Gene gel gel gel. / Ne olursan ol. / ... / Umutsuzluk kapısı değil bu kapı. / Nasılsan öyle gel. -Mevlânâ |
|
||||||||||
|
Makalenin başlığını görenlerin hemen aklına şu soru işareti gelebilir. Bu da ne demek? Yani Türk insanı demokrasiyi bilmiyor da, sen mi öğreteceksin? Deyip kızacakların olduğunu biliyorum. Elbette kimseye bir şey öğretmek haddimize değildir. Ancak bazı hayati konular var ki, uzun süre tartışılıp konuşulmadan gerçekliği ve gerekliliği tam olarak anlaşılmamaktadır. Bu yüzden ne hikmetse bizim ülkemizde, demokrasi gibi hayati önem taşıyan birçok konular, gerçek anlamlarıyla topluma hiçbir zaman kavratılmadığı için, toplumun doğru ve gerçek bir bilgi sahibi olduğunu söylemekte bir o kadar zordur. Çünkü siyasal, yönetimsel, sosyal ve kültürel alanlara giren “Laiklik, Sekülerizm ve Demokrasi” gerçek ve uygulanabilir manalarıyla topluma öğretilmiş olsa, o devlette kişilerin her türlü hak ve hukukları eşit şekilde tanıması anlamına gelmektedir. Bu da sorunların büyük oranda son bulması demektir. Buna engel teşkil eden güçler ise, başta dünyayı her zaman geriden takip eden gelişmemiş zengin sermaye sınıfı ile devlet yönetiminde yer alan kültürsüz Bürokratlardan başkası değildir. Sebebi ise; ülkenin mevcut olan kaymağını kendi çevresinin dışında başkalarıyla paylaşmamak içindir. Bunun farklı hiçbir nedeni yoktur. İşte bu yüzden bir çoğunun hoşuna gitmese de, bir kez daha demokrasi ile ilgili yazmanın gerekliliğine inanmaktayız. Demokrasinin çıkış tarihine girmeyeceğim. Yunanlılar tarafından icat edildiğini artık beşikteki bebeklerde bilmektedir. Fakat ne hazindir ki, demokrasinin gerçek manasını ve anlamını bu bebeklerin atalarının bir kısmı bilip bilmemezlikten gelirken, bir kısmı da doğru düzgün hâlâ bilmeden yaşamaktadır. Bugüne kadar topluma ezberletildiği gibi demokrasi deyince, hemen herkesin aklına gelen cevap, bir halkın kendi kendisini yönetmesidir diyerek, üstelik başkalarına da demokrasi dersi verilmeye kalkışılmaktadır. Türkiye toplumuna demokrasi her ne kadar bir halkın kendi kendisini yönetmesi şeklinde öğretilmiş olsa da, gerçek manası sadece bu değildir. Bunun içerisini dolduran ilkelerse laik, seküler ve demokratik bir Anayasa ile, her türlü dini, ırki ve cinsiyetçi doğmalardan arınmış çağdaş bir eğitim ve yönetim şekli ile ancak mümkün olmaktadır. Bunun dışında uygulanan tüm sistemler her ne kadar laiklik ve demokrasiye vurgu yapmış olsalar da, mevcut toplumsal sözleşme olan Anayasa ırk, dil, din ve düşünce fetişizmine ve faşizmine dayandığı için, diğer tüm anlayışları işlevsiz ve geçersiz kılmaktadır. Tekrar şöyle bir soru sorarak devam edersek. Türkiye devlet yapısı ve yönetim anlayışı, ortaçağ mantındaki gibi tek ırk, tek dil, tek düşünce ve tek din anlayışını sahiplenip, bunun adına demokrasi denmesine kim inanır? Ve her türlü dini doğma ve hurafelerden arınmadan demokratik ve laik bir ülke olduğunu savunmak, iki yüzlülükten başka bir anlama gelmemektedir. Örneğin Türkiye’nin demokrasiyi anladığı gibi düşünürsek İran, Suudi Arabistan başta olmak üzere, diğer üçüncü dünya ülkelerinin hepsi, Türkiye gibi tek din, tek dil, tek düşünce ve tek ırk şeklinde yaşamaktadırlar. O zaman bu ülkelerin hepsi demokrat sayılıp, dünyada demokrasiye geçmemiş ülke yok demektir. İşte bu yüzden, Türkiye halkının bugüne kadar öğrenip anladığı gibi, demokrasi, sadece parlamentoyu oluşturmak ya da siyasi partilerin yapmış oldukları kongre benzeri seçimlerde oy kullanmak değildir. Hele de Anayasal, kültürel, siyasal ve sosyal olarak tüm farklılıkların hakları eşit şekilde görülmeyip, birinin diğerine üstünlüğünün hâkim olduğu ve Ortaçağ mantığına göre yönetilen ülkelerde, demokrasiden asla söz edilemez. Demokrasinin olduğunu iddia eden Türkiye’nin, gerek Anayasasına gerekse idare ve yönetim şekline baktığımızda, üçüncü dünya ülkelerini geride bırakacak kadar kaba, geri ve hayal perest bir anlayışla, sürekli biri diğerini aşağı ve kötü gören kabileci ve kavgacı bir toplum şeklinin olduğu görülmektedir. Örneğin Türkiye’de “Üstünlerin, Ağaların, Beylerin Şeyhlerin, Zenginlerin ve Dolandırıcıların” borusu sürekli ötmüyor mu? İkinci bir örnek, Din olgusu aynı şekilde hem devletin hem de toplumun elinde kullanılan en büyük silah değil midir? Ve üçüncü örnek, Milliyetçilik (Müslüman Irkçılık) noktasına gelince, bu da aynı doğrultuda, devletin ve milletin en büyük silahı durumunda olup, adeta üçüncü dünya ülkelerini anımsatmaktadır. Mevcut bu düşüncelere karşı olan hiçbir insan veya topluluğun, Türkiye’de özgürce yaşama, çalışma ve iş yapma şansı bulunmamaktadır. Yaşayanlar ise sürekli hakaret, baskı ve saldırıya maruz kalmaktadır. Aynı şekilde Türkiye devlet yapısını biraz daha somutlaştırdığımız da, gerek Anayasasında gerekse toplumun bilincine yerleştirilen ortaçağ mantığının felsefesi olan din, ırk ve aslı astarı olmayan maneviyat hikâyelerine dayandığı için, laiklik ve demokrasi sadece oyuncak durumundadır. Türkiye’yi bu mantığa sahip eden ana kaynak ise, Arap İslam tarihine dayanan temelsiz söylence ve hikâyelerdir. Bu söylence ve hikâyelerin hiçbirisi, Anadolu halklarının kendi öz kültürüyle uzaktan yakından en ufak bir bağı bulunmamaktadır. Onun içindir ki, uydurma (İkame) bir kültürle, ne gerçek ulusal yapı ne de demokrasi bilinci gelişmemiştir. Yalnızca sivil parlamento ve seçimlerin yapılması demokrasi değildir. Çünkü gerçek demokrasilerin olduğu ülkelerin yönetim yapılarına baktığımız da, şöyle bir yaşam gerçekliği ve düşünceyle karşılaşılmaktadır. Örneğin samimi demokratik yapılarda, seçimlerde oy kullanmakta dahil, diğer tüm sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, dil, ve azınlık halklarına kadar her şey, en ufak bir çekinceye mahal bırakmayacak şekilde, “Laik, Seküler ve Demokratk” evrensel bir Anayasa ile taçlandırılmıştır. Ve bu Anayasayı çiğneyip en ufak bir yolsuzluk ya da haksızlık yapan kişilerin makam, maddiyat, mevki ve sınıfına bakılmadan en ağır şekilde cezalandırılmasını emreden yasa ve kanunların varlığıdır. Bu kriterlere sahip olmayan hiçbir ülke yönetimi, biz demokrasi ile yönetiliyoruz demesi söz konusu olamaz. Buna rağmen söyleyenler her zaman olduğu gibi, utanmadan ve sıkılmadan yalanla yaşamayı kendilerine en büyük dayanak sayanlardır. Türkiye’ hâlâ, gerçek demokratik ülkelerin aksine her zaman geri kalmış ortaçağ mantığında olduğu gibi “Din, Irk, Zengin, Feodal, Güçlünün ve Üstünlerin” söz sahibi olduğu bir yapıya demokrasi deyip, halkı da buna inandırarak arkasından sürüklemek, iki yüzlülük değilse, ciddi bir patolojik durum söz konusudur. Maalesef üzülerek belirmeliyim ki, toplumun büyük çoğunluğu demokrasinin gerçek ilkelerinin ne olduğunu bilmemektedir. Bu yüzden ya halk kendisi gerçek demokrasiyi öğrenip hayata geçirmek durumundadır, ya da Ortaçağ mantığında yaşamaya devam emekten başka bir seçeneği bulunmamaktadır. Cemal Zöngür
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © Cemal Zöngür, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |