-I-
Sınav haftasının ardından bir eğlenceye ihtiyaç duyacağımız açıktı; bu eğlencenin gelişi de çok bekletmedi bizi. Cumartesi günü erkenden gelen bir telefon, sonra bir tane daha ve bir başkası... Ardından bizim evde, o mükellef sofranın eşliğinde, güzel başlayan bir gece...
Herkesin büyük bir rahatlama içerisinde olduğu nasıl de belliydi: Can yemek bittikten sonra bulaşıkları yıkamak için ısrar etmedi; onun yerine diğerleri gibi istifini bozmadan korudu masadaki yerini ve sigara içmeye koyuldu. Diğer zamanlarda bu tip toplantılardan oldukça erken ayrılmayı huy edinmiş olan Leyla ise üzerine tatlı ve bulaşıcı bir rehavet çökmüş gibi yerinde kalakalmış, işin tuhafı hepimize bulaştırdığı rehavetiyle bizleri de yerlerimize kenetlemişti. Aslan televizyona sırtını dönmüştü, -ki daha önceden bunu yaptığını gören olmamıştır- ve uzunca bir süre dönüp cihazın yüzüne bakmayacaktı; gecenin ilerleyen saatlerine dek. Günün 24 saati futboldan bahsedebilme potansiyelini taşıyan Kerem ise devre arasında gibiydi; önce yemekten, nasıl hazırlandığından, kullanılan ölçülerden bahsetti; sonra da o yemeğin üzerine koca bir demlik çayın ne kadar iyi gidebileceğini ima etti. Ne var ki çayı demlemeye -en azından hemen yemeğin ardından demlemeye- kimse yanaşmadı, ta ki Aslan’ı televizyona, Kerem’i de gazetenin spor sayfasına döndürüveren o gerginlik anına dek. Havada negatif bir elektriğin dolaşmaya başladığı o dakikada benim de oradan uzaklaşabilmek için elimde kendimce iki seçeneğim vardı: Tuvalete gitmek ya da çay demlemek. Ben çayı seçtim.
O gece orada bulunan beş arkadaşımın dördünden, hiç tereddüt etmeden, gayet dostça bahsedebilirim, tıpkı yukarıda da bahsettiğim gibi. Ne ki beşinci kişiden, yani Can’ın uzatmalı yaşam ortağı Fatoş Hanım’dan, nedenini bir türlü anlayamasam da, sempatiyle bahsedemiyorum. Can nereye giderse o da oraya gidecektir; hal böyleyken onun buraya gelmesini engelleyemem. Kovamam ya kızı? Arada onca yılın sohbeti var ne de olsa.
Yine de bu, bahsi geçen o gecede oluşan tatsızlıktan dolayı onu suçlamama engel değil sanırım. Neler olup bittiğini de tam olarak anlayabildiğimi söyleyemem aslında. Sadece Can’ın ağzından dökülen sözlere Fatoş’un verdiği aşırı tepkinin bu gerilime sebep olduğunu biliyorum. O sözlerin ne anlama geldiğinden ise zerre kadar olsun haberim yok. Ketum olduğumu söylerler ve diğer insanların da bana karşı mümkün olduğunca ketum olmalarını beklemişimdir her zaman. Bu yüzdendir ki Can ile Fatoş’un ilişkisi ve diğerlerinin buna bakışları hakkında bildiklerim sınırlıdır. O gece için de böyledir bu: Tek bildiğim, (önceden de söylediğim gibi) Can’ın söyledikleri ve Fatoş’un tuhaf, kendine özgü tepkisiydi. Söylenenler aşağı yukarı şöyleydi:
-Olur mu olur... Belli olmaz!
Bunu duyan Fatoş’un rengi attı önce. Ona çok uzun geldiği belli olan birkaç saniye boyunca nefesi kesilmiş de hareket edemiyormuşçasına kendisini oturduğu yerden kurtarmaya çabaladı. Neden sonra onu esir alan felçten kurtulmuş gibi fırladı ayağa, gitmeye niyetlenmiş gibi kapıya seğirtti ve çıkarken salonun kapısını oldukça gürültülü bir biçimde kapattı.
Biz geride kalanlara inanılmaz ağır gelen upuzun bir altmış saniye kadar sürdü yeniden kapıda belirmesi. Aslan oluşan sessizliği bozmaktan çekinerek sakince ayağa kalktı; televizyonun tam karşısındaki koltuğa kuruldu ve sesi kısık cihaza sona ermeye yüz tutmuş bir özlemle bakmaya koyuldu. Aslan’ın bu bahaneyle, oluşan ve devam edeceği belli olan gerilimden ustaca kaçmakta olduğunu fark eden Kerem de elini sehpanın üzerindeki gazetelerden birine attı. Çok önceden buna niyetlenmiş ve kararını vermiş gibi gözüküyordu; seçtiği gazetenin son sayfalarına doğru bir göz gezdirdi, sonunda aradığını bulmuş olacaktı ki gazeteyi önce ikiye sonra da dörde katladı ve okumaya başladı. Ben de çay demlemeye niyetlenerek ayağa kalktım.
Tüm kötü şeyler insanların zihinlerine tek bir saniyeyi, tek bir anı kazırlar: Atom Bombası’nın mantar bulutunu anımsayın; Körfez Savaşı’yla bağdaşan, petrole bulanmış o kuşun kurtulmaya çabalarkenki görüntüsünü; Amerikan askerinin önünden çırılçıplak kaçan Vietnamlı kız çocuğunun görüntüsünü ya da Vietnam Savaşı’nı protesto etmek için üzerine benzin döküp kendisini yakan Tibetli rahibin alevlerin dışına doğru bakan, acılarından sıyrılmışlık ve kararlılık dolu gözlerinin görüntüsünü düşünün.
‘İşte o gerilimli anlar benim de zihnime böylesi bir görüntüyle kazındı.’ demek isterdim. Ne ki ben hiçbir şey görmedim; sırtım masada oturan arkadaşlarıma dönüktü. Yemek yediğimiz köşesinin karşı ucundaki vitrinden çay bardaklarını ve diğer öteberiyi indiriyordum ki Fatoş bir hışımla salona daldı. Başımı önüme eğdim; kendimi saklanmaya çalışan bir devekuşu gibi hissediyordum. Gözlerini kapayan ama kulaklarını tıkayamayan, beceriksiz bir devekuşu... Hayvanat bahçesinin sahibi bay devekuşu... Fatoş kulaklarımı çiğnercesine ezdi salonun zeminindeki halıyı ve büyük adımlarla masaya, Can’ın yanına doğru yürüdü. Başka nereye yürüyebilirdi ki? Durdu. Beraberinde getirdiği irice bir kitabı büyük bir gürültüyle masaya attı.
O gece neler olduğunu sorsanız pek dişe dokunur bir cevap veremeyebilirim; sadece kitabın masaya çarptığında çıkardığı o çirkin ses yer etti kulaklarımda. Büyük bir patlama, hepsi bu. Aramızdaki bir şeylerin çatırdadığını ilan eden o çirkin ses...
-II-
Kaan’ın eve birilerini davet ettiğini her söyleyişinde içime bir sıkıntı düşer; tek başıma ya da onunla beraber oturup televizyon karşısında vakit öldürmek tek lüksüm ve her misafir benim bu lüksümü bozmaya yeminliymiş gibi davranır eve adım attığı andan itibaren. Üstelik bu kez dört kişi birden geliyordu. Tam dört televizyon düşmanı: Kerem, Leyla, Can ve Fatoş.
Kaan arada sırada bana bu konuda şaka yollu takılsa da, ben onun dediği kadar sık televizyon izlemem; sadece sıkkın olduğumda sıkıntım geçene kadar kanaldan kanala gezinirim. Hem ben onun da aşağı yukarı benim izlediğim kadar televizyon izlediğinden neredeyse eminim. En azından yemek tarifi veren kadın programlarını, bizden gizli, izlediğini sanıyorum: Bu kadar güzel yemek yapabildiğine göre. Hayatımda gördüğüm en komik görüntü bu olurdu herhalde: Ekranda yemek yapmak için can atan bir bayan sunucu, yanında sohbeti uzattıkça uzatan ve bir türlü susmayan bir uzman konuk, arkada bu sohbetten sıkılmış bir mini orkestra ve ekran başında, elinde kağıdı ve kalemiyle Kaan. Olur mu olur...
Yemek yapmak pek gelmez elimden; Kaan’a sorarsanız tüm enerjimi televizyona vermemdendir bu. Ne yapalım? Bazıları yetenekli doğar, diğerleri de televizyon izler. Hayat bu.
Yine de o gecenin pek öyle korktuğum gibi geçmediğini söyleyebilirim. İnsanlar neden birbirlerini anlamamak için böyle çabalıyorlar ki? Uzun zamandır izlemeyi planladığım bir program olabilir; bu programı izlemek için her şeyi iptal edip elimden geleni de yapabilirim ve bu bence asla komik bir şey değildir. Birbirlerine televizyonun kötülüklerini anlatıp duran bir çok insanın zamanı geldiğinde ekran karşısında tutsak olup kaldığını bilirim. Örneğin, yarı-profesyonel müzisyen olan ev arkadaşım Kaan sevdiği grupların görüntüleri çıktığında kanalı değiştirmemem için yalvarır bana. Ama ben bir film izlemeyi planladığımda... Neyse canım. Uzun lafın kısası gazetedeki programa göre o gece için de böyle bir planım vardı. Misafirler geldiler. Toplam altı kişiydik. Yemekler hazırlandı. Ve o sırada tuhaf bir şey oldu. Herkes, sıkıntılı geçen bir haftanın ardından sanki yıllardır görüşmüyorlarmış gibi, beraber ne kadar eğleneceklerinden, sabaha dek sohbet edeceklerinden bahsetmeye başladı. Ağız birliği etmiş gibiydiler. Sonra ben de o tuhaf kararı aldım: Ben de onlara katılacaktım; böylece onlara saygısızlık etmeyecektim ve dahası beraber güzel bir gece geçirebilirdik. Tuhaf olmasının ötesinde bu, hayatımın en salakça kararlarından birisiydi sanırım. Masaya geçtiğimizde bağlılığını göstermeye hevesli köleler gibi tutup sırtımı döndüm televizyona. Normalde bu durumda kalmak en sinir olduğum şeylerden birisidir; neyse ki bu kez bu zorla değil benim isteğimle oluyordu. Bu dünyada olmayacak şey yok.
Örneğin Fatoş’tan da böyle bir patlama beklemezdim. O sessiz sakin kız, kimlerinin hakir gördüğü o saf kız bir su balonu gibi patlayıverdi; ağzından tükürükler saçarak. Sanki Can’a gösterdiği sabrın sonuna gelmiş gibiydi. Leyla gibi bir kız varken Can neden Fatoş’la beraber bilemiyorum. Diğer yandan, bizzat Fatoş’un da bunu anlamaya çalıştığını ve bu durumdan rahatsızlık duyduğunu sanıyorum. Belki de onu çileden çıkaran budur: Leyla’ya yenilmiş olmak.
Yine de bu, kavgayı başlatan ya da bitiren (pek emin değilim, o sıra onları dinlemiyordum) sözleri açıklamaz. Sanırım Can şöyle demişti: “Olur mu olur... Belli olmaz!” Ya da bunun gibi bir şeyler. ‘Bir gün ayrılabiliriz,’ demek istemiş olabilir, ‘Olur mu olur... Belli olmaz, senin yerine Leyla’yı koyabilirim.’ falan. Ama bu da o sert ‘Belli olmaz’ı açıklamaz. Televizyonun sesi neredeyse sonuna kadar kısılmıştı ve ben tam da Can’ın bu cümleyi söylediği sırada hangi programın gösterilmekte olduğunu anlamaya çalışıyordum. Programı anladığımı sandığım an patlamıştı Can ve televizyonu birden aklımdan çıkarıverdi. Tartışmayı hisseder hissetmez gözlerimi Fatoş’a çevirdim. O sözlerin bir hakaret içerdikleri belliydi. Ona bakarken televizyonun cılız sesinden bildik bir melodiyi tanıyıverdi kulaklarım: Reklamlar.
Sonra Fatoş fırladı, kapıyı çarptı ve gitti. Böyle anlar kendimi en kötü hissettiğim anlardır. Artık masadakileri de, birlikte geçirilecek geceyi de, sohbeti de umursayamazdım. İstesem de umursayamazdım onları. Zaten sınavlarım da pek iyi geçmemişti. Nasıl eğlenebilirdim ki artık? Yavaşça ayağa kalktım. Koltuğuma kuruldum. Kerem’in de elini gazeteye attığını gördüm. Ardından Kaan kalkıp vitrine doğru yürüdü; bir tepsi, birkaç bardak, tabak ve kaşık çıkarttı. Herkes açıkça masadan kaçıyordu. Leyla ve Can hariç. O sırada koridordan sinirli ayak sesleri duyuldu. Fatoş salona girdi. Masaya yaklaştı. Elinde getirdiği bir şeyi masaya attı. Ve derin bir sessizlik.
Artık az da olsa televizyonu duyabiliyordum. Müthiş bir zamanlama: İşet beklediğim film.
-III-
Sersem kız!
İlişkimizi böyle laçkalaştıranın bu sersemliğin olduğunu göremiyormuş gibi yapman yok mu bir de, beni asıl zıvanadan çıkaran da bu işte!
Ben de istemezdim gözünün önünde bir başkasına yakınlaşır gibi davranmayı. Ben de istemezdim seni -eski aşkım da olsa- bir üçüncü şahısla kıyaslamayı. Ama bak işte, bak ve gör vardığımız yeri. Derslerime mi kafa yoracağım sana mı? Otomatik pilota alınmış bir uçak gibiyim. Can iyidir. Can vefalıdır. Can aldatmaz. Can planlıdır. Can akıllıdır. Hayır, kötüyüm ben! Kötüyüm, vefasızım, aldatırım, ayrıca beceriksiz ve de aptalım.
Önce bozulduğunu sana anlatmaya çalıştım; olmadı. Sonra kaçtım; o da olmadı. Aşağıladım, benden nefret et istedim; ama işin tuhafı sen bunu saçma sapan bir ‘köle-efendi’ fantezisi gibi görmeyi seçtin. Bundan sapıkça bir zevk almakta olduğunu bile düşündüm ara sıra.
Çok şey beklememeliydin benden. Ben senin fantezilerindeki efendi olamam; bundan çok uzağım. İstediğin kadar iyi, vefalı ya da akıllı da olamam. Olmayı da istemiyorum. Sadece bu boğucu cendereden çıkmak istiyorum. Bana başka bir çıkış yolu bırakmadın. Mecburen böyle saçma sapan, boş bir inatlaşmanın sonunda iki basit cümleyle seni rencide ettim. Böyle bir tepki vereceğini tahmin ediyor muydum? Elbette ki hayır: Öylesine kaptırmıştın ki kendini o sersem oyununun büyüsüne, her şeyi kabullenecek gibiydin.
Üzgünüm. Senin de diğerlerinin de bu kadar gerginleşmenizi, üzülmenizi istemezdim. Yazık ki bana şans vermedin. O gün sen patlamasaydın bir başka gün ben patlayabilirdim. Öyle üzerime geldin ve öyle zorladın ki beni istemediğim şeyleri yapmaya... Oysa benim tek istediğim biraz olsun rahatlamaktı.
Tek istediğim biraz olsun rahatlamak ve Leyla’nın olmaktı. Dediğim gibi:
-Olur mu olur... Belli olmaz.
-IV-
Odamda bile rahat edemeyecek miyim ben? Gidin işte, bırakın rahatça ağlayayım! Ama yok, olur mu? Bu kadar dedikoducunun arasında bir insan tek başına kalıp derdinden ağlayabilir mi? Hayır.
Öğrenmek için günlerce uğraşırlar şimdi. Ne oldu? Can’la kavga mı ettiniz? Ayrıldınız mı? Cevap alana dek sürer gider bu. Ama ben de tutup size Can’ın gözümün önünde bir arkadaşıma kur yaptığını, sonra da insanların önünde beni küçük düşürdüğünü neden anlatayım ki? Evet, Can’la tartıştık. Bu kadarı yeter size. Aslında yetmez ya, şimdilik yetiversin. Evet, yürümüyordu. Gerisi sadece beni ilgilendirir. Onun hiçbir işi kendi başına beceremeyen küçük bebekler gibi kontrol edilmeye, yönlendirilmeye muhtaç olduğunu öğrenmeseniz de olur. Bu gözyaşlarının tartışmamızla hiçbir ilgisi olmadığını da kendime saklayacağım.
Sadece benimle paylaşabildiğin, en kuytu köşelerde sakladığın sırlarını mı anlatayım insanlara? Hayır efendim. Ben senin gibi aşağılık bir çocuk değilim. Söylediğim en basit sözcükleri bile tarttım her seferinde; sırf sen kırılma diye. Tüm şımarıklıklarına katlandım, çünkü sonunda yine sen olacaktın üzülen. Ayrılmak istedin, en azından ima ettin, sanki ben bunu hiç düşünmemiş ya da istememişim gibi. Evet efendim, bunu şimdi, yüzüne karşı söyleyebilmek isterdim; şımarıkça bir cevap vermeyeceğini bilseydim eğer. Sen sormazdın ya nedenini, ben yine de söylerdim herhalde; dayanamazdım çünkü. Ben de zaman zaman istedim kaçıp gitmeyi, çünkü tüm sevgime rağmen bazen benim için çekilmez olabiliyordun. Hayır, bunu dün olanların kızgınlığıyla söylemiyorum; uzun bir süredir böyleydin. Böyleydin çünkü aptal çocuğu oynadın, hep benden bekledin, hiç vermedin, vefasızdın, kendini başkalarının yaşamlarına yaslamıştın. Yine de çekip gitmedim çünkü bensiz yaşayamazdın; yaşayamayacaksın da.
Niye izin verdim ki buna? Niye bunun böyle uzamasına izin verdim sanki? Sevdiğim için mi? Alıştığım için mi? Acıdığım için mi yoksa? Bana kimler acısın peki? Kaan’ın, Aslan’ın, Kerem’in, sevdiğim arkadaşlarımın yüzlerine nasıl bakacağım bundan sonra? Ya Leyla’nın yüzüne nasıl bakacağım? Ben o kitabı masanın üzerine, senin gözlerinin önüne atarken Leyla’nın öyle gülmesini ve, en kötüsü, senin buna engel olmayışını nasıl unuturum? Bunu unutmadan Leyla’yla nasıl konuşurum yine eskisi gibi?
O kitap... İlk buluşmamızda bana armağan ettiğin o güzelim kitap... O akşam çok beğendiğim kimi bölümlerini arkadaşlarıma okurum diye düşünerek yanıma aldığım o harika roman... Sen onun anısına bile saygı göstermeyi başaramadın. Bir başkasının onunla dalga geçmesineyse, engel olmak şöyle dursun, neredeyse yandaş oldun. Bunları unutabilir miyim peki? Ya kavgaya dönüştürdüğün o basit tartışmaya ne demeli? Altı üstü bir yemek tarifinden bahsediyorduk; ama sonra ne oldu anlayamadım bile. Konu dallanıp budaklandı ve inatlaşmaların sayesinde kırıcı olmanın da ötesine geçti. “Olur mu olur...” dedin, sonra da neredeyse bağırırcasına, sert bir ses tonuyla ve dalga geçer gibi ekledin: “Belli olmaz!” Ne demek ki bu? Kimi, neyle tehdit ediyorsun? Yüzünün o kadar çirkinleştiğini, o kadar kabalaştığını o ana dek hiç görmemiştim. Peki o yüz ifaden çıkar mı bir daha aklımdan? Kitabı önüne fırlattığımda Leyla ile senin gözlerinizdeki o dalga geçme ifadesi, o ikiz gülüş silinir mi gözlerimden? Hayır.
Ama ben bunu size ödetmezsem eğer benim de adım Fatoş değildir.
-V-
Kapı zili çalındı ve gece başladı. Koridoru geçip salona girdim. Aslan, Fatoş ve Can yerlerini almışlardı. Kaan mutfağa yöneldi. Yemekler getirildi. Leyla’nın da gelmesiyle oyuncu eksiğimiz kalmadı.
İlk dakikalar çok temposuz geçti. Sınavlar bitmiş, yorgunluklar henüz atılamamıştı. Lezzetli bir yemekti. Yemek esnasında konuşulmadı. Aslan televizyona bakmadı bile. Önce sınavlardan bahsedildi. İyiler, kötüler ve durumu belirsiz olanlar... Sonra sohbete başlandı. Havadan, sudan konular... Bir süre bu tempo sürdü. Ardından Kaan ve Can konuşmaya başladılar. Yemek tariflerinden bahsedildi. Bir ara Fatoş da katıldı. Bir süre sonra tansiyon yükseldi. Fatoş’la inatlaşmaya başladı Can. Hiçbir şeyi bilmezmiş gibi davrandı ona. Pek de haksız değildi hani. Yine de Fatoş pes etmedi. Savunmasını kuvvetlendirmeye çalıştı. Ne var ki sonunda Can tartışmaya noktayı koydu:
-Olur mu olur... Belli olmaz!
Tekrarlarda daha net göreceksiniz. Bakın: Tam da Fatoş öfleyip püflemeye başlamıştı ki elindeki çatalı sertçe tabağa bırakıp tüm dikkatleri kendisine çeken Can’ın gözlerinden tehditkar bir gülümseme geçti, adeta karşısındakine ‘Sen ne anlarsın ki bu işlerden?’ diyen bir ifade saklıydı bu gülümsemede; ardından ağır ağır yükseltti gözlerini, karşısındakinden bıkmışçasına başını iki yana salladı ve ‘Olur mu olur...’ dedi. Göğüs kafesini tıka basa havayla dolduracak kadar derin bir nefes aldı, ağır ağır, ve neredeyse bağıran bir ses tonuyla, karşısındakini yerin dibine sokacak kadar ustalıklı bir ifadeyle ekleyiverdi: ‘Belli olmaz!’
İşte Fatoş’un yıkıldığı an. Yüzünün rengi uçtu. Alt dudağı hafifçe titredi. Oturduğu sandalye çatırdadı. Bir yutkunma sesi ardından. Aslan vitrindeki yansımasından televizyona baktı. Kaan peçetesini bıraktı. Leyla ellerini çenesinin altında birleştirdi. Üç bezelye tanesi tabağımda. Üşüdüğümü hissettim. Sessizlik. En çok bir dakika süresince sessizlik. Sonra Fatoş’un sandalyesi yeniden çatırdadı. Devrik prenses ayağa kalktı. Sinirli hareketlerle kapıya yöneldi. Kapanan kapının gürültüsü. Odada oluşan eksiklik. Vakumlanmış gibiydik. Tekrar sessizlik. Bir başka sandalye çatırtısı. Aslan televizyonun karşısında. Tahtına dönen kral. Fırsat bu fırsat.
Gazeteye uzandım. Bunun spor sayfası nerede? Tamam, işte... Neden en sona koymazlar ki? Katlayalım. Böylesi daha iyi. Kaan da ayaklandı. Çay bardaklarının sesi. Cama dokunan kaşıkların sesi.
Kapı. Sinirli ayakların dönüşü. Masaya varan kısa yürüyüş. Ve Can’ın önüne atılan kitap.
Kürk Mantolu Madonna.
Şimdi kitabın atılmasını ve öncesinde gelişen olayları daha yakından inceleyelim:
Kaan oluşan gerginliğe sırtını dönmüş az sonra demleyeceği çay için yeterli sayıda bardağı ve kaşığı plastik tepsiye yerleştirmekteydi ki salonun kapısı, kapanırken çıkardığı sesin aynısını çıkartarak, şiddetle açıldı ve o zavallı kapı kaybettiği rengi fazlasıyla geri kazanmış yüzüyle aramıza dönen Fatoş’u salona buyur etmek durumunda kaldı. Fatoş’un duyduğu hiddet yüzünden belli oluyordu, alt dudağının titremesi geçmiş, yerini kırmızı yanaklara, gerilmiş bir yüze ve her adımda bir açılıp bir kapanan burun deliklerine bırakmıştı. Üniversitede eğitim almak yerine atletizme ilgi gösterseymiş Fatoş, belki de, başarılı bir uzun atlamacı olabilirmiş; sinirli anlarda ortaya çıkan saklı güçlerden ya da benzeri bir sebepten olacak, kızın adımları devleşmiş, onu göz açıp kapayıncaya kadar koridora açılan kapıdan oturduğumuz masaya taşımışlardı. Elindeki kitabı masaya fırlatmadan önce Leyla’ya kısacık bir bakış attı; sadece bir anlık bir bakıştı ancak onda uzun çabalarının sonucunda katili bulan Hercule Poirot’nun suçluya yukarıdan bakan ifadesi vardı. Şimdi anlatacaklarım, yani bu bakışın ardından gelen birkaç minik bakışma, bir saniyeden daha da kısa sürdü: Fatoş’un o bakışının anlamını merak ederek ben de gözlerimi Leyla’ya çevirdim ve Leyla’nın suratında asla anlayamayacağım bir gülüş gördüm. Ardından kendisine baktığımı hisseden Leyla bana, ben de zaten bana bakmakta olan Fatoş’a döndüm. Sonra bu kısacık ama kafa karıştıran bakışmalar zinciri esnasında bile siniri bir nebze olsun azalmamış olan Fatoş, Can’a dönüp, elindeki kitabı sanki onun kafasına indirecekmiş gibi hafifçe kaldırdı; dudakları belirgin bir biçimde aralanmış olsa da konuşmadı. Konuşmadı ama soluk bir nefes çıkardı ağzından ve ardından kitap büyük bir gürültüyle masaya indi. Kitaba ya da Fatoş’a bakmaya tenezzül bile etmeyen Can’ın ne oturuşunda ne de ifadesinde en ufak bir değişiklik yoktu; Leyla kolunu kaldırıp saatini kontrol etti ve arından sokaktan gelen bir korna sesi duyuldu.
Nedenini bilemiyorum ama içimden bir ses bu gerginlikten Can’ın galip çıktığını söylüyor: Böylece, Fatoş’un kaçan penaltısı ve Can’ın tek golünün ardından, karşılaşma 1-0 sona ermiş oldu.
-VI-
27 Ocak
İnsan kendi başından geçmiş, geçip gitmiş bir şeyi, sonu iyi biten sıkıcı bir şeyi nasıl kağıda döker ki? Sanırım önce biraz laf kalabalığı yapıp defteri konuya alıştırdıktan sonra. Oysa bu ne tuhaf bir huy, öyle değil mi? Bu bir günlük ve ben aslında istediğim şeyi istediğim şekilde yazmakta, ve hatta gerçekleri gönlümce çarpıtmakta özgürüm. Alıştıra alıştıra söylemektense paldır küldür konuya girmem de mümkün aslında. Örneğin şöyle olabilirdi:
Bugün o yaşlı cadıyı öldürdüm, hem de bir baltayla.
Ya da şöyle:
Kabuslarla dolu bir gecenin ardından, Leyla Doğanay sırt ağrılarıyla yataktan kalktı.
Böyle can alıcı giriş cümlelerine gereksinimim yok elbette; ne de olsa yazan da okuyan da benim. İdeal bir dengesi olsa yeterli, ileride dönüp okuduğumda bugün aldığım tadı alabilmeliyim.
Şüphesiz yıllar sonra bunları okuduğumda, bugünün anlatımına başlarken neden böyle lafı uzattığımı, dolandırdığımı anımsayacak ve çok eğleneceğim. Çok önemli bir gün ve hep böyle kalacak. Yazarken de biraz zorlanmam bundandır.
Geçen akşam, beraber yemek yemek için Kaan’ın evinde arkadaşlarla toplandığımızda, tüm sıkıntılarım birden bitiverdi. Sınavlarım bitmişti ama asıl sebep Fatoş’la...
Ne yalan söyleyeyim bunu bu şekilde yazmaktan nefret ediyorum. Ben başkalarının ilişkilerini bozmaktan keyif alan o fettan kızlardan değilim. Ve sırf bu yüzden Can’ın Fatoş’tan (gayrı resmi de olsa) ayrılmış olmasına tam anlamıyla sevinemiyorum. Sanki sevinsem bu ahlak dışı bir şey olacakmış gibi. Oysa ben tamamen dışında kaldım olayın; kimseyi asla ve asla etkilemedim. Ve aylardır beklediğim fırsat... Ama neden içimde bu kör olasıca sıkıntı?
Hemen o gecenin sabahında (yani dün) hiç de sürpriz olmayan bir telefon aldım. Şüphesiz Can’dı arayan. Sanki önemli bir şey olmamış gibi davrandı. Evet. İşte her şey istediğim gibi. Ama içimi kemiren bir tedirginlik var. Ayıp. Yasak. Günah. Kemirgen bu üçünden birisi, ama hangisi?
Biliyorum bunun nedenini; hep o aptal gülüşüm yüzünden. Elinde Can’ın hediyesiyle yanımıza döndüğünde (az önce kavga etmişlerdi ve Fatoş anlamsız bir hareket yaparak kitabı aldı, Can’ın önüne attı ve sonra da çekip gitti) bir an için inanılmaz bir kinle yüzüme baktığını gördüm Fatoş’un. Ardından Kerem’in de tuhaf bir şeyin farkına varmışçasına bana baktığını hissettim. Nasıl oldu bilmiyorum! O çocukça gerginlik anı boyunca yüzümün kaslarına söz geçirememiştim; Fatoş’un o tuhaf tepkisi yüzünden açıkça gülümsemekteydim. Farkına bile varmamış, kavga boyunca orada oturup aptallar gibi sırıtıp durmuşum. Korkunç! Şimdi Fatoş, doğal olarak, Can’la benim her şeyi önceden tasarladığımızı düşünüyordur. Korkunç! Onu bir daha bunun tersine inandıramam. Ama kesinlikle öyle bir çocukluk yapmadım, içimden geçse bile yapamazdım zaten.
Dediğim gibi ben tümüyle olayların dışındaydım. Eğer tasarlanan bir şey varsa bile -ki ne yalan söyleyeyim öyle görünüyor- tümü Can’ın işidir. Öyle ya, ben de dahil olmak üzere oradaki hiç kimse kavganın nasıl çıkıverdiğini, nasıl tırmandığını anlayamadı. Gerilim arttı, arttı ve sonunda Can patlayıverdi:
-Olur mu olur...
(Buraya konuşulanların sadece bu kadarını almamın özel bir nedeni var şüphesiz: Bu sözleri duyduğumda hem inanılmaz derecede gururlandım hem de bir o kadar utandım. Bunu duymanın beni neden bu kadar gururlandırıp aynı zamanda da utandırdığını buraya yazamayacağım ne yazık ki. Şimdi, Can’ın kastettiklerini düşündüğümde bile yanaklarımın kızardığını hissediyorum. Umarım bu sözleri günün birinde bana karşı sarf etmez.)
Fatoş için artık elimden ne gelir bilemiyorum. Can için neler yapabileceğimi ise zaman gösterecek. Bekleyip izlemekten başka bir şey yapmayacağım.
Bambaşka bir akıntıya bırakıyorum şimdi kendimi. Başka bir yöne doğru...