Müzik söylenemeyeni, ama sessiz de kalınamayanı anlatıyor. -Victor Hugo |
|
||||||||||
|
Ortadoğu coğrafyasında bir asırdır durulmayan sular, son dört yılda daha da bulanıklaştı… Geliniz önce bazı hususların altını çizerek bir durum tespiti yapalım. Arap Baharı diye başlayan süreç, Tunus, Mısır ve Libya diktatörlerini götürdü ama Suriye’de ters tepti ve iki yüz bin kadar insan öldü… Mısır halkı, demokratik bir düzen için Hüsnü Mübarek’i devirdi. Yerine, ülke nüfusunun üçte biriyle gelen “dinci” Mursi, ülkeyi taassuba götürüyor diye yine aynı halkın hedefine oturdu. Bir kez daha ayaklanan Mısır halkı, Mısır ordusunun “dinci” Mursi’yi devirerek yerine darbeci general Abdulfettah Sisi’yi oturtmasına vesile oldu… Suriye’de birkaç günlük halk ayaklanması, dış güçlerin müdahalesi ile bir müddet sonra bir iç savaşa dönüştü… Burada çok önemli üç önemli husus bazılarının gözünden kaçmıştı… Birtakım silahlı teröristleri Suriye’ye doldurarak kısa süre içinde Esad’ da Kaddafi gibi öldürülecek ve “Alevî Esad’ın yerine Vahabi-Selefi bir Sünnî” oturtulacaktı. Bu plan, birinci derecede Suudi despotlarının planıydı ama Ortadoğu’ya balıklama atlayan da Türkiye’yi yöneten, Kur’an’ın emirlerine mugayir hareket ettiği hâlde; halka “dinci” görünüm veren Sünnî Recep Tayyip Erdoğan olmuştu… Parayı Suudi Arabistan veriyordu. Gelen paralarla temin edilen silahlar ve teröristler Türkiye tarafından Suriye’ye dolduruluyordu… Şam’a gidip Emevî camiinde namaz kılacağını söyleyen Tayyip Erdoğan, bir taşla birkaç kuşu birden vuracağını düşünüyor ve Suriye’ye terörist ve silah transferini daha bir zevkle yapıyordu. Çünkü… Birincisi: Şam’da bunun kuklası olacak bir Sünnî lider olacaktı. İkincisi: Suriye koltuk altına girince Irak’ın Şiî yönetimi de teslim bayrağı çekecek ve o da bunun emrine girecekti... Üçüncüsü: Mısır’da “İhvan-ı Müslimin” yani dinci Müslüman Kardeşler iktidar olacaktı ve onlar zaten bunun kan kardeşiydiler. Bütün bunlar gerçekleşince de “O, dünyaya parmak sallayan bir Ortadoğu lideri” olacaktı. Ki bu ve buna benzer hayâller ile “asrın lideri” “dünya lideri” gibi palavralar üretilmişti… İşte böyle hayâller kurulurken yukarıda da dediğim gibi üç önemli hususu (başka hususlar da var) gözden kaçırmışlardı… Bir: A) Suriye, ordusuyla, etnik ve mezhep yapısıyla Libya’dan çok farklıydı. B) Suriye ordusu, beklenenin aksine ülkenin meşru devlet başkanına başkaldırmadı. Bilakis sadık kalarak meşru düzeni savunmak için teröristlerle cansiperane savaşmayı seçti… C) Esad, Kaddafi örneğinden çok kısa sürede ders çıkardı ve yerine geçmek isteyenlerin aslında demokrasi istemediklerini, El Kaide militanlarından oluşan teröristler olduğunu, hem silahlı kuvvetlerine, hem de aklı başındaki halk yığınlarına çok hızla anlattı ve ikna etti. Süreç ilerledikçe de bu gerçek tüm yüzüyle ortaya çıktı… İki: Suriye, Rusya’nın Ortadoğu’daki son kalesiydi. Bu kaleyi yitirmemek için elinden gelen her şeyi yapacaktı… Nitekim yaptı da… Müdahaleci iki ülkenin tezgâhladığı “Esad kimyasal silah kullandı” yalanını başta ABD olmak üzere tüm Batılı devletler nezdinde Rusya çürüttü. Başlarda ikna olmakta ayak sürüyen ABD’nin gözünü korkutmak için savaş gemilerini Boğazlardan geçirerek Akdeniz’e gönderdi. Ve böylece ABD’nin Suriye’ye hava saldırı planı da ortadan kalkmış oldu. Bu süreçte en büyük yenilgiyi de Tayyip Erdoğan yaşamış oldu… Üç: Müdahaleci devletler, yani Suudi Arabistan ve Türkiye, (cüce devlet Katar da bu listeye eklenebilir) İran ve Lübnan’da yerleşik Hizbullah’ın da bölgedeki gücünü iyi hesaplayamadılar… *** Şimdi gelelim “Yaşanan bu süreçten sonra ne oldu da Suudi Despotizmi kudurdu ve Yemen halkının üstüne bomba yağdırıyor” sorusuna cevap aramaya… Bir: Mısır devriminden sonra halkın yarısının da altında seçime katılanların yüzde ellisi kadar bir oyla iktidara gelen Muhammed Mursi, gösterdi ki Mısır, Suudi despotlarının emrine girmeyecek. Daha çok Tayyip Erdoğan’a yakın duruyor. Bunu gören, o günkü kral Abdullah 89 yaşındaydı ve 59 yaşındaki Tayyip Erdoğan’dan hem daha akıllı, hem daha öngörülüydü ve hem de daha çok parası vardı… Başkan seçilen Muhammed Mursi, Mısır halkının, daha çok hukuk, daha çok demokrasi ve özgürlük istemiyle yaptığı devrimi hiçe sayarak; dinci taassubun egemen olduğu bir düzen kurmaya kalktı ve fırsat kollayan yaşlı ama akıllı kral Abdullah’ın ekmeğine yağ sürdü… Hâl böyle olunca Mısır halkı yeniden Tahrir Meydan’ına döküldü. Suudi kralının mali ve moral desteğini, dolayısıyla büyük patron ABD’nin de desteğini arkasına alan general Abdulfettah Sisi, bir darbeyle Mursi’yi devirdi ve yönetimi ele aldı… Yani netice itibariyle buradan ne çıkar diye soracak olursak, şu çıkar: Arap âleminin en güçlü ülkesi, para ve moral desteğini aldığı Suudi kralının bir noktada emrine girdi… Yani, Suudi Arabistan için elde var BİR… “Darbeci Sisi” diye ortalığı inleten Tayyip Erdoğan’ın da elinden uçtu gitti Mısır… İki: Suriye meselesinde iddiasını kaybeden Suudi Arabistan ile Tayyip Erdoğan arasında da Sisi nedeniyle bir soğukluk başladı. Hem harcanan onca paraya ve emeğe rağmen Suriye politikasında dünyaya rezil olmuşlar, hem de Mısır’da birbirlerine ters düşmüşlerdi… Suriye politikasında teröristleri destekleyen lider konumuna düşen ve içerde dünyanın gözünün önüne saçılan yolsuzluklar nedeniyle; Batılı devletler nezdinde tamamen soyutlanan ve yalnızlığa itilen bir Tayyip Erdoğan vardı artık. ABD başkanı Obama bile eskisi gibi kendisine önem vermiyor, Telefonlarına bile çıkmıyordu… Bu durumdan kurtulmak isteyen Tayyip Erdoğan, yaşlı ama akıllı kral Abdullah 91 yaşında ölünce, hemen atlayıp Riyad’a gitti. Cenazede boy gösterdi. Boyu da uzun ya, resimlerde çok belirgin çıkıyor gerçekten… Suudi devletinde ölen kralın yerine söylentilere göre Alzheimer hastası olan Salman geçti… Bir daha Riyad’a giden Tayyip Erdoğan, Salman’dan kendisiyle Sisi’yi barıştırmasını istedi. Söylentilere göre o da barıştırdı. Ve elbette Salman, bunları yaparken kendisi için de bir “çıkarım” elde etti. Onun hesabına göre; bölgede ve dünyada gittikçe yalnızlaşan Tayyip Erdoğan da artık onun avuçlarının içindeydi. İstediği zaman istediği gibi kullanabilirdi. Nitekim Yemen’e saldırı başlayınca bizimki teklifsiz destek vereceğini açıklamadı mı?! Demek ki ne oluyor: Suudi Arabistan için elde var İKİ… Üç: Bölgede İran, Hizbullah ve Esad’ın en büyük düşmanı kim? İsrail… Son yıllarda Gazze’de katliam üstüne katliam yapan Siyonistlere hiçbir tepki göstermeyen Suudi Arabistan despotlarının, Suriye’ye terörist doldurmada ve onlara silah temininde, yaralıların tedavisinde ve hava keşifleriyle lojistik destek vererek ortaklığını yapan kim? Siyonist İsrail… Demek oluyor ki, Yemen meselesinde de açık ya da gizli olarak Siyonist desteği ceplerinde biliyorlar… Etti mi elde var ÜÇ… Neredeyse bir asırdır Amerikan uşaklığı yapan Suudi Despotları, elbette ki bu savaşta ABD’nin de tam desteğine malik olacaklarını biliyorlar. Trilyonlarca dolar akıttıkları Batı bankaları ve ülkeleri, şimdi tam da daha çok silah satma fırsatı yakalamışlarken; kalkıp de Suudi despotlarına karşı tavır mı alacaklar?! Elde var ABD ve Batılı paragöz emperyalistler… Etti dört… Suriye politikasında Suudi despotlarıyla Tayyip Erdoğan’ı açık düşürüp yenilgi tattıran Rusya lideri Vladimir Putin, Aden Körfezi’ne dört savaş gemisiyle beş denizaltı gönderse, Suudi despotu Yemen’e saldırmaya cesaret edebilir mi? Biliyorlar ki, Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’daki iç savaş yüzünden Batılı devletlerin ambargolarıyla ekonomik çöküntüyle karşı karşıya olan Putin’in başı karışık... Şimdilik kalkıp Yemen’le falan uğraşmaz! Etti mi elde var BEŞ… Körfezdeki diğer şeyhler, emirler de bunların yanında olmak zorundalar. Çünkü nüfuslarının üçte ikisini Şiî Müslümanlar oluşturuyor. Kazara körfezde de bir çökme yaşanırsa, hepsi domino etkisiyle devrilip gidecekler… Meselâ bunlar, Suudi despotları da dâhil, zamanında Saddam Hüseyin’den it gibi korkarlardı. Saddam Kuveyt’e girdiğinde, emir bilmem ne Sabah, yirmi karsını bir uçağa doldurup Suudi despotların sarayına kaçmıştı. Kuveyt halkının namusları da Saddam’ın askerlerinin ayakaltında payımal olmuştu… Yani Körfez despotlarını da sayınca elde var ALTI… Yıllarca saraylarında sürgün olarak besledikleri Pakistan başbakanı Navaz Şerif’in de diyet ödeyeceğini hesaplamışlardı. Şerif de hemen destek vereceğini açıklamıştı ama Pakistan halkı ve ordusu bu bizim savaşımız değil diyerek bu alçaklığın içine girmediler… Sonuç olarak… Son 2 yılda inisiyatifi tamamen İran’a kaptırmışken ve üretip piyasaya sürdüğü tekfirci teröristlerin vahşeti dünya kamuoyunda tiksintiyle izlenirken; konjonktür ansızın bunların lehine dönüyor… Ve elbette her zaman olduğu gibi, Batı’nın çıkarı ve ikiyüzlülüğü bu konjonktürde belirleyici etken olarak karşımıza çıkıyor… *** Gençlerin büyük çoğunluğunun bilmediği bir hadiseyi anlatarak ve mukayese yapmalarını isteyerek yazıyı bitirmeye çalışacağım… Kardeş ülke Pakistan, Hindistan’dan ayrıldıktan sonra da bizim ülkemiz gibi çok çalkantılı dönemler geçirmiştir. Önce bir iç savaş yaşamış, Doğu Pakistan, yani bugünkü Bangladeş ile kanlı bir ayrılık yaşamıştır. Bu ayrılıktan sonra önce cumhurbaşkanlığı yapan (1971 -1973) Pakistan Halk Partisi’nin kurucusu ve lideri Zülfikar Ali Butto, 1973 -1977 yılları arasında da başbakan olarak ülkesini yönetmiştir. Pakistan’da laik, demokratik ve hukukun üstün olduğu bir düzeni kurmak için çalışan Zülfikar Ali Butto, 1977 yılında genelkurmay başkanı general Ziya ül Hak tarafından bir darbeyle devrilmiş ve 1979 yılında bütün dünyanın itirazına rağmen Ziya ül Hak tarafından idam ettirilmiştir. Ziya ül Hak, Suudi despotlarının güdümünde ve Vahabi-Selefi zihniyetinde dinci bir askerdi. ( Fakir Pakistan halkından on binlercesi Suudi Arabistan’da köle niyetine üç kuruşa çalıştırılıyor. İçlerinde iki yıl kaldım, gözlerimle gördüm.) Yine ben oradayken, televizyonlarda sık sık izlerdik. Dinci general Ziya ül Hak, sık sık Suudi hanedanın misafiri olurdu. Ona, devlet başkanı gibi değil de, ancak bir sefir gibi muamele ediyorlardı. Gözümle şahidim, onlarca hanedan mensubu büyük bir salonda ayaküstü sohbet ederlerken, bir köşede sığınmacı gibi duran Ziya ül Hak’ı da gösteriyordu televizyon. İçim sızlamıştı izlerken… Onu bu duruma düşüren elbette ki petro-dolarlardı. Darbeci generalin ayakta durabilmesi için Suudi hanedanın mali desteğine ihtiyacı vardı… Sözün bu noktasında gelin şu tespiti yapalım: Vahabi-selefi zihniyetli Suudi hanedanı, kendileri gibi aynı zihniyetin mensubu bir darbeci ve dinci generale destek veriyorlardı… Yani ortada şaşılacak bir tezat yoktu… 1988 yılında, darbeci general Ziya ül Hak, içinde ABD elçisinin ve Pakistan genelkurmay başkanının da bulunduğu bir uçakta, yapılan sabotaj sonucu havada infilak ettirilerek öldürüldü… Kimileri CIA öldürdü dediler. Kimileri de Sovyetler Birliği’nce karadan atılan bir füzeyle vurulduğunu söylediler. Neticede Butto’nun ahı yerde kalmadı… Gelelim bugüne… Daha önce laik bir başbakanı asan dinci ve darbeci generali destekleyen ve petro-dolarlarla besleyen Suudi despotları, şimdilerde de Mısır’da dinci iktidarı devirip yerine laisizmi oturtmaya çalışan ve dinci devlet başkanı Muhammed Mursi’yi idama mahkûm ettirerek asmak isteyen darbeci general Abdulfettah Sisi’yi hem siyaseten destekliyor, hem de yardım diye gönderdiği petro-dolarlarla besliyor… Oturun mukayesesini de siz yapın lütfen… cahitkilic@haberx.com
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cahit KILIÇ, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |