"Moda denilen şey o kadar çirkindir ki onu her altı ayda bir değiştirirler." -Oscar Wilde |
|
||||||||||
|
Küçük bir çocukken annem başörtüsü taktığında “çok çirkin olduğunu” söyleyip çıkarmasını isterdim. Hatta kendim yapışıp çekerdim kafasından. Bunun altında yatan nedenleri düşününce şu iki temel kaynağa ulaştım: - Annem başörtüsünü temizlik ve yemek yaparken takardı. Temizlik yaparken takma nedeni; saçlarının yüzüne dökülüp çalışmasını engellemesiyken, yemek yaparken takmasındaki amaç saçların ne kadar pişerse pişsin diri kalmasıydı. Ve bu iki eylem sırasında da (özellikle de yapılan temizlikse ve sözkonusu temizlik merdaneli makinada çamaşır yıkamak ise) sinirli olurdu haklı olarak. Yani benim gibi yaramaz (hiperikus aktifus) bir velede onca stres dolu işin arasında sabır göstermesini bekleyemezdiniz elbette... Dolayısıyla başörtüsü ile sinirlilik arasında güçlü bir Pavlovik bağlantı kurmuştum daha bacak kadarkene... Başörtüsü takınca sinirlenecek ve bana kızacak gibi hissediyordum. - Annem örneğinde başörtüsünden hoşlanmayışımın diğer nedeninin ise nispeten daha ilkel bir kaynağı vardı: Yavrunun doğardoğmaz annesini tanımasının hayati önemi... Annenin ses, koku ve hepsinden önemlisi dış görünüş özellikleri, bebeğin öğrendiği ilk şeylerdir. Böylece kalabalık sürüde (toplum?) birbirlerini kaybetmezler. Kafasına taktığı bezin, insanın dış görünüşünü ne denli değiştirdiğini inkâr edemeyiz herhalde... Buradan da anlıyoruz ki eğer annem temzilik yaparken başörtüsü takmasa veya sinirli olmasaydı ve/veya beni, temizlik yaparken doğursaydı belki ben de türban ve genel olarak “baş kapatma” konusunda daha ılımlı olabilirdim. Yoksa yine de olmaz mıydım? Tabii ki yine de olmazdım! Saçmalamayın! Bir kadının inançları doğrultusunda saçlarını kamusal alanda gizlemesi şeklinde baside indirgeyebileceğimiz bu konunun aslında basit olan hiçbir tarafı yok. Özelde bu konuyu ve genel olarak diğer tüm konuları anlamak için yapılacak en doğru şey, onları mümkün olduğunca çok yönüyle ele almaktır. Ben de bunu yapacağım. Hem de gözlerinizin önünde! Nasıl ki bir “birey” olarak konu hakkında düşüncelerimi kendi kişisel tarihim dolayımında anlatmaya başladıysam, sözkonusu olgunun toplumsal yönüne ilişkin düşüncelerimi de insanlığın geçmişi babında ortaya koyacağım. Binlerce yıl önce (benim de dahil olduğum; canlılığın evrim teorisiyle açıklandığı literatürün tabiriyle modern insanın ilk ortaya çıktığı dönemde veya benim dahil olmadığım, canlılığın yaradılış mitiyle açıklandığı söylence kültürünün tabiriyle cennetten düşüşümüzün ardından) aynen bugün olduğu şekliyle erkek ve kadının toplumsal hayattaki konumları birbirinden farklıydı. Erkek sabah mağaradan çıkar ve avlanacağı, yeni şeyler keşfedeceği, fethedeceği dünya ile ilişkiye girerken kadın mağaradan fazla ayrılmaz (belki yiyecek toplamak için ama güvenli olmayacağından fazla uzağa değil) ve diğer kadınlarla, çocuklarla oldukça tekdüze bir hayatı yaşardı. Erkekle kadının bu gezegen üzerindeki varoluş biçimi neredeyse taban tabana zıttı. Erkeğin bakış açısıyla kadın; öncelikle fethedilmesi ve ardından korunması gereken bir varlıktı. Kadın açısından erkek ise muhtaç olunan, güvenlik sağladığı kadar güvensizlik de aşılayan bir figür(mağaraya döneceğinin garantisi yoktur) ve fakat her halukârda kadının hayatın odağı ve dış dünya ile olan tek bağlantısıydı. Erkek eğemen bir dünya bu şekilde kuruldu. Elbette Anaerkil topluluklar da vardı ama ne derseniz deyin anaerkillik sadece sözkonusu topluluğun yönetici kısmı için geçerliydi. Sıradan kadın yine “sıradan” dı. Bu şekilde de binlerce yıl devam etti. Bu noktada bir “es” verip hazır buradayken bazı konuları da açıklayalım: - Kadınlar araba kullanamazlar. J Zira onlardaki 3 boyutlu mekan duygusu gelişmemiştir. Erkek, dünyayı keşfederken aynı zamanda mekan duygusunu da geliştirmiştir. Bu nedenle büyük kaşifler erkektir. Çünkü onlar için “uzak” kavramı henüz gidilmemiş yerlerdir. Kadınların mağara çevresiyle kısıtlı hayatları açısından ise dış dünya iki boyutlu bir sahne, bir tiyatro dekoru olmuştur. Ve onlar için “uzak” tehlike ile özdeşleşmiştir. Elbette gereken reflex, görme vb. duyular, durum değerlendirme ve karar verme yetenekleri erkeklerinki kadar gelişmiştir. Ancak 3boyutlu mekan duygularının olmayışı, örneğin arabayı parkederken kendini gösterir... Ancak şunu da belirtmek gerekir ki bu söylediğim bir genelleme dir. Bugün Ann Tahincioğlu gibi erkekleri geçen araba yarışçıları vardır. Ve park konusunda da eminim iyilerdir. Ama insan beyninin eğitilebilirliği, öğrenme yeteneğimiz, tecrübe vs. ancak bu eksiği kapatabilir. Bir eksiklik olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu ancak evrimsel değişimle, uzun sürelerde olur. Çıkartılan yasalarla veya “aman böyle demiyim yoksa benimle sex yapmaz” düşüncelerinin zorlamasıyla olmaz. ;) - Kadınların kadınlarla olan ilişkisi erkeklerin erkeklerle olan ilişkisinden farklıdır. Bir tesadüf(!) eseri maymunlar gibi kapalı sürüler halinde yaşar ilk insanlar... Genelde sürü lideri bir erkek vardır ve çiftleşme önceliği ondadır. Bu durum sürü içindeki diğer erkeklerle rekabeti doğurur. Kadınlarda da durum farkılı değildir. Sürü liderine diğerlerinden daha yakın olma çabası aralarında rekabete sebep olur. Ancaaak. Erkekler aynı zamanda birlikte hareket de ederler. Dış dünyadaki tehlikelere karşı birlikte savaşır, sürüyü korur ve avlanırlar. Keşfettiklerini paylaşırlar. Kadınlar da günlük işlerde yardımlaşırlar. Fakat erkeklerinki gibi omuz omuza, hayatları pahasına ve gerektiğinde diğeri için kendini tehlikeye atarak kurulan kadar derin, samimi bağlar kurulamaz. Bir erkek için diğeri; rakip olduğu kadar müttefik ve dosttur. Ancak kadınlar – nasıl söylesem- daha diplomatiktir. Merak etmeyin “entrikacı” demeyeceğim. UPS! Too late! İlave edelim ki bu da bir genellemedir. Birbirlerine derin bir sevgi bağıyla bağlanan kadınlar da vardır elbette. Mesela Thelma ve Louis... Ancak bu tür bağlar kuran kadınlar erkeklerden umudu kesmiş (ki genelde haklı sebeplerle) kişilerdir ve bu bağın ardındakiardındaki itici güç pek de sağlam olmayan zihinsel durumlarıdır. İyileşince geçer. J - Erkekler sürekli değişen, bilinmez bir çevrede geçirdiği zaman sayesinde yaratıcılığını geliştirmiştir. Bu, kendini; bilim ve sanat olarak ilerki dönemlede gösterir. Kadınlar ise çocuklara bakılması ve erkeklerce getirilen ganimetin yönetilmesi konularıyla ilgilendikleri için organize olma ve eğitme konularında gelişmişlerdir. Bunları anlatmamın nedeni mevcut durumu yani kadının toplumdaki yerini meşrulaştırmak değil sadece mevcut durumun neden böyle olduğunu anlatmaktır. Yani buraya gelişimizin tarihsel bir genel tekrarıdır. Anlatılan gerçeklerde kadın ve erkek olarak tanımlanan karakterlerin İNSAN olmaları, mevcut durumun değişebilirliğinin garantisidir. Zaten tek tek bireyler olarak kişisel evrimimiz elimizdedir. Dolayısıyla kadın veya erkek olmak “nasıl insanlar olacağımızı” önceden belirleyemez. Kadının sanatçı, kaşif, formüla 1 pilotu olmasının önündeki en önemli engel kendi düşünce yapısıdır. Elbetteki içinde yaşanılan ortamın (toplumun) engellemeleri olacaktır. Ancak fırtınaların varlığı nasıl ki Colomb’u durdurmadıysa... Ana konumuza dönelim. Kadının kapatılması, toplumdan ve benim tabirimle “gerçek hayattan” kopartılmasını amaçlayan düşüncenin ardında korkmuş erkekler vardır. Çünkü fethedilip korunacak bir ganimet olarak gördükleri kadınlar, karşılarına bir “kişi” olarak çıkmak istemektedirler. Oldukça çıkarına olan mevcut durumu korumak isteyen erkeğin “din” kurumunun ardına saklanarak, kadınları durdurmaya çaışmasına şaşırmamak gerekir. İşte “çıkar amacıyla kadına türban takmak” dediğim budur. Bu noktada belirtmek isterim ki bir kadın ev işi yaparak,çocuk yetiştirerek yani bugüne dek süregelen şekliyle bir hayat sürerek de mutlu olabilir. Bunu yadsıyamayız. Ancak demin de belirttiğim gibi karakterlerimiz “İNSAN” dır ve insan olmak “farkında ve farklı olmak” tır. Kendisinin ve diğer herşeyin farkında olmak aynı zaman da onu, diğer herşeyden farklı kılar. Bu nedenle evlenip çocuk yapmak, kapanmak, mutlu, huzurlu bir yuva kurmak isteyen kadınlara bunu yapmaları için tanıdığımız kolaylığı bunları yapmak istemeyenlere de tanımalıyız, erkekler olaraktan... Olayın insanlık tarihi ve toplumsal çıkar(!) yönlerinin dışında “kişisel özgürlük” yönüne de bakmalıyız. Bazıları “türban takma özgürlüğü” diye bir özgürlük tanımlamasına girişiyor. Bu oldukça zavallı bir girişim. Zira özgülüğü kısıtlayan şeyin özgürlüğünden bahsedemeyiz. Basit bir örneği ele alalım: Yaşama özgürlüğü... Neden alkollü araba kullanmak suç ve bu nedenle yasak? Çünkü alkollü araba kullanma özgürlüğü diye birşey yok ama alkollü bir sürücü tarafından ezilmeden YAŞAMA özgürlüğümüz var. Bir diğer değişle “özgürce istediğinizi giymek” bir özgürlüktür ancak “kadının toplumdan soyutlanmasını-saklanmasını öngören bir düşüncenin emrettiği gibi giyinme” özgürlüğü diye bir özgürlük tanımlayamayız. Böyle bişey “özgür olmama özgürlüğü” olur ki denkleme soktuğumuzda birbirini götürür ve elimizde kocaman bir hiç kalır. Diyebilirsiniz ki “Peki bu kızların eğitim özgürlüğünü elinden almamız sorunun çözümünü mü sağlıyor?” Elbette hayır. Ancak o noktada devreye halihazırda haklarını kullanan kadınların çıkarları giriyor. Eğer kadınlıklarından utanması öğretilmiş, onu saklaması emredilmiş, kendilerini günah objesi olarak görmeye şartlandırılmış kadınları bu halleriyle bilimin ve aklın alanına alırsanız, yaptığınız; Hitleri demokratik yollarla iktidara geçirmek olur. Hem de gelecekte yaşanacakları bile bile... Sonuçlarını bile bile diyemezsiniz ki “Ama gereken oyu aldı!” ... Ve yine olacakları bile bile diyemezsiniz ki “ama o öyle giyinmek istiyor.” Zaten insan doğasını biraz biliyorsanız hiçbir kadın öyle giyinmek istemez. Buna şartlandırılır. Beyni yıkanır. Ve ortaçağdan kalma fikirlerle beyinleri yıkanmış, ne istediklerini ve bunu neden istediklerini bilmeyen kişileri “örnek kadın modeli” olarak kamusal alana sürmek ile sağlıklı düşünemeyen alkoliklere ehliyet verip onları trafiğe salmak arasında bir fark yoktur. Bazıları diyebilir ki: “Eğer bu kişileri üniversiteye alırsak gerçekleri görürler ve eğitim sayesinde şu anki sağlıksız düşüncelerinden kurtulabilirler” Bu sevimli bir düşünce. Ancak unutmayın ki bu kişiler sağlıklı düşünemiyor. Böyle bir seçimi yapamayacaklarının kanıtı şu anki yaşam biçimleri. Yine kendimden örnek verirsem ilk kez din dersinde anlatılanları saçma masallar olduğunu farketmem ile evrimle, astronomiyle ilgilenmem ortaokul yıllarıma rastlar. Dolayısıyla zaten yüksek eğitim şart değil, samimi olarak “gerçekleri” arayanlar için... Şuna emin olun ki bu kişiler sözkonusu eğitim kurumlarını ortaçağ düşünceleriyle dolduracaklar ama tersi olmayacak. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. İran’a bakın. Aynı ılımlı islam saçmalıklarıyla başladı herşey... Amerika’ya bakın. Tüm Dünya’nın incilde dendiği gibi 6000 yıl önce yaratıldığını öğreten ve adı “üniversite” olan okullar var. Ve oradan mezun olanların nasıl insanları başkan seçtiklerine bakın “Tanrıyla konuştuğunu alenen beyan eden BUSH!” Varoluşsal gerçeğimiz karmaşık, anlaşılması zordur. Onu olduğu gibi kabullenmek ise çoook daha zordur. Anlayanlara ve olduğu gibi kabullenenlere de “gerçek” dışında bir şey (huzur, cennet hayatı vb.) vaadetmez. Dolayısıyla “insan” olarak kendimizi, elde ettiğimiz sanatsal, bilimsel, felsefi kazanımlarımızı; çok daha lütufkâr olan, anlaması kolay, masalsı bir “sözde gerçeği” savunanlardan, yani cehaletin bayrağı kafalarına sarılmış olanlardan korumalıyız. BUNU: Üniversiteleri, kafasını (kullanıma) kapatmış zavallılarla doldurup, onların; erkek egemen dünyaya meydan OKUMAK için gelen genç kızlarımızı baskı altına almalarına izin vererek yapamayız. Kararlı olmak ve seçimimizin arkasında kadın-erkek birlikte durmak zorundayız. Kadının hapsedilmesine zemin hazırlayacak bir sözde özgürlüğü -kelimenin olumsuz anlamıyla- KULLANMALARINA izin veremeyiz! Not: Yazıyı okuduktan sonra nefret tohumları ekmeye çalıştığımı düşünebilirsiniz. Ben de biliyorum ki mesela tinerci çocuk sorununu, onlara şiddet uygulayarak çözemeyeceğimizi. Ancak bir tinerci size saldırdığında kendinizi korumanız gerektiğini de biliyorum. Ve bugünkü noktada durum bu... İnsan olarak kazanımlarımıza böylesine alenen bir saldırı varken “hadi el ele tutuşalım, kurtlarla kuzular dans etsin” diyemem...
İzEdebiyat yazarı olarak seçeceğiniz yazıları kendi kişisel kütüphanenizde sergileyebilirsiniz. Kendi kütüphanenizi oluşturmak için burayı tıklayın.
|
|
| Şiir | Öykü | Roman | Deneme | Eleştiri | İnceleme | Bilimsel | Yazarlar | Babıali Kütüphanesi | Yazar Kütüphaneleri | Yaratıcı Yazarlık | Katılım | İletişim | Yasallık | Saklılık & Gizlilik | Yayın İlkeleri | İzEdebiyat? | SSS | Künye | Üye Girişi | |
Book Cover Zone
Premade Book Covers
İzEdebiyat bir İzlenim Yapım sitesidir. © İzlenim
Yapım, 2024 | © ömer kırat, 2024
İzEdebiyat'da yayınlanan bütün yazılar, telif hakları yasalarınca korunmaktadır. Tümü yazarlarının ya da telif hakkı sahiplerinin izniyle sitemizde yer almaktadır. Yazarların ya da telif hakkı sahiplerinin izni olmaksızın sitede yer alan metinlerin -kısa alıntı ve tanıtımlar dışında- herhangi bir biçimde basılması/yayınlanması kesinlikle yasaktır. Ayrıntılı bilgi icin Yasallık bölümüne bkz. |