldu kaplumbağanın rengi’’ diyordu çocuklardan biri kahkaha atarak. Bir başkası böbürlenerek, ”Oğlum” diyordu. ‘’Fikir kimden geldi?’’ Katıla katıla gülüyorlardı, gülmekten ağrıyan karınlarını tutarak. ‘’Hadi arkadaşlar!’’ diye bağırdı bir başkası. ‘’Şimdi doğruca yılan avına...’’ ‘’Olur, gidelim yılan avına.’’ dediler hep bir ağızdan. Çocuklar ellerinde taş ve sopaları olduğu halde çalılara doğru yol aldılar. Hava sıcaktı, yılanlar çalılıklara kendilerini gizlemiş olabilirlerdi. Çocuklardan biri aklına yeni bir fikir gelmişçesine heyecanla bağırdı: ‘’Yılanı aramızda ilk öldüren, bugünlük komutanımız o olsun’’ Öneri anında kabul gördü hemen. Sıra yılanı bulmaya gelmişti. Çocuklar büyük bir dikkatle çalıların arasında yılan aramaya koyuldular, elleri tetikteydi hepsinin. Yılanı gördükleri an onu vurmaları gerekiyordu. Yoksa yılan kendilerine zarar verebilir, hatta içlerinden birilerini sokabilirdi. ‘Yılanı gördüm!’’ diye bağırdı biri. ‘’Hani nerede? Göstersene Yılmaz.’’ ‘’Mustafa’nın olduğu yöne kaçıp saklandı.’’ ‘’Ekrem dikkatli ol’’ diye uyardı onu Yılmaz. Çalının etrafında bir çember oluşturdular hemen. Bir plan yapmaları gerekiyordu. Ayaküstü tartışmaya başladılar. Sonunda çalıyı yakıp tutuşturma fikrinde karar kıldılar. Çalı tutuşunca, nasılsa yılan dışarı kaçacaktı. Ve sonucu belliydi: Yılan ölmüş olacaktı! Çalıyı ateşe verdiler, tutuştu hemencecik. Ellerinde taş ve sopalarla yılanın çıkmasını bekliyorlardı. Gözleri bir tek noktada birleşmişti. Yılan birden çalıların arasından fırladı, Yılmaz kendini ustaca bir hamle ile korudu yılandan. Sopalarla vurmaya başladılar yılana, taş yağmuruna tuttular onu. Çok geçmeden yılan yaralı bir halde tutsak düşmüştü çocukların eline. Boyu iki metreyi aşan, iri sayılabilecek bir yılandı bu. ‘’Daha canlı bu, ölmemiş’’ diye bağırdı Ekrem. ’’Köy yerine götürelim onu, diğer çocuklar da görsünler… Görsünler ne kadar kahraman çocuklar olduğumuzu.’’ ‘’Yılanı ben vurduğuma göre bugünkü komutan benim’’ diyordu Mustafa. ’’Ben ne dersem odur.’’ Yılanın başında poz verircesine durdu, şişinerek. ‘’Tamam’’ dedi. ‘Götürelim köy yerine’’ Onlar birer askerdiler. Önlerinde komutanları Mustafa, yeni bir savaş kazanmışçasına gururlu ve dik adımlarla yürüyor, erleri ise savaşta esir aldıkları yılanı yerde sürükleyerek, köy yerine götürüyorlardı. Köy meydanına epeyce yaklaşmışlardı ki, oyun oynayan çocuklara rastladılar. ‘’Bakın çocuklar, ne yakaladık’’ diye seslendi komutan Mustafa. Çocuklar yılanın etrafını sardılar, şaşkın gözlerle bakıyorlardı. Komutan Mustafa, yılanı nasıl gördüklerini, plan yaptıklarını çalıyı tutuşturup onu nasıl vurduklarını ballandıra ballandıra anlatıyordu. Bütün gün yerlerde sürüklenen yılan sonunda ölmüştü. Onun leşini köy meydanında bırakarak, dağılıp evlerine gittiler. Bundan iki gün sonrasıydı, köy meydanında bir araya geldiklerinde. Mustafa, ‘Bugün hem dereye yüzmeye gidelim, hem de balık yakalamaya,’’ dedi.’’Ne dersiniz arkadaşlar, gidelim mi?’’ ‘’Olur, gidelim.’’ dediler diğerleri. ‘’Öyleyse hazırlığımızı yapalım’’ dedi Ekrem. Dağıldılar hemen. Bir saat kadar sonrası, gene köy meydanında buluştular. Yanlarında içinden ancak suyun geçebileceği ince delikli bir iki telis(çuval), bir iki adet ucuna firketeden bozma iğne takılı olta, yiyebilecekleri azıkları ve tutukları balıkları koyacaklardı bir kovaları vardı. Dereye vardıklarında, yanlarında götürdüklerini çimenlerin üzerine bırakıp, kendilerini derenin serin sularına bıraktılar. Neşeyle yüzmeye başladılar, suda şakalaşıyorlardı. Balıklar gibi suya dalıp çıkıyorlardı. Kısacası keyiflerine diyecek yoktu. Epey suda kaldıktan sonra, çıktılar sudan, çimenlere uzandılar gözlerini gökyüzüne çevirip düşler kurdular. Bu mevsimde bolca olan, çekirge topladılar, iğneye yem olarak takmak için. Veli elinde telisi, suya girdi. Kıyıya yakın bir yerde durarak, telisin ağzını suya dayayarak açık bıraktı. Telis önce havayla şişti, ardında suyla dolarak dibe çöktü. Yılmaz Veli'nin az ötesinde suya girdi, başladı elleri ve ayakları ile suya vurmaya… Bağırtı ve sesten ürken balıklar hızla Veli'ye doğru ilerliyor, telisin içine doluşuyor ve böylelikle yakalanmış oluyordu. Telis havaya hızla kaldırılınca, balığın kaçma şansı kalmazdı artık. Veli telisi kıyıya çimenlerin üzerine hızla boşalttı. Birkaç tane iri sayılabilecek alabalık, birkaç ‘’karnı bol’ denilen lezzetli ama bol kılçıklı balıkla çok sayıda küçük balık vardı. Veli yenebilir büyüklükteki balıkları ayırıp kovaya doldurdu, diğerlerini suya geri attı. Az ötesinde oltayla Mustafa, Ekrem ve Yılmaz balık tutuyordu. İğnesine çekirge takılan misina suya bırakılmış, balığın vurmasını, mantarın suya gömülmesini bekliyorlardı... Mantar suya gömülünce hızla kargıyı yukarıya kaldırdı Mustafa. Yakalanmıştı balık. Ardından Ekrem de bir balık yakaladı. Yakaladıkları balıkları götürüp kovaya bıraktı Mustafa. Geri geldi iğneye yeni bir yem taktı, attı suya, beklemeye koyuldu. Akşama doğru dört arkadaş yakaladıkları balıkları aralarında paylaştılar. Bu dört arkadaşın içtikleri su ayrı kaptan geçmezdi. Hatta bir keresinde çakıyla bileklerini kanatmış, akıttıkları kanı birbirlerine sürerek, ‘kan kardeş’ olmuşlardı. Birbirlerine küsmezler, birbirlerini her zaman kollar ve gözetirlerdi. Akıllarının estiğini yaparlardı hep. Atın kuyruğuna teneke bağlamaktan tutun da, sapan taşıyla testi kırmak atışlarına kadar, ayaklarındaki ayakkabılarını çıkarıp ağaca fırlatarak erik düşürmek mi dersiniz? Yoksa kedilerin kuyruklarını birbirine bağlamak mı, yakaladıkları kurbağaları yarıştırmak mı? Ne ararsanız vardı bu dörtlü de… Hepsi güneşin doğuşu ile birlikte, kıçlarına geçirdikleri birer don ile yalınayak köyün sokaklarına atarlardı kendilerini. Sürekli güneşin altında dolaştıklarında tenleri bakır rengine dönüşmüştü. Köydeki her şeyi birbirine katmakta ustaydılar. Bostanlarda karpuz, havuç, güne bakan çiçeği aşırırlardı. Köylü bilirdi ama nedense sesini çıkarmazdı yine de… Ekrem elinde balık dolu kovasıyla evinin yolunu tutarken arkadaşlarına seslendi: ‘’Yarına, kuş avına var mısınız?’’ ''Varız!'' Sabah köy meydanında bir araya geldiler. Boyunlarına sapanlarını bir kolye gibi asmışlardı. Veli geç kalmıştı. Onun gelmesini beklediler. Veli gelince yola çıktılar. Dere boyunca sağlı sollu sıralı kavak ağaçlarının arasından yürümeye başladılar. Gözleri kavaklara kümelenmiş sığırcık ve serçeleri vurmaktı. Kavak ağacına kümelenmiş sığırcıkları görünce Yılmaz, sessizce diğerlerine işaret etti. Aynı anda sapanlarını doğrultular ve aynı anda attılar. Attıkları taşlar iki sığırcığa isabet etti ve yere düşürdü onları. Mustafa koşup sığırcıkları aldı, sırtındaki heybesine attı. ‘’Şanslı günündeyiz’’ dedi neşeyle. Güneş batmak üzereydi, çalı çırpı toplayıp ateş yaktılar. Vurdukları kuşları temizleyip, ortalarından geçirdikleri dal yardımıyla ateşe tutup, pişirip afiyetle yediler. Ateşe su dökerek söndürdüler. Derede yağlanan ellerini, ağızlarını bol suyla yıkadılar. Güle eğlene evlerinin yolunu tutup gittiler. Yeni bir gün yeni bir heyecandı onlar için. Günler su gibi akıp hızla geçiyordu. Ağustos güneşi her şeyi yakıp kavuruyordu. Buna karşın insanlar bu sıcaklıkta çalışmak zorundaydı. Hem başkaca seçenekleri yok gibiydi. Yazın çalışıp kışın yemek zorundalar çünkü. Yumurcak beşizler çetesi sıcak bir Ağustos günü yılan avına gideceklerine karar verdiler. Yanlarına sopalarını ve sapanlarını alarak bozkıra doğru ilerlemeye başladılar, neşe içinde. Önlerinde yer yer biçilmiş tarlalar, çalılar ve tümsekler alabildiğine uzanıyordu. Arada bir önlerinde tarla kuşları havalanmıyor değildi. Çocukların gözü yerlere, çalı diplerine yoğunlaşmıştı. Dertleri kuş değil yılandı. Mustafa bağırmaya başladı: “Çocuklar yılana bakin, yılana! Hem de kocaman:” Boyu iki metreden uzundu yılanın. Kızıl toprağın üzerinde kıvrıla kıvrıla süzülüyordu. Derisi güneşten ışıl ışıl parıldıyordu. Şaşkındılar çocuklar bu manzara karşısında. Ellerinde sopaları olduğu halde korkuyorlardı yine de. Yılan hızla önlerinde bir su gibi akıp bir çalının içine girdi, sakladı kendini. Taktikleri yine ayni olacaktı: Önce çalı tutuşturulup yakılacak, ardından çalıdan dışarı çıktığı an yılan, çocuklar tarafından taş ve sopalarla vurulup öldürülecekti. Sağ ele geçirilmesi ise bir övünç kaynağı olacaktı ayrıca. Planlarını uygulamaya koyuldular. Çalı tutuşup yanmaya başlamıştı bile. Çocuklar elleri tetikteydi. Birden tutuşan çalının içinden bir ok gibi kendilerine bir şey fırladığını gördüler. Bu bir yılandı ve Ekrem’in üzerine atladı. Ekrem yana kaçmak, üzerine bir ok gibi gelen yılandan kurtulmak istediyse de, başaramadı; geç kalmıştı, yılan tarafından sokulmuştu. Yılan ayağını ısırıp çoktan kaçmıştı. ‘’Ahh’’ diye inledi Ekrem korkuyla. Ardından var gücüyle çığlık attı. Şaşkındı, gözleri şaşkınlıktan fal taşı gibi dışarı fırlamıştı. Yılanın soktuğu ayağını, çaresizlikle tutuyor ama ne yapacağını bilemiyordu. Çocuklar panik içindeydiler… Aralarında kendisini ilk toparlayan Yusuf olmuştu. ‘’Ne bakıyorsunuz, böyle aval aval?’’ diye bağırmaya başladı. ‘’Ekrem’in yardımına koşalım!’’ Ardından Yılmaz’a seslenerek, ‘’Çabuk koş, köye haber sal… Yardım getirsinler.’’ Yılmaz ardına bakmadan köye doğru koşmaya başladı. Çok geçmeden gözden yitip gitti. Ekrem yerde acı ve ıstırap içinde kıvranıyordu. Bu durum koşarken yere düşüp dizini yaralamasına benzemiyordu hiç. Çocuklar büyük bir çaresizlik içinde umutlarını köyden gelecek olan yardıma bağlamışlardı. Yardımın biran önce ulaşması için bildikleri tüm duaları peş peşe sıralayıp durdular. Bir yandan Ekrem”e moral veriyorlar, onun direnmesini, korkmaması gerektiğini belirtiyorlardı. Oysa Ekrem”in acıları gittikçe çoğalıyor, zehirin yavaş yavaş vücuduna dağılması sonucu dayanılmaz bir ağrıya dönüşen yanma hissi, baş dönmesi ve terleme sonucu zangır zangır titriyordu. Halsizlik, mide bulantısı ve kusması işin çabasıydı. Yüzü şekilden şekle giriyor, teninin rengi değişiyordu. Dişlerini dudağına geçirmiş, acılara dayanmaya çalışıyordu. Kendinden geçmeye başladı. Arkadaşlarını ve çevresini seçemiyor, bir sis bulutu içinde görüyordu. Şuurunu yitirmiş ve hiçbir şeyin ayrımını yapmaz hale gelmişti… Tamamıyla hareketsiz kaldığında, kolları bir ağacın dalları gibi yanına düştü. Kıvranmıyordu artık. Acıları dinmişti. Çocukluğunu bırakıp göçmüştü bu dünyadan… Mustafa Ekrem”in bu suskunluğu karsısında şaşaladı birden. Başını dayadı yüreğinin üzerine, dinledi. Defalarca dinledi. İyice emin olmak istiyordu. Ölmemeliydi, yaşamalıydı Ekrem! Acı gerçeğin farkına vardığı an: ‘’Ölmüş bu, ölmüş!’’ diye haykırmaya başladı, yarı ağlamaklı… İlk kez yaşam ve ölüm onun gözlerinin önünde karşılaşmış bir araya gelmişti. Sesli sesli ağlamaya başladı. Diğer çocuklar da bu ağlama kervanına katıldılar. Ellerinde ağlamaktan başka çareleri de yoktu zaten. Yılmaz köye varmış, bulabildiği kişileri, yanına muhtarı da katıp bozkıra doğru koşmaya başladılar… Çocukların ağlama sesleri ve haykırmaları kulaklarına ulaşıyordu. Muhtar kötü bir şeylerin olduğunu sezinlemişti. Çocukların başına vardıklarında muhtar, Ekrem’i yerde hareketsiz olarak buldu. Nabzını tuttu, atmıyordu nabzı. Başını koyup yüreğini dinledi, tık yoktu. İyice emindi artık. Ekrem’in öldüğünü yanındakilere söyleyebilirdi. Öyle de yaptı. ‘’Çocuğu sırtlayın, götürelim köye’’ dedi, özgün görünüyor, sesi titriyordu. ‘’Yapılacak bir şey yok…’’ Köylülerden biri, sırtındaki ceketi sıyırıp çıkardı; Ekrem’i ceketine sardı, atın terkine atar gibi sırtına yükledi. Köylerine doğru yürümeye başladılar. Çocuklar sessizce ağlıyorlardı, muhtar ve yanındakiler ise üzgündü. Adamlardan biri: ‘’Çok yazık oldu’ diyordu.’Ölmemeliydi; o daha bir damlacık çocuktu’’ ‘’’Göreceği, yaşayacağı uzun yılları olmalıydı…’’ ‘’Anası, babası, kardeşleri üzüntüden yıkılacaklar…’’ ‘’Öğretmenleri ve sınıf arkadaşları da…’’ Kara haber köyün üzerine bir kara bulut gibi çoktan çökmüştü. Zehir zemberek sularını akıtmıştı. Hem de Temmuz sıcağında. Görülmüş bir şey değildi. Ağlamalar, sızlamalar, haykırmalar, ağıtlar yükseliyordu göğe… Ekrem yoktu artık… Yaramazlıklarından şikayetçi olanlar bile, onu, oracıkta affetmeye dünden razı olmuşlardı. Yeter ki o yaşasın! Köy yerinde ağıtlar yakıla dursun, Beşizler çetesi (ki aralarında Ekrem yoktu ama o ölmeyecekti; her zaman akıllarında, yüreklerinin bir köşesinde olacaktı hep) bir duvar dibine çömelmişlerdi. Başlarını sıkıca ellerinin arasına almış, kara kara düşüncelere dalmışlardı. Bir anlaşılmaz sessizlik hüküm sürüyordu. Bundan sonra ne yapmaları gerektiğini bilemez bir durumdaydı hepsi de. Düşüncelerinden ilk sıyrılan Mustafa oldu. ‘’Arkadaşlar, beni iyi dinleyin’’ dedi, elindeki ince bir dalla toprağı eşeleyerek. Ellerini yumruk yapıp, birbirlerine değecek şekilde uzatarak dörtlü bir çember yaptılar. Mustafa yarı heyecanlı bir sesle: ‘’Arkadaşlar!’’ diye başladı söze. ’’Ekrem namert bir yılan tarafından sokularak aramızdan ayrıldı. O bizim kan kardeşimiz değil miydi?’’ ‘’Evet!’’ dediler hep bir ağızdan. ‘’Bundan böyle tüm yılanlar düşmanımızdır! Ekrem’in kanı yerde kalmamalı! Öcü alınmalı! Bu da böyle biline.’’ ‘’Kanı yerde kalmamalı! Öcü alınmalı!’’ ‘’Ekrem’i hiçbir zaman unutmayacağız ve öcünü alacağımız üzerine ant içelim’’ diye söze girdi Mustafa. O sırada yanlarından kendi kendine konuşarak geçmekte olan köyün delisi Fatma kadın durdu birden. “Siz niye bağırıyorsunuz burada?” dedi öfkeyle.” Deyin bakalım!” “Mustafa kısaca özetledi…” “Eee burada yılanın suçu nedir? Saldıran siz, çalıyı ateşe veren siz… Her haltı yapan siz… Ben bir şey anlamadım” dedi Fatma kadın. “Yılan durup dururken mi soktu arkadaşınızı?” “Yoo”dedi Mustafa ağzındaki sözcükleri geveleyerek. “O halde nedir bu yılanlara karşı olan öfkeniz, nereden çıktı simdi bu andınız?” dedikten sonra söylene söylene devam etti yoluna. Çocuklar arkasından öfkeyle kızdılar, küfür bile ettiler. Bir şey olmamış gibi davranarak, hep bir ağızdan haykırdılar: ‘’Ekrem’i hiçbir zaman unutmayacağımızı ve onun öcünü alacağımıza ant içeriz! Ant içeriz! Ant içeriz!’’ Yüzlerinde öfke, gözlerinde kin vardı hepsinin… Acılara bilenerek karanlığa karıştılar.
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Necmettin Yalcinkaya, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |